Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Nadir Söyleşiler - bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Erol Üyepazarcı’yı tanıtmak için ne söylenebilir? Hızlı bir internet taramasında karşımıza ilk çıkan cevaplardan bazıları; “Araştırmacı, yazar, çevirmen, kitap dedektifi, muamma koleksiyoncusu, edebiyatımızın polisiye alanındaki en büyük otoritelerinden…” Hepsi doğru olsa da muhatabımızı anlatmak için yetersiz sıfatlar bunlar. Gerçek manada tanıyabilmek için Erol Bey’i diğer araştırmacılardan, yazarlardan, çevirmenlerden ayıran unsurlara dikkat kesilmek gerekiyor. Okumak, öğrenmek ve elbette bir obje olarak kitaplar çok erken yaşlarda bir iptila gibi giriyor Üyepazarcı’nın hayatına. Müsamahasız bir kitap tutkunu olacağı ilkokul yaşlarında veriyor ilk işaretlerini. Önce tarih, sonra edebiyat ve derken polisiyenin zehri sızıyor kanına. Sadece şahsi merakını tatmin için okuyan Erol Üyepazarcı, kariyerinin zirvesinde aldığı bir teklifle kendini yazar olarak buluveriyor.
    Nisan 21, 2025
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    1938 yılının İstanbul’unda nasıl bir aileye ve çevreye doğdunuz?

    Babam dokuma tüccarıydı. Birinci Dünya Savaşı’nda ihtiyat zabitliği yapmış. O zamanlar yedek subaylara ihtiyat zabiti denirdi. İngilizlere esir olmuş, iki sene Mısır’da kalmış. İstiklal Savaşı’na iştirak etmiş. Eski neslin adamıydı babam. Gayet ciddi, mesafeli… Ortaokul birinci sınıfta ağır bir trafik kazası geçirdim. Bir seneye yakın evde yatmak zorunda kaldım. Ayağımın derisi yüzüldü, vücudum deri üretmedi. Sırtımdan deri alıp ayağıma yapıştırdılar. Bu ameliyat Türkiye’de hiç yapılmamıştı. Halit Ziya Konuralp adında meşhur bir cerrah vardı, İngiltere’de bu ameliyatları görmüş, bazısına iştirak etmiş. “Ben yaparım” dedi. Fakat sathın düzelmesi için bir seneye yakın evde yatmam gerekti. O kaza benim için büyük şans oldu. 

    Nasıl bir şanstan söz ediyoruz?

    Fatih Taşkasap’ta. 3 katlı bir binada oturuyorduk. Latif Demirci adında, aynı zamanda akrabamız da olan bir kiracımız vardı. Hürriyet’te karikatürler çizen Latif Demirci’nin aynı isimli amcası. Beni çok severdi. Mecânîn-i kütüp’dendi. Bana da ondan bulaştı. Sabahtan akşama yataktan çıkamadığım bu dönemde Latif Amca, “Erolcuğum, gel sana Osmanlıca öğreteyim. Kitaba, tarihe meraklısın, ilerde bana dua edersin.” dedi. Allah rahmet eylesin, her gün gelerek Osmanlıca öğretti. Evvela bir elif-ba’yla başlattı. Muhafazakar bir ailede büyüdüm, Kur’an-ı Kerim okumayı biliyordum fakat Kur’an alfabesiyle Osmanlı alfabesinin farklılıkları vardır. Latif Amca Osmanlı alfabesini öğrettikten sonra Osmanlıca bazı kitaplar verdi. Bir tanesi hâlâ durur. Karagöz mecmuasının ilk 200 sayısı. Dergi İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra çıkmış. İkinci Abdülhamid’in halli, 31 Mart Vak’ası vesaire hepsi yazar bu sayılarda. O sayede hem tarih merakımı giderdim hem de Osmanlıcamı ilerlettim. Romanlar verdi sonra. Ercümend Ekrem Talu’nun Gemi Aslanı o dönemde okuduğum romanlardan biriydi. O bir seneyi bu şekilde geçirdim. 

    Latif Bey’in mesleği neydi?

    Avukattı. Denizli Sarayköylü’ydü. Celal Bayar İstiklal Savaşı’nın başında Ege bölgesinde Galip Hoca adıyla faaliyet yaparken uzun süre Latif Amca’nın babasının çiftliğinde saklanmış. O zamandan beri devam eden bir ahbaplıkları vardı. 1950’de mebusluk teklif etti fakat Latif Amca “Siyasete bulaşmak istemiyorum.” diyerek kabul etmedi. Çok genç yaşında, 50’sine gelmeden kanserden kaybettik kendisini. 

    Latif Bey’in sizinle bu kadar yakından ilgilenmesinin bir sebebi olmalı!

    Tabii, okumaya meraklı bir çocuğum. İlkokulda başladı kitap merakım. Bizim zamanımızda her sınıfın bir kütüphanesi olurdu. Çok sevdiğim Süheyla öğretmenim kendi cebinden de kitap alarak kütüphanemize koymuştu. Okulun en zengin kütüphanesi bizimkiydi. Kitap merakımı keşfeden hocam kütüphane sorumluluğunu bana verdi. Kitap isteyen arkadaşlarıma veriyorum ve birkaç gün sonra getirmelerini istiyorum. Bu arada uymaları gereken bazı kurallar var. Kitabı kirletmeyecekler, kenarını kıvırmayacaklar. Hiç unutmuyorum, bir gün bir kız İbrahim Alaaddin Gövsa’nın Elli Türk Büyüğü kitabını aldı. İki gün sonra getirdi, ön sayfayı yırtmış. Nasıl böyle bir şey yaparsın diye bir tokat attım. Ağlayarak gitti. Annesi okula gelip şikayet edince öğretmen beni görevimden aldı. Çok üzüldüm. Başka bir çocuğa verdi o görevi ama olmadı, o arkadaşım yürütemedi. Bir ay sonra yeniden beni görevlendirdi ve sıkı sıkı tembihledi, “Bundan sonra kimseye dayak atma! Kitaba bir şey olursa bana söyle, ben cezasını veririm.” İnanılmaz bir hocaydı. O zamanlar Cumartesi günleri de okul vardı. Ameliyat için üç ay kadar hastaneye yattım. İlkokulu bitirmiştim, artık onun öğrencisi değildim ama her cumartesi okuldan çıktıktan sonra ziyaretime geldi. O zamanlar Cumhuriyet Gazetesi’nde Amerikalı bir yazarın Kanuni Sultan Süleyman’ı anlatan tefrikası yayınlıyordu. O yazıları hafta boyu kesiyor, gelirken yanında getiriyordu. Eğitim hayatım boyunca beni etkilemiş birkaç hocadan biriydi Süheyla Öğretmen. Bir diğeri de Reşat Ekrem Koçu’dur. 

    Hangi ilkokulda okudunuz?

    Çapa 31. İlkokul. Fatihliyim. Şimdi maalesef İstanbul’da semtlerin isimleri unutuldu. Vatan ve Millet Caddelerini dik kesen Molla Gürani caddesinin çevresi Taşkasap’tır. Eskiden Yeniçeri Kışlası varmış. İkinci Mahmud Yeniçeri’leri kaldırdıktan sonra yıktırmış. Çocukluğumda viranesi hâlâ duruyordu. Yeniçerilere et sağlayan kasaplar bizim semtte bulunurmuş, ismini oradan almış. Bir üstteki semtin ismi de Ördekkasap’tı. Orada da tavuk eti satanlar bulunurmuş. 1940’lı, 50’li yılların İstanbul’u çok farklı bir yerdi. 

    Nasıl bir şehir hatırlıyorsunuz?

    İlkokulda yurttaşlık bilgisi diye bir dersimiz vardı. Orada öğretmenimiz anlatırdı. “Türkiye’nin nüfusu 18 milyon. En büyük şehrimiz İstanbul, nüfusu 800 bin. Başkentimiz Ankara, nüfusu 200 bin.” Çocukluğum ve gençliğim 800 bin nüfuslu İstanbul’da geçti. Herkes birbirini tanıyordu, mahalle kültürü devam ediyordu. Birinin cenazesi olsa evinde yedi gün yemek pişmez, komşular götürürdü. Tahir Ongun diye bir zat vardı, Tahirü’l Mevlevi. Karşımızdaki binada otururdu, komşumuzdu. Mahalleli Büyük Hoca derdi ona. Bembeyaz sakallı, güzel giyimli çok zarif bir beyefendiydi. Yaz geceleri evinin bahçesinde ney üflerdi. Bayram namazlarına Selçuk Sultan Camii’ne giderdik. Tahirü’l Mevlevi de yanında bir adamıyla gelirdi. Büyüklere elini öptürmez ama çocuklara itiraz etmezdi. Kutulu Nestle çikolataların içine kağıt 1 lira koyar hepimize verirdi. 1 lira büyük paraydı o zaman. Bir süredir hatıralarımı yazıyorum. Yazarken o yılları tekrar hatırlıyorum…

    İçinde yetiştiğiniz bu ortam karakterinizin inşasında etkili oldu mu?

