Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Nadir Söyleşiler - ders anlatırken neler bilmediğimi anlıyorum

    ders anlatırken neler bilmediğimi anlıyorum

    Süreyya Faruki Hoca; iktisat tarihi, Osmanlı gündelik hayatı, Osmanlı köy toplumu ve kadın tarihi gibi konularda ufuk açıcı çalışmalara imza atan önemli bir tarihçi. Osmanlı çalışmaya Hamburg Üniversitesi’nde tarih öğrencisiyken geldiği İstanbul’da başlıyor. Tarihçi olmaya lisede karar verse de alan olarak Osmanlı’yı seçmesi biraz talihin sevkiyle oluyor.
    Mart 28, 2024
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    Süreyya Faruki Hoca; iktisat tarihi, Osmanlı gündelik hayatı, Osmanlı köy toplumu ve kadın tarihi gibi konularda ufuk açıcı çalışmalara imza atan önemli bir tarihçi. Osmanlı çalışmaya Hamburg Üniversitesi’nde tarih öğrencisiyken geldiği İstanbul’da başlıyor. Tarihçi olmaya lisede karar verse de alan olarak Osmanlı’yı seçmesi biraz talihin sevkiyle oluyor. “İnsan, hayatında bir sürü seçenekle karşılaşır. Bazen doğru karar alır, bazen de yanlış tercihler yapar. Sonra keşke yapsaymışım der.” diye özetliyor Hoca. O, şanslı olanlardan. Atmış yılı geride bırakmışken yaptığı seçimlerden ve sonuçlarından duyduğu memnuniyeti gizlemiyor. Hindistanlı bir babayla Alman bir annenin çocuğu olan Süreyya Faruki’nin çocukluğu Almanya, Hindistan ve Endonezya’da; gençliği Almanya’dan sonra kısmen Türkiye ve Amerika’da geçmiş. Bu geniş yelpazenin ve edindiği tecrübenin etkisiyle olsa gerek, hayata ve kimliklere karşı temkinli durmayı tercih ediyor. Bir aidiyet belirtmek durumunda kalırsa Almanlığı öne çıkıyor ama hemen ekleme ihtiyacı duyuyor: “Almanlığın kenarındayım!” Hocanın son derece öğretici olan hayatını, çalışmalarını ve merkez yerine kenarda durmayı tercih etmesinin sebeplerini kendisinden dinlemek için sizi sohbetimize eşlik etmeye davet ediyoruz.

    Hindistan asıllı bir baba ve Alman bir annenin kızısınız. Biraz anne babanızdan bahseder misiniz?

    Bizim peder, Abdulqudus Faroqhi, Hintli idi. Gençliğinde Almanya’ya gelmiş. Biraz maceraperest bir insandı. 1920’li yıllarda pilotluk yeni bir meslek ve popüler. Babam önce pilotluk yapmış. Sonra ekonomi tahsil etmiş, bitirmiş. 1930’lu yıllarda motosikletle Güney Hindistan’ı dolaşmış. O tarihlerde çok görülmüş bir şey değildi herhalde. Çok geç bir yaşta, bu hayatta yapmak istediği asıl işin doktorluk olduğunu keşfetmiş. İnsanlar bu tahsile 20’li yaşlarda başlarken babam 35 yaşında imiş. Bitirdiğinde de 40 yaşında. Bu nedenle geç evlenmiş. Kardeşim ve ben doğduğumuz zaman babamız 40’ın üstündeydi. Annem Alman. Babasını Birinci Dünya Savaşı’nda kaybetmişti. Annesiyse, herhalde İspanyol gribi salgınında vefat etmişti. Yatılı okulda okumuş, ailesinden bir şekilde kopmuş. O yıllarda genç kadınlar mürebbiye olarak yurt dışına çıkıyor. Annem de İspanya ve Fransa’da mürebbiyelik yapmış. Sonra da bir hukuk dergisinde musahhih olarak çalışmış. Babamla Berlin’de, babam tıbbiye öğrencisiyken tanışmış. Hindistan’ın bağımsızlığından sonra ailecek Hindistan’a taşındık.

    O tarihlerde siz kaç yaşındasınız?

    5 yaşındayım. Küçük olduğum için detayları bilmiyorum. Hindistan’a gittiğimizde bir süre akrabalarımızla birlikte oturduk. Hepsi tahsilli insanlardı, İngilizceleri iyiydi. Onlardan İngilizce öğrendim. Herhalde bu çocuklar için her şey yeni, bir de daha önce hiç duymadıkları bir dil öğrenmek zorunda kalmasınlar diye düşündüler. Bizim ana dilimiz Almanca tabii. Evde annem ve babamla Almanca konuşulurdu, akrabalarla da İngilizce.

    Okula Hindistan’da mı başladınız?

    Hayır, ben Hamburg’dayken ilkokula başlamıştım. O zamanlar Hamburg harabeydi. Kampvari bir yerde kalıyorduk. Beş yaşında bir çocuğu evde tutmanızın imkanı yok. Okulda hem daha güvende olurum hem de yaşıtlarımla bir arada olmam iyi olur diye düşündüler herhalde. Birkaç ay içinde büyük teyzeme yılbaşı tebriki yazacak kadar yazmayı öğrenmiştim.

    Hindistan’da ne kadar kaldınız?

    Çok uzun değil, bir buçuk yıl. Babam oraya yerleşemeyeceğini fark etmiş olacak. Pakistan’a da bir bakmış ama orası yaşanacak gibi değil diye düşündü sanıyorum.

    Pakistan’ın bağımsızlık mücadelesini desteklememiş miydi?

