Selahattin Öztürk , 1980’lerin ortalarında İslam Araştırmaları Merkezi’nde (İSAM) başladığı meslek hayatını geçtiğimiz günlerde noktaladı. Altı yıldır görev yaptığı Zeytinburnu Belediyesi’nde yedi yeni kütüphane kuran Öztürk, idealist bir meslek personeli olarak olanı ve olması gerekeni net bir şekilde ortaya koyuyor. Selahattin Öztürk aynı zamanda kayda değer bir süreli yayınlar koleksiyonunun da sahibi. Eylül ayı itibarıyla memleketi Yozgat’ta, kendi tabiriyle içi kitap, dışı çiçek dolu bir hayata başlayan Öztürk’le gerçekleştirdiğimiz sohbetin ilginizi çekeceğini ümit ediyoruz.
Kütüphanecilik bilinçli bir tercih miydi?
Evet. Bir Yozgat İl Halk Kütüphanesi çalışanının ödev yapmak için istediğim Türk Edebiyatı Tarihi kitabını bana vermemesiyle gündemime giren bilinçli bir tercihti. 1980’de lise son sınıf öğrencisiydim. Kütüphane görevlisi almak istediğim kitabı orada olmasına rağmen bana vermeyince aramızda, “Kütüphanecilik bölümünü okuyacağım. Buraya müdür olarak gelip seni de kapıdaki masaya alacağım!” diye özetleyebileceğim bir konuşma geçti. Yedinci tercih olarak İstanbul Üniversitesi Kütüphanecilik bölümünü yazdım ve mezun oldum. Otuz sekiz yıldır kütüphaneciyim.
Yozgat’a tayin istediniz mi?
Hayır ama stajımı orada yaptım. Aynı hanımefendiyle yine karşılaştık. Sözümün arkasındaydım, “İkinci sınıf bitti!” diye hatırlatmada bulundum kendisine. Ama sonra Halk Kütüphanecisi olmama kararıyla devam ettim mesleğe.
Neden?
Şartları, benim çalışma anlayışım, aldığımız kütüphanecilik eğitiminin temel argümanları, hayata bakışım… Hepsi etkili oldu bu kararda. Halk kütüphanelerindeki monotonluk beni cezbetmedi. O dönemde kütüphanecilik anlayışımız, kütüphane hizmetlerimiz bugün verilen hizmetlerden, okuyucuya bakıştan çok farklıydı.
Hangi yıllardan bahsediyoruz?
Çalışmaya 1985’te, fakülte son sınıftayken başladım. O günden bugüne de ara vermeden devam ettim. Biz klasik bir eğitim aldık. Katalog kartlarını daktiloyla hazırlıyorduk. Şimdi bir kişinin yaptığı katalog kaydını, aynı kitabı alan bütün kütüphaneler kullanabiliyor. İşler kolaylaştı ama içerik yoğunluğunun biraz azaldığını da söyleyebiliriz. Teknolojinin sağladığı kolaylık, kütüphanecileri kısmen tembelliğe itti. Kaynakları öğrenme ve bilgiye erişim kolaylığı, o kaynağın içeriğine hakim olma noktasında biraz gevşemeye yol açtı. Neyse ki teknoloji bu boşlukları dolduruyor.
Bir kütüphanecinin görev tanımı nedir? Ne yapması beklenir?
Kütüphaneyi yönetmeyi bir kenara bırakırsak kaynak seçimi, bütçe oluşturma, kaynakların temini, okuyucu hizmetleri, kaynak paylaşımı gibi temel görevleri vardır. Hangi sahada hizmet veriliyor, okur hangi nitelikte materyale ihtiyaç duyuyorsa kütüphanecinin bu kaynakları tespit edip seçmesi seçilen kaynakların alınmasından sonra teknik hizmetler olarak adlandırdığımız kataloglama, etiketleme, rafa yerleştirme gibi rutin işlemlerin yapılması gerekiyor. Bu aşamadan sonra kaynaktan yararlandırma meselesi gündeme geliyor. Kütüphaneye gelene verilen hizmet var, gelemeyene verilen hizmet var. Dijital kaynaklar, veri tabanları vesaire mekana gelemeyenlere hizmet sunmak için hazırlanıyor. Bu sayede uzaktan erişimle kütüphanedeki kaynakların kullanılabilmesini sağlıyoruz. Tabii asıl vazife aktif kullanıcılarla olan ilişkileri yönetmek.
Osmanlı’da ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında örnekleri olan bir hafız-ı kütüplük müessesesi var. Bu insanlar kütüphanedeki kaynaklara vâkıflar. Araştırmacıya içerik sunmanın yanında çalışmanın niteliğini artırmak yönünde de hizmet sunuyorlar. Günümüzde bu nitelikte bir kütüphanecilik yapılabiliyor mu?
