Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Nadir Söyleşiler - büyük bir edebi birikim kaybolup gidiyor

    büyük bir edebi birikim kaybolup gidiyor

    Mayıs 2, 2020
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    2018’de yazarlığının 50. yılını kutladığımız Selim İleri, yazdıkları kadar hatırladıkları ve aktardıklarıyla da Türk edebiyatına eşsiz bir hizmet sunmaya devam ediyor. İleri’nin edebiyatla bağı ilk çocukluk günlerinde başlıyor. Anne, baba ve ablasının farklı zevklere hitap eden kitaplıkları; öğle uykusuna yatırılırken dinlediği masallar; Kadıköy’de, Beyoğlu’nda, Cağaloğlu’nda ilk kitaplarını aldığı kitapçılar, yazmayı bir tutku olarak benimsemesine sebep olan ilk okuma tecrübesi… neredeyse ilk günkü tazeliğiyle duruyor hafızasında. İleri, onu bugünlere taşıyacak bir muhitin içine doğuyor adeta. Yolu, Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı’nın pek çok önemli kalemiyle kesişiyor. Attila İlhan’dan Cemal Süreya’ya, Peride Celal’den Yakup Kadri’ye ve Kemal Tahir’e ve Behçet Necatigil’e pek çok isim bir görünüp kayboluyor. Her birini önce okur ama bunun yanında öğrenci, dost, dert ve sohbet arkadaşı sıfatıyla anlatıyor İleri… 50. yılını geride bıraktığı yazarlık hayatını bir devrin hatırasını diri tutmaya adayan Selim İleri’yle yazarlığıyla eşdeğer gördüğü okurluk tecrübesini konuştuk. 

     Kişiyi yetiştiği ortamın ürünü kabul edecek olursak sizi nasıl bir ortam şekillendirdi?

    Doğru, yetiştiğimiz ortamların izini, hayat boyu üzerimizde taşıyoruz. Kitap okunan bir evde büyüdüm. Annem çok iyi bir roman okuruydu ama bir huyu vardı, romanların önce sonunu okurdu. Babam üniversitede hocaydı, onun da epeyce mesleki kitabı olduğunu hatırlıyorum. Ayrıca babamın dolabının bir bölmesi ablama ayrılmıştı. Okumayı öğrendikten sonra benim için de kitap alınmaya başlandı. Gittiğimiz kitapçılardan okumak istediğim kitapları ben seçiyordum. Okuma alışkanlığı edinmem daha sonraki yıllardadır. İlkokul üçüncü sınıf okuma kitabımızda Reşat Nuri Güntekin’in Kirazlar adlı bir hikayesi vardı, beni çok etkilediğini hatırlıyorum. 

    Okumayı öğrenmeden önce size kitap okunur muydu?

    Evet, okunurdu. Doğan Kardeş’ten çıkmış masal kitapları vardı. Öğle uykusuna yatmadan önce o kitaplardan mutlaka bir masal okunurdu.

    Kim okuyordu?

    Annem, annem okuyordu.

    Ablanızın çocuk kitaplığından annenizin kitaplarına ne zaman geçtiniz?

    Ablamın kütüphanesi enteresandı. Murat Reis’in Oğlu diye bir kitap vardı. Uzun yıllar sonra Attila İlhan’la nehir söyleşi yaptık. Attila Bey çocukluğunda okuduğu kitaplar arasında Murat Reis’in Oğlu’nu da saymıştı. O zaman Attila Abi’den öğrendim ki o kitap, Reşat Ekrem Koçu’nun çocuklar için yazdığı bir romanmış.

    Kendi adıyla yayınlamamış mı?

    Kendi adıyla yayınlamış, ben de herhalde defalarca okumuşumdur ama nasıl sinemaya gittiğinizde artistin ismi aklınızda kalırken yönetmeni hatırlamazsanız ben de o yaşta yazara dikkat etmemişim. Reşat Ekrem Bey’i Attila Bey’den öğrenip çok şaşırmıştım. O sıralar Doğan Kitap, Reşat Ekrem Koçu’yu yeni basmaya başlamıştı. Biz de Doğan Kitap’la çalışıyorduk. Murat Reis’in Oğlu’nu da listeye aldırdım, kendim için bastırmış gibi oldum tabii. 

    Çocukluk, sonraki yıllarda karakteri ve kararları önemli ölçüde etkiliyor ve bu etki bir yerde su yüzüne çıkıyor. Siz edebiyata yönelik tutkunuzu ne zaman tanımladınız ya da farkettiniz?

    Sanıyorum, 10 – 11 yaş civarı. O zamana kadar da hayatımda kitap vardı ama büyüklere mahsus kitaplarla tanışmam o yaşlarımda olmuştur. Yakup Kadri Bey’in Hep O Şarkı’sı, Reşat Nuri Bey’in hemen tüm kitapları, Akşam Güneşi, Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe… 

    Annenizin kitaplığından mı bu kitaplar?

    Yok değil. Kendi harçlığımla aldım hepsini. Aldığım büyüklere mahsus ilk kitap Yakup Kadri’nin Hep O Şarkı’sıdır, Beyoğlu’ndaki Kitap Sarayı’ndan almıştım. Dedemin, anne tarafından dedemin Altıyol’da, Kars Pastanesi’nin karşısında küçük bir kitabevi vardı. Çok daha erken yaşta, okuma yazma bilmezken orada kitapları görüyordum. Mesela Handan’ın o zamanki kapağı çok etkilemişti beni. Kızıl saçlı bir kadın vardı kapakta. Arkada silüet halinde bir camii, muhtemelen Sultanahmet… 

    Kitap Sarayı İstiklal Caddesi’nde miydi?

