Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Nadir Söyleşiler - batı, reşer olmadan yazma konusunda fakir olurmuş

    batı, reşer olmadan yazma konusunda fakir olurmuş

    Beyazıt Çınaraltı’nda, küçük bir alan üzerine kurulan Sahaflar Çarşısı, 1900’lerin başlarından 90’lara kadar Türkiye entelektüel tarihinde çok önemli bir yer tutuyor. Okuyan, yazan, geçmişin, günün ve geleceğin meselelerine kafa yoran hoca, öğrenci, politikacı, iş adamı… mutlaka yolunu Sahaflar Çarşısı’na düşürüyor. O günlerde yaşananlar, görülenler, o küçücük bahçenin şahitlik ettiği olaylar hâlâ kulaktan kulağa anlatılmaya devam ediyor. Çarşı’nın enteresan simalarından biri de Osman Reşer. Günümüzde bile adı şüpheyle anılan Reşer, Yahudi asıllı bir Alman olarak dünyaya geliyor. 1900’lerin başlarında Müslüman, 30’larda Türk vatandaşı olsa da pek kimseyi ikna edemiyor ‘değiştiğine!’ İyi bir kitap müşterisi olduğu bilinen, Çarşı’dan çok nitelikli yazmalar aldığı anlatılan Osman ya da ilk adıyla Oskar Reşer, birkaç yıl öncesine kadar muamma bir şahsiyetti. Doç. Dr. Güler Doğan Averbek Avrupa kütüphanelerine sattığı yazmaların peşine düşmese, hakkında bildiklerimiz, bugün de söylentiden öteye geçemeyecekti. Ancak Güler Hanım’ın titiz çalışmaları sayesinde artık Osman Reşer’in atmış yıl boyunca çoğunluğu Avrupa’da, yirmiye yakın noktaya on bin’in üzerinde yazma sattığını biliyoruz. Bunlar öyle harc-ı alem eserler de değil üstelik. Sözü, sahibine bırakmanın vaktidir. Gelin önce Güler Doğan Averbek’i tanıyalım sonra da onun aracılığıyla Osman Yaşar Reşer’in kitap ticaretinin izlerini sürelim…
    Haziran 6, 2023
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email
     Kitaba ve öğrenmeye yönelik ilginiz ne kadar geriye gidiyor?
    Okul öncesine kadar diyebilirim. Okuma meraklısı iki ablam vardı. Eve sürekli kitap getirirlerdi. Onlara duyduğum hayranlıkla beş yaşında okula başladım. 

    Nasıl oldu?

    Ablamlar gibi okula gitmeyi çok istiyorum ama küçüğüm, göndermiyorlar. O sene de okullar açıldı, iki ablam okula gidiyor; biz evde kalıyoruz. Her sabah erkenden kalkıyorum, “Ben de okula gideceğim” diye ısrar ediyorum ama kabul ettiremiyorum. İkinci hafta bir gün yalvar yakar annemi ikna ettim, okula gittik; yolda eteğinden çekiştiriyorum. Müdür yardımcısıyla görüştük. Hem yaşım küçük hem ufak tefeğim. “Olmaz, bu daha küçücük bir çocuk!” dedi. Annem ısrarlı tavrımın farkında, “Ablaları başarılı, biliyorsunuz. Bu da onların kardeşi, yapar.” dedi.

    Ablalar da aynı okulda mı?

    Evet, biri beş, diğeri üçüncü sınıfta. Müdür yardımcısı ‘olmaz’ dedi ama yine de bir şeyler sordu bana. Hepsine doğru cevap verdim. Annem dedi ki, “Burada sesinin çıkmadığına bakmayın. Okula yazdırmadan dönersem evde beni rahat bırakmaz. Kurtulamam. Başarılı olacak, biliyorum.” Neticede okula başlamama izin verdiler ama galiba, “Gelsin, nasılsa sıkılır.” diye konuşmuşlar kendi aralarında. Böylelikle beş yaşında okula başladım. Okumayı, okulu hep sevdim. İlkokul öğretmeninizin nasıl biri olduğu çok önemli bence. O konuda çok şanslıydım. Öğretmenimiz Ali Hikmet Koray’dı. Öğrencilerinin yeteneklerini fark eden ve onları bu yönlere kanalize eden biriydi. Ara vermeden devam edince üniversiteye 16 yaşında başlamış oldum.

    Bu merak kitap okumayı da kapsıyordu herhalde?

    Evet. Başlarda ablamları takip ederek edebî metinler okuyordum. Fakat zamanla onlardan farklılaştım. Lise yıllarında dünya klasiklerinden fikrî metinlere yöneldim. Lise ikinci sınıfta, edebiyat öğretmenim sayesinde divan edebiyatını keşfettim. Bize aruzu öğretti. Beyitleri nesre çevirmeyi öğretti, şerh etti ve ben bu şiiri çok sevdim. Edebiyat okumaya karar verdim. Yaşım çok küçük, evden hiç ayrılmamışım. Daha ziyade kütüphanelerde kitaplarla vakit geçiriyorum. Üniversite seçme sınavına gireceğim sene Kocaeli Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü açılması ihtimali var. Sene boyunca dua ettim, açılsın da annemin yanından ayrılmayayım diye. Ama açılmadı. Ben de puanlarına göre en yüksekten başlayarak yaşadığım şehre yakın üniversiteleri yazdım. En yüksek puan Boğaziçi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeydi. Kazandım ve başladım. 

    Sene kaç?

    1995. Hayatımın diğer şansı orada tanıdığım, ders aldığım hocalardır. Klasik edebiyat dersine Zehra Toska girerdi. Edebiyatı ruhuyla hisseden, öyle anlatan biriydi. Onun derslerini iple çekerdim. Günay Kut Hoca edebiyat öğrencilerine lisans dersi vermezdi ama ben bir yolunu bulup ondan paleografya dersi aldım. O dersi alabilmek için programımı bozmam gerekiyordu, öyle yaptım ve lisansta Günay Hoca’nın öğrencisi olma imkânını yakaladım. 

    Üniversiteye girdiğinizde eski edebiyat çalışmaya karar vermiştiniz o hâlde?

    Tabii, lise ikiden sonra o kararım hiç değişmedi. İlkokula başlamadan önce annemden Kur’ân okumayı öğrenmiştim. Eski yazıyı da bilirdi. Mevlid, Kesikbaş, Güvercin, Hz. Ali manzumeleri gibi halk arasında okunan metinleri akşamları bize okurdu. Yanına oturur, kedinin ciğere baktığı gibi bakardım. Neyi nasıl okuduğunu çözmeye çalışırdım. Harfleri bildiğim için anlamam zor olmadı. Böylece Osmanlı Türkçesini de henüz ilkokula başlamadan öğrenmiş oldum. 

    Osmanlıca metinlere ilginiz hep sürdü mü?

    Sadece evdeki kitapları okudum. Fakat bu, üniversitede benim için dezavantaj oldu. İlk yarıyıl Osmanlı Türkçesi derslerinde çok sıkıldım; bir süre sonra da devam etmeyi bıraktım. Bunun zararını transkripsiyon alfabesini geç öğrenmekle ödedim. İkinci yarıyılda vaziyeti lehime çevirebildim.

    Akademide mi devam etmek istiyordunuz?