    Tabii, mutlaka. O ortamlar ortadan kalkınca bir insan tipi de beraberinde yok oldu. Mahalle arkadaşlığı denen bir şey vardı. Aynı okula giden çocuklar yazın sabahtan akşama kadar sokakta top oynar. Kızlar gelmişse oyun değişir, saklambaç ya da yakan top oynamaya başlarız. Biraz büyüyünce yüzmek için Yenikapı sahiline gitmeye başladık. Sahilde Çakıl Gazinosu vardı. Ortaokul talebesiyiz, gazinoya girecek paramız yok ama geri kalmak da istemiyoruz. Üç, dört arkadaş saati 25 kuruşa sandal kiralayıp gazinonun dibine yanaşıyor, oradan dinliyorduk sahneye çıkan sanatçıları. 

    Kimler sahne alıyordu Çakıl’da?

    Dört büyükler denirdi; Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ Sözeri, Safiye Ayla ve Müzeyyen Senar. Biz Müzeyyen Senar’ı çok severdik. Sempatik bir kadındı. Sandalla yanaştığımızı görünce “Bedavacılar, siz de alkışlayacaksınız ha!” diye takılırdı bize. Seyircilerden şarkı ister, onlar ne istediklerini söyledikten sonra bize sorardı; “Bedavacılar, siz neyi istiyorsunuz?” Feraye şarkısını çok seviyorduk. Avazımız çıktığı kadar “Feraye, Feraye” diye bağırıyorduk. Bir gün dedik ki Müzeyyen Hanım’a bir jest yapalım. Zengin müşteriler sahneye çiçek gönderiyor, görüyoruz. Aramızda para topladık. Aksaray’da bir çiçekçiye gidip anlattık. Adamın çok hoşuna gitti. “Size özel sepet yapacağım çocuklar.” dedi. Akşam yine yanaştık, bekliyoruz. Sepet geldi. Karta yazmışız, “Sevgili Müzeyyen Senar Abla! Seni çok seviyoruz. Bedavacılar!” Okudu, gülümsedi. “Sadık dinleyicilerimden gelmiş” diyerek sahneden indi. Karşımıza geldi ve şarkısını orada söyledi. 

    Reşat Ekrem Koçu ne zaman hocanız oldu?

    Ortaokulu Çapa Öğretmen Okulu’nda bitirdikten sora semtimizin lisesi olan Pertevniyal Lisesi’ne kaydoldum. Okul başladı, daha ilk günlerde bir rivayet dolaşmaya başladı; “Reşat Ekrem Koçu tarih hocası olarak geliyormuş.” 

    Koçu’yu biliyor musunuz?

    Tabii, çok iyi biliyorum çünkü tarihe çok meraklıyım. Resimli Tarih Mecmuası adında bir dergi var, o dergiye aboneyim. Derginin prima yazarı Reşat Ekrem Koçu. Aynı zamanda Milliyet Gazetesi’nde köşe yazarı. Eve de Milliyet alıyoruz. Çok heyecanlandım tabii. Vefa Lisesi’ndeymiş, müdürü dövmüş. O sebeple bize geliyor diye konuşuluyor. Palavra tabii ama hakikaten geçinememiş idareyle ve başka liseye geçmek istemiş. Saygıdeğer biri olduğu için de yakın diye bizim liseye vermişler. Merakla bekliyorum. Hoca geldi. Çok ilginç bir zattı, Allah rahmet eylesin. O kadar güzel ders anlatırdı ki en aptal talebe bile derslerini ağzı açık dinlerdi. Klasik bir tarih anlatmıyordu, enteresan konulara da giriyordu. Gözüne girmek için çırpınıyorum. Bir olay olsun da bir şeyler bildiğimi göstereyim diye bekliyorum. Bir gün Babillileri anlatıyor. Nebulkadnezar adında bir idarecileri var. Karısının aşkına Babil’de asma bahçeleri yaptırmış. Bunları anlattıktan sonra bize döndü, “Çocuklar, Babil’in Asma Bahçeleri eski tarihçilerin çok önem verdikleri bir koleksiyonun parçasıdır. Neden bahsettiğimi bilen var mı?” dedi. Hemen parmak kaldırdım. Her şeye parmak kaldıran bir arkadaşımız daha vardı, evvela ona söz verdi. Kız, “Efendim, bitki koleksiyonudur.” dedi. Hoca bana döndü, “Siz ne buyuracaksınız?” dedi. “Efendim, eskilerin Acayib-i Seb’ay-ı Âlem dedikleri Dünyanın Yedi Harikası’ndan biridir.” dedim. “Ne demek o?” diye sordu. “Seb’a Arapça yedi demek Efendim” dedim. Ansiklopedide bunun hakkında uzun bir makale okumuştum. “Yedi harikanın iki tanesi Türkiye’dedir. Biri Bodrum’da Mozeleum’dur. İngiliz elçisi Abdülmecid zamanında Londra’ya kaçırmış. Öbürü Efes Tapınağı’dır.” Öbürü budur, öbürü şudur diyerek hepsini saydım. Hocanın çok hoşuna gitti. Yüzüme baktı, baktı. “Efendi oğlum numaranız kaç?” dedi. “199 Efendim” dedim. Cebinden defterini çıkardı. “Erol Efendi oğlum! Sözlüye kalktınız, 10 aldınız” dedi. 

    Hoca o tarihlerde kaç yaşlarında?

    50’lerindeydi herhalde, yaşlı değildi. Beni sevdi, hangi yabancı dil okuduğumu sordu. Fransızca olduğunu öğrenince Van Gogh’un hayatı diye bir kitap hediye etti. Sonra başka kitaplar da verdi. Sınıf mümessiliydim. Bir gün bana “Sınıf kaç kişi?” diye sordu. “45 kişi Hocam” dedim. “Şehzadebaşı’ndaki Yeni Sinema’nın biletleri kaç lira?” dedi. “1 lira Hocam!” Cebinden 50 lira çıkardı. “Herkese 1’er lira dağıt. 5 lira’yı bana geri getir. Orada Komedis diye bir film oynuyor. Ben size Roma tarihini anlatıyorum. Film de o dönemle ilgili. Gidin seyredin.” dedi. Filmi görelim diye kendi cebinden para verdi bütün sınıfa. Üst balkon 65 kuruştu. Oraya gittik. 40 kuruşa da Frigo aldık. “O 1 lirayı başka yerde harcamaya kalkmayın. Bir hafta sonra içinizden rastgele birini kaldırır filmi anlattırırım.” diye uyarmıştı önceden.

    Lise boyunca dersinize girdi mi Reşat Ekrem Koçu?

    Hayır, ikinci sınıfta gelmedi. Tekrar Vefa Lisesi’ne dönmüş. Çok sevdiğim bir arkadaşım vardır, Eray Canberk. Onunla beraber Milliyet gazetesinde ziyaretine gittik, neden bizi bıraktığını sorduk. Çok hoşlandı. Refi Cevat Ulunay’la tanıştırdı bizi. “Beni üniversiteden kovduktan sonra Vefa Lisesi’ne tarih hocası yaptılar. Otuz küsur yıldır oradayım. Müdürle geçinemeyince sizin okula geldim. Müdür emekli olup gidince eski liseme geri döndüm. Sizi de çok seviyorum.” dedi. 

    Bağlantınız devam etti mi?

    Evet, seneler sonra yine karşılaştık. Hammer Tarihi diye bir kitap vardı, Latif Amcamdan çok duydum. “Bulabilirsen al!” diye beni sahaflara göndermişti. Muzaffer Ozak Latif Amca’nın arkadaşıydı. Çarşı’da yer sergileri olurdu Cumartesi günleri.

    Hangi yıllardan bahsediyoruz?

    Teknik Üniversite’deyim ama daha ihtilal olmamıştı, demek ki 1957’den sonra. 1958-59 olabilir. Bir yer sergisinde Hammer Tarihi’ni gördüm! Aptal bir adam satıyor, bilmiyor ne olduğunu. 4, 5, 6, 7 ve 8’inci ciltler var. Çok ucuz bir fiyat istedi. Hemen aldım ve Muzaffer Hoca’ya gittim. O zamanlar Milli Eğitim Bakanlığı klasiklerini topladığım için Muzaffer Ozak bana “Klasikçi” diyordu. “Nerden buldun sen bunu?” dedi kitabı görünce. Diğer ciltleri sordum, “Bende bulamazsın. Raif Yelkenci diye bir zat var. Git ona sor. Varsa onda bulursun. Yalnız çok asabidir.” dedi. Raif Yelkenci’nin dükkanı Sahaflar Çarşısı’nın dışındaydı. İsmi duyulmuş bir adam ama o vakte kadar dükkanına gitmemiştim. Doğru oraya gittim. Raif Bey beni görünce irkilir gibi oldu. Asık bir suratla, “Ne istiyorsun?” diye sordu. Onun müşterisi olacak bir tip değildim. “Efendim Devlet-i Osmani tarihinin son beş cildini buldum. Diğerleri sizde var mı?” Sinirlendi, “Sen onu okuyamazsın. Arap harfleriyle basılmıştır.” diye azarladı. “Arap harflerini okuyamadığımı gözlerimden mi anladınız?” dedim. Masasında bir kitap duruyordu, aldım elime. Necip Fazıl’ın Meş’um Yakut adındaki ilk kitabı. Kitabın adını, yazarını okudum. “Osmanlıca biliyor muymuşum!” dedim. Duraladı. Yanında da beyefendi vardı. “Raif ne huysuz herifsin. Çocuktan cevabını aldın mı?” dedi. Sonra bana döndü, “Evladım kızma. Diğer sahafların Raif Bey’le araları iyi değildir. Adam gönderip kitap sorduruyorlar. Seni de onlardan biri sandı.” diye açıklama yaptı. “Talebe misiniz?”, “Talebeyim efendim.”, “Tarih bölümünde mi okuyorsunuz?”, “Hayır, Teknik Üniversite’de okuyorum efendim.” Hayret etti. “Senin depoda vardır. Delikanlının eksiklerini bulacaksın.” diye tembihledi Raif Yelkenci’ye. O da söz verdi ve iki üç gün sonra uğramamı istedi. Gittim, üç cildini bulmuş. “Borcum ne kadar?” dedim. “Borcun yok! O gün gördüğün zat kitapları onun hesabına yazmamı söyledi.” dedi.

