Doğum yeriniz Bayburt, ilk ve orta öğreniminizi Aydın’da görmüşsünüz. Bu yer değişikliklerinin sebebi ne?Babam Balıkesirliydi, veterinerdi. Bayburt’ta görev yaparken doğmuşum. Oraya tayin edilince hafta sonları gezmek için Trabzon’a gidiyor. Bu gezmelerden birinde, bir hanım görüyor. O zamanlar hotozlar var, hanımlar daha kapalı. Yüksek ökçeli pabuçlar giyiyorlar. Gayet şıklar yani. Babam dışarıdan gördüğü kadarıyla beğeniyor bu hanımı yani annemi. Babam 1.85 boyunda, çok yakışıklı bir adamdı. Annem de 1.50 falan. Yüksek ökçeli ayakkabı giymiş, başında hotozu, üzerinde çarşafıyla kocaman bir kadın gibi görünüyor. Kime talip olduğunu bilmiyor babam. Annem iki kez tifo geçirmiş, saçları biraz seyrekti. O yüzden kat’iyyen kel bir erkekle evlenmek istemiyor. “Kapıdan bir kere geçsin, pencereden göreyim.” diyor. Babam elinde şapkasıyla geçiyor. Çok güzel saçları vardı. Gür saçlı bir adam olduğunu görünce kabul ediyor annem. Evleniyorlar.Babanız veterinerlik eğitimini nereden almış?İstanbul’dan mezundu. Gençliğinde Orhan Şaik Gökyay’la karşılaşmış, tanışmış. Orhan Şaik futbolun nasıl oynanacağını öğretmiş onlara. Futbol henüz bilinmiyor o zamanlar. Yıllar sonra benim hocam olduğunda, “Galiba ben sizin torununuzum!” dedim Orhan Hoca’ya. “Nereden oluyor?” dedi. Babamdan bahsedip hikâyeyi anlatınca hatırladı. İstanbul’a ne zaman geldiniz?Biz iki kardeşiz. Bir veterinerin iki çocuğunu da okutması ekonomik açıdan çok kolay değil. Ablam (Prof. Dr. Gönül Tekin) ille İngiliz dili edebiyatı okumak istiyordu. 1955’te liseyi bitirdi, annem ve babamla birlikte İstanbul’a geldiler. Ben Aydın’da kaldım. Pekiyi ile mezun olduğumuz için her yer açık bize. Sınav falan da yok zaten. O sene İstanbul’da Rumlara, azınlıklara karşı yüz karası bir saldırı oldu, 6 – 7 Eylül hadiseleri. Bu olaylar üzerine babam korkmuş ve ben çocuğumu burada bırakamam demiş. Dönüp geldiler. Ertesi sene benimle gitmek için bir yıl bekledi ablam. Babam çok aydın birisiydi, okumamızı hep destekledi. Derdi ki “Önünüzde iki şık var ya okursunuz ya evlenirsiniz! Hangisini istiyorsanız yapın.” İkimiz de seçimimizi okumaktan yana kullandık. Çok şey öğrendik babamdan. Bize Orhan Şaik’ten, Nazım’dan şiirler okurdu. Evde herkesten başka birçok şey öğreniyorduk. Yaz geceleri uzun olurdu. O zamanlar radyo da yoktu henüz evimizde. Nenem geceleri Muhammediye okurdu. Kur’an-ı Kerim’iyle beraber baş ucunda dururdu o kitap. Anneannem de çok enteresan bir kadındı. Halk hikâyelerine meraklıydı. Bize Trabzon şivesiyle hikâye anlatırdı. Ablam o hikâyelerin altı tanesini bastı. Diğer altı tanesi eşi Şinasi Tekin Bey’in bilgisayarındaydı. Ölümünden sonra o bilgisayar bir türlü açılamadı. Orada kalanlar basılamadı. Annem de bazı geceler ul’da, Çapa’da Yüksek Öğretmen Okulu vardı. Orada yatıyorsunuz, yeme içme de oradan. Çok ciddi bir kurumdu. Liseyi bitirdikten sonra sınav yapılıyor ve her bölüme ikişer öğrenci seçiliyor. Önce Aydın’da yazılı sınava girdik, o sınavda sorulan soruyu hiç unutmuyorum. Atatürk’ün “Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” sözünün açılımını istediler. Ablam da ben de yazılı sınavını kazandık. Sözlü sınav Eylül’de İstanbul’da yapılıyordu. Çapa’daki sınavda Orhan Şaik Gökyay, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinden okurdu. Eski yazıdan okurdu tabii. Onlar eski yazıyı bilirdi. Ablanız seçimini yapmış. Siz bir hedef belirlemiş miydiniz? Üniversitede ne okumak istiyordunuz?Ben daima edebiyat istedim. Fikrimi hiç değiştirmedim. Evde nenemden, anneannemden, babamdan ve annemden dinlediklerim sayesinde almıştım bu kararı. İstanbul’da, Çapa’da