Kitap okunan bir ev miydi sizinki?
Yangından sonra kasaba yeniden imar edilirken iki tip ev yapılmış. Bir kısmı iki katlı, diğerleri tek katlı ama hepsi küçücük üç odadan oluşuyor. Hepsi bahçeli. Evdekilerin kitap düşünecek hali zaten yok! Babam çok iyi bir Milliyet gazetesi okuruydu, Milliyet’ten başka bir şey okuduğunu görmedim ama Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni’ni almış. Asıl önemlisi Meydan Larousse’su çıkar çıkmaz almış. O ansiklopedileri okumaya çalışırdım. Yıllar sonra gazeteler kuponla verdi. Ama babamdan kalan o ilk edisyonu saklarım hâlâ.
Kitap ne zaman girdi hayatınıza?
Benim okuma maceram geç başlamıştır, on üç-on dört yaşımdayken diyebilirim. Bu nedenle, açlığım hiçbir zaman dinmedi. On dört yaşımda amblemine âşık olduğum için sol bir harekete katıldım ve delicesine bir okuma sevdasına kapıldım. Martin Eden’in daha genci ve biraz da okumuşu diyelim başlangıca. Halkevi ve TÖBDER’de romanlar ve teorik kitaplar vardı. Oralardan çıkmazdık, hatmederdik kitapları.
Sizi yönlendiren kimse var mıydı?
Tabii, ağabeylerimiz vardı ve bize solcu olmak için okumanın şart olduğunu söylemişlerdi.
İyi bir okur muydunuz?
Evet, 1980 darbesi olduğunda Sol Yayınları’nın klasiklerini hatmetmiştim mesela. Hatta feodal toplum üzerine seminer bile verdiğimi hatırlarım! Gülümsüyorum şimdi tabii.
Nerede vermiştiniz o semineri?
Halkevinde. Ben kim, feodal toplum kim. Çocukluk işte… Ama müthiş heyecanlı! Devrimi yapacağız! TÖBDER’de Kurtuluşcular’la yapılan teorik tartışmalar, 18 Brumaire’ler, Dönek Kautsky’ler, Devlet ve Devrim’ler havada uçuşuyor! Bir taşra kasabasında geçiyor bunlar, öyle bir ortamdı işte. Edebiyatta ise abilerimizin tavsiyesi üzerine okuduğum Steinbeck, Jack London ve Gorki favorilerimdi. Ama onların söylemediği Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz’i beni çarpmıştı. Türk Edebiyatı’nda da tabii ki Nâzım. Her toplantımız onun şiirleriyle başlar ve biterdi. Ahmed Arif keza. Ezberimdeydi birçok şiiri.
Üniversitede siyaset bilimi okuma arzunuz da bu alt yapıdan mı kaynaklandı?
Kesinlikle evet! ODTÜ Siyaset Bilimi’ne bilinçli girdim ama birinci sınıftayken YÖK kuruldu ve bölümün adından Siyaset Bilimi’ni kaldırdılar, Kamu Yönetimi oldu. Bir sene sonra sınava girsem o bölümü yazmaz, hukuk okurdum. Bu ülke böyle! Üniversitede tarih, siyaset ve sosyoloji okumaya devam ettim ama edebiyattaki açlığım nedeniyle klasiklere de giriştim. İşimle doğrudan ilgili kitap dışında hiçbir mesleki kitabı okumadım desem yeridir.
Kariyer planınız neydi o yıllarda?
Üniversitede okurken hayalim Latin Amerika üzerine çalışan bir akademisyen olmaktı. Tek amacım vardı, Latin Amerika’ya gitmek, lâkin gidemedik. Para yok. İş Bankası müfettişlik sınavlarına altı ay hazırlandım. Bütün sınavları geçtim, en son mülakatlardan bir tanesi. Hayli ciddi görünümlü adamların karşısındayız.
“Hobileriniz ne?” diye sordular.
“Hobi denmemesi lazım ama ben çok kitap okurum.” dedim.
“Kitap okumak niye hobi değil?” diye geldi sonraki soru.
“Hobi boş vakitlerde yapılan uğraştır, kitapsa yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır” dedim.
Tabii doğru mu söylüyorum, palavra mı sıkıyorum anlamak için son okuduğum kitabı sordular.
Ne okumuştunuz? Hatırlıyor musunuz?