    Kimmiş o beyefendi?

    Osman Nuri Ergin. Teşekkür etmek istediğimi söyledim. Her Cumartesi öğleden sonra geldiğini söyledi. Eve gidince kitaplarıma baktım, 1938 Şehir Rehberi. Osman Nuri Ergin hazırlamış. Muzaffer Hoca’ya gittim. Ondan da yine Osman Nuri Bey’in yazdığı Mecdi Tolon’un hayatını aldım hemen okudum. Amiş Efendi diye bir hocadan uzun uzun bahsediyor. Fatih Sultan Mehmed türbedarıymış, melamiymiş falan. Cumartesi günü gittim, elini öptüm. İki kitabını imzalattım. “Kitabınızı okudum. Amiş Efendi’den bahsediyorsunuz. Melami’ymiş” dedim. Çocuk aklı işte, malumat furuşluk yapıyorum. Güldü, “Melamilik ne demek?” dedi. “Tarikat herhalde!” dedim. “Hayır değil.” dedi. Raif Bey’e dönüp “Abdülbaki Gölpınarlı’nın Melamilik ve Melamiler kitabı var mı?” diye sordu. “Dükkanda yok ama bulurum” dedi Raif Bey. O sırada bir zat daha girdi içeri. İnce gözlüklü, zarif bir adam. Süheyl Ünver’miş. Onun kitapları da vardı bende. Biraz sohbet ettikten sonra Raif Bey bana, “Müsaitsen Cumartesi günleri gel. Şurada bir tabure var, ona oturacaksın ve hiç lafa karışmayacaksın!” dedi. 

    Halkaya kabul ettiği en genç isim sizsiniz sanki?

    Evet, öyleydim. Bana görev de veriyordu. Çay ısmarlıyordum. Aşağıdaki fırından poğaça alıyorum. Bir gün yine gittim, Reşat Ekrem Koçu da orada. Sık sık gider gelirmiş. 

    Hatırladı mı sizi?

    Evet, hatırladı. O sırada İstanbul Ansiklopedisi çıkmaya başlamış. Fasikül fasikül alıyorum. Bunu hocaya da söyledim. “Benim yazıhaneye gel. Teknik Üniversite’de okuyorsun, sana ihtiyacım var.” dedi. Ansiklopediye fotoğraf koymazdı. Hep çizgi! Arçelik maddesini yazdırıyor. Fabrika o tarihlerde Eyüp’te. Bir fotoğrafını çektirmiş. Nezihi diye bir zat da fotoğrafa bakarak çizim yapmış fakat o zamanki baskı teknolojisine göre bu çizimin aydınger kağıdına çini mürekkebiyle aktarılması lazım. Nezihi hastalanınca yapamamışlar. Üç beş kere daha öyle şeyler yaptım ansiklopedi için. Adresimi istedi. “Abone yapacağım seni!” dedi. Bir ukalalık yaptım ve “Bazı talebelere matematik dersi veriyorum. Param var. Ödemek istiyorum.” dedim. Sert sert baktı bana, “Arada uğra bana” dedi. Bir süre gidip geldim ve orada bir sürü insan tanıdım. Rahmetli’nin Mehmet Ali Kağıtçı adında bir ortağı vardı. Ece Ajandaları’nın sahibiydi bu zat. Beklediği kârı bulamadı herhalde ki bir süre sonra Hoca’yı ortada bıraktı. Reşat Ekrem Koçu’nun Erenköy’de babadan kalma bir köşkü vardı. O köşkü sattı. Ufak bir daire alıp oraya taşındı. Ansiklopediyi 1970’lere kadar kendi imkanlarıyla çıkarmaya çalıştı. 

    Çalıştığı ofislerin adreslerini hatırlıyor musunuz?

    İki ofisi oldu. Bir tanesi Babı-âli Caddesi üzerindeydi. Diğeri de Milli Eğitim Müdürlüğü’nün arka sokağında bir binanın üst katındaydı. Sonra parası yetmedi ve oturduğu apartman dairesini de satıp kiraya çıktı. Ayda bir çıkarırken altı ayda bir fasikül çıkarmaya başladı. Çok üzüldü. Öğretmenlikten de istifa etti. Bedbin bir şekilde elini eteğini çekti. Başka kitaplar yazdı bu arada. Kendisine yardım eden bir kadıncağız vardı. Onun oğlunu evlat edindi, Mehmet Koçu. O şartlar altında bedbin ve üzgün öldü. 

    Nerede oturuyordu?

    Hep Erenköy civarında oturdu. Büyükçe bir evdeydi. Bir gün ziyaretine gittim. İki, üç odası ansiklopediyi çıkarmak için topladığı notlarla doluydu. Karşıda ufak, çayırlık gibi bir yer vardı. “Bütün bu evrakı şu çayıra götüreceğim. Üstüne gaz döküp yakacağım!” dedi. “Yapamazsınız Hocam” dedim. Baktı, baktı ve ağlamaya başladı. “Haklısın, yapamam. Öylesine konuşuyorum” dedi. Ölünce Sahrayı Cedid mezarlığına gömdük.

    Vefatında haberiniz oldu mu?

    Tabii. Sık sık ziyaret ediyordum. Tercüman gazetesinde yazmaya başlamıştı. Mali durumu biraz düzelmişti son zamanlarda ama ansiklopedi çıkaracak kadar parası hiç olmadı. Sümerbank için Giyim Kuşam Ansiklopedisi’ni hazırlıyordu. Oğlu Mehmet alkolikti. Vefatından sonra Hoca’nın evrakını sağa sola satmaya çalıştı. Bir ara Doğan Kitap almak istedi. Hatta beni de çağırdılar. Baktım, sonra çıkacak maddeler de vardı evrak arasında. İki cilt kitap daha çıkabilirdi o malzemeden. 

    Hangi tarihte gördünüz bu evrakı?

    Çok daha sonra. 80’ler, belki 90’lar. En son Kadir Has Üniversitesi aldı. Ece Ajandaları’nın sahibi, deposunda kalan bir sürü fasikülü kese kağıdı yapılsın diye satmıştı. Çok kızgınım ona. O da öldü gitti gerçi. Şimdi 11 cildi bir arada bulmak zor, üstelik dünya para. Ansiklopedinin kadri çok sonra anlaşıldı. Hoca’nın kadri hâlâ tam biliniyor diyemem. Seneler evvel Tarih Vakfı’nın çıkardığı Toplumsal Tarih dergisi Reşat Ekrem Koçu’nun arşiviyle ilgili bir dosya yapmış. Hoca’yı tanıtan yazılar da koymuşlar. Ansiklopediyi çıkarmak için nasıl çabaladığından, evini sattığından bahis yok ama özür dileyerek söylüyorum, Hocayı oğlancı yapmışlar. Neymiş efendim meyhane köçeklerinden bahsetmiş falan fıstık. Edhem Eldem de “Bütün eserleri vülgarize eserlerdir” diye bir şeyler yazmış. Çok sinirlendim. Prof. Mehmet Alkan vakıf başkanıydı. Aradım, bir güzel kalayladım. “O zaman bir yazı yaz Erol Abi!” dedi. Peki dedim. “Ben Aksaray çocuğuyum. Çok güzel küfrederim ama terbiyeli bir yazıyla cevap vereceğim size.” diye başlayan ağır bir yazı yazdım. Hocanın oğlancılığını neye dayandırıyorlar biliyor musunuz? 

    Kimin iddiası bu?

