Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Nadir Söyleşiler - ağabeyimin çalışmalarından hastalığından sonra haberdar olduk!

    ağabeyimin çalışmalarından hastalığından sonra haberdar olduk!

    Mayıs 2, 2020
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    Belma Aksun, kökü Balkanlara dayanan bir Osmanlı ailesine mensup. Dedelerden itibaren bütün aile çeşitli kademelerde devlet hizmetinde bulunmuş. Belma Hanım da uzun yıllar gazetecilik yaparak dahil olmuş bu halkaya. 1940’lı yılların Konya’sında büyüyen Aksun’un hayatında pek çok insanın izi var elbette. Ancak en kalıcı etki şüphesiz ki ağabeyi tarihçi, yazar Ziya Nur Aksun’a ait. 46 yaşında felç geçiren Ziya Nur Bey, o zamana kadar, en yakınındakilere dahi sezdirmeden önemli işler yapmış, eserler vermiş bir isim. Belma Aksun’dan Konya’dan İstanbul’a resimden gazeteciliğe pek çok şey dinledik elbette. Ancak söyleşinin asıl konusu, 2010 yılında kaybettiği ağabeyi Ziya Nur Aksun’du…

     Nerede yetiştiniz?

    Ben de, ağabeyim Ziya Nur da Konya’da doğup büyüdük. Aslen Erzincanlı olan annemin ailesi, Birinci Dünya Savaşı sırasında, annem 9-10 yaşlarında iken Rus işgalinden kaçmak için, onun deyimiyle “hicret” etmişler. Erzincan’da evleri barkları, hatta köyleri olan hali vakti yerinde köklü bir aileymişler. Düşman yaklaşınca her şeylerini bırakıp yanlarına alabildikleri yükte hafif pahada ağır birkaç parça eşyayla atlı arabalarla yollara düşmüşler. Annem; “Çok kötü bir şey hicret etmek zorunda kalmak” derdi. ” ‘Düşman geliyor!’ denince ocaktaki reçel tenceresinin altını söndürüp kendimizi yollara vurduk.” Dedesi askeri kaymakam olduğu için vesait verilmiş onlara. Günlerce; genci, yaşlısı 500-600 kişilik kafileler halinde yol almışlar. Sivas’ı ve Kurban Bayramı’nı sevmezdi annem. Sivas’ta, Kurban Bayramı’nda dizanteriden kaybetmiş annesini. Dayısıyla Kayseri’ye, oradan da Konya’ya gelmişler. Mallarını mülklerini memlekette bıraktıkları için hükümet onlara Emlâk-i Metrûke’den bir ev vermiş. Konya’nın Küllükbaşı mahallesinde bir ev vermişler. Biraz ilerde Şemsi Tebrizi Hazretleri’nin türbesi vardı. Dayısı, hem kurra, hem hafız, kalemi kuvvetli biriymiş. Konya’da arzuhalcilik yaparak hayatını kazanıyormuş. Dayısı anneme Singer Kumpanyası’nda nakış hocası olan Nefise Hanım’dan özel ders aldırmış. Çok güzel nakış işlerdi. Dayısı ölüverince 18 yaşında tek başına kalakalmış. Oturdukları ev, tek vâris olan anneme kalmış. Ne var ki evde gözü olanlar, özellikle de hapishane müdürü, ikide bir eve polis gönderir, evi boşaltması için baskı yaparmış. Bir gün çarşafını giyip Vilâyet’e gitmiş. “Bizim ev Yıldız Sarayı oldu, geldi Küllükbaşı’na kondu Vali Bey!” demiş. “Allah’ın günü polis kapıma dayanıyor, ‘Evden çık!’ diyor. Bıktım usandım!” Vali derhal emir vermiş de annem rahat etmiş. 

    Babanız?

    Babam, daha doğrusu dedem aslen Kayseriliydi. Evkaf Müdürü olduğu için çeşitli vilayetlerde bulunmuşlar. Bu yüzden çocukların her biri bir başka vilayette dünyaya gelmiş. Babam Gümülcine, halam Şebinkarahisar doğumlu. İki halam, iki amcam vardı. 