Tabii, Rahmetli Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok kitabı. O kadar çok satıyordu ki ne anlattığını merak etmiştim. Çok popüler olduğu için heyetten okuyanlar da olmuş. Kitap hakkında konuştuk. Son soru şu oldu; “Sence çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” “Çok gezip çok okuyan bilir.” dedim. Ve öylelikle bankacılık macerası başladı. Ama aklımda hep Latin Amerika var. Para biriktirip oraya gideceğim.
Ankara’dasınız değil mi?
Ankara’da müfettiş olduk ve İstanbul’a geldik. Zaten hemen turneye çıkmaya başladık. Müfettişin hayatı parçalıdır. Yılın altı ayı İstanbul’da, altı ayı turnedeydim. Yerleşik bir hayatım yoktu. Turnede otel odasında yalnız başınasınız. Sivas’a gitmişsiniz mesela. Ne yapacaksınız akşamları? Ben odamda kalıp kitap okuyordum.
Ne okuyordunuz?
Daha çok roman okuyordum. Üniversitede zamanında okuyamadığım yazarları ve kitapları okumaya başlamıştım. Onlara devam ettim.
Müfettişliği neden bıraktınız?
Çünkü Latin Amerika’ya gitmek istiyorum. Dört yıla yakın çalıştıktan sonra iki arkadaş istifa edip İspanyol kültürünü öğrenmek için İspanya’ya gitmeye karar verdik. Oradan Latin Amerika’ya geçeceğiz. Salamanca’da İspanyolca kursu ayarladık, biletleri aldık.
Niyetiniz neydi? Ne yapacaktınız orada?
Akademik kariyer yapmak istiyorum. Bankada çok iyi para kazanıyorduk. Bir türlü istifa edemiyoruz. Karar verdik ve 31 Aralık günü istifa ettik. Birikimimiz borsadaydı, gidiş vakti yaklaştıkça günlük çok riskli alım satımlar yaptık, bir nevi kumar işlemleriydi ve battık. Kaldık burada. İstifa ettiğimiz için bankaya geri de dönemiyorduk. Yeniden iş aramaya başladım ve büyük bir şirketler grubunda mali işler müdürlüğü, grup şirketlerinde genel müdürlük gibi mevkilerde 9 yıl görev yaptım.
Yayıncılık nasıl gündeme geldi?
Homer’i eski eşimle kurduk. “Madem kitabı çok seviyoruz, kitapçı açalım!” dedik ve öyle bir kararla aniden girdik bu işe!
Tarih?
1995 yılı. Arkeoloji ve eski çağ tarihinde uzmanlaşacak bir kitabevi olacağı için adı Homer oldu. Türkçe marka isimlerinde sonu “o ve r” ile biten kelimeler bellekte yer eder bana göre, o nedenle Homeros demedik. Ama Yaşar Kemal Yapı Kredi’ye gelip giderken kitabevine uğrar, “Homerosçular ne haber?” diye takılırdı. Kitabevi kuruldu da kurmakla bitmiyor ki iş! Kitapta iskonto kaçtır, o alanda vadeler nasıldır? Hiçbir şey bilmiyorum ve kitapçılık yapacağım! Kısa bir süre içinde yer tutuldu. Mimarlarla anlaşıldı. Güzel bir dekorasyon yapıldı. İstiklal Caddesi’nin elli metre altındaki Yeni Çarşı Caddesinde, Galatasaray Lisesi’nin duvarlarına bakan bir dükkan. Kitapları alıp kitapçılığa başladım. Fakat o zaman İstiklal’de yığınla kitapçı var. İnsanlar o kadar kitapçı varken niye bize gelsin! Zaten ara sokakta…
Açtıktan sonra mı sordunuz bu soruyu?
Tabii, o zamana kadar aklıma gelmemişti. Heyecan… Eylül ayında açıldı dükkan, Ekim’de Frankfurt Kitap Fuarı vardı. Gidip dünya kitap piyasasında ne olup bitiyor görmek istedim. Fuar dönüşü ‘Türkçe kitap satma ihtimalimiz yok, farklılaşalım yalnızca İngilizce kitap satalım’ kararı alındı. Türkçe kitapları tasfiye ettik. İngilizce kitapları yurtdışından ithal ettik.
İngilizce kitabın o kadar alıcısı var mıydı?