    Orhan Pamuk’un İstanbul Yazıları diye bir kitabı varmış. Sonra buldum, okudum. Orada İstanbul Ansiklopedisi’ni çok ilginç bulduğunu söylüyor fakat “Garipler Ansiklopedisi” diyor. Bir yerde Reşat Erkem Koçu için “Herhalde oğlancı olduğu için” falan gibi bir şeyler de söylüyor. Herkes bu iddiayı Orhan Pamuk’un o cümlesine dayandırıyor. Ben defalarca evine gittim. Anası ve hiç evlenmemiş bir ablasıyla beraber yaşıyordu. Bana “Aile kurmak istiyorum ama ablam huysuz bir kadın. Kimseyle geçinemez.” diye dert yanıyordu rahmetli. Bir de kadın düşmanı diye yazmışlar. Yahu annesine, ablasına, Sabiha Bozcalı’ya karşı hürmetini ben gördüm. Edhem Eldem’e de cevap verdim aynı yazıda. Ahmed Refik Darülfunun’da profesörken Hoca da onun asistanı. Peş peşe devrimler yapılıyor. Hititler, Sümerler Türk ilan edilmiş. Zavallı Ahmed Refik, o günlerde Edebiyat Fakültesi’nin tarih dergisinde bir makale yayınlıyor. Makalenin konusu II. Selim’in Kayseri Kadısı’na gönderdiği bir ferman. Kıbrıs adasını fethetmişiz. Fetihten sonra hem Müslümanları hem de bazı Ermenileri Kıbrıs’a zoraki iskana göndermişiz. Ermeniler inşaat işinden iyi anlıyor malum. Bu Ermeni köylerinden biri Mimar Sinan’ın akrabalarıymış. Sinan’a müracaat etmişler. Selimiye Camii yeni bitmiş. Mimar Sinan padişahın çok saygı gösterdiği bir adam. Ricacı olunca padişah kadıya ferman gönderip Ser Mimar-ı Hassa Sinan’ın akrabalarını zorunlu iskandan affetmiş. Ahmed Refik bu makaleyi yayınlayınca büyük olay olmuş tabii. “Sen Mimar Sinan’a Ermeni dedin” diye hedefe koymuşlar. Darulfunun Reformu olunca Maarif Nazırı Reşit Galip Ahmed Refik’i kovmuş. Onun baş asistanı diye Reşat Ekrem Koçu’yu da kovmuşlar. Ahmed Refik’e hiçbir görev vermemişler. Hocayı da Vefa Lisesi’ne tayin etmişler.

    Darülfunun’da olduğu dönemde akademik neşriyat yapmış mı?

    Tabii. Üniversitedeyken yazdığı Osmanlı Muahedeleri’yle ilgili bir kitabı var. Doçent olacak, tezi bu kitap. Üniversite dışında kalınca halka hitap eden kitaplar yazmak zorunda kalıyor. Üstelik bu kitapları ya Ermeni ya da Acem kitapçılara bastırmak zorunda. Çok teorik bir kitabı basmaz bu adamlar. Oturmuş Evliya Çelebi seyahatnamesinin en iyi yerlerini altı cilt olarak hazırlamış. Ondan evvel kim yapmış o işi? Bostancıbaşı defterlerini bulan ve ilim dünyasına tanıtan yine Reşat Ekrem Koçu’dur. 

    Özelliği nedir Bostancıbaşı defterlerinin?

    Padişah kendi özel kayığına binip boğazı dolaşırmış. Kayığı kullanan kişi Bostancıbaşı. Giderken padişah sorarmış, “Bu kimin evi?”, “Bu kimin evi?” bu sorulara cevap verebilmek için Bostancıbaşı görevindeki kişiler Boğaz’ın iki kıyısındaki evlerin sahiplerini bir deftere yazarmış. Bu defterler Bostancıbaşı defterleri diye meşhurdur. 

    Hangi tarihler arasında tutulmuş bu defterler?

    İlk defa III. Selim zamanında yazılmaya başlanmış. 1815’e kadar da devam etmiş. Son defter 1815 tarihli. Benim tespit ettiğim 17 Bostancıbaşı defteri var. 

    Tekrar size dönelim. Üniversite yıllarınızda sahaflara gidip geldiğinizden bahsettiniz. Ne zamandır sahaf müşterisisiniz?

    Lisedeyken Notre Dome de Sion’da okuyan bir tanıdığımızın kızına Fransızca matematik dersi vermeye başladım. Fransızcam iyiydi. Ertesi sene kızın matematiği yine zayıf gelmiş, babası Hoca tutmuş ama kız “Erol abi çok daha iyi anlatıyordu” diyerek beni istemiş. Gittim, ders çıkışı 35 lira verdiler. İtiraz etmeye kalkınca da “Beğenmediği herife bu kadar veriyorduk, sana da vereceğiz” dediler. O kız arkadaşlarına söylemiş derken başka öğrencilerim oldu. Ve kazandığım paraları kitaba yatırmaya başladım.

    Ne alıyordunuz?

    Varlık Yayınları’nın çıkardığı edebiyat kitaplarının kalınları 2, inceleri 1 lira. Onları alıyorum. Aziz Nesin’in karısı Varlık’ta çalışıyordu. Bana çok yardım ettiğini hatırlıyorum. Babıâli Caddesi’ndeki diğer kitapçılardan da kitap alıyorum. Remzi Kitabevi’ne uğruyorum. Remzi Bey çok asosyal bir adam ama yanında iyi bir yardımcısı var. Aynı sırada İnkılab, Ahmet Halit kitabevleri, ilerde Hilmi Çığıraçan’ın Hilmi Kitabevi var. Hilmi çok muteber bir kitabeviydi. Bir de Hasan Âli Yücel’in çıkardığı Milli Eğitim Bakanlığı klasiklerini topluyordum. 1300 küsur kitaptır. Bibliyografyası vardı elimde, aldığımı işaretliyorum. Fakat bazılarını bulamıyorum. O zaman Latif Amcam dedi ki “Senin sahaflara gitme vaktin geldi.” Beni Muzaffer Ozak’a gönderdi. 

    1950’lerin ortaları herhalde…

    1954 ya da 55. Lise talebesiyim. Muzaffer Hoca Latif Amca’nın adını duyunca sevindi. Ne aradığımı sordu. “Milli Eğitim Bakanlığı klasiklerini topluyorum. Eski yazı da biliyorum. Orijinal bir şey bulursam onu da alırım.” dedim. O günden sonra adımı “klasikçi” taktı. Çok sevimli bir adamdı. Yanında Aslan Kaynardağ’ın Elif Kitabevi vardı. Diğer sahaflara da gidip gelmeye başladım. İbrahim Manav o zamanlar çıraktı. Nurettin Eren’de güzel kitaplar olurdu ama dükkanı tıkış tıkıştı. Aradığınızı söylerdiniz, o yığınlar içinden çıkarır verirdi. Çok babacan bir adamdı. Muzaffer Hoca’nın dükkanının önünde müzayede yapılırdı. Dışardan katılmaya da müsaade ederlerdi. Bir şartla; sahaflar pey sürerse siz pey sürmeyeceksiniz! Bir gün Mazhar Osman’ın kitapları satılıyor. Fahreddin Kerim, Psikiyatri diye bir kitap yazıp Mazhar Osman’a imzalamış. Onu aldım. Mazhar Osman’ın Galatasaray Lisesi karnesi çıktı, ona da pey sürdüm. Muzaffer Hoca “Ben pey vereceğim” dedi, çekildim. O zamanlar Sahaflar Çarşısı klasik Sahaflar Çarşısı’ydı. 1970’lerden sonra bu ortam bozuldu. Ben de Kadıköy’e dadandım. 

    İmzalı psikiyatri kitabı bile aldığınıza göre sadece edebiyat ve tarih toplamıyorsunuz?

    Mecânîn-i kütüblerin bir merakı da imzalı kitaptır. O kitabı hiç okumadım. Mazhar Osman’ın Süleyman Numan Paşa’ya imzaladığı kitabı da aldım. İkisi de duruyor. 

    Kendinizi ne zamandan itibaren mecânîn-i kütüb saymaya başladınız?

    Teknik Üniversite’de Çarşamba ve Cumartesi günleri yarım gün ders vardı. Gümüşsuyu’nda okuyoruz. T4 numaralı otobüs Beyazıt’tan geçerdi. Haftada iki gün eve gitmeden önce o otobüse binip Sahaflar Çarşısı’na giderdim. Beni tanıyorlar, ilgileneceğim kitapları biliyorlardı. Mecânîn-i kütüblüğün manyakça tarafları var. Behçet Necatigil, Yazarlar ve Türk Edebiyatı’nda Seçme Eserler kitabında ele aldığı yazarlardan bir seçki verir. Behçet Hoca bunları seçmiş diye o kitapları da toplamaya çalışıyordum. Elimde listelerle dolaşıyordum.

    Listelerdeki eksiklerinizi tamamlayabildiniz mi?

    Milli Eğitim Bakanlığı’nın 1303 kitaplık serisinin hepsi tamam. 1970’lerde tamamlayabildim. Necatigil’in listesinde 1000’e yakın kitap vardı. Onları da topladım. Seyfeddin Özege’nin Arap Harfleriyle Basılmış Türkçe Eserler kataloğundaki kitapların peşine düştüm. Orada da aldığım her kitabı işaretledim. Özege’de 25 bin kitap var, tahmin ediyorum ki 5 bin kadarını aldım. İlgilendiklerimi aldım tabii. Mecânîn-i kütübler bir süre sonra belli konularda yoğunlaşmaya başlar. Benim tarih merakım vardı, söylemiştim. Tanzimat’tan sonraki dönem ve erken Cumhuriyet tarihi diye sınırladım onu. 1839 – 1950 arası. O döneme ait kitapları aramaya başladım. 