    Aklımda yüksek lisans ve doktora yapmak vardı başından beri. Fakat üniversiteyi burslarla okumuşum. Lisans bittikten sonra aileden para talep etmeyi kendimize yediremiyoruz. Çalışmam gerekiyordu, gündemimde öğretmen olmak yoktu. Lisanstayken ikinci sınıfta bir derste hocamız kütüphaneleri ve araştırma merkezlerini sayarken IRCICA’dan bahsetmiş ve bu araştırma merkezinde bir ihtisas kütüphanesinin olduğunu da söylemişti. Üstelik Yıldız Sarayı’nda! Daha o gün, “Burada çalışmalıyım” dedim. Dördüncü sınıfın Mayıs ayında iş başvurusunda bulunmak maksadıyla IRCICA’ya gittim. “Ne okuyorsun, neler biliyorsun?” gibi şeyler sordular. Ama henüz diplomam yok. “Diplomanı al, öyle gel” dedi görüştüğüm kişi. Haziran’da mezun oldum. Kendi üniversitemde yüksek lisansa başvurdum, sonucu öğrendikten sonra tekrar IRCICA’ya gittim ve Ağustos 2000’de orada çalışmaya başladım.

    Ne yapıyordunuz orada?

    İlk çalıştığım proje “Kur’ân Çevirileri Bibliyografyası”ydı. Fakat sonra çok farklı proje ve konularda da çalıştım. Kongre tertip heyetinde görev almaktan editörlüğe kadar pek çok iş yaptım. Özetle söyleyeyim IRCICA bana çok şey öğretti. İkinci okulumdur orası. 

    Master ve doktora konularınızı seçerken akademiye geri dönme düşünceniz var mıydı?

    O arzu lisansüstü öğrenim gören pek çok kişide vardır. Bizde de vardı muhakkak. Yüksek lisansta tez hocam Günay Kut’du. Bölüm başkanıydı aynı zamanda. En başta bize “Metin çalışacaksınız” demişti. Tez konusu düşündüğümüz sıralarda Osmanzâde Tâ’ib Efendi’nin divanının bulunduğunu söyledi, Ankara’daymış. “Çalışmak ister misin?” dedi. Severek kabul ettim. Ankara’ya gittim, yazmayı gördüm, mikrofilmini aldım. Mikrofilm fotoğraf gibi değil, görüntüde çok kayıp oluyor. Bugün dijital kopya elinizdeyse yine yazmayı görmeye ihtiyaç duyabiliyorsunuz ama bu ihtiyaç minimum seviyede kalıyor. Mikrofilm bu konforu sağlamıyor. Yaz boyu metni baştan sona okudum. Eylül ayından itibaren Günay Hoca’yla çalışmaya başladık. Anlamlandırmadığı tek bir beyte bile ‘tamam’ demiyordu. Bu arada divan Osmanzâde Tâ’ib’e ait değilmiş, katalog bilgisi hatalıydı. Tâ’ib Mehmed Çelebi adlı bir Sebk-i Hindî şairi olduğunu tespit ettik. Divan, Hoca’nın çok ilgisini çekti. Bazı günler üç dört saat sadece bir beyit üzerinde çalışıyorduk. Tez çalışmaları iki yıl sürdü. 

    Daha önce yazmalar üzerinde çalışma yapmış mıydınız?

    Yazmaları tanımamda Günay Kut Hoca’nın katkısı büyüktür. Ders döneminde bizi Süleymaniye Kütüphanesi’ne götürüp orada uygulamalar yapmıştı. Zaman zaman da hocaların verdikleri ödevler için gidiyor, yazma görüyorduk. Allahtan henüz dijitalleşmemişti yazmalar. Günay Hoca Amerika’dan döndükten sonra Türkiye Yazmaları Toplu Kataloğu projesinin Marmara sorumluluğunu yürütmüş, Süleymaniye’de bulunmuştu. Kütüphaneden ayrıldıktan sonra da ayrıcalıklı pozisyonunu korumuştu. Bu imtiyazını öğrencileri lehine değerlendiriyordu. O derslerin çok katkısını gördüm. Bu benim yazmalarla ilk karşılaşmam değildi gerçi, ailemde de vardı.
     
    Günay Kut Hoca ile Millet Kütüphanesi’nde, 14 Ekim 2019

    Evinizde neler vardı?

    Ebu’l-Leys es-Semerkandî’nin tefsir mukaddimesi ve manzum bir siyer vardı. Bunlar daha sonra bana intikal etti. Bu yazmalarla Süleymaniye’de gördüklerimiz aynı değildi tabii. Bizdekiler daha ziyade Anadolu yazması olarak isimlendirilenlerden…

    Anadolu yazmasının farkı nedir?

    Bir yazmayı raftan çekip alın, hemen anlarsınız. Yazısı, kâğıdı, âharı, cildi, şirazesi, çoğu zaman kondüsyonu, gördüğü tamir… Her şeyi farklıdır. Anadolu yazmaları çok daha mütevazıdır ve zor ortamların yazmalarıdır. İstanbul’dakilerse kültür muhitlerinin yazmaları genellikle. Doktora döneminde de metin çalıştım. Yazma göre göre bunları ayırt etmeye başlıyorsunuz. 

    Doktorada da metin mi çalıştınız?

    Evet, yüksek lisansı tamamladığımız sene Boğaziçi Üniversitesi’nde eski edebiyat doktora programı açılmadığı için Günay Hoca’nın tavsiyesiyle Marmara Üniversitesi’ne başvurduk. Tavsiye mektuplarımızı bizzat yazdı. Gideceğimiz hoca, Orhan Bilgin’di. O dönemde Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı olan Orhan Hoca, Ahmed Ateş’in, Hellmut Ritter’in, Ali Nihad Tarlan’ın, Nihad Çetin’in talebesi olmuş, alanın duayen bir diğer siması. Ben orada da çok verimli bir ders dönemi geçirdiğime inanıyorum. Sıra tez konusu seçmeye geldi. Edirneli Nazmî’nin divanı henüz çalışılmamıştı. Bizdeki en hacimli divandır. Onu çalışmak istediğimi söyledim. Hoca, “Bir kişi çalışamaz onu! Emin misin?” dedi. “Çalışırım!” dedim. İkna ettim, fakat bazı itirazlar geldi. 

    İtiraz gerekçeleri nelerdi?

    Eser çok hacimli. Pek çok yüksek lisans tezi veya birden çok doktora teziyle ancak altından kalkılabilecek bir metin. Takriben elli bin beyit. Divan, Türk aruzu, sanatları ve Türkî-i Basit anlayışı bakımından önemli bir hazineydi. 1928’den beri İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde. Fuad Köprülü aldırıyor oraya ama kimse çalışmamış. Çalışılması lazım… Doktora yeterlilik sınavımıza Günay Kut Hoca da geldi. Tezler zihinlerde belirlenmiş. Sınavdan önce sordu. Cevabımı duyunca “Olmaz öyle şey!” dedi hâliyle. Bir şeyler geveledim ağzımda ama “Ben istiyorum” diyemedim. Orhan Hoca’ya itirazını iletti. Hoca “Kendisi istiyor, yapar bu!” diyerek destekleyince mesele tatlıya bağlandı. O tezi 2010’da bitirdim.

    Doktora esnasında IRCICA’da çalışmaya devam ettiniz değil mi?