Vardı, olduğunu gördüm yani. Bu civarda yaşayan çok sayıda yabancı vardı. Kur farkı bu kadar yıkıcı değildi. Bir asistan gelip dört tane İngilizce kitap alabiliyordu, hatırlıyorum. Diğer ortak arkeoloji, mimarlık ve sanat tarihi konularında yetkindi, ben de sosyal bilimler ve edebiyatta. İngilizce kitaplardan mükemmel bir koleksiyon oluşmuştu. Homer akademisyenlerin dergâhı gibi olmuştu. Kitap bir Amerikan yayınevine aitse Amerika’daki fiyatıyla, İngiliz yayınevine aitse İngiltere fiyatlarıyla satıyorduk. O tarihlerde Türkiye’de bu kitaplara orijinal fiyatından en az yüzde 40 daha yüksek etiket koyuluyordu. Fransa, Almanya ve diğer ülkelerde de böyleydi ki oralarda hâlâ orijinal fiyatlardan satılmaz. Düşünün, hiçbir nakliye masrafını ve vergileri müşterilerinize yansıtmayıp, Londra veya NewYork’taki bir insanın aldığı fiyattan İstanbul’da satıyorsunuz. Bu bir devrimdi. Buradaki yabancı kitap satan kitabevleri yayıncılara çok şikayet ettiler Homer’i ama taviz vermedik. Koleksiyonda 25 binden fazla İngilizce başlık vardı. Kitapları kataloglardan seçiyor, siparişleri faksla yurtdışına geçiyordum. Kendimi adeta cennette gibi hissediyordum.
2001, 2002 yılına geldiğimizde çok ciddi bir markaydı. Üniversitelerde kitabevlerimiz vardı.
İş Bankası’na müfettiş olarak dönemediniz ama yıllar sonra Yayınevi’nin Genel Müdür’ü oldunuz. O süreç nasıl gelişti?
İş Bankası, 2005 yılında yayınevini yeniden yapılandırma kararı almıştı ve bir arayışa girmişlerdi. Bankanın üst düzey yöneticileri müfettiş kökenliydi. Müfettişler birbirini tanır. Hem bankayı tanıdığım hem de bir süredir yayın dünyasının içinde olduğum için beni görüşmeye çağırdılar. İş hayatına orada başlamışım, arkadaşlarım orada çalışıyor. Bankanın ana sermayedarı da çalışanları. Gerçekten İş Bankası’nı severim, tarif edilemez kolektif bir zihniyet vardır o kurumda. Bir kere bulaştıysanız kolay sıyrılamazsınız. Maaş dahil, maddi konuların hiçbirini konuşmadık. Maaşımı hesabıma yatınca öğrendim. “İki yıl içinde kadroyu kurarım, sonra giderim.” dedim. Ekiplerin kurulmasında tam yetki verdiler sağolsunlar.
Piyasayı tanıyor muydunuz? Yeni ekibi nasıl kurdunuz?
Piyasayı tanıyordum ama kişisel tanışıklıklarla yapmadım işe alımları. Türkiye’de ilk defa iki kitap ekine bütün pozisyonlar için iş ilanı verdik. Çok başvuru oldu. Onların içinden uygun isimleri seçtik. O çekirdek kadro hâlâ devam ediyor. Burada çalışan insanların hepsi alanlarında çok yetkin arkadaşlardır. Editoryal kadrodan grafik, muhasebe ve satışa kadar. Her şey kadro işidir, “Ben şöyleyim, ben böyleyim,” diyenler emin olun ki kifayetsiz, zavallılardır.
2007 yılında iki yılınızı doldurdunuz ama görevden ayrılmadınız. Neden?
Kadroyu oturtmuştuk. Bu imkan öyle kolay kolay ele geçmez. Yapmak istediğim de çok iş vardı, kaldım. Başından beri Genel Müdürlük ve Genel Yayın Yönetmenliği görevlerini birlikte yürütüyorum. Yayınevi olarak toplumun her kesimine hitap ediyoruz. Yayın yelpazesinin de bu çeşitliliği yansıtması gerekiyor. Engels’in Özel Mülkiyetin Kökeni’ni de bastık. Zeki Velidi Togan’ın kitaplarını ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini de.
Siz devraldığınızda nasıl bir yayın yelpazesi vardı?