    Babam Hindistan’ın bir bütün olarak kalmasını istiyordu. “Dine dayalı bir devlet istikrarlı olamaz” derdi. “Din insanlara has bir tercihtir, devletse bambaşka bir şeydir. İkisinin karışımından iyi bir şey çıkmaz.” diye düşünüyordu. Maalesef haklı çıktı.

    Hindistan’dan sonra ne yaptınız?

    Babam Endonezya’da bir iş kabul etti. İlkokul çağım daha çok Endonezya’da geçti. Birinci sınıftan yedinci sınıfa kadar sekiz okul değiştirdim. İşin komik tarafı bu benim için korkunç bir şey değildi. Bugün insanlar çok mesele ediyor, biliyorum ama bize “Böyle olması gerekiyor” dendi. Hayat öyle bir şeydi. “Yapamam” falan gibi bir itiraz da söz konusu değildi. Başka çaremiz yoktu. İnsan bazı şeyleri öğrenir. Ben de uyum sağlamak için neyin gerektiğini öğrenmiştim.

    Neydi o?

    O yaşlarda anladığım şey şuydu; nereye gidersen git, insanlar burada sen olmadan da gayet mutlu yaşamışlar. Kabul görmek istiyorsan şirin görünmen gerekir! Onların şirin görünme zorunluluğu yok ama yeni gelen insan bunu yapmak zorunda! Bunu çok küçük yaşta öğrendim. Bir ortama sonradan giren çocuk her zaman kötü muamele görür. Bu her yerde böyledir. Zorlandığımı anneme söylediğimde bana bir açıklama yapmıştı: “Bu çocuklar burada doğmuşlar. Babalarının çay bahçesinden çıkıp okula geliyorlar. Hepsi aynı kültürü paylaşıyor. Sonra dışardan tanımadıkları çocuklar geliyor ve onlarla rekabet etmeye başlıyor. Çocuklar alışık oldukları düzen bozulduğunda agresif olurlar. Bunu böyle kabul etmen gerekiyor, seninle ilgili değil!” Düşündüm ve hak verdim. Sebebini anlayınca da büyük sorun yaşamadan atlattım o dönemi. Yaşadığımız problemler daha çok babamın yaşlı olmasından kaynaklanıyordu. Çünkü biz problem yaratacak yaşa geldiğimizde babamın yaşı 55 civarındaydı. Hindistan’da onun yaşındaki erkekler dede oluyorlardı herhalde. O ise iki tane başına buyruk, yetişme çağında çocukla uğraşıyordu ve bu durumdan hiç hoşlanmıyordu. Biz de hoşlanmıyorduk tabii.

    Endonezya’da ne kadar kaldınız?

    Beş sene. İlkokulu orada bitirdim. Ortaokula başladım. Babam Kızılay ve daha sonra Endonezya hükümeti için çalıştı. Hükümet nereye tayin ederse oraya gidiyordu. Önce Java adasının batısında bir kasabadaydık. Sonra Sumatra adasına gittik. Oradan Jakarta’ya geçtik. Babam son tayin ettikleri Sulawesi’yi pek beğenmedi. Biz de büyüyorduk, iyi okullarda eğitim almamızı istiyordu. 1953 yılında ailecek Batı Almanya’ya döndük.

    Hindistan’da ve Endonezya’da okula gitmek için o ülkelerde konuşulan dilleri öğrenmeniz gerekti mi?

    Evet. Hindistan’da Urducaya başladık, yazısını da öğrendik. Bir buçuk sene sonra ayrıldığımız ve bir daha da kullanmadığım için unuttum tabii. Endonezya’da da dil öğrenme konusu başlarda annem ve babam tarafından ciddiye alındı. Sonra tavırları değişti. Açıktan konuşulmasa da, sanırım orada kalıcı olmadığımıza karar verince, ısrar etmeyi bıraktılar. Zamanla öğrendiklerimi de unuttum tabii. Almanya’ya döndüğümüzde bir rahibe okuluna devam ettim ve garip bir şekilde o okulda çok rahat ettim.

    Neden?

    Ders açısından sıkıntım yoktu. Endonezya, Hollanda sömürgesi olduğu için orada uygulanan programla Alman eğitim sistemi birbirine benziyordu. Sınıflar oldukça büyüktü ve çok rahat hareket ediyorduk. O zamanlar anladığım bir şey vardı: yaramazlık yapacaksan okulda yapmalısın. Evde yaşını başını almış sinirli bir baba var. Tepkisini çekmek istemediğimiz için dilediğimiz gibi hareket edemiyorduk. Halbuki sınıfta elli küsur çocuk var, hocaların onlarla tek tek uğraşması mümkün değil. Hele de başarılı bir öğrenciysen yaptığın yaramazlık unutulur gider… 1959’da liseyi bitirdim. Almanya’da sistem biraz değişikti. Liseden mezun olurken önemli bir sınava giriyorsunuz. O sınavın sonucuna göre üniversitede hangi bölümlere gidebileceğiniz belli oluyor. Ayrıca üniversite giriş sınavı yok.

    Hangi alanda eğitim almak istiyordunuz?

    Evdekiler babam gibi doktor olmamı istiyordu. Başlarda ben de kabul ediyordum bunu. On iki yaşlarında tarihe meraklı olduğumu keşfettim. Buna rağmen annemin de yönlendirmesiyle tıp okuyacağımı söylemeye devam ettim. On altı yaşıma geldiğimde artık bunu yapmak istemediğimden emindim. Babam çok makul karşıladı, “Senin mesleğin olacak. Kararı senin vermen gerekir.” dedi. Ailem Hamburg’a yerleşmişti. Ben de orada tarih okumaya başladım. 1950’li yılların sonu, 60’ların başı. O tarihlerde genç olmak güzeldi.