    Evet, sonra bozacı açıldı yerinde. Şimdi galiba hazır giyim mağazası. Galatasaray Lisesi hazırlık sınıfındayken Hep O Şarkı’yı, Handan’ı, Dudaktan Kalbe’yi, Çalıkuşu’nu okuduğumu çok net hatırlıyorum.

    O yaş bu kitaplar için biraz erken değil mi?

    Ne anlayarak okudum bilemiyorum, ama bugün dönüp baktığım vakit Çalıkuşu’ndan çok büyük tat aldığımı hatırlıyorum. Yıllar sonra birkaç kez daha Çalıkuşu’nu okudum, aynı şey olmadı tabii. Reşat Nuri Bey’in göndermelerini sonradan anladım. O yıllarda okuduğum kitapları sadece konuları açısından değerlendiriyordum. Dili, üslubu değil, gerilim çizgisi sebebiyle okuyordum. Öyle öyle başka bir okumaya doğru ilerledim. 

    Dil, kurgu, üslup arayışı ne zaman kendini gösterdi?

    Onlar çok sonra herhalde. 18 – 19, belki 20 yaşımda…

    Yazmaya başladığınız yıllar herhalde?

    Evet, yazmaya başladığım yıllar. Geçmişte okuduklarıma sonra hep dönüp baktım. Halide Edip Hanım için dili savruktur falan denir ama onun Handan romanında Handan’ın sayıklamaları bölümü o devir için -1912’de yazmıştır o kitabı- bir dil şölenidir. Ona kimse dikkat etmemiş. Çok sonra, 40’larımda falan farkettim, bozuk zannedilen dil, bir sayıklama dili. Şimdi modern yazarlar yaptığı vakit çok başarılı deniyor. Kadıncağız bunu 1912’de yazmış, ‘dili bozuk’ demişler. Daha doğrusu biri çıkıp söylemiş, 30 sene sonra aynı yorum tekrar edilmiş. 40 sene sonra bakıyorsunuz yine aynı şey söyleniyor. Yapışıp kalıyor insana, kurtulamıyorsunuz. Biri de çıkıp ‘Dili bozuk değil, başarılı. Bilinçli olarak yapmıştı.’ diyor ama arada kaynayıp gidiyor. 

    Siz, yıllardır bu tür yorumların yanlış olduğunu söylemek ve haksızlığa uğradığını düşündüğünüz yazarları ve kitapları okura hatırlatmak için uğraşıyorsunuz. Muvaffak olabiliyor musunuz?

    Hayır! Hiçbir işe yaramıyor. 

    O kadar net mi?

    Bence öyle. Yazıyorsunuz şu çok önemli bir kitaptır diye ama sesinizi duyuramıyorsunuz. Uzun yıllar Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı kitabının büyük bir eser olduğunu, sayısını bilemeyeceğim kadar çok yazdım, kitabın satışı yok hâlâ. Araştırsak hiçbir şey çıkmaz. Kemal Bilbaşar bu kitabı 1940’larda yazmış. 70’lerde Bilgi Yayınevi’yle çalıştım. Yayınevinin sahibi Ahmet Tevfik Küflü’ye o kitabı basmayı teklif ettim, büyük bir iyi niyetle bastı. Kemal Bilbaşar hayattaydı. Hata denir mi bilmiyorum ama dili sadeleştirildi. -Ben buna da çok karşıyım. Çok eski, kullanılmayan bir iki kelimeyi değiştirmek gerekir ama ‘bilhassa’ yerine ‘özellikle’ dediğiniz vakit o devrin üslubu bir anda çöküp gidiyor.- O kitap basıldı. Sonra bir gün adamcağız (Ahmet Tevfik Küflü) bana dedi ki, ‘Kitapların hepsi duruyor.’ Ondan sonra başka yayınevleri tekrar tekrar bastı. Başkaları da yazı yazdı o roman için ama hâlâ hak ettiği yerde olduğunu zannetmiyorum. Ne kadar çırpınırsanız çırpının güncel tutkuları ve merakları yönlendiremiyorsunuz. Son yıllarda artan bir şey bu ve bana sorarsanız çok tehlikeli. Büyük bir edebî birikim kaybolup gidiyor. 

    Okur seçimlerini ne belirliyor sizce? Siz hatırlatıyorsunuz, yayınevleri basıyor ancak okurda karşılık bulmuyor. Sebep ne?

    Moda! Genel olarak bütün kültürel hayatla ilişkili bir şey bu.

    Bugüne söyleyecek bir şeyleri yok mu o kitapların?

    Denizin Çağırışı örneğini verdik, o kitap bugünkü hayata çok şey söylüyor, yepyeni kalmış. Sebep o değil. Eğitim sistemimiz 1930’lardan beri ezber bilgiye dayanıyor. ‘Halide Edip Handan’ı hangi yılda yazdı?’ ‘Yazar hangi tarihlerde doğdu ve öldü?’… Bunlar yerine o eserlerin özü üzerine tartışılsa… Bir çok insan okuldan edebiyat derslerinden buz gibi soğuyarak ayrılıyor ne yazık ki. Bunu, değişik dönemlerde tanışma fırsatım olan 3 – 4 Milli Eğitim bakanına anlatmaya çalıştım. Anlayışla karşıladılar, hep ‘Aa! Çok doğru!’ dediler ama hiçbir şey yapılamadı, aynı sistem devam ediyor. O vakit, edebiyat kitleye açılamıyor. Bu çemberin kırılabilmesi için bütün kültürel ortamın yeni baştan belirlenmesi gerekiyor. Bireysel çabalar hiçbir şeye yaramıyor. Hürriyet Gazetesi’nde her hafta kitap tanıtımları yazıyorum, hiç faydası yok. 5 kişiye; size, ona, kendime oluyor ama o kadar. 