1956’dan 2005‘e kadar 838 başlıkta kitap basılmıştı. Şu anda 5389 başlığa ulaştık. Hasan Âli Yücel Klasikleri dizisine Yücel’e saygımızdan dolayı o ismi verdik. Omurga aynıdır ama bastığımız kitaplar o dönemde basılanlar değil. Sabahattin Eyüboğlu çevirileri dışında o dönemde çevrilip bizim seriye aldığımız kitap çok azdır. Ve yayınladığımız kitapların yüzde doksanı yeni çeviridir. Çünkü o dönemde serbest çeviri anlayışı var. Ayrıca kitaplarda atlamalar, özetlemeler var. Hızlı hareket etme, işi bir an önce bitirme telaşındalar. Bu anlaşılabilir bir şey. Bir an önce kültür reformu yapmak ve yeni cumhuriyeti muasır medeniyetler seviyesine taşımak istiyorlar.
Hasan Âli Yücel döneminde ne tür eserler yayınlanmış?
Kurtuluş Savaşı, Millî Mücadele ve Atatürk eksenli kitaplarla yola çıkmışlar. Fakat Hasan Âli Bey kendi ağırlığını da koymaya başlamış. İlyada’nın çevrilmesi için Azra Erhat ve A. Kadir’e avans verilmiş ve kitap basılmış da. Keza Tanpınar’ın Beş Şehir’i yayımlanmış. Tasavvufi yönü de var Hasan Âli Bey’in. Mevlana’yı yayın takvimine almış. Hatıratları ve Doğu ve Batı klasiklerini dahil etmeye çalışmış ama ömrü vefa etmemiş.
Hasan Âli Bey Ankara’da yaşıyor. Yayınevi de orada mı?
Evet, 2000’li yılların başına kadar yayınevi Ankara’da. Ama yayıncılığın merkezi İstanbul. Bu işle daha ciddi ilgilenmek kararıyla, Bankanın Genel Müdürlüğü İstanbul’a taşınmadan önce yayınevini şimdi bulunduğumuz adrese naklediyorlar.
İş Bankası 1956’da neden bir yayınevi kurma ihtiyacı duyuyor?
Yayınevi kurmadan önce de yayıncılığa destekleri var. Tarih Kurumu’nda, İstanbul Üniversitesi’nde basılan bazı kitaplara maddi destek sağlanmış. Sonra da “Atatürk’ün kurduğu bir bankayız. Yayıncılık şirketimiz de olmalı!” düşüncesiyle kendileri bir yayınevi kurma teşebbüsü başlatıyor.
Hasan Âli Bey’den sonra İş Bankası Kültür Yayınları Genel Müdürlüğü koltuğuna kimler oturmuş?
İz bırakan kişi Ümit Yaşar Oğuzcan olmuş. 1970-77 arası görev yapmış. Hasan Âli Bey’den sonra bir savrulma yaşanmış. Ümit Yaşar Oğuzcan tekrar edebi eserlere, forklore ve Türk sanatına dair güzel eserlere dönülmesini sağlıyor. Ciddi bir yayıncılık yapılıyor. Ondan sonra yine bir boşluk dönemi var. 1999 yılında Yapı Kredi Yayınları mesafeyi çok açınca İş Bankası dışardan bir ekiple çalışma kararı alıyor. Bankanın geniş kitlelere hitap etmek istemesinin sonucu alınıyor bu karar. 2005 yılına kadar o ekip sürdürüyor görevi.
Ve 2005 yılında sizin döneminiz başladı. Siz ne tür içeriklere yöneldiniz?
Modern Klasikler, Türk Edebiyatı Klasikleri, Modern Türk Edebiyatı Klasikleri, Çocuk Edebiyatı Klasikleri, Hasan Âli Yücel Klasikleri, Biyografi Dizisi ve Çocuk-İlk Gençlik kitapları bizim dönemimizde yayımlanmaya başladı. Çocuk ve ilk gençlik kitapları portföyümüzde önemli bir yer tutuyor.
Yayınevinin arşivi ne durumda?
İlk kitabımızdan son kitaba kadar bütün birinci baskılar arşivimizde mevcut. Alınan yazılı kararlar da duruyor. Son yıllarda afişten ayraça kadar basılı her şeyi muhafaza ediyoruz. Keza yazarlarımızın el yazılarıyla yaptıkları düzeltileri de. Ama fotoğraf arşivimiz çok zayıf.