    Ne açıdan?

    Çocukluğumuzun geçtiği ülkelerde yakın tarihin sıkıntıları devam ediyordu. Almanya İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmıştı. Hindistan’da iç savaş yaşanıyordu. Endonezya’daysa sömürge dönemi bitmişti. Çok tansiyonlu bir ortamda büyümüştük. 50’li yılların sonlarının Batı Almanyası’ndaysa insanlar artık daha iyi paralar kazanmaya başlamıştı. Daha rahat yaşıyorlardı. Seyahat etmek mümkündü. Lisedeyken okul gezisiyle Viyana’ya kadar gidebilmiştik. O dönem şartlarında lise öğrencileri için bir haftalık Viyana seyahati önemli bir şeydi. Üniversitenin ilk sınıflarında küçük bir burs kazandım ve o parayla üç haftalığına Roma’ya gidebildim. Böyle şeyleri tek başına yapmaktan hoşlandığımı da keşfettim.

    Babanız gençlik yıllarından itibaren Avrupa’da yaşasa da netice daha muhafazakar olan Doğu kültürüyle yetişmiş bir Hindistanlı. Özgürlük ve seyahat arzunuzu nasıl karşılıyordu?

    Babam o dönemin pozitivist Türk hekimlerine çok benziyordu. 1920’li yıllarda doktor olan tipler vardır ya, romanlarda falan anlatılır. Çocuklarının rahat bir ortamda büyümesini istediği için Almanya’da yaşamayı seçmişti. Bizi o anlamda sınırlamıyordu. Üstelik bütün enerjisini yaptığı işe veriyordu. Bize ayıracak çok vakti yoktu.

    Evinizde hangi kültürün etkisi daha fazlaydı? Alman kültürü mü, Hint Müslüman kültürü mü?

    Annem Protestan olarak doğmuştu ama kiliseyi terk etmişti. Babam cenaze falan olunca arada camiye giderdi belki ama bu kadar. On iki yaşlarımdayken bana demişti ki, “Tanrı hakkında bilgi sahibi değiliz, olamayız. Dünyada çeşitli etik sistemler var. Bunları dünya üstü bir varlığa bağlamak çok şüpheli.” Çok şüpheli demedi aslında, onu ben söylüyorum. Babam “Öyle bir bağlantı yoktur.” demişti. Evde bu konular çok fazla açılmazdı. “Din kişiyle tanrı arasındadır. Başkasının bu konulara müdahale etmemesi gerekir.” derdi.

    Meslek seçiminize gelecek olursak, tarih neden ilginizi çekmişti?

    Çok emin değilim. İlkokulda başladı. Altıncı sınıfta tarih öğretmenimiz ders anlatma konusunda pek becerikli değildi. Meraklı olduğum için ders programı dışında çeşitli kitaplar okumuştum. Hocamız yeterli seviyede ders anlatamayınca ihtiyaç duyan arkadaşlara yardım etmeye başladım. İlkokul düzeyinde tarihin nasıl anlatılması gerektiği konusunda fikrim varmış demek ki. Ortaokuldayken daha ciddi şekilde okumaya başladım. Yine o sıralarda eski binalara merak saldım. Liseyi Bonn’da bitirdim. Orada on ikinci yüzyılda yapılmış bir kale ve yakın bir köyde dokuzuncu ya da onuncu yüzyılda yapılmış bir kilise vardı. Köln yakındı, savaştan çok zarar görmüştü ama 50’li yıllarda derme çatma da olsa hizmete açık olan eski yapılar vardı. Bazı binaları tamir edilirken seyredebildim. Annem ve babam da bizi teşvik ederlerdi. Babam sanatla ilgilenelim diye çeşitli şeyler denedi. Klasik müziğe teşvik etti mesela. Pazar günleri öğleden sonra salonda oturup plak dinliyorduk. Esas maksat bize o zevki aşılamaktı. O zamanın imkanları ölçüsünde eğitimimiz konusunda hassasiyet gösteriyorlardı.

    Sanata ilgi duydunuz mu?

    Müzikle ilk başta çok ilgilenmedim fakat yine o zaman dinlediğim pek çok parça aklımda kaldı. Minyatür seviyordum. Orijinallerini değil tabii ama takvimlerden reprodüksiyonlarını koparıp saklıyordum. Kimse “bunu yap!” demedi bana, hoşuma gidiyordu. Alt yazılarında hangi yüzyıllarda yapıldığı yazıyordu ve bu tasvirler ilgimi çekiyordu. Babam, “Eğitiminizi tamamlamak, sorumluluklarınızı yerine getirmek için çok çalışacaksınız. Bunu yaptıktan sonra iyi bir hayat yaşamaya hak kazanırsınız.” derdi. Ne annem ne de babam sonsuz fedakarlık kültürünü savunmuyorlardı.

    Osmanlı tarihine ne zaman ilgi duymaya başladınız?

    Tek başına seyahat etmekten hoşlanıyordum ve bir an önce evden ayrılmak gibi bir niyetim vardı. Kendi hayatımı kurmak istedim. Hindistan’la o zaman hiç ilgilenmiyordum, ancak altmış beş yaşımdan sonra da ilgilenmeye başladım.

    Duygusal bir yakınlık hissetmediniz mi?

    Bir toprağa özellikle de “ata toprağı” gibi bir motivasyonla bağlanmayı anlamıyorum. İnsan bir yerde yaşar, orada arkadaşları olur. Sevdiği peyzajlar, yapılar olur. Bunlar tamamen başka. Ama sırf babam orada doğmuş diye bir yere bağlılık hissetmedim. Annem Polonya Almanlarındandı. Bazen trenle doğduğu şehirden geçerken “Annemin doğduğu şehir” derdim ama o kadar. İstanbul, Paris, Berlin, Bologna benim için daha özel yerler. Hem estetik açıdan ilgimi çekiyorlar hem de hayatımın bazı önemli dönemleri oralarda geçti.