    Erken yaşlarda, daha mecânîn-i kütüb değilken de çok kitap alıyorsunuz. O tarihlerde okuma hızınız kitap alma hızınıza yetişiyor muydu?

    Hızlı okurum. Her gün 100 sayfa okuyacağım diye bir ilkem vardı. Fakat Teknik Üniversite’nin programı ağırdı. Ancak hafta sonları okuyabiliyordum. Ve yazın tabii. Şöyle bir durum var, hâlâ bana “Abi bütün bu kitapları okudun mu?” diye sorarlar. Sinirlenirim ben bu suale. Çünkü benim için okumaktan kasıt bir kitabı ilk satırından son satırına kadar okumak değildir. Her kitap öyle okunmaz. Kaç tane sözlüğüm var, manyak mıyım niye baştan sona okuyayım. Bilemediğim kelimelere bakarım. Ayrıca diyelim ki Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanını lisedeyken almışım. Bir gün bir sahafa gittim, “Abi Çalıkuşu” dedim. “Oğlum bende var.” “Sen kapağı bir kaldır” dedi. Bir baktım Reşat Nuri Güntekin Muhsin Ertuğrul’a imzalamış. Hadi bakalım, ne yapacaksın? Onu bir daha okumama gerek yok. Naima Tarihi’ni aldım. Sonra Ankara’ya yaptığım bir iş seyahatinde Kızılay’da sahaflara gittim. Kitapları karıştırırken baktım Naima Tarihi Müteferrika baskısı. Elim ayağım titremeye başladı. Sahaf biraz bülahâ’dandı. Reşat Ekrem Koçu’nun tabiridir bülahâ. Ebleh’in çoğuludur. “Kaç lira?” dedim. “Abi Naima Tarihi” dedi. Müteferrika olduğunu bilmiyor. Bir fiyat verdi, müzayedelerde çıkan fiyatın 50’de biri. Pazarlık da ettim ve aldım. Elimde Naima Tarihi var diye bunu almayacak mıyım? Müteferrika baskısı bir kitaba sahip olmak bizim gibi kitap severler için büyük mutluluk. Her şeyi okumam ama elime Abdülhamid’le ilgili bir kitap geçse muhakkak okurum. Astronomi’ye meraklıyım, polisiye severim. Onları muhakkak okurum. Hatta notlar çıkarırım ancak kitabın altını katiyyen çizmem. Ufak kağıtlarım vardır. Kitabın arasına koyar, notlarımı yazarım. Satırların altını çizmek kitaba hakaret gibi gelir. Kağıdını kıvırmam. Eşe dosta kitap veririm ama tembih ederim. Kitabı verdikten sonra belli bir süre tanırım. O sürenin bitmesine yakın “Okudun mu?” diye sormaya başlarım. Unutursanız yürütürler. Bunu bildiğimi için baştan uyarırım, “Yedirmem sana!” diye. 2 ay sonra sormaya başlar, 4 ayın sonunda “Kitap bana lazım, ver!” derim. Özellikle polisiye konusunda tez yazan çocuklar çok geliyor bana. Korkmayınız Mister Sherlock Holmes diye bir kitabım var. Osmanlı’daki polisiye tarihine dair başka kitap yok. Bende neredeyse bütün Osmanlıca polisiyeler var. Ahmed Midhat Efendi’nin Esrar-ı Cinayât mesela çok nadir bir kitaptır. Çok aradım, Türkiye’de sadece üç kütüphanede var. Sonra bir iş seyahatinde Sivas’ta buldum.

    Polisiye için yeni bir bahis açalım. Ne zamandır polisiyeye ilgi duyuyorsunuz?

    1954 yılında Çağlayan Yayınevi diye bir yer açıldı. Refik Erduran’ı duymuşsunuzdur. O, meşhur bir gazetecinin oğlu ve üçüncü bir ortak açıyor yayınevini. 1’er liralık küçük boyutlu kitaplar basmaya başladılar. O kitaplardan bir ikisini aldım. Derken Mickey Spillane diye Amerikalı bir yazarın Kanun Benim isimli kitabına denk geldim. Polisiye. Nasıl bir kitapmış diye merak edip aldım. Kemal Tahir F. M. Ekinci takma adıyla çevirmiş. Okuduğum ilk polisiye o oldu. Çok sevdim. Aynı yazarın dört romanını daha çevirdiler, onları da aldım. Sonradan öğrendim ki Mickey Spillane Amerika’da sapık bir tarikata girmiş. Roman yazmayı günah kabul ettikleri için bu işleri bırakmış. Fakat Türkiye’de kitaplarına büyük talep var. Kanun Benim 200 bin satmış. Nüfusun 18 – 20 milyon olduğunu hatırlarsanız büyük rakam! Refik Erduran Kemal Tahir”e demiş ki “Üstad, sen bu adamdan daha iyi yazarsın. Sen yazsana!” Bunun üzerine Kemal Tahir F. M. Ekinci adıyla dört roman yazdı. Fakat sahtekarlık yapmadı, “Bunları ben yazıyorum” dedi. Onları da aldım. 

    Nasıldı o romanlar?

    Kemal Tahir’in yazdıkları özgün romanlardan açık ara daha iyiydi. Klasik Mike Hammer faşisttir. Zencileri sevmez, zenginlere yardım eder, fakirlere yüz vermez. Adi herifin biridir. Maceraları ilginçti ama. Kemal Tahir’in Mike Hammer’i ise çok insancıl bir adamdı. Bir kusuru var, İstanbul külhanbeyi gibi konuşur. Öylece başladım polisiyeye. Sonra Agatha Cristie’yi keşfettim. Klasik polisiye roman mantığını çok sevdim. Bir cinayet işlenir, katilin kim olduğu belli değildir ve en beklenmedik kişi katil çıkar. Bu mantıkla yazılan polisiyede Agatha Cristie’nin üstüne yazar tanımam. Hiçbir erkek yazar onun seviyesine gelememiştir. Yavaş yavaş diğer polisiye romanlarla da ilgilenmeye başladım. O arada polisiye roman hakkında eleştirileri de okuyordum ve bu türün çok küçümsendiğini gördüm. 

    Yine de okumaktan vazgeçmediniz!

    Hayır vazgeçmedim hatta ilgim arttı ve polisiye roman üzerine yazılmış kitapları okumaya başladım. Ben de bir kitap yazayım diye düşündüm. Önce küçük bir metin yazdım. Müteferrika’da yayınladım. Türkiye’de ilk polisiye romanı Ahmed Mithat Efendi yazmıştır. Çok iyi incelediğim için iddialı konuşuyorum; Ahmed Midhat Efendi 1883’de o kitabı yazdığı zaman İspanya’da daha polisiye roman yazılmamış. Balkan ülkelerinin hiçbirinde polisiye yok. Henüz sadece Fransa, İngiltere, Amerika, İtalya ve Almanya’da polisiye roman yazılmış. Bizde polisiyenin geçmişi çok ilginçtir. İkincisi bugün dünya polisiye tarihinde İskandinav polisiyeleri çok makbul kabul edilir. İskandinav ülkelerinde ilk polisiye roman Ahmed Midhat Efendi’den yirmi sene sonra yazılmıştır. Ahmed Midhat Efendi beş, altı tane yazmış üstelik. O da küçümsenir. Halbuki benim kişisel kanaatime göre Türkiye’de roman okuru oluşmuşsa bunda Ahmed Midhat Efendi’nin çok büyük rolü vardır. Onun romanları enteresandır ve üstelik o zamana kadar Türkiye’de roman yok. Roman türünü Türk okuruna tanıtan ve sevdiren Ahmed Midhat Efendi’dir. Popüler roman yazıyor diye küçümsemişler.

    Telif yok tamam peki o zamana kadar tercüme roman var mı?

    Var! Ondan evvel bir Fransız yazarın polisiye romanı tercüme ediliyor.

    Abdülhamid hangi tarihlerde polisiye roman tercüme ettiriyor?

    Onlar daha geç. Abdülhamid’in polisiye merakı 1883’lerde başlıyor. Ahmed Midhat Efendi’nin kitabı basılmış o tarihte. Abdülhamid’in bir tercüme odası var. Enformasyona çok meraklı bir padişah. Dönemin bütün önemli gazete ve dergilerine abone oluyor ve Saray’da her dilden çeviri yapılan bir tercüme odası kurduruyor. Bunlara ilave para vererek akşamları polisiye roman çevirmelerini istiyor. O zamanlar daha çok Fransızca polisiye romanlar çeviriyorlar. Osmanlı Arşivi’nde ve o zamanlar İstanbul Üniversitesi’nde olan Abdülhamid Arşivi’nde bu çevirileri bulup çalıştım.

    O dönem yapılan çeviriler duruyor mu?

