Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Nadir Söyleşiler - bizim oksijenimiz kitap!

    bizim oksijenimiz kitap!

    Mayıs 2, 2020
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken yaşanan dönüşümün önemli kararlarından biri, başkentin İstanbul’dan Ankara’ya nakledilmesiydi. Bu karar, sadece siyasetin merkezini değiştirmiyordu. Aynı zamanda kültürel birikimin toplanacağı yeni bir havuz ortaya çıkmıştı. 1920’lerde orta halli bir Anadolu kasabası görünümündeki Ankara, yeni kimliğini hızla benimsedi. Şehrin, günümüzde pek çok önemli temsilcisi bulunan ilk kitapçıları da o tarihlerde kuruldu. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Sanat Kitabevi’nde Ankaralı kitapseverlere hizmet sunan Ahmet Yüksel; kendi tecrübeleri, meslek büyüklerinden dinledikleri ve okuduklarından hareketle Ankara kitapçılığının yakın geçmişine bir seyahate çıkardı bizi. Ulus’ta kurulan ilk sahaf tezgâhları, merkezin 1950’lerde Kızılay’a kayışı; eski konaklardan, Bâlâlı eskicilerden sahaf dükkanlarına akan envai çeşit kitap ve tabii insanlar ve anılar… Ahmet Yüksel rehberliğinde 100 yıllık bu gezide bize eşlik etmek isterseniz buyrun…

     
    Sahaflığın Ankara’daki tarihi ne kadar geri gidiyor?

    Geçen senelerde Ankara sahaflarından iki ağabeyimizi, iki ustamızı kaybettik. Biri Etem Ağabey (Coşkun), öteki de Turgut Baba (Koraltan), nam-ı diğer Külüstür Turgut. Birer yıl arayla gittiler. Onlarla birlikte çok bilgi, çok hatıra da gitti. Onlardan dinlediğim, o kuşaktan başka meslektaşlarımdan öğrendiğim kadarıyla Ankara’da Cumhuriyet öncesinde de sahaflar var, ama pek kayda değer değiller ya da kayıtları yok da biz bilmiyoruz. Şehir, Osmanlı’nın son döneminde çöküşe uğruyor, malum. Bizim meslektaşlar Cumhuriyet’le birlikte ortaya çıkıyor, daha doğrusu mesleğimiz tebarüz ediyor. Başkent olunca birçok bürokrat, milletvekili geliyor ve bunlar beraberinde kitap getiriyorlar. Rize mebusu Ali Zırh var mesela, Ankara İstiklal Mahkemesi’nin üç Ali’sinden biri. Deniyor ki Ali Zırh Ankara’ya iki vagon kitap getirmiş. Ben ihtimal veriyorum buna, çünkü yıllar sonra Ali Zırh’ın kitapları bizlere de nasip oldu. 
     
     
    Turgut Koraltan (Külüstür Turgut) Sanat Kitabevi’nde – Kasım 1993
    Siz de gördünüz yani?

    Evet. Vefatından sonra muhteşem kütüphanesini Gavur Ali (Ali Rıza Özsoy) alıyor. O da rahmetli oldu, eski meslektaşlarımızdandı. Kitaplarının ilk sayfasında Osmanlıca bir inisyal vardı, exlibris diyemem. Osmanlıca Ali yazıyor; karşılıklı, müsenna. Altında da “Zırh, Rize Mebusu” ibaresi var. O kitaplar çok tipikti. Mesleğe başladığım yıllarda o kadar çok Ali Zırh kitabıyla karşılaşırdım ki… Şimdilerde bulamıyoruz. 

    Genel bir kütüphane miydi, ihtisas kütüphanesi mi?

    Hukukçuydu Ali Zırh. Bir dönem İstiklal Mahkemesi savcılığı yapmış. Hukuk kitapları ağırlıklı tabii ama her konuda kitap vardı. Osmanlıca, Fransızca kitaplar hatırlıyorum. Muhteşem bir kütüphaneymiş, çok kaliteli kitaplar çıktı… O yıllarda kitabın bollaşmasının bir sebebi de üniversite tabii. Ankara Üniversitesi’nin üniversite olarak teşekkülü 1946 ama öncesinde, 1925’te Hukuk Mektebi açılmış. 1938’de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuş, Mülkiye İstanbul’dan taşınmış. Bilim adamları geliyor böylelikle. Önemli bir kaynak da Almanya’dan, Hitler’den kaçan bilim adamları. Onların bir kısmı Ankara’ya geliyor. Geldiklerinde kitap bulamıyorlar. Bir kütüphane kurmak istiyorlar. Dönemin Ziraat Bakanı Muhlis Erkmen, Yüksek Ziraat Mektebi bünyesinde bir kütüphane kurulmasına önayak oluyor. Adına önce Muhlis Bibliothek denmiş, daha sonra TC Genel Kitaplığı olmuş. Daha da sonra YZE (Yüksek Ziraat Enstitüsü) Kitaplığı demişler, damgalar böyle gidiyor. Bu Alman hocalar Almanya’da bir kampanya açmış. Alman Matbaacılar ve Yayıncılar Birliği desteklemiş kampanyayı. Ve toplanan kitaplar vagonlarla Ankara’ya getirilmiş, 2. Dünya Savaşı öncesi, birçok kitabı Hitler’in “Kültür Devrimi”den kurtarmışlar. 

    Hepsi Almanca mı?

    Büyük çoğunluğu Almanca, Fransızca da var. İngilizce çok az… Sonra kitapçılar açılmaya başlamış. Önce yeni kitapçılar ortaya çıkmış. En ünlüsü Balkan göçmeni iki kardeşin kurduğu Akba Kitabevi. Sonra Çankaya Kitabevi, Berkalp Kitabevi en bilindikleri. 

    Nerede?

    O yıllar için Ankara’da bir merkezden söz ediyorsak yalnızca Ulus, eski adıyla Hakimiyet-i Milliye Meydanı. Yanan meşhur Maarif Vekaleti binası var, sonra yerine Ulus İş Hanı inşa edilmiş, onun karşısında şehir çarşısı yapılmış. Orada açıyorlar kitapçı dükkânını. Cumhuriyet öncesinde Hacıbayram Camii civarında dini kitap satan yerler de var. Bugün de varlıklarını korur bu kitapçılar, daha çok dini kitaplar ve bir kısım hac malzemeleri satarlar. Ankara’da kitapçılığın parlak dönemi 40’lı yıllar. Denizciler Caddesi’nde bizim sahaflar tezgâh açıyor o yıllarda. Aralarında ünlü isimler var; mesela Vasfi Mahir Kocatürk! Bir küçük dükkânı var, Buluş Kitabevi. Niyeti satmaktan çok almak, daha çok kendine kitap sağlıyor. Enver Behnan Şapolyo baş müdavimi, Reşat Nuri Güntekin de sıkça takılıyor. Her ikisi de Vasfi Mahir hocanın ahbapları. Bu arada cadde boyu, Pulcu Emin (Emekli başgediklisi), Konyalı İbrahim, Komünist Osman, Urfalı Mustafa (Güloğlu), Çopur Mahmut, Pulcu Ahmet (Gülkök), Gavur Ali (Ali Rıza Özsoy), Külüstür Turgut (Koraltan), Aydın Sami Güneyçal, Baki Kurtuluş, Turhan Polat gibi namlı sahafların küçük dükkân veya tezgahları var. Osman Yüksel Serdengeçti’nin de yayınevi yazıhanesi var. Ama sahaflara da bulaşmış, ufak tefek alıp satıyor. Denizciler Caddesi serüveni bu minval üzre epey sürüyor. Yenişehir, yani Kızılay bölgesi yapılınca Ankara’nın merkezi buraya doğru kayıyor. Bizim kitapçılar da her zaman olduğu gibi merkezkaç kuvvetinin etkisiyle buraya kayıyor. 

    Merkez ne zaman değişiyor?