    Osmanlı’yı neden merak ediyordunuz?

    Asıl meselem Osmanlı tarihi değil, evden uzaklaşma ihtiyacıydı aslında. Hindistan üzerinde çalışmamaya kararlıydım. Tek başına bir yerlere gitmek istiyorum ve gideceğim yerde az çalışılmış konular bulmam gerekiyordu. Osmanlı arşivlerinin varlığını öğrenciyken duymuştum. Çok da fazla çalışılmadığını söylemişti hocalarımız. İlk tercihim Türkiye değildi. Başta Cezayir’e gidip Arapça öğrenme planları yaptım. Fakat Cezayir’de iç savaş vardı ve bir türlü bitmiyordu. Avrupa’da insanlar 21 yaşında reşit oluyordu o zaman. Ben o yaşı doldurduğumda evden ayrılmaya kesin kararlıydım. Cezayir’deki savaşın bitmesini beklemek istemedim. Alternatifleri araştırmaya başladım. O kadar cahildim ki, Tunus ya da Beyrut’ta da Arapça öğrenebilirdim ama bunu bilmiyordum. Kahire için burs bulamadım. İstanbul’a gitmekse daha kolaydı. Nazi döneminde İstanbul’a gelmiş ve burada kariyer yapmış bir zoolog vardı. İstanbul Üniversitesi’nde yüzlerce tıbbiyeliye zooloji dersi vermiş.

    Adı neydi?

    Curt Kosswig. 50’li yıllarda Hamburg’da bir posizyon kabul etmiş ve gelince eski ve yeni üniversiteleri arasında bir öğrenci değişimi programı başlatmış. İstanbul’a gelmeye talip olan öğrencilerin sayısı fazla değilmiş. Benim başvurduğum sene anlaşılan tek aday benmişim. Sonra anlattılar, komisyon üyeleri “Bir genç kızı tek başına İstanbul’a gönderebilir miyiz?” diye biraz tereddüt etmiş ama bursun yanmasını istemedikleri için beni göndermeye karar vermişler. Bu seyahat çok da işime yaradı. Çok şey öğrendim. Gençlerin bir yerde yetişkinler dünyasına geçiş yapması gerekiyor ya, o olayı İstanbul’da yaşadım. Geri döndüğümde kendime güvenim artmıştı. Osmanlı tarihinde neler yapabileceğimi keşfetmiştim…

    Ne kadar kaldınız bu ilk ziyaretinizde?

    Bir sene kaldım. Aslında lisansüstü öğrenciler için açılmış bir programdı ama ben lisans öğrencisiydim. Ömer Lütfi Barkan’ın yanına geldim ve şükür ki Barkan buna takılmadı.

    Türkçe öğrenmiş miydiniz?

    Bursa başvurmadan önce bir sertifika almak gerekiyordu. Sözlükle Cumhuriyet gazetesini okuyabiliyordum. Konuşmak konusunda sıkıntım vardı. Yurtta kalmak istemediğim için kocasını yeni kaybetmiş genç bir kadının evinde bir oda tuttum. Yabancı dil bilmiyordu. Benim için çok iyi oldu, pratik yaptım.

    Türkiye’de kaldığınız süre boyunca nasıl bir akademik yıl geçirdiniz?

    Bir yıllık bir öğrenci değişimi programıyla gelmiştim ve derslerden not almam beklenmiyordu. En büyük şansım buydu çünkü özellikle birinci dönemde Türkçem yeterli değildi. İkinci dönemde bir miktar düzelmişti. Ömer Lütfi Barkan’ın dersleri ise tutorial (özel ders) gibiydi. “Bu kadar uzaktan gelmişsin, madem öğrenmek istiyorsun sana bir şeyler öğretmeye çalışacağım.” dedi ve beni asistanlarının yanına oturttu. Oysa benim asistan olacak halim yoktu.

    Neler çalıştınız o sene?

    Almanya’da, Avrupa sosyal tarihi ve arkeolojiye giriş gibi seminer dersleri almıştım. Bu dersler beni çok ilgilendirdi. “Osmanlı tarihinde de benzer şeyler yapılmalı” diye düşünüyordum. Barkan’ın da bu tarz çalışmaları vardı. İlk yayınları İktisat Fakültesi mecmuasında 1939 – 40 yıllarında çıkmıştı. Bir kısmını okumuştum. Barkan da galiba lisans seviyesinde bir öğrencinin bu çalışmalara meraklı olmasından hoşlanmıştı. İlk ziyaretimde beni odasının penceresine götürdü. Güzel bir sonbahar günüydü. Bahçedeki öğrencileri gösterdi. “Bunlar benden ders alıyor ama tek istedikleri bir devam imzası!” dedi. Önceleri Fransızca konuşuyorduk. Türkçemi geliştirdikten sonra görüşmenin başında ve sonundaki nezaket ifadeleri Türkçe olmaya başladı. Önemli konular, uzunca süre Fransızca devam etti. İkinci dönemde giderek Türkçeye kaydırdık.

    Hangi seneden bahsediyoruz?