    Duruyor. Hepsini gözden geçirdim ve kitabımda hangi yazardan kaç çeviri olduğunu uzun uzun anlattım. İlginç bir adam Abdülhamid. Harem’e gitmediği akşamlar yatak odasına çekiliyor. Esvabçıbaşı İsmet Bey ona polisiye roman okuyor. Abdülhamid eski tabirle biraz da muvahham bir zattır, vehimlidir. Süt kardeşi olduğu için İsmet Bey’i yatak odasına alıyor. 1903 yılında çıkan meşhur bir İngiliz dergisi var. Orada Abdülhamid’le ilgili bir yazı yayınlanıyor. Corci adında İngilizce bilen Rum tercümanı o yazıyı çevirirken dergide Arthur Conan Doyle’un bir Sherlock Holmes öyküsüne denk geliyor. Padişahın hoşuna gideceğini düşünerek onu da çeviriyor. The Empty Hause, Boş Hane diye bir hikaye. Abdülhamid çok beğeniyor. O yıllarda Londra Sefiri, Musurus Paşa adında Rum bir zat. Emir gönderip Arthur Conan Doyle’un ne kadar kitabı varsa hepsini istiyor. Hepsini çevirtiyor. 

    Abdülhamid’e sorma imkanımız yok ama sizin cevabınızı merak ediyorum. Polisiyede sizi bu kadar cezbeden ne?

    Kitap okumaya meraklıyım. Bazı kitaplar vardır, okumanız gerekir fakat sıkıcıdır. Yirmi, otuz sayfa okuduğunuzda yavaş yavaş gözleriniz kapanmaya başlar. Keyifle okuyacağınız şeylerse sizi cezbeder. Polisiye öyledir. Muamma unsuru, çözülecek bir sır vardır. O sırrı çözmek için okursunuz. Ben kafamda dedektifle rekabet eder, katili ondan önce bulmaya çalışırım. Aşağı yukarı yüzde 80 doğru çıkıyor tahminlerim. O kadar yıldır okuyorum ki ustalaştım. Polisiye insana içinde bulunduğu ortamdan uzaklaşma, kaçma imkanı verir. 18 yaşında Mike Hammer okuyarak başladım sonra daha kaliteli yazarlar ve kitaplar keşfettim. Edebi niteliği çok üst düzey polisiye romanlar var. Polisiye romana ilgim artınca onu bir kitap mevzuu da yaptım. Evvela Osmanlı’da çevrilen polisiye romanlarla ilgili bir kitap yazdım. Daha sonra da sahafların tabiriyle tuğla gibi olan iki ciltlik Korkmayınız Mister Sherlock Holmes geldi. 

    Kitabın ismi nereden geliyor?

    Osmanlıca polisiye roman çevirilerini ararken eskiden bakanlık da yapmış olan Cahit Kayra bana Osmanlıca bir Sherlock Holmes çevirisi verdi. 20’ye yakın öykü var ama hiçbirini Arthur Conan Doyle yazmamış. İngiltere’de Fransa’da birileri uyduruk uyduruk isimlerle çıkarmış bu kitapları. Fakat çevirmen enteresan bir adammış. Hikayenin birinde çok kötü bir karakter var. Sherlock Holmes şöminenin karşısına otururken kendi kendine “Bu herifi şömineye atıp yaksak ateş kirlenir. Öyle adi bir adam” diye düşünüyor. Çevirmen dipnot koymuş, “Korkmayınız Mister Sherlock Holmes, Allahü Teala bütün kötü adamları cehenneminde yakacaktır.” Çok hoşuma gitti ve o ifadeyi kitaba isim yaptım. 

    On yıl sürdü değil mi o çalışmanın tamamlanması?

    Evet. Osmanlıca kitapları okumadan yazmak istemedim o yüzden o kadar uzun sürdü. Sahaflar benim dostumdur. Osmanlıca polisiye topladığımı bildikleri için ellerine bir kitap geçtiğinde ararlar. Mesela Arsen Lupen kitaplarının ilk baskısı İstanbul’da değil Selanik’te yapılmıştır. Sağa sola “Fazıl Necip diye bir zat Selanik’te Arsen Lupen’leri bastırmış. Elinize geçerse haberim olsun” diyorum. O tarihlerde rahmetli Sami Önal’la küsüz. Sami Bey duymuş ve elinde kitap varmış. Telefon etti, “Erol Beyciğim, sana bir şey söyleyeceğim” dedi. Tavırlıyım, soğuk soğuk konuşuyorum. “Elimde Arsen Lupen’in Selanik baskısı var” dedi. “Hemen geliyorum.” dedim, küslük unutuldu. Kadıköy’de tanıdığım ilk sahaftı Sami Bey. Semih Lütfi’yi kaldırdı. Semih Lütfi’ye çok giderdim ama benim gittiğim zamanlar Semih Lütfi ölmüştü. Aznif Hanım adında bir karısı vardı. Huysuz bir kadındı. Refik Halid Karay topluyorum. İnkılab Kitabevi de yayınladı ama sadeleştiriyorlar. İstanbul Türkçesini en güzel yazan adamın dilini sadeleştirmek ne demek. Çok kızdım. İlk kitaplarını Semih Lütfi basmış, oraya gidiyorum. Bir kitap soruyorum, kadın bana “Vardır ama aşağıdadır. Kim inip çıkaracak!” diyor. Razı edersen çıkarıyor. Sonra Aznif Hanım ölmüş. Çocukları dükkanı satmaya kalkmış. Alan adam “Burayı kitapçı yapmayacağım, boşaltın” deyince depodaki malzemeyi bedava dağıtmışlar. Üç beş gün sonra duydum. Bir gittim ki bütün kitaplar gitmiş. Rahmetli Sami Bey o zaman asker. Askeri kamyonlarla gelmiş, yükleyip götürmüş. Onun sahaf dükkanının başlangıcı Semih Lütfi’dendir.

    Hangi tarihler?

    1980 ya da 81 olacak. Nedret İşli de o zamanlar çırakmış, Sakallı Lütfi ve o duymuşlar. Gidip bir şeyler almışlar. Benim haberim olmadı. O zamanlar çok yanmıştım buna.

    Üniversiteden sonra kendi sahanızda çalışmaya başladınız. Kitap almaya devam ediyorsunuz. Peki yazmak nasıl girdi gündeminize?

    Sanayi Kalkınma Bankası’nda yöneticiydim. Bizim banka prestij kitaplar yayınlıyordu. İstanbul Haritaları diye bir kitap yaptıralım dedik. Cahit Kayra talip oldu, haritalarla ilgili epey malzeme vardı elinde. Bankada ona bir oda verdik, çalışmaya başladı. Aramızda bir ahbaplık kuruldu. “İkinci Mahmud’u çok severim. Onun döneminin İstanbul’uyla ilgili bir kitap yazacağım” dedi. 

    Ne zaman yapıldı bu İstanbul Haritaları çalışması?

    1992 ya da 93. “O zamanki İstanbul’u tanımak için Hocamın Bostancıbaşı Defterleri’nden faydalan” dedim. Hiç duymamış. Anlattım ve bana o kitabı beraber yazmayı teklif etti. Heyecanlandım, kabul ettim.

    İş yükünüz buna müsait miydi?

    Yoğun çalışıyordum ama insan isteyince vakit buluyor. Bostancıbaşı Defterleri’nin peşine düştüm. Bizim hoca bir tanesini yayınlamıştı. 17 defter vardır, sağdan soldan 11’ini bulduk. İkinci Mahmud zamanında boğazda kimler oturuyordu teker teker tespit ettik. Beraber yazdık. İstanbul Belediyesi kitabımızı yayınladı. Bir projemiz daha vardı, Boğaziçi’nin semtlerini tek tek yazmak istiyorduk. İlk olarak Beylerbeyi’ni aldık. O kitabı da birlikte yazdık. Sonra ben ağır bir kalp krizi geçirdim ve bankadan emekli olmak istedim. Yoğun bir işim vardı, o dönemde bankalarda bir sürü kredi problemi yaşanıyordu. O yoğunluğu kaldıramayacağıma karar verdim. Emekli olmak istediğimi söyleyince Genel Müdürümüz bankanın tarihini yazmamı teklif etti. 1995 bankanın kuruluşunun 50. yılı. Kabul ettim. Müşavir kadrosu verdiler bana. Oturdum bir sene boyunca o kitaba çalıştım. Üçüncü kitabım o oldu. Bankanın Sabancı Grubu’yla münasebetleri iyiydi. Onlar da Osman Hamdi Bey’in Fransızca yazdığı Elbise-i Osmani kitabını hazırlamamı istediler. Çevirdim. Rahmetli Hocamın Giyim Kuşam Ansiklopedisi’nden faydalanarak kalınca bir ilave de yaptım. Osman Hamdi Bey’in anlattığı ama çok anlaşılır olmayan kıyafetleri tek tek açıkladım. Sonra devamı geldi. Antuan Galland’ın İzmir’e gelip eski eser kaçakçılığı yaptığı pek bilinmez. İzmir’de iki seneye yakın kalmış. 1700’lerdeki İzmir’i anlatan kitabında açık açık anlatıyor ne yaptığını. O zamanlar suç değil. İyi Türkçe biliyor. Kral kaynak sağlıyor ve git bize tarihi eser getir diye gönderiyor. İzmir Belediye Başkanı Galland’ın kitabını çevirip ilgili bilgileri ilave ederek hazırlamamı teklif etti. Bu arada Peyami Safa’nın Cingöz Recai’lerini Ötüken için hazırladım. Orada da enteresan bir durum var. 