    2003 yılında doktorayla birlikte öğretmenlik yapmaya başlamıştım. Kısmi zamanlı olarak IRCICA’ya da devam ettim. Üniversiteye intisap edinceye kadar öğretmenliğe devam ettim. 2018’de İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde göreve başladım. 

    Osman Reşer nasıl ve ne zaman çıktı karşınıza?

    2017’de Leipzig Üniversitesi Kütüphanesi’nin proje sayfasında dijitalleştirilmiş yazmalara bakıyordum. Bir yazma dikkatimi çekti, katalog bilgisinde Farsça Mantıku’t-Tayr olduğu yazıyordu. Malum bir eser. Yine de bakayım dedim. Katalog bilgisi hatalıydı. Eser, Mantıku’t-Tayr’ın manzum Türkçe tercümesi olan Fedâyî Mehmed Dede’nin Mantık-ı Esrâr’ıydı. Nüshaları bilinen, yüksek lisans tezi olarak çalışılmış bir metin. Eski harflerle baskısı da var. Fakat Leipzig’deki yazmanın iç kapağındaki not dikkatimi çekti. Bizimkilerin el yazısına benzemeyen bir yazıyla ve Almanca “Mantıku’t-Tayr tercümesi, mütercimin el yazısı” yazıyor. Önemli bir nüsha. Oraya nasıl gittiğini merak ettim. İnternet sayfasında birtakım açıklamalar var, belli kodlar sıralanmış ve “Raf numarası bu kodlarla başlayan yazmalar Oskar Rescher aracılığıyla Türkiye’den alınmıştır” yazıyor. 

     
    Osman Reşer, 60’lı yaşlar

    Reşer’i duymuş muydunuz daha önce?

    Orhan Bilgin Hoca’dan adını çok duymuştum ama yazma ticaretinden haberim yoktu.

    Orhan Bilgin nasıl bahsediyordu?

    Kültür muhitlerinde anlatıldığı gibi; hırpani kıyafetli, kedi meraklısı, çantasında taşıdığı ciğeri akşama kadar kedilere dağıtan asosyal bir tip. Orhan Hoca ve nesli onu genellikle İslâm Tetkikleri Enstitüsü’nde görüyor. O zamanlar 80 yaşlarında. Sosyal münasebetleri iyi değil. Amiyane tabirle herkesi iğneleyen, geçimsiz biri. Müslüman olduğu söyleniyor ama kimse inanmıyor. Böyle şeyler biliyorum hakkında. O yazmayı görünce dedim ki Leipzig’e bir yazmayı, müellif hattı olduğunu bilerek gönderiyorsa başka nerelere ne göndermiş olabilir? Acaba Berlin’e, Münih’e, Hamburg’a, Londra’ya, Paris’e, Viyana’ya, Amerika’ya da yazma göndermiş olabilir mi? 

    Şahsi merak değil mi?

    Evet, şahsi merak ama Mantıku’t-Tayr tercümesini de çalışacağım, kararım o. Nitekim daha sonra basıldı bu çalışma. Merakımı gidermek için diğer kütüphanelerin kataloglarını taramaya başladım. Berlin’de de bir Reşer koleksiyonu olduğunu gördüm. O sıralarda İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde çalışmaya başlamıştım. 2019 başlarında Berlin Devlet Kütüphanesi’nde bir yazma semineri olacağını öğrendim. Başvurdum, kabul ettiler. Kayıt yaptırdığım sabah görevliye “Türkçe yazmaları da görmek istiyorum” dedim. “Bunun için randevu aldınız mı?” dedi. Almamıştım. Göremeyeceğimi söyleyince ısrar etmedim. 
    “Katalogları göreyim o zaman.” dedim. 
    “Katalogları yok!” 
    “Envanter?” 
    “Yok!”
    “Kartoteks?”
    “Yok!” Gülerek söylüyor bunları. 
    “Bu durumda olan yazmaların sayısı nedir?” dedim. “Bin üç yüz küsur yazma.” dedi. Hazine! 

    Berlin üniversitelerinde Türkolog ya da şarkiyatçı yok mu? Bu çalışmalar neden yapılmamış?

    Herkesin kendine göre bir programı var herhalde; ama bir sıkıntı olduğu çok belli. Seminere başladık, ilgiyle takip ediyorum ama aklımın bir köşesinde bu yazmalar var. İlk gün bu konuşmayı yaptığımız şahıs seminerde görevli, bir köşede oturup hem semineri hem katılımcıları izliyor. Türkçe yazmalardan sorumlu kişiymiş, bunu bilmiyorum ben tabii. Üçüncü gün yanıma geldi ve “Sana kazan-kazan bir teklifim var.” dedi. Heyecanlandım. “Hâlâ bütün yazmaları görmek istiyorsan tespit fişlerini hazırlaman karşılığında yazmaları açarız sana.” Harika! Bunun için ayrıca vakit lazım, nasıl olacak? Bütçeleri yok. Lojman yok… Yazın gelip üç ay kalabilirim ama nasıl karşılayacağım? Hemen o akşam Türkiye’de sponsor olma ihtimali olan kişi ve kurumlara eposta gönderdim. Bu işi teklif eden arkadaş seminerin son günü beni depoya götürmüş ve teklifini kabul etmem hâlinde üzerinde çalışacağım yazmaları göstermişti. Kırk yedi bin şarkiyat yazması vardı o depoda. Şöyle söylediğimi hatırlıyorum: “İkna olmak için bunları görmeme gerek yok; ama burada bulunmak güzel.” Bir de o depoda fotoğrafımı çekmesini istemiştim. Dönünce rektörümle görüştüm. Başta destek olacaklarını söylediler fakat ilgili kurullara bunu kabul ettiremediler. Hiçbir yerden olumlu cevap alamadım. Zaman ilerliyordu. O yazı Berlin’de yazmalarla geçirmeyi kafaya koymuştum. Oğlum henüz üç yaşında, ama gideceğim. Eşim aldığım olumsuz cevaplar karşısında ne kadar üzüldüğümü görüyordu. Bir gün, “Artık başka bir yere başvurma, gerekli meblağı ben vereceğim.” dedi. İşyerinden izin aldı. Berlin’de nohut oda bakla sofa bir yer tuttuk. Eşim ve oğlumla birlikte iki ay orada kaldık. Onlar Berlin’in bütün parklarını ezberlediler, ben de yazmaları… Hâlâ latife ederiz, eşim Berlin’i bir Berlinli’den daha iyi bilir.

     
    Berlin Devlet Kütüphanesi Şarkiyat Yazmaları-29 Mart 2019

    Depodaki yazmaların hepsi İslâm dünyasına mı aitti?

    Hayır, Hintçe, Sanskritçe, İbranice gibi dillerdeki yazmalar da var. İslâm yazmaları yanılmıyorsam, yirmi beş binin üzerindeydi. Orada kaldığım iki ay boyunca çok yoğun bir çalışma temposu içindeydim. Önceden kataloglanmış çok kıymetli bazı eserleri görmeye vakit bulamadım maalesef. 

    Nasıl bir mesaiyle çalışıyordunuz?