    1962 – 63. Ömer Lütfi Barkan’la çalışmaya başladığımda bana bazı makalelerini verdi ve “Bunları oku, ne anladığını anlat.” dedi. Benim için çok önemli bir deneyim oldu bu. O zamana kadar tarih bölümlerinde anlatılan tipik politik tarih derslerinden çok sıkılmıştım. Hamburg’da, üniversiteye yeni başladığımda, “Benim problemlerim daha çok aile düzeniyle ilgili. Bildiğim kadarıyla pek çok arkadaşımın da sorunu aynı. Oysa tarih dersleri insanların özel hayatından, kişisel problemlerinden hiç söz etmiyor. Nasıl oluyor bu?” diye düşünüyordum. Eğer insanları çok meşgul eden bir problem varsa tarihçi bunu ele almalı, öyle değil mi? Sonra Annales ekolünde bu tür konuların ele alındığını gördüm.

    “Almanya’ya dönerken ne çalışacağımı az çok biliyordum.” demiştiniz. Ne çalışmak istiyordunuz?

    Doktora tezimin konusunu Barkan söylemişti, onu ben seçmedim. Almanya’daki tez danışmanım Ortaçağ’cıydı ve Osmanlı tarihinden tamamen bîhaberdi. Türkiye’ye gitmeden önce kendisine Osmanlı dönemi köylerini merak ettiğimi söylediğimde, “Peki! Kronikleri tarayıp köyler hakkında ne söylediklerini toplayabilirsin.” demişti. İstanbul’a gelince öğrendim ki Osmanlı kroniklerinde köy toplumu hakkında neredeyse hiç bilgi yok! Bir iki ay çalıştıktan sonra öğrendim tabii bunu. Barkan’a çok müteşekkirim çünkü bu konuyu çalışmak istediğimi kendisine anlattığım zaman duymamış gibi yaptı. Almanya’ya dönmek üzereyken tez konusu tekrar konuşuldu ve o zaman Sinan Paşa telhislerini çalışmamı önerdi. Ben de gidince hocama konumu söyledim. Çok da fazla danışmanlık yoktu o zaman. Önemli ölçüde kendi çabalarımla yazdım tezimi. Önce tarihlerini netleştirmeye çalıştım. Çünkü Sinan Paşa ve Üçüncü Murad arasında yapılan bu yazışmalarda genellikle tarih yazmıyordu. Yazıları analiz ettikten sonra yaklaşık olarak hangi tarihlerde yazıldığını tespit etmem mümkündü. Ayrıca padişah ve sadrazam arasındaki iletişim nasıl bir şeydir? Hangi konuları konuşuyorlar? gibi çok basit analizler yaptım.

    Bu yazışmalar Osmanlıca ve yazma! O tarihte bu seviyede Osmanlıca öğrenmiş miydiniz?

    Aşağı yukarı! Almanya’da iken bugün kimsenin yapmayacağı bir şey yapmış ve doğru dürüst Türkçe bilmeden Osmanlıca öğrenmeye başlamıştım. Türkçe bilen bir insan, tarih çalışmak istiyorsa kendi başına Osmanlıca öğrenmesi bekleniyordu. Osmanlıca giriş dersi vardı galiba ama ben almadım. Bir Avusturyalı’nın 1908 veya 1909 yılında yazdığı Osmanlıca gramer kitabı vardı, onu aldım. Geç dönem Osmanlıcası öğretiyordu. Yazıldıktan elli sene sonra o kitabı kullanarak Osmanlıca öğrendim. Türkiye’de Barkan’la bir müddet çalıştıktan sonra bizi Süleymaniye’ye göndermeye başladı. “Şu yazmayı sipariş edeceksin, falan sayfaya bakacak ve ne anladığını bana anlatacaksın!” diyordu. Süleymaniye’nin araştırmacılara ayrılan küçük bir odası vardı. İki masa, her birinin etrafında en fazla dört kişi oturabiliyor. Sandalyeler pek dolmazdı. Genellikle iki üç kişi olurduk. Çok şükür ki yabancı filolog ve Osmanlıca uzmanları zaman zaman Süleymaniye’ye gelirdi. Onlardan yardım isterdim. Onun için hâlâ bir öğrenci gelip yardım isterse mümkün oldukça geri çevirmem. Bu çalışmalar sayesinde kendi ayağımızın üzerinde durmayı öğreniyorduk. 1967’de Almanya’da bitirdim o tezi.

    Doktora sonrası için nasıl bir planınız vardı?

    O zamanlar post–doc diye bir şey yoktu ama öğrenci değişimi vardı. Doktorasını yeni bitirenler de bu imkandan yararlanabiliyordu. Filoloji üzerinde çalışmak istedim. Hamburg’da ve Amerika’da Osmanlı tarihi ve Türkçe konusunda çalışan birkaç profesör vardı. Hemen hepsi de kadındı. Bu konuları kadınların çalışması tesadüf değildi bence.

    Neden?

    1920’li yıllarda Almanya’da, Türkçe ve Osmanlı tarihi ağırlıklı bir doçentlik tezi zor kabul edilirdi. Bu yüzden çok insan Arapça’dan doçent oluyordu. İsterlerse daha sonra Osmanlı tarihine kayabiliyorlardı. Pek çok Avrupa üniversitesinde Osmanlı tarihi, Türk filolojisi ve Türk sanat tarihi ancak 1930’lu yıllardan sonra ortaya çıktı. Yeni çıkan dallarda kadınların daha çok şansı vardı. Babam daha lisedeyken bunu söylemişti bana. “İlerlemek istiyorsun, bu makul bir talep. O zaman klasik dallara gitmemen gerekiyor.”

    Neden böyle bir ikazda bulunduğunu anlamış mıydınız?

    Evet. Çünkü bu sahalarda yerleşmiş bir sistem vardı. Kadrolar erkekler tarafından doldurulmuştu. Babam tıbbiyeyi örnek vermişti. “Tıbbiyenin klasik dallarını erkekler kaplamış, mümkün değil, kadınlara yer vermezler. Ama yeni açılan disiplinler var, mesela mikrobiyoloji. Orası yeni olduğu için akıllı ve çalışkan bir insan kendine yer bulabilir.” Çok değerli ve doğru bir rehberlikti bu.