    50’li yılların sonunda. İhtilal’den sonra merkez, Kızalay’a oturuyor. Yeni kitapçılar olarak meşhur Akay Kitabevi var, Akba da şube açıyor. Tümen Kitabevi var, daha sonra Bilgi Kitabevi ve Kültür Kitabevi açılıyor. Bizimkiler de Kocabeyoğlu Pasajı’nda konuşlanıyor. Epey bir zaman orada icra-yı faaliyet ediyorlar. 

    50’lerde kaç sahaf var?

    15-20 kadar. Kocabeyoğlu’nda dükkân açanlar içinde meşhur Ferit Devellioğlu sözlüğünün yayıncısı Aydın Sami Güneyçal ve Ankara’nın eski sahaflarından Turhan Polat da var. Turhan Bey Denizciler’den gelme ama esas parlak zamanları Kocabeyoğlu’nda geçiyor. 70’li yıllarda Zafer Çarşısı merkez haline geliyor. Siyasi olaylar var; sağcılar, solcular, İslamcılar aynı çarşının farklı yerlerinde toplanıyor. O zamanlar piyasa çok canlı, herkes okuyor, kitaba ilgi büyük… 

    1940’larda, 50’lerde kurulan tezgahlara nerelerden malzeme geliyor ve neler satılıyor?

    Özellikle 1950’den sonra İstanbul’da eski evlerin, konakların içi nasıl boşaldıysa Ankara’da da benzer şeyler oldu. O dönemde kitapların bollaştığını, çok malzeme geldiğini söylüyorlar. Kitap konusunda eskiden de sıkıntı yok. Bir sürü okur yazar adam var, burada vefat ediyorlar ve kalan mallar sahafa gidiyor. Hayırlı ölüler var Ankara’da. Her zaman öyleydi… Benim mesleğe ilk başladığım yıllarda…

    Hangi yıllar?

    80’li yıllar. Daha öncesinde kitapçılarda çalışmışlığım var ama dükkânın fiilen açılışı 1986’nın başı. O yıllarda bizim çarşıya; Kızılay’ın ortasında, Karanfil Sokak’ın başındayız, at arabasıyla kitap gelirdi.

    Nerelerden geliyordu bu kitaplar?

    Yıkılan evlerden, eskicilerden, hurdacılardan, Balâlılardan… Balâlı, Ankara’da hurdacı demektir. Sektör Ankara’da onların elindedir. İstanbul’da da bildiğim kadarıyla Niğde ve Nevşehirliler yapıyor bu işi. Balâlılar enteresan adamlardır; hurda olarak iki şeye önem veriyorlar: biri kitap! Öğrenmişler ki kitap para ediyor. Bir de sarı! Sarı dedikleri de pirinç! Hatta denir ki “Balâlı yerde altın bulsa almaz, sarı bulsa alır!” Ayrancı’da, Küçükesat’ta, Ulus’ta hurdacı ardiyeleri var; oralara gidiyorsunuz kiloyla kitap alıyorsunuz. Mesela Tarih Kurumu kitaplarını almadığımızı hatırlıyorum. 

    Neden?

    Çünkü birinci hamur, ağır basıyor. Osmanlıca almak her zaman kârlı, hem ucuz çekiyor, hem de satışa geliyor… Kitap bol. At arabasıyla, hurdacı arabasıyla getiren, telhis çuvallarıyla kitap taşıyanlar var. Bir iki hurdacı peydahlarsan depoya gitmene de gerek kalmıyor, o sana getiriyor. Evlere de çağırıyorlar. Benim mesleğe başlamam da bir evden kütüphane almamızla oldu. 

    Nasıl yani?

    Ben üniversiteyi kazanıp Amasya-Gümüşhacıköy’den Ankara’ya geldiğimde 17 yaşındaydım ve kulağımın arkasındaki kurşun kalemden başka bir şeyim yoktu, deyip epik ve lirik bir giriş yapmış olayım.

    Ne okuyacaksınız?

    Bir yanlış tercihleme sonucu kazandığım Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Türkoloji. Aslında Mülkiye’de okumak istiyordum, sıralamayı yanlış yapmışım, oysa puanım yetiyordu.Tekrar sınava girmek istedim ama 1981’de bir üniversiteyi bitirip askerlik yapmadan ikincisine girmenin önünü kapattılar. Ben de kadere boyun eğdim. O zamanki adıyla Türk Dili Kürsüsü’nde öğrenci oldum. Kasabadan Ankara’ya gelmek, her açıdan kurtuluşum oldu, buna canım da dahil. 

    Neden, nasıl bir ortam vardı memlekette?

    Bizim orada örfi idareye memur bir yüzbaşı vardı, herkesi didik didik ederdi. O kadar arayınca da illa ki bir şey bulurdu. Sağcı ya da solcu olması farketmez, o zaman idealist olmak mecburiydi ve her genç bir şeye bulaşırdı. Gençliğimin icabı olarak ben de bulaştım. Buraya gelerek yüzbaşının elinden kurtulmuş oldum, hem de bir istikbal bekliyorum ki ufku öğretmenliğe bakıyor. Ama o yıllarda cemiyette öğretmenliğin itibarı yerlerde; “Hiç bir şey olamazsan öğretmen olursun!” diyorlar. Bu aşağılamalar bende antipati yaptı, öğretmen olmamak için direndim. 

    Hayaliniz ne?

    Hayal var ama ondan önce geçinmek var. Babam eski bir köy ağası, iflas etmiş bir tüccar. 11 kardeşli bir ailenin en küçük çocuğuyum, iki annem var. İki kardeşim siyasi tutuklu. Babam okumayı çok seven bir adam ama bana para gönderemiyor. Zaten babamdan gelen bir kitap sevgisi var. Babam İbrahimî, Erzurumlu İbrahim Hakkı tarikatından. Bilal Hoca namıyla maruf, okur-yazar, hoş sohbet bir adam. Çok sevdiği kitapları var, en başta tabii Marifetname, Ahter-i Kebir ve bittabi Kur’an-ı Kerim. Çocukluğumdan beri biliyorum bu kitapları. Marifetname Amire baskısı, Ahter-i Kebir Bulak, Kur’an koca yazma, küp kapağı. Babam; “Ahter’i getir!” diyor, evimiz iki katlı, yukarı çıkıp şak bulup getiriyorum. “Marifetname” diyor, anında hazır. Her gece kucağında kitapla uyuyor. 

    Evde başka kitap var mı?

    Var tabii, ama hep dini kitaplar. Daha sonra abilerin kitaplarıyla tanışma başlıyor. Okumak için çok yer ve imkan var. Merak da var, herkes de birbirini teşvik ediyor. 12 Eylül öncesindeyiz, kitap okumayanı, okuduğunu tartışmalarda anında satmayanı “dövüyorlar.” Bizim kasabada 3-4 tane kitapçı vardı. Yeni çıkan kitaplar, dergiler muntazam geliyor. Ankara’ya geliyorum, bu kez de okuldaki hocalarımız okumayı teşvik ediyor, “Okulu bitirdiğinizde hepinizin birer ciddi kütüphanesi olmalı!” diyorlar. O zaman bir yerden başlamak lazım. Ferit Devellioğlu’nun lügatinden başlıyoruz. Ucuz almak için yayıncısına, eski sahaflardan Aydın Sami Güneyçal’a gidiyoruz. O da bizim bölümde okumuş, bize gayet ikramlı veriyor. Kendimi, o zaman Sami Bey’in Aydın Kitabevi’nde, eline ilk defa tornavida tutuşturulmuş çırak gibi hissediyorum. Sonra Zafer Çarşısı’na gitmeye başlıyoruz. Ders çıkışlarında sürüler halinde çay ocağında ayakta çay, akabinde kitapçılara dalmaca, eşelenmece…

    Birinci sınıfta mı keşfettiniz sahafları?

    Evet, birinci sınıftan itibaren gidiyoruz. Ayı Mahmut var, eski kitapçı. Adam kamyon şoförüymüş, bırakıp kitapçı olmuş. Oğlu Savaş da yeni kitap satıyor, yayıncılık yapıyor. Sonra Turgut Baba’yla karşılaştım. Sırtında daima çuvalıyla… Bakırköy’den yeni dönmüştü. Alkolden iyice düşkün olunca, kendi rızasıyla gidiyor, tedavi olup eski halinden esersiz, gayet efendinden mazbut bir adam olarak dönüyor. İlerde bunu hayatında birkaç defa daha yaptığına şahit oldum.