    Kendinize nasıl oluyor?

    Sevdiğim bir kitabı paylaşabildiğim için mutlu oluyorum, teselli ediyor. Yayınevleri de diretmiyor. Kapı Yayınları Malik Aksel konusunda diretti ve hiç kimsenin bilmediği Malik Aksel, belki yüzbinlere ulaşmadı ama batmadı. Şimdi İthaki Yayınları Suat Derviş’i inatla basıyor. Onun da bir karşılığı mutlaka olacak. Yayınevleri yoklama metodu uyguluyor. Dene, oldu olmadı. Ama direttiğiniz vakit belki başka bir şey olacak. 

    Çizginizi belirlerken sizin için öne çıkan ilk kitaplar nelerdi, ilk yazarlar kimlerdi?

    Yine aynı isimleri söyleyeceğim. Üç Cumhuriyet dönemi romancısı; Yakup Kadri, Reşat Nuri ve Halide Edip ilk göz ağrılarım. Onların eserleri, okuduğum büyüklere dair ilk eserler oldu. Ondan sonra lise çağında, edebiyat hocamızın yönlendirmesiyle belki, bir değişim ve dönüşüm oldu. Birdenbire hayatıma; Oktay Akbal, Sait Faik, Nezihe Meriç, Sabahattin Ali, Peyami Safa gibi isimler girdi. 9. Hariciye Koğuşu’nu lisedeyken okumuştum. Zaten bir ismin eserlerini okursanız ona yakın çizgideki yazarlar kendiliğinden giriyor hayatınıza. Oktay Akbal’ı okursanız Necati Cumalı’yı da okumak istiyorsunuz. Bir şansım da, popüler edebiyatın önemli isimlerini; Esat Mahmut Karakurt, Kerime Nadir vesaireyi yetişme yıllarımda okumam oldu. Hâlâ onlara borcumu ödemeye çalışıyorum. Bana okumayı çok sevdirdiler. Onlardan başka bir çizgide olmakla birlikte popüler edebiyata yatkın başka bir yazarımızı, Refik Halit Karay’ı mutlaka eklemem gerekir. Onun Bugünün Saraylısı, 2000 Yılın Sevgilisi gibi romanları… Benim yetişme çağımda Çağlayan Yayınları vardı. 15 günde bir kitap çıkarırdı; küçük boy, 5 renkli kuşe kapaklı. Bu kitaplar kitapçıda değil tütün bayilerinde satılırdı. Hâlâ kütüphanemde o baskılardan kitaplar vardır. Refik Halit Bey’in kitaplarının sonraki yıllardaki baskılarını tabii ki edindim ama ötekileri de saklıyorum. 

    Peki yabancı yazarlar ve kitaplar?

    O yıllarda, Dostoyevski, Çarlık Rusyası Edebiyatı. Fransız edebiyatı, Flaubert… Flaubert, Galatasaray’da ders kitabıydı, üzerimde derin izi olan yazarlardan biridir. Yine aynı yıllarda Zola’yı çok severek okumuştum. Zola’yı -artık kimsenin hatırlamadığı Hamdi Varoğlu- Milli Eğitim Bakanlığı’na tercüme etmişti. Lise yıllarında Hamdi Bey’i tanıdım. Onun çevirileri olduğu için okudum. Ünlü romanlarını değil de Bir Aşk Sayfası, Hulya gibi kıyıda köşede kalmış olanları daha çok sevdim. 

    Hep edebiyat mı okudunuz? Daha da daraltayım, hep roman mı okudunuz?

    Yok! Hikaye, şiir de okudum. Ama genelde edebiyat okudum. Bilimsel kitaplar vesaire çok fazla ilgimi çekmedi. Tarihle çok sonra, yazar olarak ilgilenmeye başladım. Gençlik yıllarımda, yolun başındayken Kemal Tahir’i tanımış olmanın etkisiyle ilgi duydum belki tarihe. Tahsil hayatı bittikten sonra daha ağırlıklı olarak Osmanlı Tarihi sonra sonra da Bizans Tarihi ilgimi çekti. Ama gençlik okumalarında bunların yeri yoktu. Yazmaya başladıktan sonra bir tür ödev gibi, öğrenmek ve yazdıklarımda kullanmak için okudum. 

    Yazarlıkta 50. yılınızı geride bıraktınız. Verimli, üretken bir yazarsınız. Hayatınız boyunca okumak ve yazmak en temel uğraşınız olmuş. Bunlardan birinin diğerine üstünlüğü ya da önceliği var mı?

    Hiçbir zaman önemli değişiklik olmadı, hep başa baş gittiler. Okumadan duramadım, yazmadan da duramadım. 5 – 6 ay yazmadan, sadece okuyan ya da etki altında kalmamak için yazarken okumayan yazarlar vardır. Benim öyle bir şeyim olmadı, beraber götürdüm. 
     
    Yazmak ne zamandır bu kadar hayatî sizin için?

    50 yılın en başı için bunu söylemek zor. Yazsanız da basılması büyük bir problemdi o yıllarda. Yazdıklarımla geçim olarak yaşamaya başladıktan sonra. Zaman zaman mecburiyet de oldu… Herkes çok yazdığımı düşünüyor ama ben öyle düşünmüyorum. 50 yılı, 365 günden hesapladığınızda karşınıza muazzam bir rakam çıkıyor. Profesyönel bir yazarın günde bir buçuk sayfa yazı yazması kadar doğal ne olabilir? Ki tek işi bu olan biri, kimi gün 3 sayfa hatta daha fazla da yazabilir. O açıdan baktığınız vakit üretken değil, bilakis hayli az yazmış bir yazarım. 