    Siz Türk Filolojisi mi çalışmak istiyordunuz?

    Evet. Doktoradan sonra bir sene Hamburg’da öğretmen olarak çalıştım. 1968’de, öğrenci değişimi programıyla Amerika’ya, İndiana Üniversitesi’ne gittim. Galiba Litvanya asıllı bir kadın Türkolog vardı gittiğimde. Bana, “Ayrılmak üzereyim. Sana çok faydam olmaz.” dedi. Ben de yeni bir arayışa girdim. Doktoramı bitirdiğim için asistanlığa benzer bir lecturer pozisyonu da vermişlerdi. Türkçe derslerine girmeye başladım. Bir yandan da İngilizce öğretmenliği programına kaydoldum.

    Osmanlı tarihi çalışmayı bırakmış mıydınız?

    Öyle bir kararım yoktu fakat imkanlar sınırlıydı. Ben de iki alternatifi birlikte götürmeye karar verdim. “Osmanlı tarihinde iş bulamazsam İngilizce hocalığı yaparım.” dedim kendi kendime. Meğer hiç bilmeden çok doğru bir karar vermişim. İngilizce öğretmenliği alanında master programını bitirdim. Amerika’da akademik derece alan insanlar on sekiz ay boyunca fazla bir formalite olmaksızın kendi alanlarında çalışabiliyordu. Minnesota Üniversitesi’nde bir yıllık pozisyon buldum. Yeni başlayanlar için Türkçe ve Türkiye kültürü gibi bir ders verdim. İngilizce öğretmenliğinde master yapmamış olsam böyle bir imkan olmayacaktı. Daha Minnesota’dayken eski bir hocam Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin (ODTÜ) İngilizce hocası aradığını söyledi. Çalıştığım pozisyon bir yıllıktı, sonra ne yapacağımı bilmiyordum. Başvurdum, kabul aldım. Sadece evraka bakarak işe aldılar bizi. 1971 yılı Ağustos ayında Ankara’ya gelmiş oldum.

    Tarih’teki kariyerinizi de sürdürebildiniz mi o dönemde?

    Bir süre sadece İngilizce dersi verip Ankara’ya alışmaya çalıştım. Köy toplumu üzerinde çalışma isteğim devam ediyordu. Osmanlı tahrirlerine nasıl ulaşacağım? Bu ciddi bir sorundu. Değişim öğrencisi olarak İstanbul’a geldiğimde Mithat Sertoğlu, İstanbul Üniversitesi’nde seçmeli bir ders veriyordu. Çok az öğrencisi vardı, tek yabancı da bendim. Bir derste “Atatürk’ün Nutuk’unu okuyan var mı?” diye sormuştu ve benden başka parmak kaldıran olmamıştı.

    Siz ne zaman ve neden okumuştunuz?

    Türkiye’ye gelmeden önce Türkiye’yle ilgili İngilizce, Fransızca ve Almanca bulabildiğim her şeyi okumuştum. O dillerde malzeme çok çok azdı. Nutuk hem Fransızca’ya hem de İngilizce’ye çevirildiği için onu da okumuştum. Mithat Bey bu hikayeyi unutmamış. ODTÜ’ye geldiğimde Başbakanlık Arşivleri’nin başkanı olmuştu. Arşiv izni için başvurduğum zaman, “Atatürk’ün Nutuk’unu okuyan siz değil miydiniz?” dedi ve çok büyük bir iyilik yaptı. Beni bir arkadaşının yanına gönderdi. O kişi küçük, doktora sınavı gibi bir sınav yaptı bana. Başarmış olacağım ki süresiz izin verdiler. 1987 yılına kadar Ankara’da kaldım. O izin sayesinde bu süre boyunca Arşiv’de çalışmayı hiç aksatmadım. Müdürler değişti, benim iznim devam etti. Görüyorsunuz, tesadüfler ne kadar önemli yer tutuyor insan hayatında. İngilizce öğretimi üzerine master’ı yapmamış olsam Ankara’ya gelemeyecektim. Mithat Bey’den ders almasam, Arşiv’de çalışma izni alamayacaktım…

    Arşiv’de ne çalışıyordunuz?

    ODTÜ’de üç, dört ay kadar İngilizce hocalığı yaptıktan sonra o zamanın bölüm başkanı, “Evrakınıza baktım. Tarih doktoranız var. Ayrıca birkaç yayın da yapmışsınız. İngilizce hocalığı size çok uygun bir pozisyon değil. İsterseniz yeniden başvurun, sizi assistant profesör olarak seçmeli dersler bölümüne alalım.” dedi. ODTÜ’de Amerikan sistemine uygun olarak mühendisler sosyal bilimlerden, sosyoloji ve psikoloji öğrencileri de fen bilimlerinden ders almak zorundaydı. Biraz karşılaştırmalı edebiyat, biraz felsefe, biraz mantık ve biraz tarih; tarih derslerini cariyeniz verdi. Bir de kendi çalışmak istediğim alanda Ottoman Rural Society (Osmanlı Köy Toplumu) adıyla bir ders açtım.

    Kaynak olmadığı için köy toplumu konusunda doktora tezi yazamamıştınız. Bu kez kaynak bulabildiniz mi?

    Kaynak vardı, ancak kroniklerde değil, arşivde. Mithat Bey sayesinde Arşiv iznim çıkmıştı. Üçüncü Murat döneminde yapılan tahrirler Ankara’da, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeydi. Bu büyük bir nimetti; dersten sonra ODTÜ’den çok uzak olmayan Tapu ve Kadastro Arşivi’nde Hacı Bektaş Köyü ve çevresi üzerinde çalışmaya başladım.