Yayınevi yöneticisi olmak yanında, en az o kadar önemli bir vasfınız daha var; iyi bir koleksiyonersiniz. Kaç başlıkta eser topluyorsunuz?
Üç başlık topluyorum. Türkiye’ye dair basılmış İngilizce kitaplar genel bir başlık. Bir akademisyenin Türkiye’nin siyasi ve iktisadi tarihiyle, sosyolojisiyle ilgili çalışma yaparken ihtiyaç duyacağı İngilizce kaynakların yüzde doksanı bende var. O koleksiyonun içinde 1880’lerden itibaren misyonerlerin ve 1915 tehciri sonrası giden Ermenilerin hatıratlarını da kapsayan Ermeni meselesine dair geniş bir koleksiyon var. Hepsi İngilizce ve hardback (ciltli) tabii. Eğer hardback basılmamışsa paperbacklerini (karton kapak) alıyorum.
Neden bir kütüphane kurma ihtiyacı duydunuz?
Bunun altında yatan sebepleri düşündüm. Niye ben kitap topladım? Şöyle bir sonuca vardım. 12 Eylül olduğu zaman yaptığımız ilk iş kitaplarımızı gömmek olmuştu!
Siz de gömdünüz mü?
Tabii, ben de gömdüm. Gerze’deki evimiz bahçeliydi. Plastik torbalara sararak gömdüm kitaplarımı.
Neler vardı?
Hepsi Marksist literatürdü. Biz gömdük, büyük kentlerde yaşayanlar yakmış. Kimileri denize atmış. İki üç yıl sonra toprağı kazdığımda bütün kitaplarımın balçığa dönüştüğünü gördüm. Ne kadar sararsanız sarın, suyun giremediği yer yok! O dönemde yaşadıklarımız travmatik bir etki yaratmış olabilir benim üzerimde. Herkesin bir psikolojik sebebi var, neticede hastalıklı bir durum. Ben, 12 Eylül travmasını atlatmak için kitap topladım belki de!
Neden özellikle hardback topluyorsunuz?
Homer’de, kitapçılığa yeni başladığımda bir İngiliz’le tanışmıştım. Müthiş bir adamdı. Londra’da, Malta’da ve İstanbul’da kütüphanesi vardı. Yabancı yayınevlerinin temsilciliğini yapıyordu. Arapça, Farsça, mükemmel seviyede Türkçe, Fransızca ve Almanca biliyordu. Hep ciltli kitap alıyordu. O sıralar ben de kitap toplamaya başlamıştım. Meraklı olduğumu anlayınca, “Bir kitabın ciltli edisyonu varsa koleksiyon nüshası odur. Paperback konulmaz koleksiyona!” demişti. Onu zihnime yazdım ve sadece ciltli kitapları almaya başladım. Mesela şimdi İş Bankası’ndan yayımladığımız karton kapaklı Türk Edebiyatı Klasikleri, Modern Türk Edebiyatı Klasikleri, Modern Klasikler ve Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisindeki kitapların tamamının sert kapak şömizli, lüks kağıda basılmış edisyonlarını da yayımlıyoruz. Bunlar aslında koleksiyonerlere hitap ediyor. İleriki yıllarda inanılmaz fiyatlara satılacaktır, şimdiden söyleyeyim.
Türkiye konulu İngilizce kitaplarda konu, tarih aralığı, ilk edisyon gibi bir eleme kriteriniz var mı?
Yıllar evvel bir yerde okumuştum. Şefik Atabey Ömer Koç’a koleksiyon konusunda tavsiyede bulunurken, “Yeni çıkan kitaplarla baş edemezsin. Bütçen de uygun. Kimsenin alamayacağı kıymetli kitapların koleksiyonunu yap!” demiş. Bu tavsiyeyi tam tersinden aldım. Benim öyle bir param yok, çok değerli kitapları alamam. İçerik olarak kaliteli olan yeni çıkan kitaplara yöneldim. Baskısı tükenen kitapları da topladım tabii. Üç bin nüshaya ulaştı o bölüm. Eğer kitap şömizli ise İngiltere’den aldığım özel kitap kaplama malzemesiyle şömizini kaplıyorum ve exlibrisimi yapıştırıyorum. Baskı yılı, ebatları, sayfa sayısı gibi bilgileri de excel tablosunda elektronik ortama aktarıyorum. Koleksiyonu zenginleştirirken sahaflarla iyi bir ilişki içinde olmak çok önemli. Sahafları tanıyacaksınız ve onlar da ne topladığınızı bilecek. Blackmer’in 1989 Sotheby’s Müzayede Kataloğu’nun Şefik Atabey nüshasını böyle bir tanışıklık sayesinde aldım. Nedret İşli Türkiye üzerine İngilizce kitapları topladığımı bildiği için Şefik Bey’in müzayedede üzerine el yazısı ile notlar aldığı kataloğu bana çok komik bir fiyata sattı. Şefik Bey exlibrisini de yapıştırmış. On katı fiyata bile alırdım. Sahaflar gönül insanlarıdır. Ayrıca koleksiyon yapan ya da buna niyetli olan herkesin Müteferrika Yayınları’ndan çıkan Hans Peter Crauss’un hatıralarını okuması gerektiğini düşünüyorum. Dünyada bu işler nasıl yürüyor görmek gerekiyor.