Günümüzde bu hizmetin teknoloji desteğiyle devam ettiğini söyleyebiliriz. Bilgisayarlı sisteme geçilene kadar kütüphaneci mevcut kaynakları, yazarları, kitabın konu başlıklarını, benzer konulu kitapları tanıyor ve biliyordu. Bir kaynak sorulduğunda, “Aradığınız bilgi şu kaynakta daha tafsilatla yer alıyor.” diyebiliyordu. Günümüz teknolojisindeyse anahtar kelimelerle sorguluyoruz ve binlerce kaynak çıkıyor karşımıza.
Siz hafız-ı kütüpler nesline yetiştiniz mi?
Kütüphaneci değildi ama benim nazarımda hafız-ı kütüp olan bir zat var; rahmetli Nihat Çetin Hoca! Öğrencilik yıllarımda İslam Tetkikleri Enstitüsü’nün müdürüydü, beş bin civarında kitabın olduğu bir kütüphanede yöneticilik yapıyordu. Bütün vakti orada geçiyordu. İSAM’da çalışmaya başladığımda zaman zaman kaynak almaya gidiyorduk. “Hocam, falan numaralı kitapları almaya geldik.!” dediğimizde elimize bir anahtar demeti veriyor, parmağıyla işaret ederek, “Merdiveni çekeceksin, anahtarla en üstteki camlı dolabı açacaksın. Üçüncü raftaki dördüncü kitap!” diyebiliyordu. Kütüphanesindeki kitapların hepsinin yerini biliyordu, ayrıca “on beşinci sayfa, otuz yedinci sayfa!” gibi nokta atışı yönlendirmelerle aradığımız bilgiyi nerede bulabileceğimizi de söylüyordu. Bu da yetmez, kitabı alır, doğru hatırladığından emin olmak için teyit eder sonra bize verirdi. Bu, elindeki kaynağın içine hükmetmektir. İçeriği ve o içerikle ilişkili başka eserleri bilmek bizim mesleğimiz açısından bir gereklilik. Bu da hafız-ı kütüplükle mümkün olan bir durum. Kitabı rafa yerleştir, sorulduğunda bilgisayardan bak ve teslim et! Bugün daha çok yapılan bu. Teknoloji, insan beyninin aktif çalışmasını engelliyor, yavaşlatıyor. Meslek çalışanlarında “nasılsa bilgisayardan sorgulayarak bulabilirim!” rahatlığı var. Bilgiye ulaşma noktasında eksiklik, aksaklık olmadığı için bu dönüşümün kaynağı kullanan kişilere olumsuz bir yansıması olmuyor.
Bahsettiğimiz nitelikte hafız-ı kütüplük becerisi kazanmak nasıl bir emek gerektiriyor?
Bu nitelikleri öncelikle dönemle ilişkilendirmek gerekiyor. O devirlerde çalışanları oyalayan etkenler o kadar az ki. Son zamanlarında bile bir tek radyo vardı. Onun da çalması, bilgiye erişimin önünde çok fazla engel teşkil etmiyordu. Ama günümüzde, bilgisayar, televizyon, sosyal medya, cep telefonu gibi çok sayıda etken zihnimizi dağıtıyor. Yoğunlaşmaya mâni oluyor. Bunlara rağmen kaynakların hakkını vererek araştırmacıya yardımcı olan çok iyi kütüphanecilerimiz var. Yani sayıları geçmişle kıyaslanamayacak kadar az olsa da günümüzde de hafız-ı kütüpler var. Bilgiyi ihtiyaç sahibine ulaştırmanın keyfi çok farklı. Oradan gelen hazzı kolay kolay başka bir şeye değişemezsiniz. Bu haz, mesleğin sürdürülebilirliği açısından önemli.
Kütüphaneyi nasıl tanımlamak gerekiyor? Belli bir sayının üstünde kitabın bulunduğu her mekan kütüphane midir?
Bir mekanı kütüphane olarak tanımlayabilmek için kütüphanelerin olmazsa olmaz beş bileşenini birlikte düşünmek gerekiyor. Bütçe, bina, personel, derleme ve kullanıcı. Bunları bir araya getirirken sormamız gereken ilk sorular da “Bu kütüphaneyi kim için kuruyoruz?” ve “Kimler, hangi ölçülerde kullanacak?” olmak zorunda. Bu şartları yerine getirmeden açılan mekanlar, kitap dolu odalardan öteye geçmez. Rastgele aldığınız, kullanıcı odaklı seçmediğiniz kaynakların hepsi âtıl şekilde raflarda tozlanmaya mahkumdur. Milyonlarca lira bütçeyle başladığınız, bulduğunuz her kitabı alıp rafa koyduğunuz yer hemen bir kütüphaneye dönüşmüyor. Hedef kitleniz belliyse, o kitlenin elinin altında mutlaka olması gereken kaynakların seçimiyle başlanır kütüphane kurmaya. Bağışlarla kütüphane kurulmaz.