    Dükkânı var mıydı?

    Dükkânı yok, seyyar çalışıyor. Zafer Çarşısı’ndaki esnafa günlük iaşesi için mal taşıyor. O sıralarda içmiyordu. İçmeyince düzgün adam, güzel muhabbet edersin. Bilgi verir, bildiğini öğretir. Ona takılıyorum. Derken ihtiyaca binaen bir yayınevinde yarı zamanlı redaktörlük yapmaya başladım. İşportacılıkta krallığını ilan etmiş bir hemşerim vardı, yanında bir müddet de işportacılık yaptım. Güzel para kazanıyoruz ama aklım kitapçılıkta. Turgut Baba’ya, Aydın Sami Abiye özeniyorum. Onlardan öğrendiklerim okuldaki bilgileri takviye ediyor. Öyle böyle okul bitti ve mezuniyetten sonra bir arkadaşımla beraber tesadüfen bir kütüphane aldık. 

    Nasıl bir tesadüftü o?

    Arkadaşım bir kitapçı dükkânında tezgahtar. Bir kadın gelip diyor ki “Kocamdan kalma kitaplar var, onları satmak istiyorum!” Arkadaşım birkaç sahafa gönderiyor ama anlaşamıyorlar. Kadın tekrar gelip “Siz alır mısınız?” diye soruyor. Bunun üzerine, “En azından görelim, merakımızı giderelim!” dedik. Kalkıp gittik, güzel bir kütüphaneyle karşılaştık.

    Ev neredeydi?

    Etlik’te.

    Kütüphanenin sahibi kim?

    Eski okçuluk federasyon başkanı Fazıl Özok. 

    Zengin bir kütüphane miydi?

    Müthiş bir kütüphaneydi. Aldık ve derhal taşıdık.

    Dükkânınız var mı? Nereye taşıdınız kitapları?

    Dükkânımız yok daha, 1985 yılındayız. Evlerimize taşıdık. Yenimahalle’de bir öğrenci evimiz vardı, tıkabasa doldu…Kitapları karıştırırken bir rulo buldum, baktım içinde hüsn-i hatlar var. Belki 100 tane! Hilye-i şeriften murakkaya kadar ne ararsan… Bütün hatlarının altında ‘Bahir’ okuyorum. Kim bu Bahir? Bir arkadaşım “Son Hattatlar’a bak!” dedi, baktım. İbnülemin’den Mehmed Bahir Yesari Bey olduğunu öğrendim. Hayatını, sanatını anlatmış ama eserlerinden bahis yok, zira bu muktedir hattatın bütün eserleri önümüzde duruyor… Kitaplarını aldığımız hayırlı rahmetlinin de ya babası ya dedesi…
    Sanat Kitabevi Sahaf Ahmet Yüksel – İlk Dükkan – Ekim 1993
    Başka neler hatırlıyorsunuz?

    İstanbul Ansiklopedisi, tertemiz tam takım. Telhis-i Resâilü’r-rümat, Osmanlıca kemankeşlik, yani okçuluk üzerine bir kitap, 8 nüsha vardı.

    Kaça almıştınız o kütüphaneyi?

    Ortağım bir miktar para koydu, ben de ona muadil ağabeyimden 12 tane Cumhuriyet altını alıp koydum. Bu paralarla aldık. Elde bir miktar para kaldı ama sermayenin büyük kısmı kitaplara gitti. İşleri çevirebilmek için bir an önce kitapları satmalıydık. Bir hocamız vardı, bu işlerin uluslararası ticaretini de yapıyor; Adnan Sadık Erzi, ona gittik. “Çocuklar, bunları en iyi İstanbul’da satarız!” dedi. “Falanca gün gelin, kitaplara bakayım. Seçip götürelim.” Ama şöyle bir durum var, hoca alkolik. Sabah 8’de çağırıyor, gidiyoruz. Üzerinde pijamaları, masanın üzerinde boş bir büyük şişe. Ve hoca sarhoş… Diyalog zor, ayık yakalayamıyoruz çünkü. Planı şu, iyi malları seçeceğiz. Ahbabı İbrahim Manav’a götüreceğiz, o satın alacak. Biz de o parayla dükkân açacağız. Nihayet İstanbul’a gittik.

    Hoca da sizinle mi?

    Hayır. Gitmeye karar verdiğimiz gün kapıda şöyle bir pusulayla karşılaştık; “Çociklar İstanbul’a gidi-yorum. Sali günü dönü-yorum. Sizi bekli-yorum!” Aynen böyle işlek el yazısıyla, eski Türkçe yazmış. Malları yüklendik, atladık gittik.

    Ne kadar mal götürdünüz?

    2 koli. İstanbul Ansiklopedisi, Telhis, hatlar, Osmanlıcalar… İbrahim Manav’ın dükkânına malları yıktık. Derken Adnan Hoca da zuhur etti. Bizi Kapalıçarşı’daki Havuzlu Lokanta’da öğle yemeğine götürdüler… 

    Kitapları görmeden önce mi?

    Hayır, kitapların muayenesi bitti. Mükellef yemeğimizi yedik, kahveler içilirken Hoca sordu; “İbrahim, çocuklara ne vereceğiz?” 
    “Hocam, sen bilirsin!” dedi.
    Diğeri itiraz etti, “Yahu sen alıcısın, sen söyle!” 
    Sonunda dediler ki “İkimiz de peçeteye birer rakam yazalım, onun üzerinden müzakere edelim.” Çok hakkaniyetli geldi bize, “Tabii!” dedik. Peçeteye birer rakam yazdılar, üç deyince çevirdiler. Aşağı yukarı aynı fiyat! Teklif ettikleri rakam bizim kütüphaneye verdiğimiz parayı karşılıyor… Elde bir depo dolusu mal var. 

    Peki size kalanlar içinde sahafiye nitelikli kitap var mı?

    Var tabii, Osmanlıcalar var. Hatların hepsini götürdük ama sonra aralardan bir iki karalama çıktı. Paramızı aldık, İstanbul’dan döndük. Bir kısmet, Barolar Birliği Karanfil Sokak’ın başındaki binasını yenilemiş. Altını çarşı yapmışlar. Dükkânlar küçük, müteahhit orayı kuyumcu çarşısı yapmak istiyormuş. Oradan bir dükkâna talip olduk. Arnavut İsmail abimiz vardı, Allah rahmet eylesin, İsmail Diler. Danıştay üyesi, hasta kitapsever. “Barolar Birliği Başkanı’nı tanıyorum, gider size oradan bir dükkân alırız!” dedi.

    Satın mı alacaksınız?

    Hayır, kiralayacağız ama, çarşı yeni yapıldığı için daha hava parası yok. O zaman hava parası adeti vardı. Barolar Birliği Başkanı Teoman Evren bizi çok sıcak karşıladı. “Bu çarşıda kitapçıların olması beni çok memnun eder.” dedi. Ve hocası Rıza Polat Akkoyunlu’nun Güney’den Geliyorum kitabını istedi. Yıllarca aramış, bulamamış. O kitabı bulursak bizden güvence parasının yarısını almayacak. Güvence parası 6 aylık kira bedeli. Seferber olduk, ne yapıp edip kitabı bulduk, iskontolu güvenceyi bağladık. 1985 yılının Aralık ayında bir sözleşmeyle dükkân bize verildi. Ama ne yapacağımızı bilemiyoruz. Kitap satıp para kazanmamız lazım, bir yandan da başka işlerde çalışıyoruz. 

    O vakte kadar hiç sahaf yanında çalışmışlığınız var mı?

    Hayır yok! Turgut Baba’dan öğrendiklerim, Ayı Mahmut’u kazıklamışlığım ve Turhan Polat’tan azar yemişliğim var…

    Bir de İbrahim Manav tecrübesi!