     
     
     
    Nasıl bir ortamda ve aile çevresinde büyüdünüz?

    Şimdi geriye dönüp baktığımda çok huzurlu, mutlu, sevgi dolu bir aile ortamında büyüdüğümüzü görüyorum. Öyle zengin değildik ama saygılı, huzur dolu bir evimiz vardı. Hiç dayak yemedik mesela. Öyle uluorta azarlanmadık, hatamız, kusurumuz başkalarının yanında yüzümüze vurulmadı. Tozlu ayakkabılarımızla yeni silinmiş ıslak yerlere bastığımızda annemden popomuza pat pat vurulduğu olmuştur ama babamdan tek fiske yemedik. O “cennetten çıkma” dayak bizim eve hiç ayak basmadı. Kalabalıkça bir aileydik. Annem, babam, haminnem (babaannem), halam, babam beşikteyken aileye katılan yardımcımız Ayşe abla ve oğlu Recep ağabeyim vardı. Babam ailenin en küçüğü olmasına rağmen haminnem, halam, biri hükümet tabibi, diğeri evkaf müdürü olan amcalarımın yanında değil de bizimle oturmayı tercih etmişlerdi. Bunda sanırım annemin çok akıllı, basiretli, geçimli biri olmasının da etkisi vardı. Haminnem felçliydi. Yedi yıl konuşamadan, yatağa mahkûm yaşadı. Halam Rubens’in tablolarından çıkmış gibiydi. Erkenden konuşup 3-4 yaşlarında, bugün hâlâ hatırladığım mazumeler okumayı, bildiğim duaların çoğunu, bir ayda eski yazıyı öğrenip Hüseyin Rahmi’nin “Şıpsevdi”sini okuyabilmemi halama borçluyum. Konuşmasını kıssalarla süslerdi. Ondan dinlediğim hikâyelerin hemen hepsini daha sonra Mesnevi’de okudum. Rüştiye’yi (ortaokul) aliyyülâlâ derecesiyle bitirmişti. On parmak daktilo yazardı. Latin alfabesine geçildiğinde sertifika almış, ev halkına ve konu komşuya yeni harfleri öğretmişti. Çocukluğumda akşamları kitap okunurdu bizim evde. Halamla babam okur, biz de dinlerdik. Hepsi de eski harflerle basılmış olan, hayal meyal hatırladığım, Akif’in Safahat’ı, sonradan yazarlarının Güzide Sabri, Halide Edib olduğunu öğrendiğim Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrûkesi, Nedret, sinekli Bakkal, Handan, Ateşten Gömlek… Daha sonra ağabeyim de Savcı Bey, Malkaçoğlu vb. tarihi romanlarla onlara katıldı. Okur- yazar olduğumda bana göre kitap yoktu evde. Kitapların hemen de hepsi eski yazıydı. Benim okuyabileceğim bir Fantoma serisi, büyük adamların biyografileri, bir de bula bula Tolstoy’un “Korkunç İvan” ını bulmuştum. 

    Babanız ne iş yapardı?

    Babam Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi’nden mezundu. Birinci Dünya Savaşı başlayınca orduya katılmış. Yakacık’ta karargâhta kalıyor, her gün Erenköy’de dere tepe talim yapıyorlarmış. “Herkes cephede, biz burada her gün talim, her gün talim, ne bu?” demişler ve 3 arkadaş bir “Biz cepheye gitmek istiyoruz” diye bir dilekçe yazıp imzalamışlar. Kumandan; “Kimmiş bakayım bu dilekçeyi yazanlar?” deyince babam çıkmış, ötekilerden ne bir ses, ne bir nefes. Kumandan itiraz etmiş tabii… Savaştan, cephelerden filan söz etmiş… Böylece cepheye gitme planı suya düşmüş. O sırada dağcılık eğitimi aldıktan sonra Şark cephesinde istihdam edilmek maksadıyla 130 arkadaşıyla Avusturya’da Tirol Dağları’ndaki karargâha gönderilmiş. Enver Paşa onları, Sirkeci Garı’ndan tek tek ellerini sıkarak yolcu etmiş. Sıra babama gelince, “İyi misin?” diye sormuş. “Heyet-i Sıhhiye’den geçtim.” demiş babam. Ama Avusturya’da sarılık olduğu ortaya çıkmış. “Gözlerimden anladıydı”, derdi babam hayranlıkla. O dönemdeki galiba bütün askerler gibi Enver Paşa hayranıydı. 