Yüksek Öğretmen Okulu vardı. Orada yatıyorsunuz, yeme içme de oradan. Çok ciddi bir kurumdu. Liseyi bitirdikten sonra sınav yapılıyor ve her bölüme ikişer öğrenci seçiliyor. Önce Aydın’da yazılı sınava girdik, o sınavda sorulan soruyu hiç unutmuyorum. Atatürk’ün “Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” sözünün açılımını istediler. Ablam da ben de yazılı sınavını kazandık. Sözlü sınav Eylül’de İstanbul’da yapılıyordu. Çapa’daki sınavda Orhan Şaik Gökyay, Nihat Sami Banarlı ve Haydar Ediskun’un karşısına çıktık. Konuyu net hatırlamıyorum ama üzerinde çalıştığım bir şey sormuşlardı. Çok meraklıydım zaten. Sözlük okurdum akşamları. Yıl kaç?1956’da geldik. Ablam da kararını değiştirmişti. Evdeki ortam sebebiyle edebiyatı o da seviyordu. Edebiyat Fakültesi’ne birlikte gittik. 1960’da üniversiteden mezun olmamız gerekiyordu ama darbe oldu. Mezuniyetimiz gecikti.Üniversitede hocalarınız kimlerdi?Gündüz İstanbul Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nde derslere giriyor, derslerden sonra tramvayla Yüksek Öğretmen Okulu’na geliyorduk. Çapa’da, bize gece dersleri veriyorlardı. Önemli hocalarımız vardı. Faruk Timurtaş, Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu. Bunlar dilciydi. Türkoloji’yi Ali Nihat Tarlan ve Fahir İz anlatıyordu. Yeni edebiyat dersine Mehmet Kaplan giriyordu. Çok güçlü bir kadroydu. Gece dersleri akşam yemeğinden sonra, bir buçuk saat sürüyordu. Cumartesi günleri de maarifle ilgili bilgiler verilirdi. O gece dersleri bizim için çok önemliydi. Üniversitedeki derslerimizi güçlendirmek için yapılıyordu. Zaten üniversitede öğrencisiniz, neden bir de Yüksek Öğretmen Okulu’na gitmek istediniz?Çünkü iki kardeştik ve memur olan babam ikimizi birden okutamazdı. Sınavı kazanırsak geceleri Yüksek Öğretmen Okulu’nda yatılı kalıp bedava okuyacaktık, öyle de oldu. Ayrıca öğretmenlikle ilgili bazı dersleri de görecektik. Her ikimizin ideali de edebiyat öğretmeni olmaktı. Biz Çalıkuşu nesliyiz. Romantik çağın çocuklarıyız. İdealist ve hayalperesttik. Hayallerimizin peşinden koşuyorduk. Devlete hizmet edeceğiz. Nereye gönderirlerse oraya gideceğiz. Öyle düşünüyorduk. Hocalarımız da idealimizi pekiştiriyordu. Lisede de çok güçlü hocalarımız vardı. Edebiyat hocam Ahmet Kabaklı’ydı mesela. Öğretmenlerimiz ciddi ama bir o kadar da sevecendiler. Öyle bir terbiyeyle büyüdük. İnsan gördüğüyle büyür… Çok ciddi bir eğitim aldık biz.
Fakültede ve Yüksek Öğretmen Okulu’nda nasıl bir müfredat takip ediliyordu?
Bir defa hocalarımız olağanüstü insanlardı. Öğretmen adayı olduğumuz için bize çok ihtimam gösteriyor, özel dersler veriyorlardı. Okul Şubat ayında tatil olurdu. Bir sene Prof. Dr. Ahmet Ateş, “Arapçanızı biraz daha güçlendirmek istiyorum. Haftada iki gün gelip size ders vereceğim.” dedi. Eve göndermedi bizi. Yüksek Öğretmen Okulu’nda aldığımız Arapça dersinde dört kişiydik. Ablam ve benim dışımda Esat Coşan ve Güneş adında bir arkadaşımız vardı. Esat babadan, dededen biliyordu herhalde. Onun ihtiyacı yoktu ama bizim vardı. Farsça dersinde biraz daha çoktuk. Türkoloji eğitimi de bugünkünden çok farklıydı. Dört sertifika vardı bizim zamanımızda. Mezuniyet için hepsini almanız lazımdı. Eski Türk Dili, Yeni Türk Dili tek sertifika sayılıyordu. İkinci program Eski Türk Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı. Yüksek Öğretmen Okulu bize dedi ki; “Öğretmen olacaksınız, muhakkak Farsça ve Arapça da almanız lazım.” Bilhassa Eski Türk Edebiyatı Arapça ve Farsça bilmeyi gerektiriyor. Bu program sonradan, ihtilallerle şunlarla bunlarla değişti ve Türkoloji dörde bölündü. Çok da iyi olmadı tabii.