    Nedir?

    Bir yayınevi Cingöz Recai öykülerini basıyor. Bende bütün Cingöz Recai’lerin Osmanlıca baskıları var. O yayınevinin bastıklarıyla bendekileri karşılaştırıyorum, bir sürü yerini sansürlemişler. Kitaplarda bazı erotik sahneler var. Bu kitapları yazdığında Peyami Safa 25 yaşında, tam bir bohem. Cingöz Recai de zampara bir karakter. Bir adamı soyacak diyelim, adamın hizmetçisini tavlıyor, onunla aşk yaşıyor. O arada eve girip işini yapıyor. Adamlar kendilerince Peyami Safa’ya saygılarından bu erotik kısımları sansürlemişler. Onları çıkarınca da muamma çözülemiyor. Peyami Safa’nın yayın hakları Ötüken’deymiş. Bana geldiler. “Para konuşmayalım. Ben bu kitapların yayınlanmasını istiyorum fakat tek şartla yaparım; kat’iyyen sansür uygulamayacaksınız” dedim. Kabul ettiler. Mukavele hazırlattım, o maddeyi de koydurdum ve kitapları hazırladım. Hiç sadeleştirme yapmadım. Bugünkü neslin anlamayacağını düşündüğüm şeyleri dipnotta açıkladım. O bittikten sonra Cumhuriyet’in yüzüncü yılı için Yaşasın Cumhuriyet Ama! adında bir kitap yazdım. 

    Neden Ama?

    Cumhuriyet’in ilanında İstanbul’da yedi gazete çıkıyor. İkisi Cumhuriyet’i alkışlarla karşılıyor. Üçü orta karar, iki tanesi çok ciddi muhalif. Biri Ahmed Emin’in Vatan’ı diğeri Ebuzziyazâde’nin Tasvîr-i Efkâr gazetesi. “Cumhuriyet’in ilanında acele ettiniz” diye makaleler yazıyorlar. Onları toplayıp hazırladım kitabı. Şimdi de İş Bankası için anılarımı yazıyorum. Asıl idealim, Allah ömür verirse, bir Abdülhamid kitabı yazmak. Abdülhamid’le ilgili 800 belge topladım. Osmanlı Arşivi’nde çok çalıştım. 

    Ne zamandır aklınızda bu proje?

    En azından 30 senedir. Bilgilerin büyük kısmını topladım. Anılarımı bitirdikten sonra ona başlayacağım inşallah. Abdülhamid çok ekstremlerde değerlendirilen bir padişah. Ya Kızıl Sultan diye aşağılanır ya Ulu Hakan diye göklere çıkarılır.

    Siz nereye yakın duruyorsunuz?

    Ben ortadayım. Osmanlı’nın en zor zamanında padişah olmuş çok zeki bir adam. Saltanatını korumak istemiştir amenna ama devletini de korumak istemiştir. Çok ince bir politikacıdır. İngiliz ve Fransızlara karşı Almanları yanına çekmiştir. Padişah olur olmaz 1876 Osmanlı – Rus harbinde büyük kayıplar olmuş. Kıbrıs adası, Bulgaristan gitmiş ama ondan sonra padişahlığı döneminde büyük bir kayıp yaşanmamış. Rumeli korunmuş. Bizim avanak İttihatçılar gelir gelmez üç sene sonra cânım Rumeli’yi kaybetmişiz. Abdülhamid dönemi çok cezbediyor beni. Enteresan bir kitap olacağını tahmin ediyorum. Özel hayatıyla da ilgilenmek istiyorum. Abdülhamid’in kütüphanesinde altı ay çalıştım. 

    Kütüphane neredeydi o zaman?

    İstanbul Üniversitesi’nin Nadir Eserler bölümündeydi. Abdülhamid’in çevirttiği polisiye romanları görmek istiyorum. El yazması çeviriler bunlar. Piyasaya da düşmüş bazıları. Bende de bir iki tane var. “Müdire Hanım’dan izin almanız lazım” dediler. Meral Alper diye enteresan bir hanım. “Ne diye o mel’un adamla ilgileniyorsunuz!” diye çıkıştı bana. “Mel’un mu değil mi bırakın da ona ben karar vereyim. Hem diyelim ki siz haklısınız, mel’un adamlar incelenmez mi? Hitler’i de Stalin’i de incelersin!” dedim. Sinirlendi. “Kitap falan vermiyorum. Git istediğin yere şikayet et” dedi. Beni yaşlı bir görevli götürmüştü yanına. Çıktık, sinirliyim tabii. Yanımdaki adam, “Kızmayın beyefendi, altı ay sonra emekli olacak. Onun için çok sinirli. Yerine gelecek hanım çok anlayışlıdır. O zaman gel.” dedi. Hakikaten çok hoş bir hanımdı yerine gelen. İzin verdi, Abdülhamid kütüphanesinin defter şeklinde hazırlanmış bir kataloğu var. Polisiye romanları tek tek çıkarttırdım. Polisiyeleri tamamladıktan sonra başka neler çevirtmiş diye baktım. Onları da not ettim.

    Neler var?

    Tıpla ilgili kitaplar var. Seyahatnameler çevirtmiş. O sıralar, 1903 yılında Japon – Rus harbi olmuş. Onunla ilgili kitaplar çevirtmiş. Çok ilginç merakları var. Fransız devrimiyle ilgili kaç kitap var kütüphanesinde, şaşırdım kaldım. Çok da tertipli bir adam. Kitabın üzerinde kaçıncı tercüme olduğunu, baskı adedini not ettirmiş. Kitabın, yazarın ve muhakkak çevirmenin ismini yazdırmış tercümelerin başına. Hüseyin Cahid Yalçın da Abdülhamid için polisiye roman çevirmiştir. Karabet Matbaası’na gidip bastıkları ansiklopediden almak istiyor. 3 bin kuruş. O kadar parası yok tabii. “Karabet acıdı bana. Abdülhamid polisiye roman çevirttiriyor. Fransızca biliyorsun, sayfası 1 kuruş. Sen de çevir dedi. Ben de 3 bin kuruşluk kitap çevirdim” diye anlatıyor. 

    Saray mütercimlerinden başka isimlerle de mi çalışılıyor?

    Tabii, dışarı da yaptırıyor. Çevirmenlerin isimlerini tespit ettim. Bir kısmı saray için çalışıyor ama diğerleri dışardan. Ahmed Rasim ve Rıza Nur da kitap çevirmişler. Rıza Nur hatıralarında Abdülhamid’e söylemediğini bırakmaz. Para alalım diye hepsi yapmış bu işi. Karabet Abdülhamid’in talimatını da söylemiş Hüseyin Cahid’e; “Sade olacak. Edebiyat yapmayacaksınız. Aşk macerası varsa özetleyebilirsiniz fakat muammayı eksiksiz vereceksiniz” Abdülhamid’in kütüphanesiyle ilgili doğru dürüst yayın yok. Bazı kitapların yanına notlar alınmış. El yazısı olduğu için zar zor okudum. 

    Kendi yazısı mı?

    Kendisinin mi değil mi bilmiyorum. O kütüphaneden sarayda çalışanlar da yararlanırmış.

    Kitap okuma sevginiz çocukluktan. Peki yazma isteği ne zaman baş gösterdi?

    Cahit Kayra teklif edene kadar böyle bir düşüncem yoktu. Mecânîn-i kütüptüm, sadece kitap alıyordum. Yazmaya 1990’dan sonra başladım. En büyük emeği de polisiye roman araştırmasına verdim. Seyfeddin Özege’nin kataloğundan bütün Osmanlıca kitapları saptadım, hepsini de buldum. Satın alamadıklarıma kütüphanelerden ulaştım. Kütüphanecilerle aram iyidir. Sağ olsunlar fotokopi almama izin verdiler. 1928 yılına kadar yazılmış bütün Osmanlıca polisiyeleri gördüm. Kitap olarak basılmış olanların büyük bir kısmı Milli Kütüphane’de var. Fakat 16 yahut 24 sayfalık risaleler şeklinde çıkan hikayelerde çok eksik var. Onları toplamak çok zamanımı aldı.

    Özege’de olmayan kitaplar bulduğunuz oldu mu?

    Tabii, çok öyle kitap buldum, aldım. Nuri Akbayar Seyfeddin Özege’nin yardımcısıydı. Müteferrika dergisinde iki üç kere Özege’de yayınlanmayan Osmanlıca kitaplar listesini zeyl olarak yayınladı. Özege’de 25 bin civarında kitap vardır. Nuri Bey de yaklaşık 2 bin kitap tespit etti. 

    Bankacılıktan emeklisiniz ancak ansiklopedi yazarlığı geçmişiniz de var.