    Neden Konya’ya yerleşmişler?

    Avusturya’dan dönüşte savaş başlamış ve dağcılık hocası olarak görevlendirilmesi mümkün olmamış. O da memur olmuş. Sanırım kocası Konya’da Jandarma Kumandanı olan halam sebebiyle Konya’ya gelmişler. Belediye Muhasebe Müdürü’ydü.

    Evinizde kitap var mıydı?

    Olmaz mı? Kitap, dergi… Ama hemen hepsi de eski yazıydı. Romanlar, bilmediğim kitaplar, Tahsin Demiray’ın çıkardığı, büyük boy Resimli Ay dergisinin ciltleri. Ben derginin resimlerine bakardım sadece. Okuyabileceğim, Latin harfleriyle olanlar azdı ama… Dişime göre bir şey bulamadım da Adnan Adıvar’ın Tarih Boyunca İlim ve Din’ini bile okuduğumu hatırlıyorum. Ağabeyim Konya’nın sahaflarından âlim ve arif bir zat olan Arif Bey’den kitaplar getirir oldu sonraları İstanbul’a gelince Ankara Siyasal’da okuyan amcazademin dünya klasikleriyle dolu kütüphanesini görünce mal bulmuş mağribiye dönmüştüm.

    İstanbul’a ne zaman, neden geldiniz?

    1956’da. Ben Öğretmen Okulu’ndan mezun olmuştum, ağabeyim de Hukuk’u bitirmiş, avukat stajını yapmış askere gitmişti. Babam emekli olmuştu. Ben Güzel Sanatlar Akademisi, Resim bölümüne girecektim. İstanbul’da oturan halamın kocası, Bulgarlar tarafından şehit edilen ressam Hasan Rıza Bey’in talebesi Tahsin Karayel’di. Onun yardımıyla resim bilgimi geliştirip Akademi’nin sınavlarına girecektim. Önce ben geldim halama.

     
    Aksun Ailesi (Ziya Nur Aksun enişte Tahsin Karayel’in kucağında)
    O yıllarda Konya’da sizin aile çevrenizde kız çocukları okula gönderiliyor muydu?

    Elbette gönderiliyordu. Kız, erkek bütün çocuklar için özellikle ilköğretim zorunluydu. Kız erkek karma liseye bile giderdi kızlar. O tarihte sadece İstanbul’da ve Ankara’da üniversite vardı. Kız çocuklarını gurbette barındırıp okutmak kolay değildi elbette.

    İstanbul’a taşındığınızda nereye yerleştiniz?

    Beşiktaş’ta bir yalı apartmanın en üst katına. O sıralar İstanbul’da rahmetli Menderes’in imar rüzgârı esiyordu. Kiralık ev bulmak çok zordu. Araya taraya Beşiktaş’da, şimdiki Deniz Müzesi hizasında, o zaman mavnaların şimdi Boğaz ve Kadıköy vapurlarının yanaştığı Hayrettin Paşa İskelesi’nin karşısındaki bir apartmanın beşinci katına taşındık. Önümüz deniz, arkamız tramvay caddesi. Demirağ’ın büyük bir binası vardı köşede. Galiba onun yanında da Tercüman Gazetesi. Çok sefalıydı doğrusu. Boğaz’dan vapurun geldiğini görür iskeleye inerdim. Ne yazık ki, kısa sürdü saltanatımız. Yıkım kararı geldi ve biz bir Ramazan Bayramı arifesi Yıldız’da, tamir edilmekte olan bir eve taşınmak, daha doğrusu eşyaları taşıyıp, kendimiz de akraba evlerinde bayram geçirmek zorunda kaldık.