Neden?
Çünkü eğer akademisyen olmak istiyorsanız Farsça ve Arapça bilmeden eksik olursunuz. Bir metni doğru dürüst okuyamazsınız. Kendi sahamızda okuduğumuzu anlayacak kadar Arapça ve Farsça öğrendik biz. Akademide dördüncü sınıfa geldiğinizde tez yazmanız gerekiyordu. Bayağı ciddi bir çalışmaydı bu. Gece derslerinde hocalarımızdan tez için de destek alıyorduk. Yemekten sonra 20:30’dan 22:30’a kadar Orhan Şaik Gökyay’la ders yapıyorduk. Evi Fındıkzade’deydi, okul Çapa’da. Dersten sonra hocayla birlikte evine yürürdük. Hiçbir hocamız bize kaynakları göstermemişti. Orhan Hoca’nın çok zengin bir kütüphanesi vardı. Gece 01’e, 02’ye kadar evinde kitap gösterir, kaynakları tanıtırdı bize. Okul bitti. Mezuniyet tezimi Prof. Dr. Fahir İz’den yaptım.
Tez konunuz neydi?
On altıncı yüzyılda yaşamış Zati adında bir divan şairinin yazdığı tasavvufi manzum bir aşk hikâyesiydi. Bu manzum eser benim tezimdi. Eski Türk Edebiyatı çalışmak kolay değildi ama Orhan Hoca’dan öğrendiklerimiz sayesinde yapabildik. Farsçaya, Arapçaya okuduğunuzu anlayacak kadar hakim olacaksınız. Nerelere müracaat edeceğinizi, neyi nerede arayacağınızı bileceksiniz. Yazmalar üzerinde çalışıyorduk. Birçok katalog var. Katalogları bilmelisiniz ki bir konu üzerinde çalışırken aradığınız bilgiye ve belgeye ulaşabilesiniz. Yazmayı tanımadan yapılamaz bu işler. Varak nedir, reddade nedir öğreneceksiniz. Bunları hep Orhan Hoca öğretti.
Öğretmen olma idealinden neden vazgeçtiniz?
Vazgeçmedim aslında. Akademide kalmak aklımda yoktu. Tezimi verdim, Hoca imza etti. Bitirdim diye düşünürken Fahir Hoca, “Ben seninle çalışmak isterim. Git Ali Nihat Hoca’yla bir konuş.” dedi. Ali Nihat Hoca kürsü başkanı. “Peki!” dedim ama niye kendi konuşmuyor da beni gönderiyor diye de şaşırdım biraz. Gittim. Ali Nihat Hoca çok nazik bir insandı. “Gel evladım.” dedi. Durumu anlattım, dinledikten sonra, “Evladım, ben kız asistanla çalışmam. Fahir istiyorsa alsın ama sınavı ben yaparım.” dedi. Bu kadar! Fahir Hoca’ya anlattım. “Çalış o zaman!” dedi. İlan açıldı, sınav günü geldi. Ali Nihat Hoca, Nevizade Atai’nin bir hamsesinin bir sayfasını hazırlamış. Yanına varyantlar koymuş. Metindeki kelimelerin yerine başka kelimeler verilmiş o varyantlarda. Yazmalarda edisyon kritik yani doğruyu bulabilmek çok önemlidir. Yazmalarda yanlış da oluyor.
Orijinal nüshadan bahsetmiyor muyuz? Yanlışlık nasıl mümkün oluyor?
Bir eserden beş tane, on tane bulabiliyorsunuz bazen. Şair ya da müellifin yazdığı nüsha sonradan çoğaltılıyor. Siz bu nüshalar arasından orijinali bulmaya çalışıyorsunuz.
Tespit nasıl yapılıyor?
Bütün nüshaları buluyorsunuz. Belki altı yedi tane oluyor. Biri Viyana’da, biri Paris’te, biri Süleymaniye’de. Hepsini getirtiyorsunuz. Okuyup karşılaştırarak hangisinin doğru olduğunu bulmaya çalışıyorsunuz. Ciddi ve zor bir iştir. Ahmet Ateş bize bu konuda çok yardımcı olmuştu. Ali Nihat Hoca o sınavda farklı nüshalarda yer alan varyantları göstermiş. Verdi bana o sayfayı, “Otur, bunun edisyon kritiğini yap!” dedi. Onlar sohbet ederken çalışıp teslim ettim. Bir şeyler sordular, sonra “Çıkabilirsin!” dedi Hoca. Kapıya kadar gittim, çıkmak üzereydim ki “Evladım, ben seninle çalışırım.” dedi arkamdan. Çok yavaş, tane tane konuşurdu. Kararını önceden vermişti, bana sürpriz yapmak istedi herhalde. O tarihten itibaren tam on yıl çalıştım Hoca’yla. Başarılı öğrencilerden grup oluşturur hep birlikte Süleymaniye Kütüphanesi’ne giderek orada çalışırdık.