    O şöyle oldu. 1967 yılında Yeni Sabah gazetesini kapatıp “Meydan” dergisini çıkarmaya başlayan Safa Kılıçlıoğlu adlı bir müteşebbis, kredi talebiyle bankaya müracaat etti. Fransız Larousse şirketiyle anlaştığını ve “Meydan Larousse” adıyla bir ansiklopedi çıkarmak istediğini söyledi. Talebi olumlu karşılandı. Ben de kitap meraklısı olarak projeyle ilgilendim. Çalışmayı merhum Hakkı Devrim yönetiyordu. Fransızca bildiğimi öğrenince bana iş birliği teklif ettiler. Makine mühendisi olduğum için teknik konuları Fransızca Larousse ansiklopedisinden çevirerek katkıda bulundum. Ansiklopedi’de Hakkı Devrim dışında İbrahim Hoyi ile de temas halindeydim. İlk kalem deneyimim budur. O işten çok keyif aldım.

    Biraz da kütüphanenizi konuşalım. Kaç kitabınız var, biliyor musunuz?

    33 bin 813 kayıtlı kitap var kütüphanemde. Bir koleksiyona kütüphane diyebilmek için mutlaka tüm kitapların kayıtlı olması gerektiğini düşünüyorum. Kayıtlı değilse kitaplıktır. Kitap adı, konusu, yazarı, çevirmeni, yayınevi, imzalı olup olmadığı, basım yeri, tarihi, matbaası, sayfa sayısı ve boyutu kayıtlıdır kataloğumda. Eski harfli kitapların isminin yanında (e.h) yazar. Raflarım da numaralıdır. Katalogda kitapların hangi rafta olduğu yazar. Bu çok büyük kolaylık sağlıyor bana.

    Bu 33 bin kitabın ne kadarı polisiye?

    Üç – dört bin kadarı polisiyedir herhalde. Osmanlıca ve Türkçe dışında yabancı dillerde polisiye kitaplar da var aralarında. Polisiye roman yazarları beni severler, bastırdıkları kitapları gönderirler. 

    70 yıldır polisiye okuyorsunuz. Hâlâ sizi heyecanlandıran öyküler, kurgular çıkıyor mu?

    Çıkıyor. Bizim yazarlardan da çıkıyor, çok seviniyorum. Türkçe yaygın bir dil olsaydı bizim polisiye roman yazarları dünya çapında okunabilirlerdi. Bir tek Ahmet Ümit’in romanları çevrildi ama çok kaliteli polisiye romanlar yazılıyor. 

    Kütüphanenizde yazma eser var mı?

    Yazma almadım, hiç girmek istemedim o alana. Bir tane yazmam var; Niyazı Mısri’nin 1800’lü yıllarda yazılmış bir divanı. Onu da Necmeddin Hilav hediye etmişti. Çok sevdiğim bir zattı. Necmettin Hilav, Cumartesi günleri Müteferrika sahafta bir araya gelen “Cumartesi Yârânı”ndandı. Bir gün Araplara Türkçe öğretmek için hazırlanmış nadir bir kitap aradığını öğrendim. Ben almıştım tesadüfen. “Bende var” dedim. Getirdim, ertesi hafta jestime karşılık olarak bana o yazma divanı hediye etti. Kendisi cilt yapmıştı.

    Ne zamandır Cumartesi Yârânı’na devam ediyorsunuz?

    Sahaflar Çarşısı niteliğini yitirince oradan soğudum. Sahaf Halil Bingöl taşındı, Muhittin taşındı falan. O arada Kadıköy’de sahaflar olduğunu duydum. Sami Bey’e gittim önce. Sonra Ferda Anaoğul’la tanıştım. Cumartesi günleri düzenli olarak Kadıköy’e gitmeye başladım. 1990’ların başlarında Sakallı Lütfü’nün dükkanında bir ahbap grubu oluştu. Sabri Koz, Nuri Akbayar, ben düzenli buluşmaya başladık. Lütfü bir apartman katı kiraladı. Bütün kitaplarını oraya koyuyor. Her cumartesi gidiyoruz, yiyecek bir şeyler götürüyoruz yanımızda. Grubumuz zaman içinde teşekkül etti. Rahmetli Gündağ Kayaoğlu gelirdi. Şerif Mardin Hoca gelirdi. 

    Kimleri alıyorsunuz aranıza? Bir giriş şartı var mı?

    Biraz huysuzuz onu söyleyeyim. Gelip ahkam kesen, üstten bakan adamlara pek yüz vermedik. Yaş cinsiyet gibi bir ayrımımız yok ama tek kadın müdavimimiz Prof. Hatice Aynur. Onun dışında hep erkektik. Başka fırsat olmadı herhalde. Son zamanlarda Lütfü dükkanı boşalttığı için bir kahvede toplanıyoruz. Yeni bir yer bulana kadar böyle idare edeceğiz. Eski tadımız yok. Birbirimizden kopamadığımız için bir araya gelmeye devam ediyoruz.

    Ara ara kendinizi tarif ederken mecânîn-i kütüb’den olduğunuzu söylediniz ama netleştirmek için soruyorum. Bibliyofil, bibliyoman ayrımında kendinizi nerede görüyorsunuz?

    Bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum ama bibliyomani tarafına çok geçiyorum. Mesela bir polisiye romanı bir kere okudunuz, bir daha okunmaz o kitap. Ben yine de saklıyorum. Aldığım kitabı atmayı, elden çıkarmayı düşünemiyorum.

    Mükerrerlerden vazgeçebiliyor musunuz?

    Bir izahı olan mükerrerler duruyor. Üç tane Nâimâ Tarihi’m var mesela. Bir konuya Nâimâ’dan bakmam gerekiyorsa Türk Tarih Kurumu’nun çıkardığı dizinli baskıya bakıyorum. Diğerlerinde dizin yok. Müteferrika baskısı ve ilk aldığım nüsha da duruyor ama. Kitap deliliği var bende. Kabul ediyorum. Yoksa Mazhar Osman’ın yazdığı, aslında hiç ilgi alanıma girmeyen bir kitabı niye alayım. 

    Kitaplar içinde aslında ilgilenmediğiniz ama kendinize mâni olamadığınız için aldıklarınızın oranı nedir?

    Herhalde yüzde 10’un üstündedir. Mesela ilk defa Fransızca’dan sentetik geometri kitabı çeviren bir hoca vardır. Bir müzayedede dünyanın parasını verip aldım o kitabı. Lisede okutulan geometri, okumam etmem ama 1830’da basılmış. O kitabı okşadım, baktım. Kütüphaneye koydum. Batılı anlamda ilk basılan geometri kitabı diye duruyor. 

    Kütüphanenizin geleceği ile ilgili bir planınız var mı?

    Var! Çocuklarıma bazı isimler verdim. Ben ölünce isimlerini verdiğim sahafları çağıracaklar. Onlar değerlendirecek. Hiçbir yere bağışlamam.

    Neden?

    Çok gördüm, külliyetli miktarda kitap bağışlanan kurumların kütüphanecileri kıymetlileri el altından satıyor. Aydın Adnan Menderes Üniversitesi’ne bir zat 20 binin üzerinde kitap bağışlamış. Her birinin üzerinde mühür var ve bağış olduğu yazıyor. Buna rağmen kitapları piyasaya düşmüş. Dört kitabını Sami Bey’den ben aldım. Bağışlanan kitapların kıymeti bilinmiyor. Çocuklarıma “Yardım etmek istiyorsanız kitapları satın, parasını istediğiniz yere bağışlayın.” dedim. 

    Vaktinizin ne kadarını kütüphanenizde geçiriyorsunuz?

    Kitaplarımın bütün sorumluluğu bende. Temizliğini ben yaparım. Katiyyen ellenmez kitaplarım. Hanım akşamları televizyon izler. Ben yemek yiyip çalışma odama çıkarım. 11’e kadar çalışıp yatarım. Sabah biraz haberlere baktıktan sonra yine çalışma odama gelirim. Öğle yemeğine çağırırlar, yemekten sonra geri gelirim. Hep çalışma odasındayım. Ömrüm orada geçiyor. Okuyorum, yazıyorum. Oturmak bile hoşuma gidiyor. Zamanım bol olduğu için çok okuyorum. Emekliliği erken istememin sebebi de kitaplara daha fazla zaman ayırmak istememdi. Çok keyif alıyorum. 

    Emeklilik dönemini çok da verimli geçirmişsiniz.

    Evet, kitaplarımın büyük kısmını emekli olduktan sonra yazdım. Allah’a şükür emekli maaşım geçindiriyor beni. Kitap yazmaktan maddi bir beklentim yok. O bakımdan rahatım. Bu sayede yayınevleriyle konuşurken şartlarımı empoze edebiliyorum. Çeviri yapmaktan da kitap yazmaktan da keyif alıyorum. Emekliliğim yoğun ama çok keyifli geçti. Severek yaptım bütün bu işleri. Hep dua ediyorum ki Allah Abdülhamid kitabını yazmadan canımı almasın. 

    Related Posts

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025

    biz çalıkuşu nesliyiz!

    Nisan 21, 2025
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.