    Ağabeyiniz Konya’da ve İstanbul’da kimlerle görüşürdü? Arkadaş çevresini tanır mıydınız?

    Hayır. Apayrı bir dünyası vardı onun. Birlikte gezer, müzelere, sergilere giderdik ama arkadaş çevresini pek tanımazdık. Resim Heykel Müzesi’ne, o tarihte Deniz Müzesi olan Dolmabahçe Camii’ne götürdü beni. Orada Hasan Rıza Bey’in İstanbul’un Fethi tablosunu seyrettiğimi hatırlıyorum. Topkapı Sarayı’nı, Ayasofya’yı birlikte gezmiştik. Kısa bir süre avukatlık yaptı. Aslında gayesi yayın hayatına atılmak, dergi çıkarmakmış. Dava adamı ya… Ortaklarıyla üniversite kitaplarını basan Fakülteler Matbaası’nı aldıklarında çok sevinmişti. On parmakla bakmadan hatasız dizgi yapan usta bir operatörmüş de. Yabancı dildeki üniversite kitaplarını, diğer operatörler çok hata yaptıklarından o dizermiş. Biz onu evden matbaaya, matbaadan eve gider gelir sanıyorduk. Meğer bambaşka bir sohbet dünyası, yayınlanmış iki tane de kitabı varmış. “Marmaratör” diye adlandırılan Beyazıt’taki Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerindenmiş. Masası, geniş bir çevresi varmış orada. Tarih, özellikle de Osmanlı Tarihi konusunda sohbetler yapar, Osmanlı’yı anlatırmış. Yakın dostlarının ifadesine göre bir hizmeti de, her yıl Eylül ayının ikinci Pazar günü yapılan Söğüt Ertuğrul Gaziyi Anma Töreni yahut Yörük Bayramı’nın ihyası olmuş. Bu çalışmalarını ve yayınlanmış iki kitabı olduğunu hastalandıktan sonra arkadaşlarından öğrendik biz. “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi ve “Filibeli Ahmed Hilmi’nin İslam Tarihi”. Bu tarihe 500 sayfalık ilave yapmış. Her iki kitaba da ismini koymamış, sadece Z.N. rumuzunu yazdırmış. Oysa biz sadece gece sabahlara kadar yazdığı Osmanlı Tarihi’ni biliyorduk.

    Said Nursi’yle bir hukukları olmuş. Detayları hakkında bilgi sahibi misiniz?

    Ağabeyimin Bediiüzzaman’la ilişkisini sanırım biz o Hukuk’ta okurken fark ettik. Ve az biraz tedirgin olduk. Zira o dönemde gün geçmiyordu ki gazetelerde Bediiüzzaman ve Nurcular’la ilgili olumsuz bir haber yayınlanmasın. Çok parlak, çok zeki ve başarılıydı, başına bir şey gelmesinden korkuyorduk. Bu konuda barut gibiydi. Ona bir şey sorulmaz, iması bile yapılmazdı. Bediiüzzaman ile ilk tanışması Konya PTT’de çalışan Zübeyir Gündüzalp vasıtasıyla olmuş. Bunu son yıllarında ağabeyimden öğrendim. Prof. Hayrettin Karaman, 1950 başlarında İmam Hatip Okulu’nda okumak için Konya’ya geldiğinde Nur Risaleleri’ni ağabeyimden temin ettiğini söyledi.

    Rahatsızlığından sonra kimler gelip gitti eve? Kimleri tanıdınız?

