Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Nadir Söyleşiler - devleti bulsam müzeler kuracaktım!

    devleti bulsam müzeler kuracaktım!

    Mayıs 2, 2020
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    Kadıköy’de bir hanın 2. katı. İçerideki kalabalık, yarı açık durumdaki sürgülü kapının sınırında son buluyor. Koltuklar için açılan yer dışında boşluk yok odada. Duvarlar, yerler, masa ve sehpaların üstü, birbiriyle bağlantısını sadece Zeki Bey’in kurabileceği binlere objeyle dolu. Bir ömrün hülasası var karşımızda. Hangi malzemeyi elimize alıp konuşmaya başlasak mevzu aynı yere, Mehmet Zeki Kuşoğlu’nun hayat gayesine gelecek; sahip çıkanı az bir kültür dünyasına hizmet etmek. Gaziantep’te, zenaatkâr bir aileye doğmuş Kuşoğlu. 4 yaşında heykel yapmaya başlamış. Sonrası bilindik hikaye; ilk ve orta öğrenim yılları boyunca resim kabiliyetiyle öne çıkmış, sınıf arkadaşlarının ödevleri onun elinden geçmiş. Nihayet Güzel Sanatlar Akademisi ve devlet bursuyla gittiği Almanya. Biz buradan sonrasını konuşuyoruz, zira 5 yıl kaldığı Avrupa’dan başka bir insan olarak dönmüş Zeki Bey. Mevzunun bizi daha çok ilgilendiren kısmı da o zaman başlamış…

     Bizi çepeçevre kuşatan bu malzeme kaç yılda bir araya geldi?

    Bu gördüğünüz ve aslında görmediğiniz, çünkü bir resmin arkasında belki 10 tane daha resim var, depo dışında 2 yerim daha var. Oralar da aşağı yukarı bu durumda. Devleti bulsaydım, müzeler kuracaktım! Ama o devleti göremedik bir türlü. Göremeyince de bizim başımıza yük oldu… Benim bir sözüm var, Gittim Batıya, Döndüm Doğuya. Yaklaşık 50 yıldır topluyorum. Bunları ne satmak için ne de koleksiyon olsun diye aldım. Atılmasın, yurt dışına satılmasın, yırtılmasın, yakılmasın, SEKA’ya gitmesin diye topluyorum.

    İlk parçaları almaya başladığınızda kaç yaşındaydınız. Bu işi ne zaman kendinize vazife edindiniz?

    Almanya’da ihtisas yapıp döndüm. 20’li yaşların ikinci yarısında kendi kültürümü tanıma ihtiyacıyla bu dünyaya daldım. Soranlara “Ben Almanya’da sanat adına bir şey öğrenmedim. Ancak kimliğimi orada kazandım!” diyorum. Almanya’nın bana en büyük katkısı o oldu. 

    Orada ne yaşadınız ki böyle bir misyon yüklediniz kendinize?

    Bana, Batı Medeniyeti ile ilgili sordukları bütün soruların cevabını biliyordum. Buradaki hocalarımız zaten Alman Bauhauss ekolünden geliyordu. Tatbiki Güzel Sanatlar öyle kurulmuştu. Ancak bizi sorduklarında, bize dair hiçbir şey bilmediğimi anladım. Ve o zaman dedim ki ‘Ülkeme gideceğim ve kendimi araştıracağım…’ Döndükten sonra kendi kendime, ‘Bütün Türk milletini Avrupa’ya mı göndermeli kendine gelmesi için?’ diye sorduğum çok olmuştur. Kuzu gibi gidiyorsanız; bir birikiminiz yoksa teslim oluyorsunuz. Töreniz, inancınız, kimliğiniz sıkıntıya giriyor ve onlardan biri olup yaşıyorsunuz. Lüks bir hayatınız oluyor. O hayat bana da teklif edildi. 

    Nasıl bir geçmişten geliyordunuz ki bu bahsettiğiniz vaatler sizi etkilemedi?

    Bugün, adına geleneksel Türk sanatları dediğimiz tüm sanatlar aşağı yukarı benim ailemde icra ediliyordu. Geniş bir aile. Dayılar, amcalar, yengeler, teyzeler, halalar ve diğerleri. Kimi taş ustası, kimi dokumacı, kimi bakır ve kuyum ustası. Teyzelerim çok iyi Antep işi işler. Annem çok iyi bir terziydi. İstanbul’da hayatını terzilikle kazandı zaten.

    İstanbul’da mı doğup büyüdünüz?

    Hayır, Gaziantep’te doğdum. 6 yaş civarında İstanbul’a geldik. Beni okutmak hevesiyle geldiler. Ancak liseyi bitirene kadar her yazı Antep’te geçirdik. Akrabalarımı çalışırken izleyerek büyüdüm. Bana bir şey öğretmek için gayret ettiler mi bilmem ama âhilik terbiyesiyle hareket ettiklerini söyleyebilirim. Hepsi, işini ibadet mertebesinde seven insanlardı. Ümmi’ydiler ama çok şeyi de çok iyi biliyorlardı. 