    O en kıymetlisi… Ama daha orada dönen hadisenin farkında değilim. Yıllar sonra yine büyük bir kütüphane almak gerektiğinde, bize de bu mizansen lazım oldu, o zaman uyandım kulampara sarmasına. Ama işe yaradı, hiç pişman değilim. Benim için kıymetli bir tecrübeydi… Dükkânı açtık; iyi, çalışıyor. Bizi gören birkaç kişi daha çarşıya geldi. Nuri Aslan karısıyla beraber sahaf açtı. Hacettepe Felsefe Bölümü’nden emekli Tuncer Tuğcu, eskiden de yeni kitapçılık yapmış, 1970’ten önce ünlü Hat Kitabevi’nin sahibi, biz çarşıya gelince o da küçük bir dükkân açtı. Baktı ki iş eski kitaba dönüyor, yeni kitabı bıraktı. Teknik Kitabevi var, daha sonra bizim Şaban, Bahar Kitabevi, taallukatıyla birlikte eski kitapçı oldular. Artık kuyumcu çarşısı olarak tasarlanan çarşı, kitapçılığa döndü. 

    Dükkânınızın adı ne?

    Sanat Kitabevi / Sahaf. İsmini Adnan Sadık Erzi koysun istedik. 

    İstanbul hadisesi olmuş buna rağmen hocadan ayrılmadınız mı?

    Ayrılamıyoruz, hocadan ayrılmak yok! Devamlı bir şeyler alıyor, müşteri buluyor. Bir sabah çok erken gidip hocayı ayık yakaladım, dükkâna götürdüm. Dükkanı tutmuşuz ama daha kurulmamışız. “Hocam lütfederseniz adını siz koyun!” dedik. Camdan kafayı uzattı. “Serhat olsun!” dedi. 
    “O adla başka bir dükkân var.”
    “O zaman bildiğinizi koyun, ben de size raf veririm!” dedi. Evine gittim; Meşrutiyet Caddesi, 20 numara, Ergene Apartmanı. Bina hâlâ duruyor. Vaktiyle Ermeni bir marangoza yaptırdığı pelitten altı ünite, masif kitaplığı bize bağışladı. Hâlâ dükkânda kullanıyoruz. O zamanlar kitap kulübü kurma modası vardı. Biz Bilim ve Sanat dergisinin kitap kulübü olduk. İsim de ondan mülhem Sanat Kitabevi oldu. Yurtdışından Türkçe kitap almak isteyen birçok insan vardı, onlara tedarikçi lazım. Kulüp üzerinden yurtdışından müşteri gelmeye başladı. Böylelikle yeni kitaba girdik ama ben eski kitapla ilgilenmek istiyorum. Elimizdeki kıymetli kitaplar duyulunca İstanbul’dan da esnaf gelmeye başladı, ben tanınmaya başladım. 

    Kimler geliyordu?

    Saman Helvacıoğlu, Alaattin Eser, Gündağ Kayaoğlu, Sami Önal, Ayhan Aktar, Hilmi Merttürkmen, İsmail Özdoğan, İsmail Diler ve daha da buna mümasil deve dişi gibi İstanbul sahafları. İsmail Diler ve Sami Önal, Alman Kütüphanesinin tedarikçileri idiler. Rahmetli Sami Önal Ağabeyimi bu vesile ile tanımış, kendisine bir usta, bir hoca olarak bağlanmıştım. O arada ben askere gittim. Döndükten sonra ortakla bir süre daha çalıştım, sonra ayrıldık. Dükkân boş halde bende kaldı. Bütün kitaplar, raflarıyla birlikte ona gitti. Bomboş dükkânla baş başa kaldım. Birkaç meslektaş biraz kitap getirip raflara koydu, cemile babından. Bu vaziyetteyim ama kendime, gücüme ve Balâlılara güveniyorum. Cepte para olmasa da, ‘Önemli değil, yaparım!’ diyorum. Başım dinç olacak, çünkü ortaklıktan sıdkım sıyrılmış. 

    Ortağınız eski kitap götürmedi mi giderken?

    Hepsini götürdü. Üstelik Hilmi Akın’ın muhteşem kütüphanesini almıştık, onun parçaları gitti. 

    Kimdir Hilmi Akın?

    Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin eski dekanı, büyük cerrah. “İttihat ve Terakki’nin sol kanadına kanaat-i tamme ile merbut” eski bir İttihatçı, Muammer Aksoy’un da kayınpederi. Bahçelievler’deki evi, yakınındaki Milli Kütüphane’ye kendinden tayinli rakip, silme kitap dolu. Ben askere gitmeden önce Hilmi Hoca’yla tanışmıştım. Haftada bir poşet kitap götürüyorum. Ulus Toygar Hanı’ndaki muayenehanesinde kendini oyalıyordu. Elleri titrediği için artık cerrahlık yapamıyor. Asabiyet de var, yaşlanmış, az süngüsü düşmüş. Ama on numara muhabbetli. Hamdullah Suphi Tanrıöver’e “Hamdiş”, Mahmut Esat Bozkurt’a “Mâmıt” diyor. Eskilerden meslektaşlarım anlatıyor; Hilmi Hoca teşrif etmeden önce asistanları gelip dükkânda vaziyet alıyor, her tarafta sigara içildiğinden, dükkân havalandırılıyor, zira Hoca sigaradan nefret eder. Lüzumsuz adamlar defediliyor. Cerrah, elinin hassas ayarı bozulmasın diye Hoca asla çanta taşımıyor. Peşinde sürüler halinde dolanan asistanlarının tek adı var; çantataşıyan…

    Ne alıyor?

    Her şey! Eski kitap alıyor ama yenileri de takip ediyor. Aslında para da kazanmıyoruz Hoca’dan, çok pazarlık ediyor. Aldığım fiyata veriyorum, ama esas kazanç öğrettikleri. 

    Neden sattı kütüphanesini?

    Hoca, 1999’da vefat edince ailesi satmak istedi. Bahçelievler’de müstakil bir evi vardı, orayı müteahhide vereceklerdi. Aynı sırada Muammer Aksoy’un ve Şevket Süreyya Aydemir’in de evi vardı. Hilmi Akın’ınki büyük bir ev, her tarafı kütüphane! Kitaplar satışa çıkarıldığında İstanbul’dan birkaç sahaf çağırıyorlar, kütüphaneyi görmeye gelenlerden biri, Uğur Güracar, bizim dükkâna da uğruyor. “Çok yüksek para istediler, anlaşamadık!” diyor.

    Kütüphanenin satılacağından haberiniz var mıydı?

    O vakte kadar yoktu! Belki de var da gücümüzün yetmeyeceğini düşünüyoruz. Ya da o kadar büyük bir kütüphanenin bize kısmet olmayacağını düşünerek o topa girmiyoruz… Sonra bir kişi daha geldi İstanbul’dan, o da fiyat verdi, yine anlaşamadılar. Sonunda aile, müteahhidin sıkıştırmasıyla; “Bundan sonra kim daha yüksek bir fiyat verirse ona satacağız!” kararı alıyor, son giden kârlı çıkıyor, ben askerdeyken kütüphaneyi ortağım alıyor. Bitlis-Ahlat’ta yedek subay öğretmen olarak askerliğimi yaparken “Kütüphaneyi aldık!” diye haber geldi. Askerlik bitince döndüm. Kitaplar gayet iyi. Ortak, parasını çıkarmak için bir kısmını satmak zorunda kalmış. Ankara ve İstanbul’daki kitapseverleri, sahafları çağırmış. Herkes gelmiş, kitaplar seçilmiş. Az bilerek, çok bilmeyerek satmış. Yine de masrafını çıkarmış ve geriye kocaman bir kütüphane kalmıştı… Üç gün çalışılıp evden üç kamyon kitap çıkarıyorlar, tam veda zamanı, Hanımefendi; “Nereye gidiyorsunuz? Bir oda daha var!” diyor. Açılan odadan yazmalar çıkıyor! 

    Yazmalardan da kalan olmuş muydu?