    Şarkiyat Bölümü hafta içi 09.00 – 17.00 arası açık ama ilk gün saat 15.00’te “Yazmaları topluyoruz!” dediler. 16.00’da güvenliğin depoyu kapatması gerekiyormuş. Ertesi sabaha kadar bir daha açılmıyor. “Bin üç yüz küsur yazma, iki ay vaktim var. Bırakırsanız her akşam 17.00’ye kadar çalışırım burada.” dedim. Şarkiyat biriminin müdürü, bölüm çalışanlarıyla bir toplantı yaptı. Bir formül geliştirdiler ve hafta içi her gün 09.00’dan 17.00’ye kadar çalışma imkânı buldum. İki ay içinde yaklaşık bin üç yüz elli yazmanın tamamını elden geçirdim. Günde sadece bir kere mola veriyordum. Görülmedik, kataloglanmamış tek Türkçe yazma kalmasın istiyordum. Gitmeden hazırladığım bir tespit fişi şablonu vardı. Her yazma için bir fiş açtım. Dönüşte bu fişleri yanımda getirdim. Kütüphaneye birer kopyasını bıraktım.

    O yazmalar arasında neler vardı?

    Yanlış hatırlamıyorsam doksan tanesi Osmanlı Türkçesi değildi. Bir kısmı Çağatay, birkaç tanesi matbu. Fark etmemişler. Arapça, Farsça bazı yazmaları da Türkçe diye not etmişler. O hataları düzelttik. Pek çok müellif hattı, saray yazması, nüshası bilinmeyen eser, kayıp yazma çıktı. Bir makale yazdım, makalenin hacmine sığacak kadar yazmayı seçtim ve haklarında kısaca bilgi verdim. İnsanlar bilsin, dijital nüsha alıp kullansın ya da oraya gidip incelesin istedim. Bir anlaşma yapmıştık, tespit fişlerini oluşturduktan sonra kütüphanenin veri tabanına her bir yazmanın müellif adı, eser adı, varak adedi gibi temel bilgilerini girecektim. Zaman bakımından orada yapmam mümkün değildi, İstanbul’a döndükten sonra yaptım bu işleri. Aylar sürdü. Kapsam dışı olanlar çıkınca yazma sayısı bin iki yüz elli’ye düştü. 

     
    Hepsini Reşer mi göndermiş?

    Hayır! Seminer zamanı yazmaları görme talebimi iletirken niyetim Reşer yazmalarını görmekti ama hiç bilmediğim bir şeyle karşılaşmıştım. Kataloglanmamış yazmalar olduğunu öğrenince Reşer konusunu öteledim. Bu kataloglanmamış Türkçe yazmalar arasında Reşer yazmaları olduğunu da öğrenmiştim. Yazmaları raf numalarına göre getiriyorlardı. Bir yandan fişleri oluştururken öte yandan heyecanla Reşer yazmalarına sıra gelmesini bekliyordum. Fakat Reşer’in kütüphanesinden olduğu söylenen yazmalara sıra geldiğinde büyük bir şaşkınlık yaşadım.

    Neden?

    Medrese kitapları, halk kitapları, Muhammediyeler, basit şerhler, fizik olarak kötü durumda olan yazmalar, Anadolu yazmaları. Görseniz, ‘muzahrafat’ dersiniz.

    Ne zaman satılmış bunlar?

    1974’te. Reşer öldükten sonra biri kütüphaneye gelmiş ve “Oskar Rescher’in şahsi kitaplığındaki yazmaları almak ister misiniz?” demiş. bin yedi yüz yirmi iki yazma. Altı yüz kadarı Türkçe, gerisi Arapça ve Farsça. Kütüphane yetkilileri Reşer’in önemli bir müsteşrik olduğunu bildikleri için gözü kapalı kabul etmişler teklifi. Yazmaların vaziyetini görünce oradaki yetkililere “Burada bir sorun var!’ dedim.

    Sizi şüpheye düşüren neydi?

    Leipzig’deki koleksiyonu biliyorum, genellikle özellikli yazmalar. Bâkî Divanı da göndermiş ama mesela Şeyh Şamil’in terekesinden, Fatih’in kitaplığından çıkmış nüshayı tercih etmiş. Bunlar öyle değil. Otuz tane Muhammediye var, Reşer’in evinde bu kadar Muhammediye’nin ne işi var? Arapça yazmalara oradaki yetkililer bakmış, onlar da benzer bir durumla karşılaşmış. Elli tane Mülteka! “Bizim göremediğimiz bir şey var herhalde, bir şey kaçırıyoruz.” deyip tamamını dijitalleştirmişler yine de. 

    Kim satmış bu yazmaları?

    Ayla König.

    Ayla König kim?

    Reşer’in yeğeni diye biliniyor. Şüphelerim devam edince kütüphane yetkilisi daha eski dönemlerde yine Reşer’den alınmış yazmalar olduğunu, bunu sağlama defterinde gördüğünü söyledi ve deftere bakmamı tavsiye etti. Şarkiyat’ın defteri 1919’da açılmış. Sayfaları çeviriyorum, 1924’ten sonra bazen sayfalarca Reşer adını görüyorum. Onlarca, yüzlerce Reşer. Müthiş bir andı…

    Ne zamana kadar böyle?

    1936’ya kadar. Bu defterle irtibatlı üç defter daha var. Hemen kopyalarını istedim. Listeler çok karışıktı, aylarca uğraştım. Tek tek, satır satır inceledim. Kataloglara müracaat ettim ve yeni bir liste çıkardım. Bu iş bittikten sonra bütün yazmaları görmek için tekrar Berlin’e gittim. Bu sefer bir ay kaldım. 

    Reşer adına kayıtlı kaç eser listelediniz?

    Bin yüz doksan iki! Asıl Reşer yazmaları onlardı işte. Kimsenin haberi yok. İlgililer 1974’te satın alınan yazmaların Reşer koleksiyonu olduğunu sanıyor. Bunların Reşer’le doğrudan ilgisinin olmadığı da ortaya çıkmış oldu. Ayrıca Reşer yazmalarının koleksiyon değil de ticaret metaı olduğu da tespit edildi. Bu arada Reşer’in amcasının torunu Nicholas Rescher’deki mektupları da gördüm. Bir kısmı Ayla König’le Nicholas Recher arasında geçen yazışmalar. Reşer’in vefatına yakın yazılmışlar.

    Nerede yaşıyor bu mektupların tarafları?

    Ayla Hanım Türkiye’de, Nicholas Bey Amerika’da. Reşer’in hastalığı döneminde ticari faaliyetleri Ayla König üstlenmiş anladığım kadarıyla. Nicholas Recher’in bilgisi dâhilinde Yale’e de yazma satıyor. Bu mektuplar sayesinde oradakilerin bir kısmının da Reşer yazması olmadığını öğrendik. Ayla Hanım, Yale’e gönderdiği 1971 tarihli bir mektupta “Son partide Reşer’den sadece 22 yazma var. Artık yazma kalmadı!” diyor.

    Osman Reşer kim? Bu güveni tesis edecek yetkinliği nasıl elde etmiş?

    Asıl adı Oskar Rescher. Almanya’da yaşayan çok varlıklı, Yahudi asıllı bir ailenin çocuğu. Hekim olan dedesi, çalıştığı yerde Yahudi olmadığı için Yahudilikten uzaklaşmış. Aile zamanla Hıristiyanlaşmış. Babası ve amcası Stuttgart’ta üst düzey gelir sahibi iki fabrikatör. Amcasının bir oğlu var, Oskar da tek çocuk. İkisi de hukuk tahsiline başlıyor. Fakat Reşer bir yıl sonra hukuku bırakıp Şark dilleri okumaya başlıyor. Doktorasını da orada tamamlıyor, çok önemli hocalardan ders alıyor. 