Hoca da sizinle kütüphaneye geliyor muydu?
Tabii, başımızda o var. Her gün birçok şey öğreniyoruz. Doktora mı da Ali Nihat Hoca’da yaptım. Tezim Çağatay edebiyatı üzerineydi. Çağatay edebiyatı ve Ali Şir Nevayi üzerine çalışmaları Türkiye’de ilk başlatan Ali Nihat Tarlan’dır. Ablama da bana da doktora döneminde Çağatayca çalışmamızı söyledi. Nevayi çalışmaları bizlerle başladı. Sonra çok çalışma yapıldı.
O günlerde bilgiye ulaşım günümüzde olduğundan çok daha zor. Bu zorlukları nasıl aşıyordunuz?
Sormayın. Üstelik tam mezuniyet tezini yazacağımız dönemde ihtilal oldu. Yüksek Öğretmen Okulu’nda Arapça dersindeyiz. Kapı açıldı ve “Herkes çıksın!” denildi. Sınıfta üç, dört kişiydik zaten. Mezuniyet yılımız, ne yapacağız? Okula gittik. “Herkes evine gidiyor” dediler. Vapurlar, otobüsler hazırlanmış. “Biz gitmeyeceğiz! Tezimiz var, nasıl gidelim.” dedik. Ama okul boşalıyor. Ben, “Ankara’ya mektup yazalım” dedim. Ablam, ben ve İzmir’den bir arkadaşımız mektup yazdık. Koca okulda üç kişi kalacağız. Müdür, “Mesuliyet kabul etmiyorum. Bir şey olursa bilmiyorum diyeceğim, ona göre.” dedi. Ona da razı olduk. Bir hafta sonra Ankara’dan cevap geldi, izin çıktı bize. Darbe ortamında mektubumuz meclise ulaşmış. Cevap vermişler. Şimdi düşünüyorum da hikâye gibi geliyor. Çok şaşırmıştım. Kütüphaneler açıktı ama bizim doğru dürüst paramız olmadığı için mikrofilm alamadık. Her gün kütüphaneye gidip üzerinde çalıştığımız eseri kopya etmek zorunda kaldık. Benim çalıştığım eser Süleymaniye’deydi. İyi ki o zorlukları yaşamışız. O sayede el yazım çok gelişti, güzelleşti. Daha kıvrak oldu. O defterlerim hala durur.
Üzerinizde en çok izi olan hocalarınız kimlerdi?
Ahmet Ateş’ten başlayayım; sevdiği ve takdir ettiği öğrencilerini muhakkak sonuna kadar takip ederdi. Mezun olduk, asistanlığa başladık. Ablamı ve beni ayrı ayrı çağırdı. “Artık makale yazmanız lazım.” dedi ve bana iki konu verdi. Takip etmeye devam etti. Şimdi ben de öğrencilerimi takip ediyorum.
Hocalarınız size böyle rehberlik etmese akademik manada bu kadar başarılı olabilir miydiniz sizce?
Olmazdım, olamazdım. Hayatımda Orhan Hoca, Ahmet Ateş, Ali Nihat Hoca ve Fahir İz Hoca olmasaydı tabii ki olmazdı. Kütüphane kullanmayı, katalog taramayı, eser neşretmeyi, çalışılmamış sahaları hep onlar gösterdi bize. Fahir Hoca yurtdışını çok iyi bilirdi. Bibliyografya hazırlamayı, bir kitabın muhtevasının nasıl olması gerektiğini Fahir Hoca’dan öğrendik. Biz çok şanslıydık.
İstanbul Üniversitesi’nden sonra bir de Amerika tecrübeniz var. O nasıl gündeme geldi?
Ali Nihat Hoca’yla on yıl çalıştık. Önce ablam gitti Amerika’ya. O Erzurum’daydı. Ben o arada, 1970 yılında evlendim. Üniversite’de, bizim koridorda çok berbat şeyler olmuştu. Artık kalmak istemiyordum. Chicago Üniversitesi’nden teklif aldım.
Sizden nasıl haberdar olmuşlar?
Fahir Hoca çok gezerdi, dünyayı tanırdı. Modern Evliya Çelebi derdik ona. Benim durumumu biliyordu. İki teklifle geldi bana. Bir tanesi Kanada, Toronto’daydı. Diğeri Chicago’da. O sırada henüz bekardım. Kısa süre sonra bir toplantıda bir beyle tanıştım, Turgut Kut. Askerliğini yapıyordu. Döndükten sonra bir ansiklopedide çalışmaya başladı. Evlenmeye karar verdik. Ben Fahir Hoca’nın Chicago teklifini kabul ettim. Turgut Bey de gelmeyi kabul etti. Önce altı ay İngiltere’de İngilizce eğitimi aldık. Amerika’ya gider gitmez İngilizce ders vermem gerekiyordu. Amerika’da ben üniversiteye girdim. Eşim üniversite kütüphanesinde çalışmaya başladı. Kitap kurduydu zaten. Kitapları çok iyi bildiği için hemen işe aldılar. Türkiye’den satın alınacak kitaplar konusunda danışmanlık veriyordu.