    Tabii, yazmalardan da kalan oldu, bir de çok kıymetli dergi koleksiyonları vardı… Yeri gelmişken Hilmi Akın’la ilgili bir maceramı anlatayım. Muayenehanesine gittiğim her sefer, Mevlanzade Rıfat’ın Türkiye İnkılabının İçyüzü kitabını aradığından bahsederdi. Mevlânzade Rıfat 150’liklerden. Halep’e gitmiş, Cumhuriyeti ve Atatürk’ü eleştiren bu kitabını orada bastırmış. Yasak olduğu için Türkiye’de bulunmuyor. Hoca vaktiyle bir çantataşıyanını Halep’e göndermiş. Kitabın tamamını bulamamış ama kitaptan 2 forma getirmiş. Formalardan birinde künye sayfası var. Hoca bana “Gözünü açık tut, bu kitabı bulursan, benim için karada havada al” diyor. Bir gün aradı, “Halep’ten haber geldi, kitap orada birinde var. Git, al, getir!” dedi. Artık emekli ya, çantataşıyanı kalmadığı için elinin altında ben varım. “Peki Hocam!” dedim. Masrafımı verdi, Halep’e gittim, adamı buldum. Kitabı alıp hocaya getirdim. 

    Tek nüsha mı aldınız?

    Başka yok, tek nüsha. Hoca çok sevindi tabii. Bir cuma günüydü, “Hafta sonu bu kitapla halvete gireceğim” dedi, sevinçten uçuyor. Pazartesi sabahı bir telefon, “Kitap eksik!” 
    “Nasıl olur, Hocam?”
    “Kitap aslında 4 ciltmiş, 2 cilt getirmişsin. Üstelik bu başka bir matbaanın baskısı. Bizim elimizdeki formalarda el-Vakit Matbaası yazıyor. Bunda Ararat Matbaası diyor.” 
    Demek ki kitap en az iki defa basılmış, farklı matbaalarda. Önsöze, münderecatına bakıyor ve eksikliği fark ediyor… Bundan sonra da kitabın tamamını ele geçirmek kabil olmadı, korkarım Hoca’nın da gözü hâlâ açıktır. Kütüphanesi geldiği zaman o kitap da oradaydı. Bazı yazmaları bulmakta zorlandığımız gibi işte böyle matbuu kitaplar arasında da bulamadığımız olabiliyor. 

    Hilmi Bey’in kütüphanesinden hatırladığınız, sizi heyecanlandıran ya da hâlâ sizde olan bir şeyler var mı?

    Bana hiçbir şey kalmadı. Son kısmı Bilkent Üniversitesi Kütüphanesine gitti ama onlar suyunun suyu idi. Kepeğini en başta çağırılanlar silkelemişti. Ahmet İyimaya, Selim İlkin, İlhan Tekeli, İstanbul’dan Saman Helvacıoğlu, Sami Önal, Tozlu Rafların Şövalyesi Alaaddin Eser. Yıllarca sattık biz o kitapları. 

    Aldığınız kütüphaneler ve terekeler içinden önemli hatırat, günlük vesaire de çıkmış olmalı…

    15 sene kadar önce bir tereke için İzmir’e çağırdılar. Arkadaşlarımla beraber gittik, işin heyecanındayız, para kazanmak umurumda değil. Bir tereke, kitaplar vesaire. Bakınca anladık ki Topal Osman’ın mektupçusu Osman Fikret Topallı’nın terekesinin bir kısmıymış. Aileden biri o malzemeleri bize sattı. Aile arasında muvazaalı bir işmiş, biz bilmiyorduk tabii. Haşiyeler düşülmüş, kenarına notlar alınmış bir Nutuk vardı, kritiği yapılmış.

    Kim düşmüş o notları?

    Yazı Topallı’nın, muhtemelen Topal Osman yazdırmış. Topal Osman’ın okuryazar olup olmadığını bilmiyoruz. Bütün yazışmalarını mektupçusu yapmış. Günlüklerini de bulduk, müzayedeye koyduk. Cemil Koçak aldı. Aradan 10 seneden fazla zaman geçti, büyük emek vererek iki cilt halinde yayınladı. Epey de ses getirdi, bir boşluk doldurdu o günlükler. Yine benzer bir şey olmuş, evi mütahite vermek istemişler. Aile bireyleri eşyaları kendi aralarında paylaşmış. Kitapların bir kısmı bir kuzene kalmış. Biz ondan aldık. Bazen böyle tesadüfler oluyor işte. Ya da biz sahaflar hayırlı tesadüflere rast gelmek için sistematik olarak çalışıyoruz… Misal, şu masanın üzerinde bir harita görüyorsunuz. Görenler ilk bakışta Sevr haritası zannediyor, ama değil. 1918 Paris Konferansı hükümlerine göre düzenlenmiş bir Osmanlı Devleti haritası. Büyük Savaş’tan sonra Osmanlı’ya bırakılan yerleri gösteriyor. Tüm komşu devletler belirtilmiş. İşaret-i mahsusası, lejantı detaylı. Yunanlılara, reayaya bırakılacak yerler, sonra kararlaştırılacak yerler gösterilmiş. Yunan yayılma sahası çizilmiş. Bu haritayı pertavsızla inceleyince gördük ki kırmızı kurşun kalemle çizilmiş muhayyel bir Misak-ı Milli sınırı var! Hatay’dan başlıyor, Batum’dan çıkıyor, Musul ve Kerkük’ü alıyor. Bu, nadir bir askeri harita. Büyük bir komutanın terekesinden çıkma.
    Kim o komutan?

    Çakmak Paşa! Aile İstanbul’a taşınırken az bir miktar kitap elden çıkardı. Bu taşınmalar var ya her zaman bizim için hayırlı tesadüflere gebedir, taşınmayı takip et, sahafı yakala…

    Haritanın baskı tarihi ne?

    1336, yani 1920. 

    Ortağınızdan ayrıldığınızda hiç kitabınızın kalmadığını söylemiştiniz, rafları yeniden doldurmanız ne kadar sürdü?

    Çok uzun sürmedi, bizler bulunduğumuz kabın şeklini aldığımız için, kısa zamanda dükkânın hacmine göre doldurmak mümkün oldu… Bu arada şansım da yaver gitti. Bir Alman arkeoloji öğrencisi olan Andreas Schachner Ankara’ya gelmişti. Bir arkadaşıyla birlikte benim dükkâna gidip gelmeye başladılar. Münihli, oradaki meşhur eyalet kütüphanesi Bayerische Staatsbibliothek’in Türkiye bölümüne bakan direktörü tanıyor. Herr Riesterer göreve yeni başlamış, Sahaf Dil-Tarih Sami Bey’den kitap, Seyyar sahaf İsmail Diler’den süreli yayın alıyor. O sıralarda gayet zarif ve naif bir insan olan İsmail Bey rahmetli oldu, yerine dergileri takip ve tedarik edecek birini arıyorlar. Andreas kardeşim devreye girdi ve tedarikçi olarak beni kabul ettirdi. İki Almanya birleşmemiş, bütçeleri çok büyük. Türkiye’den günlük gazete bile alıyorlar. Her ay 2-3 koli süreli yayın gönderiyorum, para kazanmaya başladım. Bu sayede bulduğum kitabı alabiliyorum. Mezatlara, ardiyelere gidiyorum. Sağa sola el ilanları dağıtıyorum. Nereden çağırırlarsa dükkânı kapatıp gidiyorum. Çok enteresan kitaplar buluyorum. Sahaflığın olması gereken üç altın kuralı; bilgi-para-depo üçlemesinin son ayağı kalıyor, birkaç sene sonra da bir depoya kavuştum. O yıllarda Ankara’nın bitmez tükenmez bir eski kitap kaynağı olduğu hissi oluştu fikrimizde.

    Bu bolluk durumu ne zamana kadar devam etti?

    2000’lere kadar. 90’ların sonlarına doğru ciddi bir duralama oldu. Öncesi bolluk ve hesaplılık zamanlarıydı. 

    Semt olarak en fazla nerelerden malzeme aldınız?