    Hangi tarihlerde üniversitede?

    Doktorasını 1909’da yapıyor. Leipzig’e geçip ileri dersler alıyor, özellikle yazmalar konusunda ihtisas sahibi oluyor. Meşhur yazma mütehassısı August Fischer var, yazmalar konusundaki yetkinliğini onunla çalışırken kazandığı söyleniyor. İstanbul’a da doktorayı bitirdiği sene, bu çalışmaları yaparken gelmeye başlıyor.

    Neden geliyor İstanbul’a?

    Bence alanında ilerlemek istiyor. O dönemde bunun için en doğru yer İstanbul. İstanbul’a gelenlerin de gittiği ilk adres belli.

    Neresi?

    Beyazıt Kütüphanesi Müdürü İsmail Saib Efendi. Henüz çok genç, 36 yaşında olmasına rağmen Şarkiyatla ilgili Türk veya yabancı, kim gelirse İsmail Saib Sencer’e yönlendiriyorlar. Reşer de ona geliyor. Aralarında 10 yaş var, Reşer o zaman 26 yaşında. İnsanlar dışarıdan bakıp Reşer’in İsmail Saib Efendi’ye musallat olduğunu düşünüyor. Fakat ben ulaştığım yazışmalarda bambaşka bir resim görüyorum. Karşılıklı bir alaka var. İki taraf da birbirine çok değer veriyor. Saib Efendi’ye çok kişi geliyor. Biri de Ritter mesela. O dönemde eli kalem tutan, ilim adamı diyebileceğiniz kim varsa onun çevresinde. Hiçbirinde Reşer’de olan karşılığı göremiyor sanki. O ikisi başka bir frekans tutturmuş. Bence Reşer’in cenneti yaşadığı dönem 1909’da başlıyor, 1914’e kadar devam ediyor. 

    Müslüman olduğu dönem de o dönem mi?

    Olabilir. Müslüman olduğu zaman tam olarak bilinmiyor. Geç dönem sanılıyordu ama ben 1910’lu yıllara kadar inebileceğini düşünüyorum. İsmail Saib Efendi 1917’de Necati Lugal’e yazdığı bir mektupta Reşer için ‘Yaşar Efendi’ diyor; Türk vatandaşı olduktan sonra Osman Yaşar adını alıyor Reşer. Bence Saib Efendi’nin tavassutuyla, Topkapı’ya gidip yazmaları rahat rahat görüyor, Bursa’daki yazmaları inceliyor. Köprülü Kütüphanesi’ndeki öne çıkan yazmaları yayınlıyor. Henüz akademide bir görevi yok. Kendisi için yapıyor bu araştırmaları. Maddi sıkıntısı da yok sanıyorum ama 1913’te sattığı yazmalar, acaba çalışmalarını finanse etmek için mi girdi bu işe diye düşündürüyor beni. 

    İlk ne zaman ve nereye satıyor?

    Benim gördüğüm ilk 1913, Berlin. 1914’te Birinci Dünya Savaşı başladığında askere çağırıyorlar. Askerdeyken de yazışmalarından anlaşılıyor ki sürekli kitap yazmak, basmak, belli âlimlere ulaşmak gibi dertleri var. Çalışmaları kesintiye uğramıyor. Askerden sonra Breslau Üniversitesi’nde doçent oluyor. 1925’te profesörlüğünü alıyor. 1924’te tekrar Türkiye’ye gelmeye başlıyor. İstanbul Erkek Lisesi ve Darülfünun’da dersler veriyor. Bir ara Harbiye Mektebi’nde çalışıyor. Harbiye Mektebi’ni Ankara’ya taşıyorlar, mecburen oraya gidiyor. 

    O dönemde artık Türkiye’de mi yaşıyor?

    1925’ten itibaren Türkiye’de yaşadığını sanıyorum. Ankara’da aynı zamanda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi’nde kütüphaneci olarak çalışıyor. İstanbul’a dönüp Arkeoloji Müzesi’nde ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalışıyor.

    Türk vatandaşı mı?

    1937’den itibaren Türk vatandaşı.

    Kitap ticareti hep devam etmiş mi?

    Bana kalırsa bu ticareti 1913’te kurguluyor ve başlıyor. 1914’te askere alındığı için kesintiye uğruyor. 1924’te tekrar başlıyor. 

    O çapta bir ilim adamının böylesine kıymetli eserleri yurtdışına satmasını nasıl yorumluyorsunuz?

    Ankara’da kaldığı dönemde bastırdığı bir kitabının önsözünde diyor ki, “Burada bir âlim nasıl çalışacak? Kitap yok!” Henüz Saib Efendi ölmemiş, yazmaları Ankara’ya intikal etmemiş. Kütüphaneler kurulmamış. 1939’da Reşer kendi kitaplığını Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne satıyor. Bence önemli kısmını yurt dışından getirdiği şarkiyatla ilgili üç bin kitaplık müthiş kütüphanesini oraya satmasının sebebi de orada bir kütüphane bırakmak. Batı’da da aynı anlayışla yazma koleksiyonları oluşturuyor diye düşünüyorum. İki sebeple yapıyor bunu; öncelikle burada o tarihlerde yazmalar çok önemsenmiyor. Ayrıca Batı’da müsteşriklere çalışacak malzeme lazım. Her yerde bir koleksiyon kuruyor. Berlin’e sadece bir tane Muhammediye gönderiyor mesela. İkinci bir nüsha yok koleksiyonda. İyi bir nüshasını bulursa onu da başka bir kütüphaneye gönderecek. 

    Peki tek nüsha olan yazmaları göndermesini nasıl açıklıyorsunuz?

    Bir örnek vereyim. Müyessiretü’l-Ulûm, dilcilere göre batı Türkçesinin, Türkçe yazılmış ilk gramer kitabı, vaktinde tek nüsha. Sahipleri nüshayı İsmail Saib Efendi’ye bırakıyorlar, meraklısı varsa baksın diye. Bu ne demek? Alıcısı varsa alsın demek değil mi?

    İsmail Saib Efendi de mi ticaret yapıyor?

    Öyle demiyorum. Fakat zihnimizde çizili bulunan İsmail Saib Sencer portresini bu manada belki biraz güncellemek lazım. Yazmaya dönersek Bursalı Mehmed Tahir, Saib Efendi’deki bu kitapla ilgileniyor. Alıyor da. Nüsha ondayken iki kişi istinsah ediyor metni. Köprülü bu meseleyi detaylı olarak naklediyor ama kimse üzerinde durmuyor. Kopyalar İstanbul’da kalıyor, asıl nüsha kayıp. Yıllar sonra o nüshanın da Berlin’de olduğu ortaya çıktı, Reşer satmış. Bu fotoğrafta kıymetli bir yazma, İsmail Saib Efendi, Bursalı Mehmed Tahir ve Osman Reşer var. Yorum yapmıyorum, söylemekle iktifa ediyorum.

    Reşer’in tüccarlığı biliniyor mu döneminde?