Neden? Oysa koleksiyonerler, şahıs kütüphanesi sahipleri ellerindeki malzemeyi bağışlamaya teşvik ediliyor sürekli!
Kütüphanecilik hayatımda yüzlerce kez şahıs koleksiyonlarından kitap alıp çalıştığım kurumlara götürdüm. Bağışlanan koleksiyonların iyilerini tenzih ederek söylemem gerekirse önemli bir kısmı, bağış yapan kişiler tarafından elden çıkarılması, kurtulunması gereken malzeme olarak görülüyor bir kere. Temizlik yaptırma operasyonu olarak görülen pek çok bağış var maalesef. Bir kişiden aldığımız kaynakların yüzde kırkı, bir başka kişiden aldığımız koleksiyonda da çıkıyor üstelik. O yüzden ben bağışla kütüphane kurulması fikrine karşı çıkıyorum. Yüzde sekseni satın alma olmayan, bağışlarla oluşturulmuş bir kütüphane, depodur bana göre. Bir süre sonra kütüphane hüviyetini yitirir, vakit geçirme ve ders çalışma mekanlarına dönüşür. Profesyonelce oluşturduğunuz her mekan, harcadığınız zaman, para ve emeğin değer bulmasına yol açıyor. Bunu yaşayarak görüyoruz.
Kullanıcı ihtiyacına göre şekillenen bir kütüphane, yaşayan bir organizmayı çağrıştırıyor. Bu benzetmeden yola çıkarsak “tamamlanmış” bir kütüphane açmak da söz konusu olamaz herhalde?
Evet, yaşayan organizma özelliğine dikkat etmezseniz yıllar önce alınmış ve raftan bir kez bile inmemiş kitaplar raflarda işlevsiz bir şekilde yer işgal eder. Ve kurulan mekanlar, kitap dolu depolara dönüşür.
Âtıl kitapların tasfiyesi için hangi yollara müracaat ediliyor?
Kütüphaneden kitap çıkarmanın belli şartları var. Çok yıpranmış bir kitap tasfiye edilebilir. Ayrıca kütüphaneci istatistiklerle de çalışmak zorunda. Belli periyodlarla ödünç alınan kitaplara ve hiç alınmayanlara bakılır. Gerekirse o yayınlar, kayıtlı olmalarına rağmen, belirli protokollerle başka kütüphanelere aktarılabilir. Takas tavsiye edilen bir yöntemdir.
Başka yolu var mıdır?
Yer açmak maksadıyla “Bu kitapları kayıttan düşüyoruz.” da denilebilir. O taktirde liste hazırlanır, bir komisyon marifetiyle tutanak tutulur. Bu durumda kitaplar ikinci ele verilebilir. Sahaflara düşen kitapların bir kısmı böyledir. Kütüphaneler o kitapları kendi politikaları icabı ayıklamıştır. İzinsiz ve kanunsuz şekilde sahafa düşme meselesi de var ki o, bu konunun kapsamında değil.
O halde konumuzu o yöne kaydıralım. Özellikle kıymetli eserleri barındıran büyük kütüphanelerden usulsüz yollarla eser çıkarılması tartışmaları zaman zaman gündeme geliyor. O kaçak kontrol altına alınabildi mi?
Aslında yüzde doksan kontrol altında olduğunu söyleyebiliriz. Kurumlarda çalışan insanların parayla samimiyeti oranında bir kaçak devam ediyor elbette. Birkaç yıl önce Derleme Müdürlüğü’ndeki gece personelinin derleme nüshalarını minibüslerle ikinci el piyasasına ulaştırdığı tespit edildi ve bildiğim kadarıyla da mahkeme süreci devam ediyor. Ramazan Minder, 2012 ya da 13 yılında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphane ve Müzeler Müdürü iken İstanbul Üniversitesi Yıldız Koleksiyonu’ndan dışarı çıkan dört bin beş yüz kitabı piyasadan satın alıp Atatürk Kitaplığı’nda kullanıma açmıştı. Bunlar yaşadığımız, bildiğimiz şeyler. Sessizce yapıldığı için duyulmayan başka örnekler de vardır mutlaka.
Kütüphanelerden sahaflara düşen kitapları konuştuk. Peki sahaflardan kütüphanelere kaynak geliyor mu? Yoksa kütüphaneler kurulurken yeni çıkmış, sıfır kitap alma yoluna mı gidiliyor?