Amerika’da ne kadar kaldınız?
Sekiz yıl kaldık. Osmanlıca ve Türkçe dersleri verdim orada. Bir yandan yazmalar üzerinde çalışmaya devam ettim. Biz oradayken Halil İnalcık geldi. Resmi yazışmaları okutuyordu. Onun derslerine gitmeye başladım. Biz sadece nesih ve talik yazı biliyorduk. Divani yazı çok zordur. Prof. Dr. Halil İnalcık’tan onu öğrendim. Bu sayede de Boğaziçi’nde tarih bölümü öğrencilerine resmi yazışma yazılarını okuma ve öğrenme dersleri verdim. Dönerken hayalimde yazmalar üzerinde çalışmak vardı.
Türkiye’ye dönmeye nasıl karar verdiniz?
Bir süredir düşünüyorduk zaten. O arada hükümet değişti. Topkapı Sarayı’ndan çağırdılar, kabul etmedim. Yazmalar üzerinde çalışmak istiyordum. Türkiye Yazmaları Toplu Kataloğu yeni kurulmuştu. “Marmara Bölgesi’nin başına seni getirelim” dediler. Kabul ettim ve geldik. Üç yıl çalıştım orada. Çok güzel bir projeydi ama tamamlanamadı. Her eser üzerinde uzun uzun çalışmıştık. Sonradan bilgisayara geçilirken hazırladığımız notlar çok kısaltıldı. Boğaziçi Üniversitesi’ne geçerken “Haftada iki gün Türkiye Yazmaları Kataloğu için çalışmaya devam ederim. Para falan da istemem.” dedim. Öyle de yaptım. Ben gittiğimde dekan Erdal İnönü’ydü. Çok kibar biriydi. Ona niyetimden bahsettim. “Haftada iki gün boşum var. İzin verirseniz Türkiye Yazmaları Toplu Kataloğu’nda çalışmaya devam etmek istiyorum.” dedim. Kabul etti yalnız bir süre sonra ihtilal oldu ve ihtilalden sonra başkaları geldi. Yeni atanan dekan da izin verdi ama ikide bir toplantı vesaire gibi bir bahaneyle beni üniversiteye çağırıyordu.
Türkiye Yazmaları Toplu Kataloğu’nun kapsamı neydi? Hangi eserler üzerinde çalıştınız?
Süleymaniye’deki koleksiyonlarla başladık ve devam ettik. Ayasofya’yı yapmayı çok istiyordum. Oraya geldiğimizde ayrılıp üniversiteye geçtim. Neyse ki sonra onu da bitirdik.
Bu projeden sonra hem yurt içinde hem yurtdışında yazma eser kataloglamaya devam ettiniz değil mi?
Evet, yurt dışında Oxford’a davet edildim. İki sene kalmamı istediler ama benim aklım hâlâ Türkiye’deki yazmalarda olduğu için bir sene kalmayı kabul ettim. Oraya katalog yapma düşüncesiyle gitmemiştim. Üniversitede ders vermek için davet edildim. Toplantıda yeni gelmiş bir hoca olarak tanıttılar beni. Müze müdürü de oradaydı. Türkçe dahil dört, beş dil biliyor. Farsça, Arapça, Rusça… Toplantıdan sonra “Yüz senedir birikmiş kitabımız var. Bunları kataloglar mısınız?” dedi. Kabul ettim tabii.
Ne tür eserlerdi onlar?
Nadir değillerdi ama güzellerdi. “Ne kadar feci, buralara gelmiş!” diyebileceğim bir şey yoktu aralarında.
Başka kütüphanelerde bu tür eserlerle karşılaştınız mı?
Uzun süre British Library’de çalıştım. Orada çok eski ve güzel bir külliyat vardı. Hikâyeleri siz de biliyorsunuz. Ufak ufak buralardan gitmiş eserler. Güvendiğiniz dağlara kar yağıyor bunları görünce.
Kimler aracılığıyla gittiği biliniyor mu bu eserlerin?
Biliniyor tabii ama tatsız bir olay olduğu için onları konuşmak istemiyorum. Her şey biliniyor. Kitapların nasıl satın alındığını öğrenmek istediğim yerler de oldu. Çünkü eserleri gördükçe çok garibime gitmeye başlıyordu. Bir yerde baktım karşıma çıkan eserler hep aynı yerden gelmiş. Belli, bir kütüphane dağılmış ve eserler satılmış.