    Alıp sattığı biliniyor, konuşuluyor, mektuplarda karşımıza çıkıyor ama bu boyutta iş yaptığı bilinmiyor. Berlin’deki koleksiyon ortaya çıkınca ticaretinin büyüklüğü anlaşıldı. Yurt dışına en az on bin yazma sattığını düşünüyorum. Yazmayı sadece yurt dışına satıyor ama matbu kitabı yurt içi ve dışındaki şahıslara, kütüphanelere, her yere satıyor. Türkiye’de yazma sattığını görmedim. 

    Yurt dışında şahıs kütüphanelerine de yazma satıyor mu?

    Evet, yazma da matbu eser de satıyor. Benim gördüğüm ve anladığım Batılıların kitaplarını Türkiye’ye getiriyor, buradaki kitapları da Avrupa’ya gönderiyor. Ve bana kalırsa yazma ticaretinde onu yönlendiren birisi ya da bir ülkü var. Salt kâr amaçlı bir tablo göremiyorum. Bu meyanda İsmail Saib Efendi’nin motive edici bir unsur olma ihtimalini de değerlendiriyorum.

    Nasıl bir etkiden bahsediyorsunuz?

    Arşivimde bir posta kartı var; Reşer, ailesini ziyaret için Stuttgart’a gittiğinde İsmail Saib Efendi tarafından gönderilmiş. Selam sabahtan sonra, “Raif Bey çekin parasını almıştır, selam eder.” diyor. 

    Kartın tarihi ne?

    1931. Raif Yelkenci o tarihte sadece yazma satıyor. Dönemin şartları içinde bakmak lazım olaylara. Harf İnkılabı olmuş. Muzaffer Ozak diyor ki, “Evde bir levha ya da Mushaf mı var, insanlar kobra yılanı gördüğünde ne yaparsa aynısını yapıyordu.” Turan Türkmenoğlu’nun dedesi, “Sabah dükkana geldiğimizde kapıların önlerinde çuvallarla bırakılmış eski yazı kitap bulurduk.” diye anlatıyormuş. İnsanlar satmaya bile cesaret edemiyor. Medreseler, tekke ve zaviyeler kapatılmış. Sonra Darülfünun lağvediliyor. Hocalar işsiz, geçinmek için kitaplarını satmış olma ihtimalleri hiç zayıf gelmiyor bana. Pazar bir anda doluyor. Müşteri de yok üstelik. 

    Peki böyle bir bolluk yaşanırken nitelik ve fiziksel olarak nasıl eserler gönderiyor Reşer?

    Gözlemlediğim kadarıyla gönderdiği yazmalarda mutlaka öne çıkan bir özellik olmasına dikkat ediyor. Ya fizik olarak iyi olacak ya muhtevasıyla öne çıkacak. Çok eski bir nüsha olabilir ya da tezhibi kıymetlidir. Müellif hattı veya tek nüsha olabilir. Reşer yazmalarında öne çıkan bir husus buluyorsunuz mutlaka. Ciltsiz yazma çok göndermiş ama eksik sayfa yok, orada ciltlemişler. Ne yaptığını bilerek, seçerek gönderiyor. Nereye ne sattığını da biliyor. Bir kütüphaneye on yıl boyunca yazma göndermiş diyelim, mükerrer nüsha yok! Daha önce ne gönderdiğini biliyor demek ki. Nicholas Recher bir ara bir eserin yazma nüshasını arıyor ama bulamıyor. Reşer ona diyor ki “Ben falanca tarihte British Museum’a satmıştım. Kopyasını oradan alabilirsin.” Bu verilerden hareketle diyorum ki öncelikli hedefi farklı noktalarda koleksiyonlar kurmak.

    Yurt dışında kaç noktaya kitap sattığını biliyor muyuz?

    Şu ana kadar tespit ettiklerim on beş, yirmi arası. Gördüğüm kadarıyla Amerika’da sadece Yale’e satıyor. Diğer adreslerin kahir ekseriyeti Avrupa’da. Sürpriz bir yer söyleyeyim, İsrail’de de var. Reşer’in seçerek ve bilerek eser gönderdiğine delil olacak bir şey daha söyleyeyim. Rastgele oluşturulmuş bir yazma koleksiyonunda daha çok Arapça yazma olması beklenir. Onun gönderdiği yazmalarda, tespitlerime göre Türkçe daha fazla. Arapça ve Farsça da gönderiyor ama ağırlık Türkçe yazmalarda. Mesela Reşer gönderene kadar Vatikan’da yüz yirmi bir Türkçe yazma var. Ondan aldıklarıyla beraber üç yüz elli bir’e ulaşıyor sayı. Reşer’den tek satışta iki yüz otuz yazma geliyor. Aslında kendi namına bir ticaret yürüttüğünü de söyleyemem. Simsarlık yapıyor. Sahaflar ellerindeki yazmaları gösteriyor, o bakıyor, değerlendiriyor. İstediklerini seçip ödünç alıyor. Satabilirse ödüyor parasını. Ben Reşer’de ‘para kazanayım’ motivasyonu görmüyorum. Ortada o parayla yapılmış bir şey yok. Evi yok, doğru dürüst eşyası yok. Nafakasından mesul olduğu çoluğu çocuğu yok! Basel’de bir hesabı var, oradaki meblağ da yüksek değil. Ölümüne yakın, Yale’den gelen para. Benim bildiğim öyle astronomik paralar söz konusu değil. Aldığını da tekrar kitaba yatırıyor zaten. Ha bir de pul koleksiyonu var, ona bağlıyor parasını. Kendi hesabına bastırdığı kitaplarını da unutmamak lazım. İstanbul’un ücra köşelerine kadar beslediği kedilerin nevalesini de tabii…

    Ticareti ne zamana kadar kendisi yürütüyor?

    Son yılları hastalıklarla geçiyor. 1971 Eylül’ünde Berlin Devlet Kütüphanesi’ne gönderilmiş bir kartpostal var. Osman Reşer tarafından imzalanmış fakat yazı onun değil. Kartpostalda yirmi dört minyatürü havi altı yüz kırk varaklık bir Sa’dî külliyatından bahsediliyor. Anladığım kadarıyla mükemmel bir nüsha, iyi para isteniyor. Berlin almamış. Karttaki yazının Ayla König’e ait olduğunu tespit ettim, yazmanın hangi sahafa ait olduğunu da… Reşer vefat ettikten sonra König o yazmayı Nicholas Rescher’e göndermiş. Berlin’de tamamlanmayan bu ticari faaliyeti de sayarsak vefatından altı ay önceye kadar sürdüğünü söyleyebiliriz. 60 yıllık bir ticaret söz konusu. Batı, Reşer olmadan yazma konusunda fakir olurmuş. 
     

     

    Siz şimdiye kadar hangi kütüphanelerde iz sürdünüz?

    Yayınladıklarımı ve yayınlamak üzere olduklarımı söyleyeyim. Berlin ve Leipzig’i yayınladım. Leipzig’deki yazmaları çalışırken Almanya’dan bir arkadaş da eşlik etti bana. İki koleksiyondaki bütün yazmaları gördüm. Vatikan’daki yazmaları da gördüm. Çalışmalarım devam ediyor, inşallah makale hâlinde neşredeceğim. Münih’teki Reşer yazmalarını şu an Münih Kütüphanesi’nde çalışan bir arkadaşla birlikte değerlendiriyoruz. Sırada daha önce listelere girmeyen sürpriz bir yer var. Orada şimdilik iki yüz otuz yazma tespit ettim ama sayı artacak zannediyorum. Pandemi öncesinde İngiltere ile yazışmıştım. O yaz gitmeyi düşünüyordum ama salgın sebebiyle gerçekleşemedi. Ellerindeki rakam çok düşük fakat ben bunun gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum. Gidip görmem gerekiyor. 