    Sonrasında da Bektaşilik çalıştınız. Hacı Bektaş nasıl girdi gündeminize?

    Oradaki ibadet şekli değildi beni enterese eden. Tarlaları, köylülerden alınan öşür vergileri, köyle şehir arasındaki ilişkileri anlamaya çalışıyordum. Hacı Bektaş Vakfı’nın köyleri belliydi. Onun için o bölgeyi seçtim. Başlarda tahrirleri okuma konusunda zorluk çektim tabii. Arşiv’in çok sabırlı çalışanları vardı. Çok yardımcı oldular. Sayelerinde paleografya dersi görmeden yazılı metinler okumaya başladım. Barkan’ın tarzı da öyleydi, “Gideceksin ve bir şekilde yapacaksın!” derdi.

    Yıl kaç bu arada?

    1973 ya da 74 olacak. O çalışma için Kırşehir’e de gittim. Mahalli tarihe çok meraklı olan bir sanat okulu öğretmeninden çok şey öğrendim. Tahrirlerde kayıtlı abidevi eserlerin bir kısmı duruyordu ama kendi imkanlarımla bulmam mümkün değildi. O bey rehberliğinde gezdim. Ofisinde on dokuzuncu yüzyıl tahrirlerinden yapılmış kopyalar vardı. Onlar üzerinde rahatlıkla çalışabiliyordum.

    Siz de on dokuzuncu yüzyıl mı çalışıyordunuz?

    Hayır ben daha çok on altı ve on yedinci yüzyılları ele alıyordum. Evliya Çelebi’yi taramaya başlamıştım. Bir şekilde Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nden bir mikro film temin edildi. Çünkü 70’li yılların başında güvenilir bir edisyon yoktu.

    Bu sizin doçentlik çalışmanız mıydı?

    İlerde doçentlik çalışmam olabilir diye umuyordum tabii. Oldu da ama çok sonra. O makaleyi tamamladıktan sonra Konya üzerinde çalışmaya başladım. Çok az malzeme olduğu için bulabildiğim bütün kaynaklara bakıyordum. Konya Kadı Sicilleri’nde o zamanlar köy olan Ladik’e ait elli kadar tereke listesi çıktı. Onları kopya ettim. O çalışmayı İnalcık’a gönderdim, beni yönlendirdi. İnsanlar yapa yapa öğreniyordu o zaman. Sanat tarihçisi Ömür Bakırer ile birlikte Ilgın-Doğanşehir çevresi üzerinde çalıştık. Bu bölgeler hakkında makaleler yazdık. Her biri bir mozaik taşı gibiydi, neticede tezimi oluşturdular.

    Osmanlı tarihi çalışan araştırmacıların genelde ya klasik dönem ya da on dokuzuncu yüzyıl tercih ettiklerini görüyoruz. Sizse on sekizinci yüzyıl çalışmayı tercih etmişsiniz. On sekizinci yüzyılın bu kadar az çalışılmasının sebebi ne sizce?

    İnsanların kafasında klasik dönemin daha ilginç olduğu yönünde bir inanış var. Türkiye Cumhuriyeti’nin evveliyatı olduğu için on dokuzuncu yüzyıl da ilgi çekiyor. Genellikle bu dönemler üzerinde çalışıldığı için on sekizinci yüzyıla ait malzemenin kataloglanması gecikti. Halbuki çok fazla belge var. Elimize malzeme gelmeye başladıkça sadece ben değil, pek çok insan on sekizinci yüzyıl çalışmaya başladı.

    Sizi on sekizinci yüzyıl çalışmaya Ömer Lütfi Barkan mı yönlendirdi?

    Hayır, o on sekizinci yüzyılla hiç ilgilenmezdi. Alanı on beş ve on altıncı yüzyıllardı. Ben o döneme dair belge bulduğum için on sekizinci yüzyıl çalışmaya başladım. Diyelim ki bir tekkenin tarihini yazmaya kalkıştınız, elinize ne geçerse onu kullanmak zorundasınız. Bir Bektaşi tekkesiyle ilgili doküman aradığım zaman elime geçen belgelerin büyük bir kısmı on sekizinci yüzyılla ilgili oluyordu. Arşivde herhangi bir düzen yoktu o zamanlar. Katalog yapan insanın eline ne geçmişse o sırayla yerleştirilmişti. Mecburen oturup kataloğu tek tek taramak zorundasınız. Bulduğunuz belgeleri talep ediyorsunuz. Çalışmak pek kolay olmuyordu. Haftada dört gün üniversiteye gitmek gerekiyordu. İstanbul’daki arşive gitmek için sadece bir günüm vardı. Perşembe gecesi yola çıkıp sabah saat 7’ye doğru İstanbul’da oluyordum. Bir pastanede kahvaltı ettikten sonra Arşiv’e gidip çalışmaya başlıyordum. Cumartesi alışveriş günümdü. O zaman Ankara’da çok fazla seçenek yoktu. İstanbul’a gelmişken Rumeli Caddesi’nde mağazalardan alışveriş yapıp Pazar günü Ankara’ya dönüyordum.

    Doçentliğinizi ne zaman aldınız?

    İki kez doçent oldum. 1980’de Türkiye’de ve başka bir tezle 1981’de Almanya’da. Almanya’daki tezim Bektaşi Tekkeleri ile ilgiliydi. Türkiye’de ise ‘Osmanlılarda Kent ve Kentliler’ isimli çalışmamın ilk yarısıyla doçent oldum.