Türkiye Yazma Eserleri Toplu Kataloğu’nu hazırlarken gördükleriniz Türkiye’nin sahip olduğu envanter hakkında ne düşündürdü size?
Gördüğüm eserlerin hepsi benim için yeni olduğu için çok heyecan vericiydi. Türkiye, yazmalar konusunda eşine az rastlanır bir yer. Doğu yazmaları konusunda çok yetkin bir isim vardır; der ki, “Türkiye’deki yazmalar adeta bir sandıkta duruyor. Nereden ne çıkacağı hâlâ bilinemiyor.”
Bu tez hâlâ geçerli mi?
Çok şey değişti tabii. Bizim zamanımızda eserlere ulaşmak zordu, şimdi öyle değil. Türkiye Yazmaları Toplu Kataloğu aynı ciddiyetle devam etse belki daha net görebilirdik ama o çalışma sonlara doğru tavsadı. Bizde işler böyledir. Heyecanla başlar ve sonra nedense devam etmez. Türkiye kütüphanelerinde kataloglanmamış çok yazma var. Ayasofya, Fatih hâlâ yayınlanmadı mesela. Süleymaniye’deki kitapların nereden geldiği biliniyor fakat bunlara dair yayın yok. Eserler belli ama içerikleri bilinmiyor. Nedir bunlar? O kısmı çalışılmadı. Böyle binlerle kitap var.
Gördüğünüz şahıs kütüphaneleri arasında dikkatinizi en fazla çekenler hangileri oldu?
Öncelikle Orhan Şaik Gökyay’ın ki tabii. Doktora yaparken Konya’da, Koyunoğlu Kütüphanesi’nde uzun süre çalıştım. Ahmet Rasih İzzet Koyunoğlu kurmuştu kütüphaneyi. Etnografik ve folklorik eşya, belge, yazma ve matbu kitaplar açısından çok zengindi. Sonradan Belediye’ye bağışlandı. Çok sevdim o adamı. Bana bir rahle vermişti. Yere oturup rahle üzerinde, eski usul çalışıyordum.
Abdülbaki Gölpınarlı’yı da tanıdınız değil mi?
Evet, o da çok özel bir insandı. Şahıs kütüphaneleri arasında en öne çıkan Abdülbaki Hoca’nınkiydi elbette. Orhan Şaik Hoca’da çok yazma yoktu.
Abdülbaki Hoca üniversitede hocanız oldu mu?
Hayır, onunla tanışmamızın başka bir hikâyesi var. Yeni mezunum, asistan olmuşum. Bir gün üniversite kütüphanesinde çalışırken koridorda Abdülbaki Hoca’yla karşılaştık. Mezuniyetten sonra Yüksek Öğretmen Okulu bizi Konya’ya götürmüştü. Oradan Mevlevi motifli bir broş almıştım. Yakamda o broş takılı. Hoca üstüme doğru yürümeye başladı. Kaçacak yerim olmadı. Eğilip pat diye yakamdaki Mevlevi motifini öptü.
Kim olduğunu biliyor muydunuz?
Biliyorum tabii. Öylece tanıştık. Fahir Hoca onu çok sık davet ederdi, ben de Fahir Hoca’nın odasında otururdum. Hocanın derste olduğu günler ben eşlik ederdim Abdülbaki Hoca’ya. “Sana aruzlu yürümeyi öğreteyim.” der, ayaklarını pat pat pat yere vurup vezinleri tekrar ederek odanın içinde yürürdü. Zaman içinde çok yakınlaştık. Mevlana Müzesi Yazma Eserler Kataloğu’nu hazırlıyordu o sıralarda. Bir gün bana “Ankara’ya benimle gel. Tek gidersem oradaki adamlarla münakaşa ederim.” dedi. Kitap bitmiş, onu götürecek. Memnuniyetle kabul ettim. Ankara’ya telefon ettim, hocayla birlikte gideceğimizi haber verdim ama bir türlü olmadı, gidemedik. O kataloğun bir tanesi Ekmeleddin Bey’in odasında kaldı. Bir tanesi başka bir yerdeydi. Hocanın vefatında sonra kayboldular ve bulunmaları çok zor oldu. Kitap sonunda çıktı neyse ki… Amerika’dan izne geldiğimizde evinde de ziyaret ederdik. Çaya meraklıydı, bizden çay isterdi. Turgut, hangi sigarayı içtiğini bilir, ondan getirirdi.
Salacak’taki evine mi gidiyordunuz?
Evet. Bir gün o meşhur minderinin üzerinde oturuyor, biz de tam karşısındayız. Kalktı, bir yere gitti. Minderinin altında ne olduğunu çok merak ediyordum. Ucunu biraz kaldırdım, bir ayna ve bir sigara tabakası; başka bir şey yok…
Türkiye Yazmaları Toplu Kataloğu Projesi’nden Boğaziçi Üniversitesi’ne geçişiniz nasıl oldu?