Türkiye’de maalesef bu yol çok işletilmiyor ama bir araştırma kütüphanesinin sahafiye kitap satan esnafla dirsek temasını hiç kesmemesi gerekiyor. Pek çok kütüphane için uygulanan bir yöntem değil bu ne yazık ki. Sahaflarla işbirliği içinde çalışan çok az araştırma kütüphanemiz var. Bu yol işletilse sahaflar kütüphaneler için iyi bir tedarikçi kurumdur.
Mesleğe başladığınız yıllardan günümüze İstanbul kütüphaneleri nitelik ve nicelik olarak nasıl bir değişiklik gösterdi?
Mesleğe başladığım yıllarda teknoloji yoktu. 1987 yılının sonunda bilgisayarla tanıştık. Bugünkü adı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) olan Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde çalışıyordum. Türkiye’de kütüphanesine bilgisayar alan ilk kurumlardan biridir İSAM. O zamana kadar kart katalog yazarak kütüphane hizmeti veriyorduk. O günlerden bugüne ciddi dönüşümler yaşandı. Türkiye’de saat 17.00’de kapanan bir kütüphane anlayışımız vardı. Bu saat İSAM’da önce 19.00’a çekildi, sonra 21.00 ve nihayet 23.00 oldu. Zaman içinde mesaiyle kapanan kütüphane kavramı ortadan kalktı. Kaynak kullanımı, kaynaklardan kopya alımı, kütüphane hizmetleri de ciddi manada değişti. Kitap pahalı, az bulunuyor. Faydalanmak isteyen insanlara bir çözüm sunmak gerekiyordu. Önce fotokopi verilmeye başlandı. Sonra PDF paylaşımına geçildi.
İSAM Türkiye’deki ilk ihtisas kütüphanesi örneği değil mi?
Yazma eser kütüphanelerini saymazsak öyle. Katalog sistemi, veri sorgulama, kaynaklara erişim ve buna bağlı olarak uzaktan erişimle künye sorgulama gibi hizmetlerle öncü kütüphane oldu İSAM. Bu hizmetler arasında en önemlisi de Türkiye Yazmaları Veri Tabanı projesiydi.
Bu projenin önemi nedir?
İslam Ansiklopedisi’ne madde yazımında gerekli olan kaynağın tespiti için bir personelin araştırma yapması gerekiyordu. Nerede olduğu tespit edildikten sonra hazırlanan fişler, konunun uzmanına sunuluyordu. O uzman kullanılabilecek kaynakları seçtikten sonra bir başkası eseri yerinde inceleyerek kopyasının alınmasına gerek olup olmadığına karar veriyordu. Sonra kopya alım süreci başlıyordu ki bu bahsettiğim aşamalar ortalama iki aylık bir zamanı alıyordu. Hiç olmazsa kaynak ve künye tespiti için harcadığımız zamanı kısaltalım diye önce İstanbul’daki, sonra da Türkiye genelindeki yazma eser kütüphanelerinin fişlerinin fotokopilerini çektik. Bunları bilgisayara yükledik. Bu, bir veri tabanı örneğiydi. Sonra farklı formatlarda ve özelliklerde veri tabanları oluşturuldu. Artık metin içi arama da yapabiliyoruz.
Bu dijitalleşme çabası kamu kütüphaneleri için de söz konusu mu?
Tabii, Süleymaniye ve Atatürk Kitaplığı dijital sisteme geçen ilk kamu kütüphaneleridir. Atatürk Kitaplığı kırk iki bin yazma ve matbu eseri dijitale aktardı. Zaman içinde bu aktarımlardan istifade etmek ücretsiz hale geldi. Marmara Üniversitesi nadir eserlerini taradı ve erişime açtı. Aynı şekilde Atatürk Üniversitesi Seyfettin Özege koleksiyonunu dijitale aktarıp hizmete sundu. Bu veri tabanları uluslararası erişime de açık olduğu için hem bilgi kaynaklarının görünürlüğü arttı hem de oradan üretilen yayın sayısı arttı.
Dünya kütüphaneciliğini de takip ediyorsunuz mutlaka. Türkiye kaynak temini, çeşitliliği, kaynaklara erişim ve içerik zenginliği gibi alanlarda nasıl bir noktada?
Birlikte hareket etme konusunda ciddi eksiklerimiz var.
Bundan kastınız ne?