Bu kitaplık ne zaman oluşmaya başladı?
1995’te. Kendimiz yeni kitapları ithal ediyorduk. Getirdiğimiz bütün kitaplardan birer nüshayı kendime alıyordum. Ayrıca başlangıcından beri AbeBooks’u kullandım. Yeni Zelanda’dan Güney Afrika’ya kadar dünyanın her tarafından kitap aldım. Belirli anahtar kelimelerim vardı, onları aratıp çıkan kitapları alıyordum. Gece yarılarına kadar saatlerce bilgisayar başında kalıyordum. İki yıldır da Nadirkitap’tan Türkiye’de basılmış ve baskısı tükenmiş İngilizce kitaplar topluyorum.
Birinci baskı, imzalı gibi bir eleme kriteriniz var mı?
Birinci baskıyı tercih ediyorum. Çok sayıda yazar imzalı İngilizce kitabım var ama imzalı kitap koleksiyoneri değilim. İki nüshayı karşılaştırıyorum, imzalı olanın fiyat farkı tolere edilebilir seviyedeyse onu alıyorum. Ama 1915 sonrası göçen Ermenilere ait İngilizce hatıratları imzalı almaya gayret ediyorum.
Bir tarih aralığınız var mı?
Hayır, ilgilendiğim konulardaki bütün kitapları alıyorum. Güncel meselelere dair kitaplar da dahil buna.
Başka başlıklarla ilgilenseniz de asıl koleksiyonunuz Gustave Doré. Doré nasıl girdi ilgi alanınıza? Neden bir başkası değil de o?
Hayatta tesadüfler çok önemlidir. 2007 yılında Perrault’nun masallarını bastık. Editör, orijinal baskıdaki gravürü de koymuş kitaba. O güne kadar hayatımda Gustave Doré diye biri yok. Yayınevi’nin infosuna gelen bütün e-maillerin bir nüshası benim posta kutuma da düşer. Bir okurumuz feryat figan mail yazmış. “Size güvenip aldım, böyle çocuk kitabı mı olur!” falan. Sorun ne diye merak edip baktım. Sayfalardan birinde yatakta uyuyan çocukların boğazını kesmeye hazırlanan biri tasvir edilmiş. Günümüz için çok sert. Sonraki baskılarda çıkardık kitaptan o görseli. Ama içime bir ateş düştü tabii. Gustave Doré kim acaba diye araştırmaya başladım. Çok çarpıcı bir gravürdü çünkü. Gördüm ki adam bir dâhi, derya adeta. Öylelikle resimlediği kitapları toplamaya karar verdim.
Kimdir Gustave Doré?
Ülkemizde pek bilinmez, biyografisini Türkçeye çevirttik, bizim biyografi serisinden yayınlayacağız. 51 yıllık bir yaşam! 1832-1883 yılları arasında Fransa ve İngiltere’de yaşamış, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük gravür sanatçısı. Yaşadığı dönemde Fransa’da pek takdir edilmese de ünlü bir ressam ve heykeltraş. 5 yaşında çizdiği resimler bile çok güzel. Dünyadaki en önemli Doré koleksiyoneri, Dan Malan adında bir Amerikalı. Doré’nin bütün eserlerini kataloglamış. O çalışmanın kapağında Van Gogh’tan bir alıntı yapmış. “Taklit etmeye çalıştım ama Doré, taklidi çok zor!” diyor. Van Gogh’un Puşkin Müzesinde sergilenen “Volta Atan Mahkûmlar” yağlı boya tablosu en küçük ayrıntısına kadar Doré’nin Londra kitabındaki hapishane gravürüdür. Tabii ki Doré’nin adını da zikretmiş tabloda. Ama Fransızlar ressam değil gravür sanatçısı olarak dikkate almış Doré’yi. O da kızmış, Londra’ya yerleşmiş. Bugün New Bond Street’teki Sotheby’s binası onun atölyesi ve sergi salonudur. Londra yıllarında dünyanın en fazla kazanan sanatçısı olmuş. Okuduğum kitaplardan hesapladım, o dönemde bir yılda kazandığı para, bugünün yirmi milyon dolarından fazla!