Üniversitede çalışmak istemiyordum. Türkiye’ye döndükten sonra teklif geldi ama “Yazmalar üzerinde çalışacağım.” deyip reddettim. Fahir Hoca “Gel, sana ihtiyaç var.” diye çok ısrar etse de kabul etmedim. Hoca da orada ders veriyordu. Sonra “Burası diğer üniversiteler gibi değil. Başlayınca göreceksin.” vesaire diyerek ikna ettiler. Öyleymiş gerçekten, hiç pişman olmadım. Çalıştığım ekibi ben kurdum. On dört yıl bölüm başkanı olarak görev yaptım. Çok mutluydum. Hocalarımdan gördüğüm gibi bir hocalık yapmaya, görmek ve öğrenmek istediğim şeyleri çocuklara vermeye çalıştım.
Amerika’dan döndünüz ama bağlantınız devam ediyor. Harvard Üniversitesi’nden çıkan Türklük Bilgisi Araştırmaları Dergisi’ni çıkaran ekiptesiniz…
Kuruluşundan beri o ekipteyim. Ablamın eşi Şinasi Tekin Harvard’daydı. Ablamla evlendikten sonra çok ortak çalışmamız oldu. Şinasi Bey iyi yayın çıksın diye çok uğraşıyordu. Kitap serilerinden birini ben hazırladım. Oradaki amacımız kaybettiğimiz hocalar için hatıra, yaşayanlar içinse armağan kitaplar çıkarmaktı. Ayrıca kendi makalelerimizin yayınlanacağı bir dergi de olacaktı. Öğrencilerimiz yazdıkları tezlerin bizden basılmalarını istiyorlarsa onları da değerlendirdik. Bu çalışmalar hâlâ devam ediyor. Tezi yayınlanacak öğrencileri buraya çağırıyoruz. Bizimle yatıp kalkıyorlar. Gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra basıyoruz.
Mutfak kültürüne yönelik araştırmalarınız da var. O sahaya girmenizde eşiniz Turgut Bey’in etkisi oldu mu?
Klasik eserlerde, şiirlerde gördüğüm mutfağa dair bilgiler ve ifadeler eskiden de dikkatimi çekiyordu. Zerde mesela! Rengini safrandan alır ve safran ilginç bir malzemedir. Eski adı zâferan, sonradan safrana dönüşmüş. Nabi bir şiirinde “Bitkilerin Nasreddin Hocası zâferandır” mealinde bir şey söyler.
Neden Nasreddin Hoca’ya benzetiyor?
Çünkü safranın insanı rahatlatan, gevşeten bir etkisi var. Toplu yemeklerde, düğünlerde, sünnetler zerde muhakkak yapılır. Sebebi de kavga gürültü olmasını engellemek. Beni bunları yazmaya Turgut Bey teşvik etti. Okuyorum, yeri gelince anlatıyorum falan, “Bu kadar şey okuyorsun, neden değerlendirmiyorsun?” dedi. Ben de başladım yazmaya.
Turgut Kut demişken bir bibliyofil eşi olmak nasıl bir duyguydu?
Enteresandı tabii ki. Kitaplara ve bilgiye büyük bir merak duyuyor ve ciddiyetle çalışıyordu. Hemen her alanda kitap alıyordu. Belli külliyatları takım halinde toplamıştı. Kitaplarını ne zaman, nereden, kaça aldı yazardı. Kim bilir nerede o notlar. Katalog yapılmamıştı, kitaplarının sayısı bilinmiyordu ama kendisi hepsini bilirdi. Hafızası çok iyiydi. Kitapları karşıdan tanırdı. Kitapları onun gözbebeğiydi. Onunla çalışmak zordu. Bir iki makale yazdık birlikte, onlar da kavga gürültü çıktı ortaya. Çok bilgili bir insandı. Çok ani vefat etti.
Evlendiğinizde kitap toplamaya başlamış mıydı?
Tabii, çok kitabı vardı ama bunun da bir sebebi var. Büyük dedesi!
Kim büyük dede?