    Osmanlı çok unsurlu bir imparatorluk. Müslümanların yanı sıra Ermeniler, Rumlar, Museviler var ve bu milletler iktisadi sahada çok aktifler. Arşivde kendi dillerinde ürettikleri evrak da bulunuyor mu? İktisat tarihçisi olarak siz çalışmalarınızda o evrakı da kullandınız mı?

    O dillerde yazılan belgelerin bir kısmı bize kadar gelmiş ama gelmeyenler de var elbette. On dokuzuncu yüzyıldan önce Ermeni arşivleri çok yoğun değil. Ben İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciyken rahmetli Hrand Andreasyan edebiyat fakültesinde azınlıkların tarihi konulu bir ders veriyordu. O dersi neden almadım bilmiyorum. Sonra anladım ki aslında çok önemli bir iş yapmış. Neticede bu sahada Ermenice bilen insan sayısı çok az. Hâlâ Andreasyan’ın çevirilerini kullanıyoruz. On yedi ve on sekizinci yüzyılları çalışan bir insan için bu dillerde arşiv dökümanı çok fazla olmayabilir ama basılı kaynaklar mevcut. Venedik’te basılan çok güzel Ermenice kitaplar var. Bu konuda kara cahil olmasaydım o belgelerde çalışacak konu bulurdum belki. İnsan, hayatında bir sürü seçenekle karşılaşır. Bazen doğru karar alır, bazen de yanlış tercihler yapar. Sonra keşke yapsaymışım der.

    Sizin hayatınızda doğru kararlar çoğunlukta sanki?

    Bana da öyle gibi geliyor. Kendimi çok şanslı görüyorum. Geri dönüp bakıyorum, bir sürü çok zor durumdan pek zarar görmeden kurtulmuşum. Hep “bakalım ne olacak?” türünden bir yaklaşım içinde oldum. Genelde de seçimlerim benim için faydalı oldu.

    Çalışma konularınızı nasıl tespit ediyorsunuz?

    Eskiden, önce konuya karar verilir, belgeler tespit edildikten sonra çalışmaya başlanır diye bir kabul vardı. Bunun tam tersini savunanlar da vardı elbette. Bense ikisinin beraber yürümesi gerektiğini düşünüyorum. İnsanın kafasında bir çerçeve olur. Hangi konuyla ilgilendiğini bilir. Sonra belge bulur. Bu belgeler sorulara yol açar. Sorulara cevap ararken çalışmanız şekillenir. Belge arama ve yaklaşım geliştirme faslını birlikte yürütüyorum. Verdiğim dersler de yol gösterici oluyor. ODTÜ’de verdiğim Ottoman Rural Society dersinin içeriği başlarda çok dolu değildi. Zamanla şehir ve bölge planlama bölümünden arkadaşlarım oldu. Onların seminerlerine devam ettim ve perspektifim gelişti. Bu ders, daha sonra yapacağım çalışmaların çekirdeğini oluşturdu. Münih’te esnaf konusunda ders verdim. Onun da bir kitabı var. Şimdi daha çok kadın tarihi çalışıyorum, o konuda ders veriyorum. Bir kitap da yazdım. Derslerle kitaplar arasında çok yakın bir bağlantı var. Bu yüzden ilerlemiş yaşıma rağmen gönüllü olarak ders vermeye devam ediyorum. Ders anlatırken neler bilmediğimi anlıyorum. Neleri geliştirmem gerektiğini görüyorum.

    Yeni çalışma alanlarınız, iktisat tarihinden uzaklaştığınız anlamına mı geliyor?

    Bunu söyleyen başkaları da oldu. Bence çok uzaklaşmadım. Neticede benim çok materyalist bir dünya görüşüm var. İnsanlar ne yiyor, ne içiyor, nasıl barınıyor, hayatlarını nasıl kazanıyorlar? türünden çok temel sorular her zaman gözümün önünde. Diğerleri de önemli konular, yadsımak mümkün değil ama önce temel ihtiyaçların nasıl karşılandığına bakmak gerektiğini düşünüyorum.

    1971’de Ankara’ya geldikten sonra hep Türkiye’de mi çalıştınız?

    Hayır. 1986’da Ankara’da profesör oldum. 1988 başında Münih‘te ders vermeye başladım. Orada da profesör oldum ve on dokuz yıl boyunca Münih’te çalıştım.

    Bu süre boyunca Türkiye’yle bağlantınız sürdü mü?

    Tabii. Boğaziçi Üniversitesi’nde bahar dönemlerinde misafir hoca olarak ders vermeye devam ettim. Türkiye’yle bağlantım hiç kesilmedi.

    Münih’te ders vermeye devam ediyor musunuz?

    Ders vermiyorum ama evim orada. Eninde sonunda esas yerim orası. Oradaki ev benim, buradaki kira.

    Bu ev ve mülkiyet tercihi, aidiyetiniz konusunda da bir şey söyler mi bize?

    Bu konuyu yakın bir arkadaşıma sormuşlar, “Milliyeti ne?” demişler. “Milliyeti yok!” diye cevap vermiş. Ben de bilmiyorum. Neticede Almanca ana dilim. Bu çok önemli. Evim orada. İlle bir aidiyet isteniyorsa aidiyetim Alman diyebilirim ama Almanlığın kenarındayım. Aslında kenarda olmaktan da hoşlanıyorum. Türkiye’de de bir yerde üniversite toplumuna entegreyim ama yine kenardayım. Bana sorarsanız bazı konular kenardan baktığınız zaman daha kolay anlaşılabilir. Özellikle bazı faktörlerin önemini abartmamak açısından kenarda bulunmanın faydası var.

    Related Posts

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.