    Küçükesat, Ayrancı, Çankaya, Gaziosmanpaşa… Şimdiki gibi şehrin çeperleri yoktu, mutena semtler buralar. Okuryazar takımı çoğunlukla Küçükesat’ta, Ayrancı’da, Çankaya’da konuşlanmış. Malzeme de daha çok buralardan çıkardı. Kitapları genellikle vefat eden insanların varisleri satıyordu. Bugüne kadar hesaplı kitapları hep varislerden almışımdır. Kurtulmak isteyen de, paralardan para beğenmeyen de oluyor tabii. Meşrebine göre herkesten kitap almak mümkün. Şimdilerde dükkândan pek ayrılamıyorum ama teklifler gelmeye devam ediyor. Kaliteli malzemeye kısmetli tesadüf ettirdikçe, hiçbir şeyi kaçırmamaya da çalışıyorum, bu da işin tabii icabı; durmayalım düşeriz… Aslında stoklarımda bir ömür boyu satacağım kadar kitap, efemera, tereke, dergi koleksiyonu mevcut. Allah varlığını eksik etmesin, bizim oksijenimiz kitap…

    Bir de dergi çıkartıyorsunuz, Kebikeç. Dergi çıkarma fikri nasıl doğdu?

    Karanfil Sokaktaki dükkânım en alt kattaydı, Birlik Çarşısı 3 numara. Gelip giden arkadaşlar var, kaynaştık zamanla. Sonra dedik ki dergi çıkaralım. O zaman böyle bir ihtiyaç vardı. 

    Sene kaç?

    1994. 

    Arkadaşlar kimler?

    Başta Kudret Emiroğlu, Suavi Aydın, Metin Berge, Oktay Özel, Süha Ünsal, Ömer Türkoğlu, Etem Çoşkun…. Doğru düzgün akademik dergi yok, olanlar ihtiyaca cevap vermiyor. Üniversitelerde ödenek yok, yılların akademik dergileri bile tekliyor. Biz, üniversite dışı, ciddi bir dergi çıkarmak istiyoruz. Nasıl olacak? Adı ne olacak? derken yine aklımıza Adnan Erzi numarası geliyor. Kudret Hocamla peçetelere gizliden birer isim yazıp, “üç” diyesi çeviriyoruz, ikimiz de dana dişi gibi “Kebikeç” yazmışız, “İsmini biz verdik, ömrünü Allah versin’ deyip kolları sıvadık. 6 ayda bir çıkaracağız. Mekan olarak dükkânı kullanacağız. İkimizin parasıyla, az sermaye oluşturduk. Her sayıda bir dosya yapacağız, dosya tekemmül etmeden dergi çıkmaz! Niyetimiz bu. Hâlâ da bu istikrarla devam ediyoruz, Kudret Hocanın bilimden taviz vermez editörlüğünde 23 senedir aynı minval üzre gidiyoruz. Dergiye paralel bir de Kebikeç Yayınları’nı kurduk. Birkaç kitap çıkardık ve nefesimiz kesildi. 
     
    Sahaf Turgut Koraltan (Külüstür Turgut) ve Tarihçi Oktay Özel Külüstür Turgut’un tezgahı önünde – Ekim 1998
    Hangi kitaplar?

    İlki Uygur Kocabaşoğlu ve Metin Berge’nin Bolşevik İhtilali ve Osmanlılar, diğeri Ahmet Refik’in İki Komite İki Kıtal’ı, ki o güne kadar hiç tam metin yayınlanmamıştı. Kitaplar derginin birinci sayısıyla beraber piyasaya çıktı. Birkaç kitap daha yaptık, talep de var ama bu arada bir kâğıt krizi oldu. Kağıt pahalandı, maliyetler arttı. Dağıtım işlerine de fazla giremedik, dağıtımcılar kitabımızı satıyor parasını alamıyoruz. Reklam yapamıyoruz, sermaye bitti. En nihayet dergide sükûn edip bugüne kadar getirebildik. 

    Kaç sayı çıktı dergi?

    46 sayı çıktı, 47 tezgâhta. 6 aylık periyodla, 23 yıldır kesintisiz devam ediyor, ulusal ve uluslararası hakemli bir akademik dergi haline geldi. 

    Kadro değişti mi?

    Hayır! İlk kadro duruyor, yeni eklenenler oldu. Editörümüz Kudret Emiroğlu ve yayın kurulumuz hiç değişmedi, araya birkaç akademisyen alıp hakemli dergi olma gereklerini yerine getirdik. Genç arkadaşlarla kan tazeledik. Herhangi bir ticari beklentimiz olmadığı için satılıp satılmadığıyla ilgilenmiyoruz. Az ya da çok mutlaka basıyoruz. İnternette sitesi var, kebikec.org bedava erişim veriyoruz. Bütün sayılara PDF olarak ulaşmak mümkün. Dergi 300 – 400 adet basılıyor, internet sitesi günlük 500 girişli. Yayın kurulu olarak ayda bir burada toplanıyoruz, burası aynı zamanda derginin idarehanesi. 

    Müzayede de düzenlediniz değil mi?

    Evet, Ankara’da ilk müzayedeyi biz düzenlemedik ama sistematik olarak ilk biz yapmış olduk.
    Sizden önce kim yapıyordu?

    Bizden önce bir defa yapıldı. Atatürk Bulvarı üstünde eskiden Beymen-Bedesten diye bir büyük mağaza vardı. Dönemin meşhur sosyetik bir mağazasıydı. Burada, 1986 yılında, İ.Gündağ Kayaoğlu ile Ertan Mestçi’nin düzenledikleri ve Sami Önal üstadımızın sunduğu bir kitap müzayedesi yapılmış. Pek tadı olmamış, devamını getirmemişler. 1993 yılında ben niyet ettim. İstanbul’dan Sami Önal ve Erman Aslanoğlu, Ankara’dan da Kudret Emiroğlu ve Ömer Türkoğlu destek verince “Deneyelim!” dedik. TÜYAP kapsamında Altınpark’ta bir müzayede yaptık ve dehşet oldu.

    Sizin kitaplar mı satıldı o müzayedede?

    Herkesin kitabı vardı. İstanbul’dan Gani Yener, Sami Önal, Erman Aslanoğlu güzel kitaplar gönderdiler, benim kitaplarım da var. Başkalarından da aldık ve 100 kadar kitap koyduğumuz küçük bir müzayede denedik. İlk iki müzayedenin münadiliğini Gündağ Kayaoğlu yaptı. Altınpark’tan sonra Dost Sanat Galerisinde, Shareton Oteli’nde, Fransız Kültür Merkezi’nde, Ankara Palas’ta devam ettik…

    Bir adı var mıydı bu müzayedelerin?

    Ankara Antika Kitap Müzayedesi. Bir ara yasal bir sıkıntı oldu, “müzayede” dediğimiz için, yetkililer bizim tarihi eser satıcısı olduğumuz zehabına kapıldı. Müzeden rapor aldık, belediyeye rüsum ödedik, baktık olmayacak biz de adını değiştirip “Ankara Eski Kitap Mezadı” yaptık kurtulduk. Toplam 14 müzayede yapmış olduk. İlk ikisini Gündağ Kayaoğlu, diğerlerini Sami Önal İstanbul’dan gelmek suretiyle yönettiler. Bilhassa Sami Bey geliyor diye Ankara’dan, İstanbul’dan ve başka şehirlerden çok insan geliyordu. Çok güzel bir takdimi vardı. Sadece “satıyorum sattım”la kalmaz, her kitabın hikayesini anlatır, mahrem bilgiler verir, katılımcıların memleketine takılırdı. 100 kitaplık müzayedemiz 5 saat sürerdi. Düşünün artık, buna ticari faaliyet der misiniz? Hoş vakit geçirdik, ‘Heybeleri doldurduk’ derdik. Zaten 3 – 4 ortağız, kazandığımız paranın büyük kısmı ikramlara ve kaliteli kataloga gidiyordu. 

    Davetiyeli miydi bu programlar?

    Evet, davetiye gönderiyorduk, ama her kitapsevere de açıktı. Elçiliklerden, yabancı misyondan gelenler oluyordu. Gelen kişilerin de şöhretine bağlı olarak öyle ilgi görüyordu ki, gazetecilere cevap vermekten işimizi yapamaz oluyorduk. Biz işin eğlencesindeyiz tabii, arada bir şeyler satılıyor, hatta bazen öyle çekişiyorlar ki mübalağa cenk oluyor. 