Aynı kaynakların tekrar tekrar dijitale aktarılması noktasında bir bonkörlüğümüz var. Ortak akılla hareket edip zaten aktarmış olanları bir kütüphaneden alıp kullanmak yerine her kütüphane kendisi aktarma yoluna gidiyor. Koordine çalışılmadığı için pek çok eser defalarca dijitale aktarılırken bazıları ise hiç aktarılmıyor. Sıra gelmiyor, bütçe yetmiyor vesaire. Bu mükerrerlik dışında dijitale aktarma konusunda kötü değiliz. Dört üniversite Dijitalkütüpist diye bir ortak platform kurarak nadir eserlerini ortak kullanıma sunmaya hazırlanıyor. Milli Kütüphane’de de ciddi bir sayısallaştırma çalışması var. Fakat diğer açılardan kütüphaneciliğimiz dünya kütüphaneciliğinin maalesef epey gerisinde.
Hangi açılardan?
Kütüphaneye bakışımız, mekanlarımız, hizmet çeşitliliğimiz, kullanıcı katkısına yaklaşımımız gibi özellikler açısından. Batı’da, kütüphaneleri kullanıcı yönlendiriyor. Bazı kütüphanelerde farklı amaçlar için buluşma noktası, kamu hizmetlerine erişim, dikiş nakış kursu, çocuk eğitimi gibi pek çok başlık sayabiliriz.. Bizdeyse sadece kitaplar var. Son yıllarda bir dönüşüm başladı. Batı’daki örnekler dikkate alınarak yeni kütüphane binaları yapılıyor. Bu tür etkinlikler için alanlar düşünülüyor. Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi ve Rami Kütüphanesi’nin yanında yerel yönetimler tarafından açılan kütüphaneler ve Millet Kıraathaneleri gibi örnekler, bu yola girildiğinin ispatı niteliğinde. Ama daha yapılacak çok iş var.
Kütüphaneden bakarak otuz sekiz yılda gelinen noktayı özetlediniz. Kullanıcı sayısı ve niteliği nasıl değişti bu dönemde?
Kullanıcı profilleri dönemlere göre değişiyor. Dershanelerin kapatılması sonrasında sınavlara hazırlanan gençlerin ders çalışacak mekanlara ihtiyacı doğdu. O kitle yoğun bir kullanıma geçti.
Görev yaptığınız ve altı yılda yedi kütüphane kurduğunuz Zeytinburnu’nda kullanıcıların ne kadarını öğrenciler teşkil ediyor?
Yüzde seksenini diyebilirim. Sadece lise öğrencilerinden bahsetmiyorum. Üniversite öğrencileri ve üniversite sonrası da var. Fakat yüzde seksenin baskınlığı dolayısıyla kütüphaneler onların ihtiyaçlarına göre şekillenmeye başlıyor. Hatta o yüzde seksene hitap etmek için kütüphaneler kuruluyor. Bu örneklerden hareketle, önüne konulanı kabul eden bir nesilden taleplerini dile getiren bir nesle doğru ilerlediğimizi de rahatlıkla söyleyebilirim.
Günümüzde Türkiye kütüphanelerinin temel sorunları neler?
Kütüphanelerin toplumun aydınlanmasının temel mekanları olduğunu hep ıskalıyoruz. Doğru bir yaklaşımlala bu mekanlar toplumun değişiminin nirengi noktası olurdu.
Ne tür faaliyetler yapılabilirdi öyle olsa?
Mahalle toplantıları düzenlenebilirdi, toplumun farklı kesimlerinin bir araya geldiği etkinlikler, çocuklara okul dışı eğitim verilecek faaliyetler düzenlenebilirdi. Okur yazar buluşmaları, film gösterimleri… Neler yapılmazdı ki! Şehir tarihi için yerel merkezler kurulur, o muhitin insanları kendi tarihlerini araştırmak için kullanabilirdi bu kütüphaneleri.
Yerel tarih kaynaklarını toplayan, şehir tarihçiliği için faaliyet yürüten kütüphanelerimiz varmı?
Kent arşivi çalışmaları yapan belediyeler olduğunu biliyorum. Balıkesir Belediyesi Osmanlı Arşivleri’ndeki Balıkesir belgelerini bir araya getirmek için ciddi bir çalışma yapıyor. Bu örneklerin yayılması lazım. Çalışmalar ilçelere kadar inerse kent tarihi yazımı yerele iner ve mikro tarih yazımı noktasında ciddi mesafe kat edebiliriz. Bunlar yapılamayacak şeyler değil. Bazı yerlerde yerel yönetim destek vermediği için şahıslar bu yönde çaba gösteriyor. Rize ve Diyarbakır’da şahıslar tarafından kurulmuş Kent Araştırmaları Merkezleri var.
Siz tecrübeli bir kütüphaneci olmanın yanında koleksiyonersiniz de. Neler topluyorsunuz?