    Yirmi adresten bahsettik, diğerleri nereler?

    Hamburg, Göttingen, Halle, Almanya’da çok yer var. Wroclaw, Uppsala, Viyana, Oxford var. Bunların bir kısmının ön çalışmasını yaptım. Dikkatimi çeken bir şey var; Paris’te yok! Henüz bir şey görmedim. Viyana’da çok fazla yazması varken orada olmamasını anlayamıyorum. Çok iyi Fransızca biliyor, Fransa’yla teması var. Orada da çıkabilir. O takdirde sayı yükselecektir.

    Neden böyle düşünüyorsunuz?

    Ciddi faaliyet yürütüyor, yazışmalar var. Kayıtlara geçmemiş olabilir. Berlin’de bin yüz doksan iki yazmanın karşılığı ben çalışana kadar ‘sıfır’dı. Viyana’dan daha eminim, orada bin civarı yazma olmalı, bir ön değerlendirme yaptım. 

    Bu koleksiyonlarda gördükleriniz arasında size göre en özel parçalar hangileriydi?

    Berlin’de Memlük Sultanı Kansu Gavrî’nin kütüphanesinden çıkan yazmalar var. Herhalde beni en çok heyecanlandıran yazmalardan biri o kütüphanedeydi. Tezhibiyle, cildiyle mükemmel bir yazmaydı. Bu yazma nasıl geçebiliyor Reşer’in eline, hayret ediyorum… 

    Gördüğünüz bu eserler 1910’lardan 1970’lere İstanbul piyasasındaki eserlerin niteliğine dair de çok şey söylüyor olmalı?

    Tabii. Behiştî mahlaslı bir 15’inci yüzyıl şairi var. İlk hamse sahiplerinden diyorlar. II. Bayezid’in yanında bulunmuş, sonra gönderilmiş. Herat’a, Molla Câmî’nin, Hüseyn-i Baykara’nın yanına gitmiş, geri gelmiş. Tarih metinleri de yazmış. Bir mevlidi var, tek nüsha. Bence saraya sunulan nüsha çünkü sonunda ariza tadı veren bir şiir var. O da Reşer yazması. Yine İbnü’l-Heysem’in risalelerinden oluşan bir yazma var. Berlin kıymetini anlamış, fildişi geçmeleri falan olan özel bir kutu yaptırmış. II. Bayezid Kütüphanesi’nden çıkmış, saray yazması. Çok büyük bir âlim tarafından istinsah edilmiş iki metin içeriyor. Bunlar gibi bir sürü saray yazması var. Ayrıca Reşer’in tereke satışlarından seçtiği yazmalar var. Şah Sultan Türbesi’nin postnişinlerinden İbrahim Necati’nin şahsi kütüphanesi bir şekilde Reşer’in ulaşabileceği bir ortama düşmüş. O koleksiyondan on, on beş yazmayı Vatikan’da, birkaç tanesini Berlin’de gördüm. Bunları bir bütün olarak müstakilen ele almayı planlıyorum. Vatikan’da Konya menşeli öyle erken dönem yazmaları gördüm ki hâlâ burnumun direği sızlıyor. Ama şunu da söyleyeyim, bazen Türkiye’deki yazmaların durumuyla ilgili de burnumun direği sızlıyor.

    Saray yazmalarının geri alınması söz konusu olabilir mi?

    Bunlar saray yazması evet ama hepsi için saraydan çalınmıştır diyemiyoruz. Saray yazmasını padişah kendisi çıkarabiliyor. Bir yazmayı çıkarıp hediye edebilir, kendi malı zaten. Şöyle söyleyeyim, Cumhuriyet’ten sonra kayıtlı olan bir şey çıkarsa kesinlikle alınabilir. Reşer yazmaları arasında bugüne kadar bir tane çalıntı izine rastlamadım. “Kaçırmış, götürmüş!” diyenlere de sordum, somut bilgi veren olmadı. 

    Bu işin ticaretini yapan tek isim Reşer değildi herhalde. Onun gibi ardına düşülmesi gereken başka isim var mı?

    Reşer’in bu işi yaptığı dönemde legal değil bu ticaret. 19’uncu asırda çıkarılmış Âsâr-ı Atîka Nizamnamesi’ne göre bu eserler yurt dışına çıkarılamaz. Yazma eserler kesinlikle bu kararnamenin kapsamına giriyor. Daha sonra 1925’te daha sert ve net ifadeler içeren bir kararname daha yayınlanıyor. Yani kağıt üzerinde yazma eserler yurt dışına çıkarılamaz. Ama yayalar da kırmızı ışıkta karşıya geçemez! Bence göz yumulmuş. Söylenenler, homurdananlar var. İslâm Tetkikleri Enstitüsü’nde çalışırken Fuat Sezgin’e söylüyorlar. Reşer’i orada işe alan kişi Sezgin. “Bu adamı buraya getirdin ama yurtdışına yazma satıyor.” diyorlar. Resmî bir şikâyet değil, homurdanma.

    Fuat Sezgin’in tepkisi ne oluyor?

    “Muzahrafat onlar!” diyor, aslında öyle değil. İllegal yollardan bu ticareti yapan başka isimler de var tabii. Hacim olarak hiçbirinin çapı Reşer kadar büyük değildir ama, sanmıyorum. 

    Reşer’in iyi bir şahsi kütüphanesi olduğu da söyleniyor. O kitaplara ne oldu?

    O kadar küçük bir evi var ki, kitap koyacak yeri yok. Dolayısıyla Fuat Sezgin ve Zeki Velidi Togan’dan rica ediyor, ona İslâm Tetkikleri Enstitüsü’nde raf veriyorlar ama şartları var; kullanıcılar da yararlanacak bu kitaplardan. Kataloğu yaptırılıyor. Ölmeden birkaç yıl önce, Enstitü taşınacak, kitaplar problem oluyor. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne yazıp ödünç raf istiyorlar. Enstitü kitapların kendilerine bağışlanmasını istiyor. Bunun üzerine Reşer Ankara’ya, Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’ne teklif ediyor. Karşılığında da artık Darülaceze mi olur, neresi olursa ölene kadar barınma ve beslenmesinin karşılanmasını istiyor. Kabul etmiyorlar. Neticede o kitapları Türkiye’de satamıyor. Toplamda üç bin kadar kitap. Yurt dışından birtakım teklifler var. Teklif verenlerden bir tanesi de Bochum Üniversitesi Şarkiyat Kürsüsü. Satış Reşer’in sağlığında gerçekleşmiyor. Vefatından sonra Ayla König enstitüdeki ve evdeki kitapların hepsini topluyor ve oraya yolluyor. 

    Reşer’in izini sürerken birtakım yayınlar da yaptınız değil mi?

    Evet, hem kataloglanmamış Türkçe yazmalar arasından hem de Reşer yazmalarından bazı kitaplar çıktı. Dördü Berlin’den ikisi Leipzig’den. 