    Katılımcıların kitaplara ilgisi nasıldı?

    İstanbul gibi değildi tabii. O kadar kazançlı ve parlak olmadı ama rakamların çok yükseldiği oldu… Bir müzayedemizde Almanca bir nadir kitap vardı. İlber Ortaylı almak istiyordu, Alman arkadaşımız Andreas da o kitaba talipti. Çekiştiler ve neticede kitap Andreas’a kaldı. Müzayede biter bitmez İlber Hoca yanıma geldi ve “O kitabı o Alman’a satmayacaktın!” dedi. “Hocam, müzayedeye girdiniz, çekiştiniz, adam aldı.” dedim. Bana bozuldu Hoca. Yolda karşılaşıyoruz, karşıdan bağırıyor; “O kitabı o Alman’a satmayacaktın!” Bir gün Mülkiye’ye kitap almaya gitmiştim. Giriş koridorunda karşılaştık. Litrelik şişeyi kafaya dikmiş, su içiyordu. Beni karşıdan görünce ağzındaki suyu püskürtüp “O kitabı o Alman’a satmayacaktın!” dedi. Başka bir seferinde dükkâna Celal Hoca (Şengör) gelmişti, telefonda İlber Hoca’yla konuşuyor, “Ahmet’in yanındayım, bir isteğin var mı?” diye soruyor. Mesaj yine aynı; “Söyle ona, o kitabı o Alman’a satmayacaktı!”… Yıllar sonra kısmet, bu kitabı Denizler Kitabevi’nin müzayedesinden, hatırasına binaen aldım… 

    Hoca’ya haber verdiniz mi?

    Yok artık, daha verir miyim? Hafıza tazelemek için bana lazım. İki ciltlik çok güzel bir kitap. İstanbul’daki bütün tıbbi bitkiler, merkezler, sosyal hayat… Bir tür sıhhi ictima-i coğrafya kitabı. 1903 Berlin baskısı, aslında bir seyahatname. Mistik folklor var, muhabbet tellallığı, halk hekimliği, halk takvimi, droglardan bahsediyor. Meraklısı arasın bulsun. 

    Son müzayedeyi ne zaman yaptınız?

    Sanat Kitabevi olarak 14. ve son müzayedemizi 2009’da yaptık. Sami Bey vefat etmişti ve Suavi Hoca’ya (Aydın) el verdiğinden, o mükemmelen münadilik yaptı. Sahaflar Derneği olarak 2010’da bu dükkânda bir müzayede daha yaptık. O da gayet iyi geçti. Rahmetli Etem Çoşkun yönetti. Sonrasında benim uğraşacak vaziyetim kalmadı, Ankara’da da bana göre potansiyel bitti. Zorlasak olur da, şimdi eski havalar kalmadı…  
     
    Sahaf Ahmet Yüksel ve Sahaf Etem Coşkun Sanat Kitabevi’nde – Karanfil Sokak – Haziran 2000
    Evlerden zengin kütüphane çıkmaz oldu dediniz. Ama yine sürprizlerle karşılaşıyor olmalısınız…

    Kesinlikle. Sürprizlere hastayız ve her zaman açığız. Eskisi kadar çok Osmanlıca yazma, matbu kitap, dergi bulamıyoruz. Cumhuriyet ilk dönem kitapta da bir sıkıntı var ama olmadık yerlerden olmadık şeyler çıkabiliyor. Bunun bir döngüsü var. Yeni kitap da bir süre sonra eski kitaba dönüşüyor ve kıymetliler kalıyor. Kaldı ki Ankara bir üniversite şehri, okuryazarı çok, memuru bürokratı çok. Burada öğrenci güzel ders çalışır. Sağda solda gidecek yer belli, ulaşım kolay, derli toplu resmi gazete gibi şehir, zamandan kazandırır. Geriye yapacak tek bir şey kalır, ayağını kırıp ders çalışmak. Ankara’dan iyi öğrenci çıkar, o iyi öğrenciler de iyi işler kapmak için İstanbul’a giderler. Öğrenciliğinde kitaba merak saldıysa garibanlığı bize denk gelir, zenginliği de İstanbul esnafına nasip olur. Bu iş, öteden beri böyle.

    1980’lerin ortalarından bugüne sahaf müdavimi olarak aklınıza ilk kimler gelir?

    En başta İlhan Tekeli’yi söylemem lazım. Kitap koleksiyoncusu değildir, ciddi ve önemli bir bilim adamıdır. Muhteşem bir kütüphanesi vardır, aldığını mutlaka okur, ya da bir ürüne dönüştürür.

    Ne alır?

    Aslında şehircilik, mimarlık hocası ama sosyal bilimlerin her alanına çok ilgilidir. İktisat tarihiyle, sosyolojiyle, eğitim tarihiyle ve tabii kendi alanıyla ilgilenir. Bizimle irtibatı hiç kesmez, düzenli olarak gelir. Ortağı Selim İlkin’le ikisi mesleğe başladığım yıllardan itibaren gelirlerdi. Selim Bey rahmetli oldu. Her ikisinin ayrı ayrı ve birlikte muhteşem kütüphaneleri vardır. İlhan Hoca’mızın müthiş bir kitap hafızası vardır. Uzaktan bir kitap gösteririm, bakar, “O bende var, sen sattın filanca tarihte! Unuttun mu?” der. Sadece bir kere, bir kitabı mükerrer aldı, onun da sebebi var. Kütüphanede her kitabı koyacağı yer belli. Eve götürünce tam yerine koyacakken bakıyor ki yanında aynı kitap! Rengi güneşten solmuş, Hoca o yüzden yanılmış…

    Ankara’nın bibliyomanları, bibliyofilleri bu kadar mı?

    Enteresan tiplerimiz var, var idi. Bir kısmı hâlâ aramızda yaşıyor. Bibliyoman, bibliyofil, selülozman, selülozfil, en son kitap yamyamı. Kitap katili tanımadım… Bir kısmı yazıldı, sosyal medyada lagalugası olanlar var. Ben bilinmeyen birini anlatayım; Sekiz Köşe Turiz Kasketli Selahattin Abi (Selahattin Ay). Köylüydü Salahattin Abimiz.

    Ankaralı mı?

    Hayır! Eskişehir-Sivrihisarlı, Sivrihisar’ın Dümbek köyünden. İlkokul mezunu, belki de değildi. Kitap tutkunu bir insandı, arkeolojiye çok meraklıydı. 

    Okuyor muydu, yoksa sadece topluyor muydu?

    Okuyordu. Bir gün Anadolu arkeolojisi uzmanı önemli bir Alman profesör dükkânda kitap bakıyor. Eski, küçük dükkândayız, laf ortaya düşüyor. Profesör kitap bakıyor, arkeolojiyle ilgili kitap soruyor. Bir şeyler gösteriyorum. Selahattin Abi dayanamadı, ‘Şu kitap da var, bu kitap da var!’ diye araya girdi. Adam dikkat kesildi tabii, çeşitli konularda tavsiyelerini sormaya başladı. O da; “O konuda şu makaleyi tavsiye ederim. Aslında adam şöyle demiş ama öbürü şöyle teyit etmiş!” şeklinde cevap verince Alman Hoca sordu; “Hocam, siz nerede profesörsünüz?” 
    “Profesör falan değilim. Ben Eskişehir, Sivrihisar, Dümbek köyünden Selahattin Ay! Meraklıyım, arkeoloji seviyorum.”… 
    İyi Türkçe bilen Alman’dan Türkçe hayret nidaları… Köyde oturuyordu Selahattin Bey. Mülk sahibi bir adam, çiftçilik yapıyor. Beni davet etti, gittim. Köy odasında çok güzel bir kütüphane yapmıştı… Gene bunun gibi Trabzon-Maçka Yazlık köyünden İlyas Karagöz büyüğümüz anılmaya değer. Almanya’da bulunmuş. Onun da örgün eğitimi pek iyi değildi. Kendi yöresinin tarihiyle ilgili kitaplar toplar, bir şeyler yazar-çizerdi. Kardeşiyle birlikte gelir, o güzel şivesiyle sohbet ederlerdi. Onlarla da ahbap olduk. Bir ara yolumuz düştü, köylerine de gittik. Fındıklığın içerisinde çok güzel bir evi vardı. Bir odasını çok hoş bir kütüphane yapmıştı. Bir de keşif yaptı İlyas Bey, köyünün kırsalında Büyük İskender’in anıtını buldu. İskender ülkesine dönerken tepeden ilk defa gördüğü denizin şerefine askerlerine taştan bir anıt diktiriyor. İlyas Bey, yıllarca yazılı kaynaklardan izini sürerek, arazi çalışması yaparak o anıtın kalıntılarına ulaşıyor.  
     