    Çocukluğunuzun ilk yılları Kadıköy’de, Bahariye Caddesi’nde geçiyor. Kimi yazılarınızda ve söyleşilerinizde dedenizin Altıyol’daki kitapçısından bahsediyorsunuz. Oradan da başlayarak çocukluğunuzdan itibaren hatırladığınız kitapçılar, sahaflar nereler?

    O yıllarda Beyoğlu’nda, Kadıköy’de belki sahaf vardı ama ben hiçbirini bilmiyordum. Sahafla ilk karşılaşmam yine lise çağında Sahaflar Çarşısı’nda oldu. Eski kitap satışı konusunda neredeyse hiç bilgim yoktu. Okuduğum kitaplardan dolayı birkaç şey biliyordum. Sonraki yıllarda sahaflarda birkaç tane çok önemli kitapevini ve sahibini tanıma şansım oldu. 

    Kimlerdi onlar?

    Bir tanesi hakkında Ahmet Güner Sayar kitap da yazdı; Raif Yelkenci. Onun dükkânını çok iyi bilenlerden biri de benim. Raif Bey’in hemen bitişiğinde Elif Kitabevi vardı, Aslan Kaynardağ. Elif Kitabevi’nde yeni kitap da satılırdı, okurla buluşturulurdu. Onlar için ‘satardı’ kelimesini kullanmak istemiyorum. Satış yeri değildi oralar. Hele bugün AVM denilen yerlerdekilerle hiç ilgisi olmayan mekanlar ve insanlardı. Elif’in bitişiğinde aşağı yukarı ben yaşlarda Tunç isimli bir genç vardı. 

    Hangi yıllardan bahsediyoruz?

    70’lerin başı. 1969 – 70 – 71… O üç kitabevinden bende olmayan kitapları bulmak açısından çok yararlandım. Çok uzun yıllar sonra da, şimdi, nadirkitap.com’dan alışveriş yapıyorum. İnternetle hiç ilgim yok, yayınevindeki arkadaşlara rica ediyorum. Bir daha hiç elime geçmeyecek zannettiğim kitapları orada bulabiliyorum. Bakıyorsun ta İzmir’den ya da başka bir şehirden geliyor. Meraklısı için çok iyi bir şey bu. 

    Yine çocukluğunuzdan itibaren alışveriş yaptığınız ya da hatırladığınız kitapçılar nerelerdeydi?

    Dedemin dükkanı benim yetişme yıllarımın ortalarında kapandı. Sadece kitap satardı. Ders kitabı da satıyordu ama daha çok edebi kitaplar bulunduruyordu. Bitişiğinde yine küçük bir kitapçı dükkanı vardı. 

    Adı neydi dedenizin?

    Sabri Yalçuk. 
     
     
    Kitapçının ismini hatırlıyor musunuz?

    Hayır, var mıydı?.. O yıllarda belki de yoktu. Dedemin dükkânı çok eskilerden kalma, 40’larda falan açmış. Küçücük bir dükkândı… Cağaloğlu’nda, Ankara Caddesi’nde bir dişçimiz vardı, ne zaman oraya gitsek mutlaka o sıradaki kitapçılara uğrar, kitap alırdık. Beyoğlu’nda Madam’ın kitabevi vardı, meşhur. Taksim’den hemen Beyoğlu’na girişteydi. Oradan çok alışveriş yaptım. Sander Kitabevi ve demin bahsettiğim Kitap Sarayı vardı. 

    Sander neredeydi?

    Şişli’de 3 katlı muazzam bir dükkan açmışlardı. Belki de o dönemin tek modern kitapçısıydı. Ne yazık ki buralar uzun süre ayakta kalamadılar. Sander’in sahibi Necdet Bey Şükufe Nihal Hanım’ın oğluydu. Kitabevi o öldükten sonra kapandı. Tabii en çok alışverişi herhalde Beyazıt Sahaflar’dan yaptım. Hayatımın bir döneminde hergün Beyazıt’a iniyordum. Teşvikiye’de oturuyorduk, Beyazıt’a doğru yukarıdan aşağı yürüyor hem Sahaflar Çarşısı’na hem de Ankara Caddesi üzerindeki kitabevlerine uğruyordum. Kanaat Kitabevi, İnkılap… Oralardan çok kitap aldım. 

    Baskısı olmayan kitaplar aradığınız için mi gidiyordunuz sahaflara?

    Yok, baskısı olanları da oradan alıyordum. Bir tutku olarak gidiyordum. Orayı görme isteği, belki yeni bir şey bulurum düşüncesi… Ummadığım, aramadığım şeyler de bulabiliyordum orada.

    Sözünü ettiğiniz yıllarda Sahaflar Çarşısı’nda eski kitap ve evrak satışı da yapılıyor. O nevi sahafiye malzeme ilginizi çekiyor muydu?

    Çok nadir; eski yazı, yazma eserlerdi onlar. Eski yazı bilmediğim için hiç ilgilenmedim. İlgimi şöyle çekiyordu tabii, oradaki insanların heyecanını, mutluluğunu görüyordum. Bende öyle bir merak yoktu, olamazdı da dediğim gibi eski yazı bilmiyordum.