Koleksiyonunuzdaki eserleri arasında bir kıymet sıralaması yapabiliyor musunuz?
Bir tanesi Doré imzalı. Bir numaralı oymacısı Pisan’a imzalamış. O açıdan çok değerli bir nüsha. Doré imzalı tek kitabım o. Ayrıca Lady Brassey’in Sunshine and Storm in the East kitabının bir edisyonunun kapağı da Doré’ye aittir. Ve o kapakta İstanbul’u tasvir etmiştir. Dünyadaki Doré’ciler bunu bilmez çünkü hiçbir yerde kaydı yok. Lady Brassey kitabın önsözünde Doré’ye teşekkür ediyor. Ben de kitabı Türkiye koleksiyonum için aldığımda önsözü okuyunca fark ettim. O kitap bizde müzayedelerde ara sıra çıkar ama Doré kapaklı olanı pek çıkmaz. Bu da meraklılara verdiğimiz bir tüyo olsun. O kitap da özeldir benim için.
Doré koleksiyonum sanırım dünyanın ilk beşi içine girer. Dan Malan Doré kitabında “Eğer The Rime of the Ancient Mariner’in 1875 tarihinde basıldığını kanıtlayan olursa o sayfayı yiyeceğim.” diyor. Ben buldum! Müthiş bir folio edisyon, Malan yaşıyorsa görse kalpten gider. Ama eksiklerim var hâlâ. Çok erken yaşlarında üç litograf baskı kitabı çıkmış, biri bende var, diğerleri yok. En son her birini on sekiz bin beş yüz dolara satıyorlardı. Uzun süredir bakmıyorum, belki düşmüştür!
Resim de yapmış Doré, tablolarını da topladınız mı?
Müthiş resimleri var ama ben sanat koleksiyonu yapmadım. Yağlı boya tablolarını almaya bütçem yetmez. Sadece baskı üzerine çini mürekkebi ve suluboya ile yaptığı iki eserini alabildim. O tablolar da resimlediği Edgar Alan Poe’nun Raven’ine (Kuzgun) aittir. 1883 tarihli son büyük folyo çalışmasıdır. Bir de büyük baskı imzalı gravürleri var. Kitaplarda basılanlar dışında müstakil gravürler de bastırmış. Bir tane de karakalemle yaptığı çizimi var.
Ressam olarak istediği şöhrete ulaşmış mı?
Hayır, hep gravürleriyle öne çıkarılıyor. Bildiğimiz büyük ressamlar kategorisine koymuyorlar. Hatta Fransızlar iade-i itibar edercesine 2014 yılında Paris’te Musée d’Orsay’da Doré : Master of Imagination adlı büyük bir sergi açtılar. Gittim sergiye. Kitaplarda hayli eksik vardı, pek beğenmedim. Daha çok tabloları üzerine yoğunlaşmışlardı. Ama Flammarion’dan İngilizce ve Fransızca iki harika sergi kataloğu yayımladılar.
Ve son başlık, The Illustrated London News toplamak nasıl gündeme geldi?
Doré’yi toplamaya başladıktan bir yıl kadar sonra Doré’nin Kırım Harbi çizimlerinin Illustrated London News’te yayınlandığını öğrendim. Oraya da çalışmış. Derginin Kırım Savaşı sayılarını da alıp koleksiyonu takviye edeyim dedim. Cilt halinde aldım. Dünyanın ilk resimli gazetesi olduğunu biliyordum ama hiç o gözle bakmamıştım. Geldi, baskısını, içeriğini görünce onu da toplamaya karar verdim.
O koleksiyon tamamlandı mı?