    İlyas Karagöz Trabzon Maçka Livera (Yazlık) Köyü’ndeki kütüphanesinde – Ağustos 1996
    Hayatta mı?

    Maalesef, o da rahmetli oldu… Son bir hikâyeyle bitireyim; bir yaz günü bu dükkândayım. Beyazlar içerisinde, takım elbiseli, geniş terekli fötr şapkalı bir adam bu tarafa doğru geliyor. Bir yerlerden tanıyacağım… Nereye gidiyor, acaba diye düşünürken bize yöneldi, kapıdan girdi. Şapkasını çıkardı, selam verince tanıdım, Tuncel Kurtiz. Bir hafta önce birisi bana Ahmet Caferoğlu’nun Anadolu Ağızlarından Toplamalar kitaplarını sormuştu. Var deyince de “Bir arkadaşım gelip alacak!” deyip gitmişti. O arkadaş Tuncel Kurtiz… Çekimleri Ankara’da yapılan bir dizide oynuyormuş. Sık sık gelmeye başladı. Ben ona istediği kitapları topluyorum. Denk gelen müşterilerle ya da mahalleden görüp gelenlerle sohbet ediyor. Eski filmlerini, Yılmaz Güney’le anılarını anlatıyor. “Haftaya bir daha gelirim” deyip gidiyor. 

    Özellikle aradığı bir şeyler var mı? Ne alıyor?

    Eski sinema, tiyatro kitapları alıyor ama Ahmet Caferoğlu’nun kitaplarını özellikle arıyor. Hatta eski baskılarını da aratmaya başladı, onları da alıyor. Neden özellikle onu aldığını sordum, dedi ki; “O zaman İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciydim, Caferoğlu’yla beraber Anadolu’yu dolaştık, bu kitapların hazırlanmasında benim katkım var!” Kendindeki nüshaları Kaz Dağları’na taşınırken kaybetmiş. Güzel cilt de yaptırdım, keyiflendi. Protokol ciltli olanları vardır bu kitapların, aynı renk ciltletiyorum, orijinalinden hiç farkı yok. Son gelişinde; “Bu kitapların yeni baskılarını da bul bana! Eskileri saklayayım, yenileri okuyayım.” dedi. Kitap merakına bakın! Eskilerin yıpranmasına gönlü razı değil. Yenilerin de baskısı yok ama “Tamam onları da bulayım” dedim. Buldum, hazırladım. Tuncer Bey gelecek, bunları takdim edeceğim. Bir daha gelmedi… Ölüm haberini aldık! Hâlâ duruyor o kitaplar. Birgün gelip alacak diye umuyorum, o almazsa ben giderken götüreceğim… 

    Ankara dışından kitap aldınız mı hiç?

    2000’li seneler olmalı; Diyarbakırlı, hoş, kitapsever bir adam vardı, adını hatırlamıyorum. Enfiye kullanırdı. Sözlük meraklısıydı. Kitaplarını satmaya karar verince beni Diyarbakır’a davet etti, gittim. Evinde inanılmaz bir Osmanlıca sözlük koleksiyonuyla karşılaştım. Ciltler de muntazam. Bütün kitaplarını Mısır’da, Şam’da ciltletmiş. Oralara gider gelirmiş. Gariban görünümlü bir adamdı ama vaktiyle görmüş geçirmiş olduğu belliydi. Ondan çok nadir Osmanlıca sözlükler aldım. Bibliyografyalarda görülmeyen nüshalar oradan çıktı. 

    Neden sattı acaba, sordunuz mu?

    Bence hayattan sıdkı sıyrılmıştı ve ölmeye hazırlanıyordu. Bunu da hissettirdi bana. Bir yerlere bağışlamayı denemiş ama olmamış. Onun hemşerisi, benim de iyi ahbabım olan Şevket Beysanoğlu (Şevket Amca), Diyarbakır’daki üniversitenin kuruluşuna büyük emek vermişti. Bütün kitaplarını oraya bağışladı. Bölgenin çok nadir gazetelerini, dergilerini toplamıştı. Birgün kütüphaneye gittiğinde memura “Gazeteleri, dergileri tasnif ettiniz mi?” diye sormuş. “Onları attık!” demiş adam. “Neden attınız?” “Tek sayfa gazeteydi onlar, önemli değildi.” diye cevap vermiş. O hadiseden sonra kalan kitaplarını bağışlamaktan vazgeçti, bana sattı. Bu adam da o tecrübeden sonra bağışlamaktan vazgeçmişti… Eskiden nereye çağırırlarsa giderdim. Kastamonu’dan çok yazma çıkardı. 

    Ankara’da, yazma ya da müteferrika gibi spesifik koleksiyon yapan kimse var mı?

    Namlı bir kitap koleksiyoneri yok Ankara’nın ama toplayıcı, biriktirici çok. Buna karşılık her zaman değerli araştırmacı da yazar da bilim insanı da çıkar. 

    Sizin koleksiyonunuz var mı?

    At, eşek, tütün, Ankara ve tabii ki bütün sahafların ortak tutkusu olan memleketleri; benimki Amasya, Merzifon, Gümüşhacıköy. Bu konularda yıllardır topluyorum, iyi de bir koleksiyon oluştu.

    Sadece kitap mı topluyorsunuz?

    Hayır, her şey, basılı basısız, ne bulursam. Misal At konusunda üç nalıyla bir atı eksik. Kudret Emiroğlu ile birlikte Yoldaşımız At kitabımız var… Ben bir tütün kasabasında büyüdüm. Çocukluğum tütün tarlasında geçti. Oradan gelen bir duyguyla tütünle ilgili her şeyi topluyorum. Zamanla çala çala bir havaya dönecek. 

    Son olarak; Ankara kitap piyasası sizin içinde olduğunuz yıllar zarfında nasıl bir değişiklik gösterdi?

    Ankara’da eskiden yeni kitap satan küçük kitapçı dükkânları çoktu. Çoğunluğu pasaj içlerindeydi. Bunlar çok azaldı. Şimdilerde müstakil ya da AVM içlerinde, bana göre devasa, kitabevleri var. Teknolojik imkânlar, genelde bütün kitapçıların çok işine yaradı. İşlerimiz inanılmaz açıldı. Zira bizde önemli olan aradığını bulmaksa bu da teknoloji ile kolay bir hale geldi… Türkiye’deki ilk sanal sahaf benim. 1999’da internet üzerinden satış yapmaya başladım. Google birkaç sene önce Türkiye’deki ilk sanal mağazaları listeledi, ben 11. imişim. Tanıtım sitesi değil, kredi kartıyla alışveriş yaptıran ilk sahaf. Her zaman ‘Bu tür imkanlar işimize ne kadar yarar?’ diye düşündüm. Yarıyor işte! NadirKitap.com açıldığında da çok destekledim. O zaman Sahaflar Derneği başkanıydım. Dernek olarak destek verdik. Beni gören geldi. İstanbul’daki bazı arkadaşların hiç aklı ermiyordu. “Ne kaybedersiniz?” dedim. “Hiç olmazsa bir deneyin! Oturup katalog yapmıyorsunuz, bu site zorluyor, hiç olmazsa elinizde ne var ne yok bilirsiniz.” Esnaflıkta bir laf vardır; Sen malına hâkim olmazsan, malın sana hâkim olur… Şimdi kimse kötü esnaflık yapmasın. İnternette malını satan herkesin işleri iyi, malını pazar eylemeyen düşünsün.
    Related Posts

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.