    Hayranlıkla okuduğunuz, tanıdığınız ya da sonraki yıllarda tanıyacağınız edebiyat dünyasının önemli isimlerine ait evrak da geliyordu mutlaka çarşıya. Mektuplar, anılar…

    Öyle şeylerden ürktüm, ürkerim. Muhakkak gelmiştir öyle evrak ama ilgilenmedim. Hayatımda, sonradan öyle bir evrak bana armağan edilmek istendi, kabul etmedim.

    Neden?

    Ölmüş bir insana ait bir evrak, mektuplar… O dünyaya girmek istemem. Eğer bir şey yazacaksam kendim kurgulamayı tercih ederim. Bende bırakacağı mesuliyeti taşıyamam.

    Mahremiyet ihlali gibi mi değerlendiriyorsunuz?

    Hem öyle, hem de orada bahsedilen yaşanmış şeyin size vereceği rûhî bir yük olacaktır, ondan ürkerim.

    Peki bu tür evrakın yayımlanması hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Aslında yararlı muhakkak ama bir düzey içinde yararlı olduğu kanaatindeyim. Onları birer mahrem okuma haline getirdiğiniz vakit yararından çok zararı olduğu, hatta yanlış anlamalara da yol açtığı kanaatindeyim. Hiç kimsenin bana yazdığı bir mektup kalmayacak benden sonraya. Hepsini yok ettim. Başta Hasan Bülent Kahraman olmak üzere çok insan kızdı bana ama doğru yaptığıma inanıyorum. Bazen ufak tefek pişmanlıklarım oluyor. Okur açısından değil, kendi açımdan bir pişmanlık. ‘Keşke olsaydı da tekrar okusaydım’ diyorum. 

    Ne zaman imha ettiniz?

    7 – 8 sene olmuştur. İmha etmek de zor bir şeydi. Banyonun içine çelik küvet koydum, yaktım, sönmedi falan. Evde yangın çıkmasına yol açacaktım neredeyse. 

    Duygusal açıdan zorluk yaşadığınızı itiraf etmenizi bekliyorduk…

    Karar verdiğim için duygusal açıdan zorlanmadım. Doğru olduğuna inanıyorum. Şahsi şeylerdi çünkü ve düzey olarak da o içeriği anlayacak ortamın olmadığını görüyorum. Giderek de daha dedikodu üzerine kurulu bir ortam oluşuyor. 

    Günlük tutuyor musunuz?

    Hayır, hiç bir zaman tutmadım.

    Yine aynı kaygıyla mı uzak durdunuz?

    Yok, hiç ilgisi yok. Lise çağımda edebiyat öğretmenimiz Rauf Mutluay, “İyi bir yazar günce tutmaz!” demişti. Bugün bakıp düşündüğümüz vakit hüzün verici bir şey ama ben tam evrilme çağındaydım. O öyle söylediği için hiç günce tutmadım. Öyle bir alışkanlığım olmadı. Mesela Salah Birsel gibi büyük bir yazarımızın günceleri benim için tekrar tekrar okumak açısından büyük bir mutluluk kaynağıdır. Sonradan tutmayı denedim, arzu ettim ama başta olmayan bir şey ileri yaşta olamıyor. Biriyle görüştüysen onu yazıyorsun, nokta. Salah Bey’e bakıyorsunuz oradan koca bir gün çıkarıyor. 

    Ne zaman kendinize bir kütüphane kurmaya başladınız?

    10 – 11 yaşlarında, hep o yaşlarda başladı.

    O zaman aldığınız kitaplar duruyor mu hâlâ?

    Bir kısmı duruyor. Bazılarını dağıttım, hata ettim. O mektuplar gibi aynı. Mektuplar için hâlâ yüzde 50 üzgün, yüzde 50 memnunum. Ama mecbur kalıyorsunuz, ikinci ayrı bir ev açmak gerekiyor. Onu yapamayınca… Geriye nasıl kalacak, ne yapmak gerekir bilmiyorum. Çok imzalı kitap var, çok önemliler. Bir anlamda en iyisi sahaflara satmak. Onu da ben yaşarken yapamam tabii. Aileme vasiyet etmem gerekiyor. Kütüphanelere bağışladığınızda kitaplar adeta ölüyor. Bir rafa diziyorlar, orada kalıyor… Saygınlıklarını koruyabilmenin tek yolu sahaflara satmak sanki. 

    Kütüphaneler sahipleri hakkında ne söyler? Bir kütüphaneden yola çıkarak o kitapları bir araya getiren kişi hakkında yorum yapılabilir mi?