Hayır, 1920’ye kadar topladım. Haftalık bir yayın bu. Beş altı yıl eksiğim kaldı.
Neden 1920?
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuyla bitiriyorum. Çünkü daha sonra özelliğini kaybetmeye başlıyor. Başlangıçtaki ilk gravürler ahşap üzerine yapılmış. Fotoğraf icat edilince ve baskı teknolojisinde kullanılmaya başlayınca Illustrated’in önemi giderek azalıyor. Onlar da fotoğraf kullanmaya başlıyor. İlk büyük tirajlar kalmıyor artık.
Osmanlı ne kadar yer tutuyor gazetenin gündeminde?
Çok haber var Osmanlı’ya dair. Abdülaziz’in İngiltere seyahati, fuarlar, savaşlar, İstanbul’da İzmir’de çıkan yangınlara kadar. İzmir de İstanbul kadar önemli, bunu görebiliyoruz.… Bir ara boş vakitlerde ciltleri tarayıp Osmanlı’ya dair haberleri işaretliyordum. Her ciltte epey haber ve çeşitli resimler var. 1842 Mayısında yayın hayatına başlamış ve 8 Ekim 1842 sayısının kapak konusu Osmanlı, Abdülmecid ve vezirinin gravürlü bir haberi kullanılmış mesela. Daha böyle çok sayıda gravür var. Maalesef dünyada bu tarz gravürleri kesip kesip satıyorlar. Tabii böyle çok para ediyor ama hazine de kayboluyor. Ciltleri editör arkadaşların kitaplarda kullanması için yayınevindeki odamda muhafaza ediyorum. Keza akademisyenlerin kullanımına da izin veriyorum.
Topladığınız konularda doyuma ulaşmışsınız. Yeni bir koleksiyon başlığı açmayı düşünüyor musunuz?
Bir ara niyetlendim, Sarah Bernhardt toplayayım dedim. Dünyanın ilk süperstarı, efsanevi tiyatrocu ve sevgililerinden biri de Doré! 60-70 tane kartpostalını topladım, çoğunluğu bir kentten diğer kente gönderilmiş, üzerinde pullar da var. Sarah Bernhardt’ın en az iki defa Türkiye’ye geldiğini, Tepebaşı’nda oynadığını ve hatta Yıldız Sarayı’nda Sultan Addülhamid tarafından ağırlandığını da biliyoruz. Ama sonu yok dedim ve bıraktım. Sonra Bahtiyar İstekli’den öğrendim ki Tepebaşı’daki temsilin afişi elinden geçmiş! Eğer ben haberdar olsaydım ve alsaydım muhtemelen devam ederdim. Şimdi güzel bir Sarah Bernhardt koleksiyonum da olurdu. Ama artık yeter!
Koleksiyonlarınızın geleceği için bir planınız var mı?
Kesinlikle bağışlamayacağım. Dünyanın zamanını ve emeğini verdim bu koleksiyonlara. Çok keyif aldım. Bizzat raflardan aldığım ya da yolunu gözleyip heyecanla açtığım posta paketlerinden çıkan kitapların verdiği duygu tarifsizdir. Tadan bilir. Üniversiteler istese bugün de Illustrated London News koleksiyonu toplanabilir, uğraşmıyorlar. Ama bağışlar konusunda da titiz davranılmadığını biliyoruz. Kıymeti bilinmiyor. Koleksiyonum şu anda üç ayrı yerde duruyor. Bu kadar çok malzemeyi muhafaza etmek hiç kolay değil. O yüzden bir planlama yapmam gerekiyor. Illustrated London News’ları ve Türkiye koleksiyonumu bir müddet sonra, toplu olmak kaydıyla elden çıkarabilirim. Gerçekçi olmak lazım. Bizimkilerle mukayese etmek gibi bir hadsizlik yapmam ama Rahmetli Şefik Atabey de yaşarken elden çıkardı koleksiyonunu. Müşkül duruma düşmedikçe Doré’leri kesinlikle elden çıkarmam. Eşim de çok seviyor. Almadan önce birlikte değerlendiriyoruz. O koleksiyonun bir sahibi de eşim Rûken yani. Biz öldükten sonra bağışlarlarsa mirasçılarımı asla affetmem. Doré’ler satılırsa ancak toplu halde bir müzeye satılabilir. Yoksa mezarımda ters dönerim.