Ana başlığım süreli yayınlar. Bu çerçevede, üzerinde çalışma yapılıp dizini, indeksi, bibliyografyası çıkarılmış süreli yayınları topluyorum. Mesela 300 sayı çıkmış ve sonra dizini çıkarılmış bir dergi, benim ilgi alanım çıkarılan o dizin. Veya dergi dijital yayınlanmış ama dizini basılmış. Bu dizin de giriyor koleksiyona. Yine süreli yayınlar bağlamında Osmanlıca çıkıp Latin harflerine aktarılmış süreli yayınların basılı kopyalarını topluyorum. Bunun üzerinde çalışma niyetim var. Mesleki süreli yayınlar ayrı bir lot olarak koleksiyonumda. Bir grup, birinci sayı Osmanlıca süreli yayınım var. En büyük koleksiyonum da Latin harfli süreli yayınlar. Dört bin beş yüze ulaştı onun sayısı.
Bu koleksiyonunuzun çerçevesi ne?
Tür ayrımım yok, dil ayrımım yok. Gazete, dergi, fanzin, mizah gibi her başlık olabilir. Tek şartı Türkiye sınırları içinde basılmış ilk sayılar olacak.
Nasıl başladınız bu koleksiyona?
Bir kütüphaneci refleksiyle, süreli yayınların kataloğunu yapma niyetiyle başlamıştım. İlk sayısını bulamadığımız dergiler oluyordu. Bunların çıkış tarihini belirlemeye yardımcı olacağını düşünerek 1928’den itibaren çıkan Latin harfli süreli yayınların ilk sayılarını almaya başladım. Yayını durmuşsa son sayıyı da ilk sayının yanına koyuyorum. Kataloğu çıkarırken, “Şu tarihte, şu kişiler tarafından çıkarıldı. Son sayının yayın tarihi şu, çıkaranlar şunlar…” gibi bir bibliyografik künye oluşturmak amacıyla yapıyorum bu koleksiyonu. Kızıl elma, hayal, ütopya, adına ne derseniz artık. Ucu belli olmayan bir serüven bu. Mesleğimin beni getirdiği nokta burası. Dört bin beş yüz ilk sayı, bir o kadar da ilk sayısını bulamadığım dergilerin herhangi bir sayısı var elimde. Bu çalışmayı yapabilirsem en az sekiz bin süreli yayının künyesini ilim aleminin hizmetine sunmuş olacağım.
Süreli yayın toplamaya ne zaman başladınız?
1997 ya da 98 olmalı. İSAM’da çalışıyordum. Toplu bir süreli yayın koleksiyonu gelmişti, onları kayda giriyorduk. İlk sayıları olmayan dergilerin ne zaman çıktığını tespit etmeye çalışırken toplamaya başladım. O zaman kütüphane kataloglarına uzaktan erişme imkanımız yoktu. Kütüphanelerin kart kataloglarına bakıyorsunuz. Kartoteks dediğimiz yarım A4 boyutunda bir kart üzerinde yapılan takip sistemi vardı. Burada yıllar yazıyor, sayı yerine de yüzde doksan çarpı işareti konmuş oluyordu. O işaret, o sayının olduğu anlamına geliyordu. Numaraları belli değil, net bilgi edinmek için depodan dergiyi istemek gerekiyordu. Bu zorluğu görünce, “İlk sayılardan bulabildiklerimi biriktireyim, hem katalog yaparım hem de birikim olur.” dedim. İSAM için kitap ve dergi almaya gittiğim bir gün Enderun Kitabevi’nin sahibi rahmetli İsmail Özdoğan uzandığı raftan, kendisinin çıkardığı Osmanlı Araştırmaları’nın birkaç tane ilk sayısını çekti. Birini bana uzatarak, “Al delikanlı! Bu da senin kısmetinmiş.” dedi. O hediye, koleksiyonumun ilk parçası oldu. İyi ki başlamışım diyorum şimdi. O zaman hiç aklımda olmayan şeylere vesile oldu bu koleksiyon. İlk sayılardan pek çok sergi açtım.
Nasıl bir konsepti vardı bu sergilerin?
Ana başlık Selahattin Öztürk Arşivinde bulunan olmak üzere İlk Sayılarla Edebiyat Dergileri, İlk Sayılarıyla Ankara’da Çıkan Süreli Yayınlar, Osmanlı’dan Günümüze Mizah Dergileri, Manifestolarıyla Dergiler, İlk Sayılarıyla Çocuk Dergileri, Dergilerde Çanakkale. Bu sergilerin hepsi şahsi arşivimdeki dergilerle açıldı. Yine o dergileri kullanarak İstanbul İçin Yayınlanan Süreli Yayınlar Bibliyografyası hazırladım.
Elinizdeki malzeme bu tür ilmi çalışmalar yapmak için yeterli seviyeye ulaştı mı?