    Ben, kütüphanelerin sahiplerinin bütün kişiliğini yansıttığın düşünüyorum. Eğilimlerini, duygularını, düşüncelerini, meraklarını, tutkularını… hepsini kitaplardan yakalamak mümkün. Buradan bir hikaye çıkar… Biz toplum olarak daha onları koruma noktasına gelemedik ne yazık ki. Yazar müzeleri var. Gidiyorsunuz, mahvolmuş. Sait Faik’in müzesinde etrafta tavuklar dolaşıyor. Hüseyin Rahmi’ninki ne oldu bilmiyorum. Bir kere gittim. Ta tepede, git git bitmeyen bir yer ama hiçbir şey kalmamış. Refik Ahmet’in Hüseyin Rahmi ile ilgili bir monografisi vardır; Hüseyin Rahmi yaşarken yazılmış. Orada Hüseyin Rahmi’nin goblen işleme meraklısı olduğunu anlatır. Bir tek örneği kalmamış. Hiç kıymet verilmiyor böyle şeylere… Ankara Caddesi’nin sonunda Semih Lütfi Kitabevi vardı. Bir dönem yerli edebiyatın en önemli eserlerini o basmıştır. Semih Lütfi vefat ettikten sonra eşi devam ettirdi. Ermeni asıllı bir hanımefendiydi. Yanında yarı meczup bir adam çalışırdı. Rafları 1940’lı yıllardan kalma kitaplarla doluydu. Kadın öldü, yanında çalışan adam ne oldu bilmiyorum. Sahaf Sami Önal, nur içinde yatsın, bir gün oradan geçerken yolda, yerlere saçılmış Münif Fehim’in orijinal kapak çizimlerini görmüş. Ağlayarak toplamış hepsini. Düşünebiliyor musunuz, bir kültürün batışı bu. Siyasetten ötesini göremeyen bir ülkede yaşadığımızdan dolayı, bir kültürün nasıl battığını da idrak edemiyoruz… Vefatına yakın Sami Bey’de o çizimlerden hâlâ bir iki tane vardı, satmadı onları. Rahmetli Ahmet Cemal’le birlikte Moda’daki dükkanına gitmiştik, iki tanesini bana hediye etti. Ayıp olacak diye bir tane de Ahmet’e hediye etti. Ahmet almadı. Çıktık, epey kızdım; ‘Alsaydın, bana verirdin’ diye. İkisini de kaybettik, Allah rahmet eylesin. 

    Ne zamandı, hatırlıyor musunuz?

    1980’ler olmalı. O yıllarda sahaf geleneği iyi kötü devam ediyordu. Herhalde hanımefendi öldüğü için sokağa dökülmüştü o malzeme. Sonra Semih Lütfi Kitabevi’nin yerini başka bir dükkan aldı. Bir ara tavuk göğsücü vardı. Şimdi de yanlış bilmiyorsam bir otelin alt katı. Apartman duruyor, Ankara Caddesi’nden inerken caddenin sonunda, soldaki son bina. Yanında İnkılab’ın kalemcisi vardı. 

    Sizde güçlü bir şehir hafızası da var. Değişimi titizlikle kaydetmişsiniz hafızanıza…

    Öyle bir şey var, evet. 70 yıla yaklaştı artık. İyi bir şey değil o. Mutsuzluk yaşatıyor insana. Durumu kurtarmak için İstanbul’da hâlâ güzellikler var falan diyorum ama artık yalan söylememeye karar verdim.

    Bilmemeyi mi tercih ederdiniz?

    Bu halini görmemeyi tercih ederdim… Bildiğim şey güzel, rüya gibi geliyor. Bu hali… Her taraf AVM. Uzun zaman AVM’nin ne anlama geldiğini anlamadım. Bir gün yakın bulduğum bir dostuma sordum, Alışveriş Merkezi’ymiş meğerse. Türkçe’de AVM denir mi bilemiyorum. Türkçe nasıl bu kelimeyle yıkılıyorsa aynı şekilde şehrin mimarisi de AVM’ye dönüşüyor. Çok yazdım, bütün tarihi kentlerde yeni yapılaşma tarihi dokunun dışında tutuluyor. 1950’den beri aynı mesele tartışılıyor. En çok yazanlardan biri Peyami Safa’dır. “Tarihi dokuya ellemeyin!”, “Suriçine girmeyin!” diyor. Bu yapılsa çok şey değişebilirmiş. Şehir tabii ki büyüyecek, bu kaçınılmaz ve doğal ama var olanı mahvetmek çok büyük bir hainlik. 

    Şehrin değişimi edebiyata nasıl yansıdı?

    Aynı şekilde! Hepsi AVM oldu. Genelde baktığınız vakit, çok genç yazarlar var. Bildiğimiz edebiyatın çizgisini sürdürmeye çalışıyorlar ama bir avuç. Kendi yalnızlıklarını göze alarak bunu yapabiliyorlar. Gündemi ve normu onlar belirleyemiyor. TÜYAP’ta gördük, internet yazarlarının çevresinde kıyamet kopuyor. Bir çocuk geldi bana, hikaye kitabını verdi. Akşam okumaya başladım. Geçen sene basılmış, çok da güzel. Çocuğa mesaj gönderdim, çok sevindi. Kitabın en küçük bir yansıması olmamış… Güncel kutuplaşmalardan yol alabiliriz sanıyoruz. Hayır! Ancak bunlarla yol alabiliriz. Birleştiricilik de burada. 
     
     
     
    Okur olarak kendinize çizdiğiniz bir dönem çerçevesi var mı?

    Hepsini okurum ama itiraf etmeliyim ki güncel edebiyatı artık takip edemiyorum. Çok sayıda kitap çıkıyor. Ancak bir tanışıklık varsa ve kitaplar öylelikle ulaşmışsa okuyabiliyorum. 

    Hakimiyetiniz hangi yılları kapsıyor?

    Sanıyorum en iyi bildiğim dönem, modern edebiyatın ilk yıllarından 70’lerin sonlarına kadardır. 80’lerde de çok sevdiğim şeyler oldu. Çağdaş romanları 80’lerde bitirdim. 80 sonrası okumalarıma güvenim yok ama onların bende, hafızamda bıraktığı birçok şey hafızamda yerli yerinde duruyor çok şükür. 

    Nasıl okursunuz? Külliyat mı, tekrarlı mı?

    Tekrarlı okurum. Hayatımda hiç külliyat okumadım ama tekrar tekrar okurum aynı kitabı. Kavak Yelleri’ni herhalde 1960’larda ya da 70’lerde okumuştum, geçen sene yeniden okudum. Hatırladığım bir meselenin gerçekten aklımda kaldığı gibi olup olmadığını tam anlamak için yıllar sonra dönüp tekrar okurum. 