    Hangi özellikleri sebebiyle yayınladınız bu eserleri?

    Biri 15’inci asır şairi Feyzî’nin Kût-ı Rûhî isimli mevlidi. Aslında iki yüz’ün üzerinde Türkçe mevlid var. Bu eserin özelliği öncelikle literatüre girmemiş olması. Ayrıca yazmayı bilemiyorum ama metin olarak II. Bayezid’e sunulmuş. Bir erken dönem mevlidi yani. Mevlidler halk metinleridir, bu hem şairin karakterinden hem de padişaha sunulmuş olmasından dolayı biraz daha üst düzey bir dille ve estetik kaygıyla yazılmış. Metni çok beğendik ve bir arkadaşımla birlikte yayına hazırladık. 

    Bir de Rıza Nur kitabı var!

    Evet, Türk Şiirbiligi. Barbara Flemming 1968’de Berlin’deki yazmalardan bir katalog hazırlıyor, seçtiği kitapları alıyor oraya. O katalogda Rıza Nur yazmalarına özel bir yer ayırmış. Sonra tebliğ olarak sunmuş. Ben kataloglanmamış yazmaların tespit fişlerini hazırlarken önüme Rıza Nur eseri gelince bu kataloglanmış olmalıydı dedim, fakat ısrar ettiler. Baktım, hakikaten kataloglanmamış. Yayına hazırladığım eser, kendi ifadesine göre, Rıza Nur’un en önemli eseri. Rıza Nur, ciltler boyunca Türk Tarihi yazmış, onlarca eseri var. Kendince ilmî, edebî pek çok eser vermiş ama buna “En mühim eserim” diyor. Daha erken ortaya çıksa Türk Edebiyatı Tarihi farklı yazılabilirdi. Türk şiirine dair, İslâm öncesinden başlayarak Akif’e, Fikret’e kadar şiir namına ne yazılmışsa hepsini teorik olarak ortaya koymaya çalışmış. Kelime türetmiş. Dille; Arapça, Farsçayla ilgili, klasik edebiyatla, aruzla, heceyle ilgili görüşleri var. Mühim bir eser. Biz aslını yayınladık. Bundan sonra yapılacak şey bu metni ele alıp özünü çıkarmak. Keşke birileri Rıza Nur’un bu kitapta ortaya koyduğu teorileri çalışsa. 

    Bu kitaplar Berlin’e nasıl gitmiş?

    Kendisi göndermiş. İskenderiye’de yaşarken kitaplarını birer mektup ekleyerek bilâbedel kütüphanelere yollamış. Berlin’de “Bazı Eserlerim Hakkında Malumat” adıyla bir yazma daha var. Orada eserlerini anlatıyor. Neye göre ayırmış bilmiyorum, bir kısmını Londra’ya, bir kısmını Berlin’e, bir kısmını da Paris’e göndermiş. Ben görmedim ama Günay Kut Hoca’dan dinledim, Leiden Üniversitesi’nde de varmış. Hatıratını Britanya Müzesi’ne veriyor mesela. Kütüphanelerden birine bir şey olursa diğerindeki eserler kurtulsun diye garantiye almış herhalde. 

    Yayınladığınız diğer kitaplar neydi?

    Biri Hamdullah Hamdî’nin Leyla vü Mecnun’u. Büyük bir sürpriz oldu bu yazmayla karşılaşmak. Cildi yenilenmişti. Önüme geldi, kapağı açtım, ilk sayfada sonradan düşülmüş “Merhum Şeyh’in hattıyla Leyla vü Mecnun Manzumesi.” mealinde bir cümle var. “Mümkün değil, bir yanlışlık olmuştur” dedim. ‘Şeyh hattı’nın ne anlama geldiğini biliyorum. Şeyh Hamdullah hattı yani. “Bizde nerede o baht” diye düşündüm önce. Ama inanın ya da inanmayın dikkate değer bir not bu, üzerine gitmeniz lazım. Kitapta ayrıca Hattat Hasan Tahsin’in temellük mühürleri var, koleksiyonuyla öne çıkan önemli bir isim. Serlevha döneme uygun. Hat harikulade, Şeyh değildir diyemezsiniz. Kitabın sonuna geliyorsunuz, bir ketebe var, orada Şeyh Hamdullah’ın ismi geçiyor ama ketebede sıkıntı var. Yazıda taşma olmuş. Ebadı ve niteliği kitaptaki yazıyla aynı değil. Kütüphanedeki arkadaşlardan müsaade alarak yazmadan görüntü aldım. İstanbul’a gelir gelmez hemen Uğur Derman Hoca’yı ziyarete gittim. Gösterdiğim resimlere bakar bakmaz “Şeyh Hamdullah!” dedi. 

    Kitabın müellifi kim?

    Akşemseddin’in oğlu Hamdullah Hamdî. Herkesin üzerinde ittifak ettiği bir husus vardır, Türk edebiyatındaki en güzel Yusuf u Züleyha, Hamdullah Hamdî’nindir. Leyla vü Mecnun da yazıyor ama bu kitabın bir talihsizliği var, ondan takriben otuz yıl sonra Fuzulî de bir Leyla vü Mecnun yazıyor. Ve Fuzulî’ninki bence kendinden önce yazılmış ve sonra yazılacak bütün Leyla vü Mecnun’ları nesh ediyor, piyasadan siliyor. Hamdî’nin metni de büyük ölçüde diğerleriyle aynı kaderi paylaşıyor. Bu üç kitap da Reşer yazması değil. 

    Reşer yazmalarından hangilerini yayınladınız?

    Biri az önce bahsettiğim Mantık-ı Esrâr. Fakat bence Reşer çalışmalarımın en büyük verimlerinden biri büyük Türk şairi Bâkî’nin kayıp eserini Leipzig’de bulmam oldu. Bâkî’nin Hadis’le ilgili bu eserini tespit edip külliyatında, olması gereken yere eklemiş olmak hayatımda iftiharla hatırlayacağım bir hadise. Bu metni de iki arkadaşımla yayına hazırladık. Eser Türkçe, adı Hayâtü’l-Kulûb bi-Rivâyâti Ebî Eyyûb. Ayrıca Berlin’de Bitlisli Şükrî diye bildiğimiz meşhur âlim, tarihçi ve şairin kayıp divanını buldum. O da kataloglanmamış bir Reşer yazmasıydı. Onu da neşrettik.

    Bundan sonra göreceğiniz kütüphanelerden de müstakil eser olacak yazmalar çıkacaktır herhalde?

    Tabii, Vatikan’dan var mesela. Her şeyi ben yayınlayamayacağım, bunu biliyorum. Daha makaleyi yazmadan Vatikan’dan bir eserin görüntülerinin temin edilmesini sağladım. O metin doktora tezi olarak çalışılıyor şimdi. Her şeyi kendime saklamıyorum. Bizim alandaki öğrencilerin en önemli sıkıntısı, metin çalışacaklarsa, tez konusu bulamamaktır. Onlar için de eser tespiti yapıyorum gittiğim kütüphanelerde. Öğrencisine karşı ihtiras gösteren hoca gördüm, fakat, istisnası olmakla birlikte, hamdolsun benim hocalarım öyle değildi. Bunu unutmamaya çalışıyorum…

     
    Related Posts

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.