    Bütün arkadaşlarını, dostlarını o zaman tanıdık biz. Çok kişi geliyordu gelmesine ama bizde kendini tanıtma âdeti pek yerleşmediği için hepsini bilmem imkânsız. Hatırlayabildiklerimden bazıları; Mehmed Niyazi; Prof. Sadettin Ökten, Halil Duruk, Hasan Semerkantlı, Prof. Abdullah Uçman, Prof. Ahmet Nuri Yüksel, Ömer Ziya Belviranlı, Beşir Ayvazoğlu, Erol Kılıç… İsmini sayamadıklarım beni affetsin! Rahatsızlığının ilk gününden itibaren çok sahip çıktılar. Ağabeyim yeni hastalanmıştı. Vakıf Guraba’da tek başına bir odada yatıyor. Yanına pek kimseyi sokmuyorlar, serumla besleniyor. Bir gün gazeteden dönüşte hastaneye uğradım. Odasında koridora açılan pencerenin içine oturmuş, dudakları kıpır kıpır dua okuyan bir zatla karşılaştım. Yüzüne ne biçim bakmışsam; “Siz belki inanmazsınız ama ben okuyorum.” dedi. Hiç inanmaz olur muyum? Meğer bu zat ağabeyimin dostlarından Şeyh Muzaffer Özak Hoca Efendi’ymiş. Vedalaşıp giderken ağabeyim, serum bağlı olan ve kullanabildiği sol elini kaldırıp selamlamak istedi Hoca Efendi’yi. Ben serum iğnesi çıkar korkusuyla elini kımıldatmasın diye engellemeye kalkınca öyle bir hırsla elini çekti ve bana öyle bir öfkeyle baktı ki…

    Ağabeyinizin düşünce olarak kimden etkilendiğini biliyor musunuz?

    Kimden ya da kimlerden etkilendiğini bilemem. Öyle çok ve çeşitli kaynaklardan okur, her yaş ve tabakadan insanla konuşurdu ki… Mesela Kadıköy’deki köşke dam aktarmaya gelen Kirkor Efendi diye bir Ermeni dam ustasıyla konuşmasını nakletmişti. Adam “Abdülhamid Efendimiz…” diye uzun uzun Sultandan ve onun döneminden söz etmiş. Annem: “Bu oğlanın dostları, ahbapları, 90 yaşındaki Pertev Paşa…” derdi. Bir ara babam alerji tedavisi için Haydarpaşa Hastanesi’ne yatmıştı. Ziyaretine gittik. Biz babamla otururken bir de baktım ağabeyim babamın oda arkadaşı yaşlı bir beyle koyu sohbette. Meğer o bey II. Abdülhamid döneminde ferîk İsmail Mâhir Paşa’nın şehid edilmesine bizzat şahit olan, o sırada zabit olan Hasan Amca’ymış. Ağabeyim bunu Osmanlı Tarihi’nde yazmış. 

    Hastalığı döneminde çalışmalarına devam edebildi mi?

    Keşke edebilseydi… Beynin yazma, konuşma, okuma merkezleri zarar görmüştü. Ama uzun süre iyileşeceği umudunu korudu. Osmanlı Tarihi’nin yayınlanmasına, hatta el yazısıyla yazdığı sayfaları kimsenin görmesine bile izin vermedi. Tarihinin başına İbn-i Haldun’un Mukaddime’si gibi 500 sayfalık bir giriş yazacakmış. “Ancak o zaman bu tarih hakkıyla anlaşılabilir” dermiş. Hastalandığında 46 yaşında ve sanırım en verimli dönemindeydi. Ömrü boyunca okuyup yazan birinin o durumu kabullenmesi hiç kolay olmadı. Çocukluğundan beri çok iyi resim yapardı. Oyalansın diye “Resim yap” dedik. “Yapamam” dedi. Annem “Sen fırçayı serçe parmağına takar gene yaparsın” diye yüreklendirdi onu. Korka çekine başladı ama sonra resim yapmak onun için tam bir terapi oldu. Ölene dek yüzlerce, binlerce resim yaptı; peyzajlar, natürmortlar, Osmanlı eserleri, sebiller, camiler, külliyeler…

     
    Kütüphanesinde neler vardı?

    Her türden ama daha çok tarihle ilgili kitaplar. Matbaada çok değerli kitapları olduğunu söyledi arkadaşları. Bir kısmını getirdiler. Daha da varmış ama ne olduğunu bilmiyorum.

    Ne zaman vefat etti Ziya Nur Bey?

    6 Eylül 2010’da Kadir günü.

    Siz, İstanbul’a geldikten sonra Akademi’ye devam ettiniz mi?