Bütün süreli yayınların kataloğunu bitirmek ilk etapta zor olacağından şu an için konu bazlı çalışıyorum. Temin ederken ne bulursam alıyorum. Çalışırken yayına çevrilebilecek seviyeye gelenleri kullanıyorum. Osmanlıca Eğitim, Gençlik ve Çocuklara Yönelik Süreli Yayınlar Bibliyografyası, İstanbul İçin Yayımlanan Süreli Yayınlar Bibliyografyası gibi yayınlar böyle çıktı. Çalışmaya şahsi koleksiyonla başladım ama elimdeki malzeme yetmeyeceği için katalog taramalarıyla destekledim. Elimdeki ilk sayılar yine Osmanlı dönemi için İsim Değiştiren Süreli Yayınlar makalesi için bir basamak oldu. Bir kısım kitapsever gibi sırf “bende olsun” maksadıyla toplamıyorum. Hem kendim kullanıyorum, hem de ihtiyaç duyan araştırmacılarla paylaşıyorum. Kütüphaneciliğin temelinde aslında iyi bir araştırmacı olmak da var. Aslında kütüphanecinin tek işi gelene kaynak sunmak değildir. Aynı zamanda o kaynaklardan yayın yaparak istifade edilmesini sağlamaktır. Bu ihtiyacı genç meslektaşlarımıza anlatmaya çalışıyorum ama günümüz şartları bunu kabullenmeyi zorlaştırıyor. İSAM’da çalışırken mesai öncesi ve sonrasında çalışarak dergilerin çıkardığı özel sayıların bibliyografyasını hazırladım. Tamamlanması altı buçuk yıla yakın sürdü. İSAM Kütüphanesi raflarında bulunan üç bin yirmi özel sayıdan oluşan bu yayını araştırmacıların önüne kaynak olarak koydum.
Başka yayınınız var mı?
Üç kişilik bir ekiple Hakkı Tarık Us Kütüphanesi’nin süreli yayın kataloğunu hazırladık. O çalışma da iki yıl sürdü. Sayılar bir araya getirilip ciltlendiği için arada eksik sayı olabilir ihtimaliyle dört milyonun üzerinde sayfayı tek tek çevirdik. Bu yayını Büyükşehir Belediyesi bastı. Projeye, Tokyo Yabancı Diller Üniversitesi (TUFS) mali destek sağlamıştı, Japonya’da da bir baskısı yapıldı. Ayrıca yirmi üç tane de süreli yayın ağırlıklı makale ürettim. Tek hedefim süreli yayınların rafta kalmasına mani olup kullanılmalarını sağlamak.
Bibliyografya yayıncılığı eğitimleri, alana hakimiyetleri ve kaynaklara yakınlıkları sebebiyle kütüphanecilerin daha nitelikli ve rahat çalışabileceği bir alan sanki!
Kesinlikle öyle. Kütüphaneciler, asli vazifelerinden biri olan katalog ve bibliyografyaları yapmadıkları için yapılan eksik ve yanlış çalışmaları eleştirme hakkını da kaybediyor. Literatürü, kuralları biliyorsunuz. Kaynakların pek çoğu elinizin altında ya da meslektaşlarınız kanalıyla ulaşma imkanınız var. Buna rağmen bir şey yapmadığınızda bir başkasının yaptığı yetersiz çalışmaları eleştirmeye hakkınız olmaz.
Türkiye’de bibliyografya yayıncılığı ne durumda?
Yok denecek kadar az. Zahmetli, meşakkatli ve Türkiye şartlarında maddi karşılığı olmayan bir saha. İğneyle kuyu kazıyorsunuz. Aldığınız para, fotokopi masrafını karşılamaya bile yetmiyor. Ortaya konulan çalışma birileri tarafından kullanılıyor, ihtiyaca cevap veriyorsa mesleki anlamda tatmin oluyorsunuz. Başka karşılığı yok. Kütüphanecilik standartlarının uygulanması noktasında sorunlarımız olduğu için bibliyografya hazırlamak kolay bir iş de değil.
Ne tür sorunlardan bahsediyorsunuz?
Kurallar açık ve net olmasına rağmen o kurallara bağlı kataloglama yapılmadığı için bir kütüphaneden aldığınız bilgileri doğrulamadan kullanamıyorsunuz. Bir kütüphane, çok ayrıntılı bilgi verirken bir başkası çok yüzeysel kataloglama yapabiliyor. Oluşturulmuş standartlar var ama her kurum bu standartları aynı ciddiyetle uygulamıyor. O yüzden Türkiye’de bibliyografya hazırlamak zor diyorum. Ama inatla çalışınca zorlukların üstesinden gelebiliyorsunuz.