    Kütüphanenizin nasıl bir düzeni var, aradığınızı bulur musunuz?

    Maalesef, hiçbir şeyi bulamıyorum. Prof. Dr Zeynep Kerman dostum, öğrencilerini gönderdi bir sefer, çocuklar topladılar, 5 gün sonra eski haline döndü. Şimdi artık kimseyi rahatsız etmiyorum. Belki tekrar okumadığım ama hayatımda başucu kitabı gibi gördüğüm kitapları ayrı bir yerde tutuyorum. Reşat Nuri’ler bir köşede, Virginia Wolf bir köşede, Flaubert bir köşede. Hüseyin Rahmi’lerin hepsi bir arada. Öyle bir çare bulabildim. Hüseyin Rahmi 3 raf tutuyor… 7 bine yakın kitap vardı, şimdi daha az, sanırım 5 bin civarındadır. Epey kitap çıkardım elden. 

    Kitap imzalatır mıydınız?

    İmzalatırdım. Herhalde 17 – 18 yaşımdan beri imzalattım. İmza günleri olmazdı ama yazarlara kitaplarını imzalatırdık. Mesela Behçet Necatigil’i tanıdım, bütün kitaplarını götürüp imzalatmıştım. Kemal Tahir, Tomris Uyar, Turgut Uyar, Attila İlhan… O yıllardan kitap imzalattığımı hatırladığım isimler bunlar. 

    İsimlerini saydığınız ve saymadığınız pek çok kişinin izlerini taşıyorsunuz mutlaka. Yazar kimliğiniz üzerinde etkisi görece daha fazla olan isimler var mı?

    Vardır muhakkak. Başta yolu açan Reşat Nuri. Yine o yıllardan bu zamana hâlâ çok sevdiğim bir şair, Necatigil. Daha eskilere gidersek etkisini şimdi daha çok hissettiğim Ahmet Haşim. Yalnızca şair olarak değil, aynı zamanda denemeci olarak da benzeri olmayan bir isim olduğuna inanıyorum Ahmet Haşim’in. Çok geç tanıdım. İnci Enginün ve Zeynep Kerman’ın denemelerin tümünü yeni yazıya kazandırma çabaları olmasaydı belki de asıl Haşim’i hiçbir zaman kavrayamayacaktım. Oktay Rıfat, Sabahattin Ali, Sait Faik… Hiçbirinin hakkını ödememe imkan ve ihtimal yok. Sait Faik’in Havada Bulut kitabını öykü olarak değerlendirmiş edebiyatımız. Bence ilk büyük modern romanımız odur. Yeni öğrendim, asıl ismi Kovada Bulut’muş, Necip Fazıl Bey; “Anlamazlar, alay ederler.” demiş ve ismini değiştirmiş. Sonra anladım sebebini, kitapta birçok yerde kovada bulut meselesi geçiyor. Bir yansıma, uzun uzun anlatıyor. Allah’tan Necip Fazıl değiştirmiş.

    İsabetli mi diyorsunuz?

    Maalesef demek zorundayım. Fransız edebiyatı olsa Kovada Bulut’u anlayacak, burada biraz zor olurdu. Çok sevdiğim bir kitaptır. Sonuna doğru, anlatıcı da olan hikayeci yok olur. Halbuki kendisidir o ve yok eder. Adada bir ev vardır, orası kalır. Orada diyor ki ‘Bu yaz Burgaz’a taşınan genç muharrir, Peride Celâl’e onu çok sordu, merak ediyordu.’ Ben Peride Hanım’ı tanıdım. Bir kere bile sormak aklıma gelmedi. Şimdi Sait Faik’in yazdığı o cümleyi Peride Hanım’la konuşmamış oluşumu düşündüğüm vakit, bunların hepsinin bir roman konusu olduğunu görüyorum… Sabahattin Ali de önemlidir. Kürk Mantolu Madonna, herkes okuyor ama nasıl okuyorlar çok merak ediyorum. Orada Raik’le Maria Puder’in ayrılış sahnesi benim için Türk Edebiyatı’nın en büyük aşk ayrılığıdır. Bunu 18 yaşında başka türlü okumuşum, 70 yaşında başka türlü duyumsuyorum. O yüzden kim daha fazla etkiledi ayırt etmem çok zor. 

    Yazarken kendinizde bu etkileri yakalıyor musunuz?

    Tabii, mutlaka bilinçaltımda da bilinç üstümde de büyük izdüşümleri var. Bir mısra siz hiç farkında olmadan birdenbire cümle yapınızın içine sızıveriyor. 

    Geçmişten bugüne okurun edebi eserlere ilgisinde değişiklik oldu mu?

    Gazetelere, görsel basına baktığınız vakit geçmişte çok daha büyük bir ilginin olduğunu söyleyebiliriz. Televizyonlarda yeni eserlerin tanıtımı veya yazarların çabalarını ortaya koyan programlar yapılıyordu. Her gazetenin muhakkak kültür sanat sayfası vardı. Günümüzde bu ilginin devam ettiğini söylemem mümkün değil. Güncel siyaset dışında bir şey kalmadı. Biz zaten kitap okumaya eğilimli bir toplum değiliz, iyice uzaklaşmaya başladık. 

    Bu uzaklaşma ne zaman başladı?

    Herhalde bir 20 senesi var. 1990 sonrası diyebiliriz. Son 30 yılın çizgisi; gazetelerdeki köşeler, sayfalar birer ikişer kaybolmaya başladı. Televizyon programları iyi kötü biraz daha devam etti. Şimdi 3 – 5 yazarın zaman zaman çıktığını görüyoruz televizyonlara.