    Hayır. Bizimkiler Konya’daydı. Ben giriş sınavlarına girmeye hazırlanırken daha önce Banco di Roma’da çalışmış olan bankacı bir enişte, zahir boş durmayayım diye bir gün pat diye bankanın müdürüne götürdü beni. Ve ertesi gün apar topar bankaya başladım. Sınavlara birkaç ay vardı. Ayrılır, okula giderim, diyordum. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Eminönü’ndeki Merkez Şube’de 7 yıl çalıştım.

    Gazetecilik nasıl gündeme geldi?

    Bankadan ayrılmıştım. Doktor bir kuzenim var. Tercüman Gazetesi’nin o dönem yayın yönetmeni olan Oktay Verel dostlarıymış. Benden, dil bildiğimden söz etmiş. Oktay Bey de “Bizimle çalışır mı?” demiş.

    Dil bilginiz nerden geliyor?

    Bankada hemen herkes yabancı dil biliyordu. Okulda Fransızca okumuştum ama yeterli değildi elbet. Bari İtalyanca öğreneyim, dedim. “Buradan başka nerede kullanacaksın İtalyanca’yı, İngilizce öğren” dediler. Akıllıcaydı. Yakınlarımdan birinin özel ders aldığı İrlandalı bir hoca vardı. Ondan İngilizce öğrenmeye karar verdim. Bu kararım bankada duyulunca İtalyanca öğreneyim diye beni haftada iki kez Casa d’Italia’ya göndermeye başladılar. 2 -3 yıl yoğun bir dil öğrenimi gördüm. 

    Tercüman Gazetesi neredeydi o zaman?

    Cağaloğlu’nda, Milliyet’in yanında.

    Nasıl bir okur profili vardı?

    Milliyetçi, muhafazakâr sanırım. Sağın tek gazetesiydi. Yazarlardan ilk aklıma gelenler; Ahmet Kabaklı, Tarık Buğra, Ergun Göze, dış haberlerde yorum yapan Prof. Şükrü Baban, Reşat Ekrem Koçu, Murat Sertoğlu, karikatürist Semih Balcıoğlu… Spor kadrosu çok güçlüydü.

    Bilgisayar, internet yok. Nasıl çalışıyor, araştırma yapıyordunuz?

    Yabancı dil çok işime yarıyordu. İtalyanca, İngilizce ve Fransızca dergiler, günlük gazeteler geliyordu. Baskı ve içerik bakımından da çok çeşitli, kaliteli, her konuda geniş seçme imkânı veren kaynaklardı bunlar.

    Gazetedeki göreviniz neydi?

    Dış haberler, olaylar, aktüalite konusunda çeviriler yapıyordum. Gazeteye başladığımın 3 ya da 4. ayından itibaren de günlük kadın köşesi hazırlamaya başladım. O dönem gazetelerde haftada ya da on beş günde bir moda, magazin içerikli kadın sayfaları yayınlanıyordu. Ama bildiğim kadarıyla her gün düzenli yayınlanan ilk kadın köşesi benim “A’dan Z’ye KADIN ve EV” köşesiydi. Haftada 7 gün köşeyi hazırlıyordum. Arada magazinler, araştırma yazıları, röportajlar olurdu. Gazete günlük İnci ilavesi vermeye başladı. Bir de İtalyanca Kadın Ansiklopedisi’nin yayın hakkını aldılar. Her gün yayınlanıyordu, onu da ben çeviriyordum. Fotoromanlar pek revaçtaydı o dönem. Kadıköy’de oturuyorduk. 20 dakikalık vapur yolculuğunda fotoroman çevirisi yaptığımı hatırlıyorum. 

    Tercüman o yıllarda iyi bir kitaplık kurmuştu. O kütüphane neredeydi ve siz istifade eder miydiniz?

    Gazete binasındaydı. Gitmeye pek fırsat olmadı.

    Telif, çeviri kitaplarınız var. Kaç kitap oldu şimdiye kadar?

    6 telif. 11 çeviri. Goriot Baba çevirisi de yayınlanmak üzere.
     
     
    Related Posts

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.