Koleksiyonunuzda 1928’den itibaren çıkarılmış sekiz binden fazla süreli yayın olduğunu söylediniz. Toplam yayınlara oranı nedir bu koleksiyonun?
En fazla yüzde onuna, on beşine tekabül eder. Biliyoruz ki başlık olarak yetmişle seksen bin arasında süreli yayın (gazete, dergi) çıkmış. Ancak maalesef bu yayınların hepsinin ismini bile bir arada bulamıyoruz.
Tamamının bulunduğu bir kütüphane olması ihtimali hiç yoktur o halde?
Hayır. Yok maalesef. Özellikle Osmanlı dönemi için söylüyorum; beş, altı kütüphaneyi bir araya getirdiğimizde bile tam koleksiyona erişemiyoruz. Onlardaki açığı kısmen telafi eden Hakkı Tarık Us koleksiyonunda bile sıkıntılar var. Hakkı Tarık Bey, 1957’de Yeni İstiklal gazetesine verdiği bir röportajda, Yunanlılar Ege’yi işgal ettiklerinde Gördes’ten kaçarken büyük boyutlu gazeteleri götüremediklerini anlatıyor. Arabayla gidiyorlar ve yeterli yerleri yok. Yanlarına küçük ebatlı süreli yayınların bir kısmını alabiliyorlar sadece.
Cumhuriyet dönemi için daha iyimser olabiliyor muyuz?
Olamıyoruz ne yazık ki. 1934 yılına kadar derleme kanunumuz yok. Çıkan yayınlar belli kütüphanelere gidiyor ama düzenli olarak bir yerlere teslim edilemiyor. 1934 yılında çıkan Basma Yazı ve Resimleri Derleme Kanunu sayesinde bu yayınları belli kütüphanelere ulaştırma zorunluluğu getiriyoruz. Verilmemeyle ilgili cezalar çok düşük olduğu için yine de derleme kaçağımız çok. 2000’li yıllarda kanunda bir değişiklik yapıldı, ceza ağırlaştı. Ancak o tarihten sonra derleme kaçağı oranı neredeyse sıfırlandı ve kitap derlemesinde sorun yüzde doksan oranında çözüldü diyebiliriz. Ancak süreli yayınlarda sorun hâlâ devam ediyor. ISBN numarası olmadan çıkan dergileri kontrol etmeniz mümkün değil. Bazen yayıncıların arşivinde, deposunda bile bulamıyorsunuz dergi/gazete arşivlerini. Süreli yayın hafızamız kevgir gibi, delik deşik!
Süreli yayın koleksiyonculuğu ne durumda peki? Sizin dışınızda toplayan var mı?
İlk sayı bağlamında toplayan birkaç kişi var. Biriktiricilik noktasında bir koleksiyon yaptıkları için koleksiyonlarının içeriklerine dair bilgim yok. Süreli yayın koleksiyonculuğu zor, zahmetli bir iş. Sürekli takipte olmanız gerekiyor. Takibi ihmal ettiğiniz anda sayılarınız ve haliyle koleksiyonunuz eksik kalıyor. Tam koleksiyon yapanların varlığını biliyoruz. Defter tutarak elinde olan dergileri takip eden Ali Birinci hocamız ve Ali Haydar Haksal ağabey ilk aklıma gelenler.
Kütüphanenizi taşıdınız, İstanbul’dan ayrılıyorsunuz. Bundan sonrası için planlarınız ne?
Kütüphaneciliğe, bir şeyler üretmeye devam, orası kesin. Mesaili bir hayatım olmayacak ama beş yüz elli koli kitap, süreli yayın ve arşiv belgesi arasında mutlu bir hayat sürmeyi hayal ediyorum. En azından elimdeki sekiz bin süreli yayının bir kataloğunu yapmaya niyetliyim. İçi kitap, dışı çiçek dolu bir hayat bekliyor beni diye ümit ediyorum.
Yozgat’ta bir Selahattin Öztürk Kütüphanesi açılacak mı?
Yerel yöneticilerin bakışıyla direkt ilişkili bu. Önlerine koyacağım uygulanabilir isteklerime sıcak bakarlarsa neden olmasın! Yozgat’a yeni bir ilk halk kütüphanesi yapılıyor. Yetkili arkadaşlarla konuştum, “Bana büyükçe bir salon verin. Hem kitapları hem de ilk sayıları oraya koyalım. İlgililer kullansın” dedim. Bakalım… Kitaplarımı Yozgat’a götürme sebebim, memleketimin o kitaplardan istifade etmesini istemem. Yoksa taşıma macerasını yaşamayıp İstanbul’da bir kütüphaneye bağışlayabilir ya da birkaç sahaf arkadaşıma devrederek memleketime dönebilirdim.