    Günümüzde, özellikle edebî eserlerde yoğun bir karamsarlık duygusu öne çıkıyor. Eskinin iyimser, ümitvar havasının dağılmasının sebepleri sizce ne?

    12 Mart 1970, 10 sene sonra 12 Eylül 1980. Çalkantılı, problemleri ve kutuplaşmaları olan bir ülke Türkiye. Geçmişte de bahsettiğiniz tavır insandan insana değişirdi. Mesela Necatigil kadar ‘sağa’ ve ‘sola’ aynı eşitlikte, edebi değer ölçütüyle yaklaşan çok az insan tanıdım. Sağ ve sol ifadelerini tırnak içinde kullanıyorum çünkü bunların ülkemiz için geçerli olmadığını hep tekrar ediyorum. Onun ‘Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’ne de baktığınız vakit en solda gözüken bir yazarla en sağda gözükeni edebi değer açısından eşitlediğini görürsünüz ki bu çok önemli bir şeydir. Bugün, evet kullanılan dil daha karamsar, yeni yazılanları takip edebildiğim ölçüde, klastrofobik bir dünya anlatılıyor. Sürekli bir boğunç var. O yıllarda bütün o gerilimin yanında daha yumuşak bir dünya vardı. Günümüzde dünya siyasetinin yansıması mı bu durum? Kestirmek zor. Genel bir değerlendirme yapmak için üzerinden en az bir 10 yıl geçmesi şart. Hangi eserin ne kadar kalıcı olacağını bilemezsiniz. Siz ‘Ben bu tarz edebiyat severim!’ dersiniz de o hiç tutmaz, sevmediğiniz bir tarz yeni ufuklar açabilir. Dönemsel psikolojilerin eserlere yansıdığı savı yanlış değil. Kendi yazdıklarımda da aynı şeyi görüyorum. Hiçbir zaman çok neşeli, canlı, umut vadeden şeyler yazmadım ama gitgide daha içe kapanmış ya da ancak ironiye kaçtığınız vakit açılabilen bir noktaya geldiğini ben de görüyorum. 

    Aslında her şeye rağmen iyimser bir bakış açınız olduğu seziliyor konuşmalarınızdan. Eserlerinizdeki melankolinin sebebi nedir?

    Ben sözünü ettiğim kamplaşmalara katılmayabilirim ama o kamplaşmaları görüyorum. İki ayrı durum çalışıyor orada. Bir çıkmaz sokağa doğru gittiğini görüyorsunuz, o vakit ister istemez yazdıklarınıza tesir ediyor. 

    Gençliğinizden itibaren ‘sol’ çizgiyi temsil eden bir çevrede bulunmuşsunuz. O yıllarda kendini ‘sağ’da tanımlayan edebiyatçılarla temasınız oldu mu?

    Gençlik yıllarımda bugünkü gibi -ister hakikat olsun ister insanlar zarafeti gereği söylüyor olsunlar- bir köprü konumum yoktu. Şimdi bana köprü diye bakılıyor. Ben sol çevrenin yazarıydım. Sağdan insanlarla da tanışırdım, şimdiki Dergah Yayınları Hareket Yayınları’ydı. Ezel Bey (Elverdi), aziz bir dostumdu. Ona sağ diyebilir miyiz? Ezel Bey kendine sağ der mi? Bilmiyorum. O yüzden bu kavramlar bizde tutmaz diyorum. Mesela İnci Enginün ve Zeynep Kerman! Onları nereye koyacaksınız? Sağ, o yıllarda kültürü sadece kültür olarak görmedi. Bunun sonucunda ayrılık başladı. Aralarında bir ilişki yoktu tabii, ben de mesela tanışabilirdim ama Necip Fazıl’la tanışamadım maalesef. Türkiye’nin bu anlamda yaşadığı en trajik şey fikir alışverişi yerine karşılıklı suçlamayı tercih etmesidir. Eğer onlar olmasaydı, sanıyorum ki bugünkü bazı sorunlar çoktan çözülmüş olurdu. 

    Sizin de içinde bulunduğunuz edebi muhit için Beyoğlu önemli bir buluşma mekanı o yıllarda değil mi?

    Evet; Beyoğlu her zaman, her anlamda buluşma ortamı sağlıyordu. O yıllardaki Beyoğlu bugünkünden çok farklıydı tabii. Uzun zamandır hiçbir yere gitmediğim için bilmiyorum aynı çizgi devam ediyor mu? Sağdan soldan ‘Beyoğlu çok değişti’ gibi şeyler işitiyorum. Attila İlhan, Divan Pastanesi’ne giderdi. Lebon falan bitmişti. Haldun Taner bazen gelirdi, Peride Celal arkadaşlarıyla buluşurdu. Ama o devirde artık Peyami Safa’nın, Refik Halit’in eserlerindeki eski Lebon, Markiz falan kültürel boyut değiştirmeye başlamışlardı. Haldun Bey gelir, peynirli yumurtasını yiyip giderdi… 

    Şu sıralar ne okuyorsunuz?

    Peyami Safa’nın Cingöz Recai ismiyle yazdığı kitapların sayısı bilinmiyor. Ben de tamamını okumadım haliyle. Şu sıralar büyük bir zevkle Cingöz Recai okuyorum.

    Peki ne yazıyorsunuz?

    Yakın zamanda iki yeni kitap yayınlandı. TÜYAP yoğunluğu sebebiyle biraz ara verdim ama bir uzun hikaye üzerinde çalışıyorum.
     
     
    Related Posts

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.