Matbaa-i Âmire’nin veznedar başı. Her çıkan kitap eve geliyor zaten. Oradan gelen kitaplar çocukların da elinde. Oradan tetikleniyorlar. İnsan bir yerden alev alır biliyorsunuz. Turgut Bey erken yaşlarda yazma toplamaya da başlamıştı. Müthiş bir kütüphanesi vardı. Yazmaları, Millet Yazma Eserler Kütüphanesi’nde şimdi. Geri kalan kitaplarını da Rami Kütüphanesi’ne verdik. Biraz zor vazgeçti ama vazgeçti nihayetinde. Ne yapsın, götüremiyoruz ki bir yere. Kendisi “Artık bunların gitmesi lazım!” dedi hatta. Benim pek merakım yoktu, yazma almadım. Ancak bir iki tane. Onlar da Raif Yelkenci’den geldi. Rahmetli hastalanmıştı. Karısı vefat edeceğini düşünerek kitapları satışa çıkarmış. Bizim de kulağımıza geldi. Birkaç kitap aldım oradan. Raif Bey’e çok giderdim, severdi beni. Eline geçen nadir bir şey olduğunda bana gösterir, “Yurt dışına gitmesini istemiyorum. Süleymaniye’yle konuş, onlar alsınlar.” derdi. Süleymaniye’ye çok gittiğim için haber verirdim ben de. Bir Baki divanı göstermişti, söyledim ama kütüphanede para yok. Alınamadı.
Turgut Bey’in kitaplara duyduğu tutkuya ayak uydurmak sizin için zor oldu mu?
Yok, hayır. O kendi işini yapıyordu, ben de benimkini. Odalarımız ayrıydı. Evde çalışırken birbirimizi zor görürdük. Beni rahatsız eden bir durum değildi bu. Ama bayağı tutkundu. Sert ve ciddi bir adamdı. Dededen kalma bir alışkanlık herhalde. Konakta büyüyor. İlim ve sanat dünyasının önde gelen isimleri bir hafta onların konağında, bir hafta İbnül Emin’inkinde toplanıyor. Bunlar da çocuk yaştan itibaren o konuşmaları dinliyorlar. Konakta haremlik selamlık olduğu için servisi onlar yapıyor. Ciddiyeti, tavrı, espriyi, bilginin kıymetini bu ortamlarda öğreniyorlar.
Kitapları Rami’ye vermenizin sebebi ne?
Önce İSAM’a vermeyi düşündü. Şeyhülislamlar çalışmasını yaparken birlikte Anadolu’ya gitmiş, mezarların fotoğraflarını çekmiştik. Onlarla ilgili bir şey oldu, ne olduğunu öğrenemedim. Vazgeçti oraya vermekten. Belediyeler üzerinde durduk. Ama ben “Belediyelere verilmez!” dedim. Her an her şey değişebilir orada ama devlete güvenirsin. Devamlılık var. Yıllarca çalıştım, kitapların nasıl korunduğunu gördüm. Arada kayıplar çalınmalar olsa da onlar da geri gelmiştir. Bugün kayıpların tespiti çok daha kolay.
Kütüphanelere kitap bağışı konusunda genel bir tereddüt var. Siz böyle bir tereddüt yaşadınız mı?
Yok, hayır. Hatta bence en çok korunan yerler yine devlete bağlı olan kütüphaneler. Ufak tefek kayıplar olabiliyor tabii ama onlar da bulunuyor. Ben Süleymaniye’deyken bir Kur’an’ın bir parçası çalınmıştı. Bulundu ve geldi. Peşine düşerler. 22 yaşından itibaren kütüphanelerdeyim. İstanbul’un hemen hemen bütün yazma kütüphanelerinde dolaştım, çalıştım. Biliyorum ve güveniyorum kütüphanelere.
Çok üretken bir araştırmacısınız. O yüzden çalışmaya devam ediyor musunuz demeyeceğim. Gündeminizde hangi çalışmalar var?
Yıllaaar evvel başladığım bir çalışma var, Şem’ ü Pervâne. Yıllaaar diye uzattım çünkü 1965’de, doçentliğimde başlamıştım bu konuyu çalışmaya. Amerika’ya gidince kaldı. Bir ara geldiğimde Türk Dil Kurumu’na gönderdim. “Tamam, basalım ama bir de Türkçe tercümesini yapın.” dediler. Onu da hazırladım. Sonra, “Bu bir tasavvufi eser. Gençler tercümeyi okusalar da nasıl anlayacaklar?” diye düşünerek şerhini yapmaya karar verdim ve öylece kaldı. Nihayet bugüne kadar geldi. Tamamladım sayılır. Yapacağım çok az şey kaldı. Ayrıca iki ayrı makaleyle uğraşıyorum. Biri Havran mezar taşları. Çok güzel bir eser çıktı bu konuda. Taşlar konuşuyor adeta. Toplumda ne yaşanmışsa taşlara o işlenmiş. Çok etkilendim. O konuyu yazdım. Diğerini de akademik hayata yeni başlayan gençlere yardım olsun diye yazıyorum. Şimdiye kadar bende biriken malzemeyi düzenleyerek hangi katalogda ne var onun bilgisini veriyorum. Eser nerede, nasıl bir eser? Genellikle çalışılmamış eserler bunlar. İlgilerini çeken bir şey olursa gidip çalışabilirler. Öğrenci yetiştirmeye devam!