    4 yaşında heykel yapmaya başlamışsınız. Kimden öğrendiniz?

    Antep’in taşları Malta taşı gibidir. Yerin altından kesilerek çıkarıldığında yumuşaktır, güneşi ve suyu gördükten sonra zamanla sertleşir. Biz o taşları yontardık çocukken. Heykel yapardık. Kimse bir şey öğretmezdi, kendi kendimize oynardık. 5 yaşında marangoz çıraklığına başladım. Dedem ve dayılarım marangoz olmasına rağmen o terbiyeyi usulünce almam için başka bir ustanın yanına verdiler.

    Babanız ne iş yapardı?

    Babam ulemâdandı ama o dönemde eski Türkçe’nin öğretilmesi, o alfabeyle eğitim verilmesi mümkün değildi. O da hayatını kazanmak için kunduracılığı meslek seçmişti. Muharip gaziydi, Fransız kurşununu 11 yıl vücudunda taşıdı. Yedek subay olarak askere giderken memlekete uğrayıp elini öptüm. “Baba şu Antep Harbi’ni yazsana!” dedim. “Oğlum, boğazlaşmanın yazılacak nesi var ki!” dedi bana. Baktım niyeti yok, gittim. Dönüşte yine uğradım, bir kere daha “Baba yazsan!” dedim. “Sen bunlarla övüneceksin galiba! Yok, yazmam.” dedi. Ve yazmadı. 

    Sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?

    Öğrencilik yıllarım boyunca resimle ilgilendim, arkadaşlarımın ödevlerini ben yapıyordum. Pek çok sanatçıdan duyarsınız aynı şeyi. Lise’de hocam beni Mimar Sinan Üniversitesi’nde Şadi Çalık’ın atölyesine gönderdi. Çok utangacım, girgin bir çocuk değilim. Gittim, sordum; “Hoca bugün yok. Yarın gel!” dediler. Bir daha gitmedim. Ertesi sene sınavla girdim okula. 

    Sanat hayatına atıldıktan sonra çok önemli isimlerle temas halinde bulunmuşsunuz. Süheyl Ünver, Rikkat Kunt, Muhsin Demironat, Şevket Rado… Nasıl tanıştınız bu isimlerle? Muhitlerine nasıl girdiniz?

    Almanya’dan döndükten sonra askere gittim. Askerlik dönüşü Tatbiki Güzel Sanatlar’daki yazı hocam İlhami Turan’ı bir ziyaretimde Uğur Derman geldi, Hoca bizi tanıştırdı. 70’li yılların başı. Kültür Bakanlığı Karagöz ve gölge oyunları kursu açmış Gümüşsuyu’nda. Oraya gidiyorum. Rahmetli hocam Ragıp Tuğtekin benim yaptıklarımı herkesinkinden daha çok beğeniyor, ressam olmanın avantajı tabii. Kurs çıkışı Uğur Bey’e uğruyorum. Gümüşsuyu’nda, tabelasında ‘Eczahane’ yazan tek eczahane onunkiydi. Bir gün Uğur Bey’in eşi Çiçek Hanım’ın yakasında bir altın tuğra gördüm. “Üstat, ne kadar güzelmiş, ben de bir tane yaptırayım.” dedim. Onu yapan da Hattat Necmettin Okyay’ın Deniz Albaylığından emekli olan oğlu Nebih Okyay’mış. Nebih Bey rahmetliye telefon etti. Gittim ziyarete. 

    Yeri neredeydi?

    Bağdat Caddesi’nde oturuyordu fakat karşıda, Çemberlitaş Tavukpazarı’nda bir atölye kurmuştu. Babasının yazılarını altına oyup gerdanlık, levha vesaire yapıyordu. Gittim ve bir sipariş verdim. ‘Falanca gün gel, al!’ dedi. Ama kafam karışmaya başladı. “Ben yapabilir miyim?” diye düşünmeye başladım. 

    O vakte kadar ne yapıyorsunuz?

    Marmara Güzel Sanatlar’da, eski adıyla İstanbul Eğitim Enstitüsü’nde grafik tasarım, fotoğraf, tipografi dersleri veriyorum… Siparişi almaya gittiğimde;
    “Üstad, ben de yapabilir miyim?” dedim. 
    “Çok kişi geldi gitti ama devam eden olmadı” dedi. ‘Ne kaybederim.’ deyip başladım. Silik gümüş bir mecidiye üzerine bir ‘Maşâallâhu kân’ çizdi, verdi. Üsküdar’a geçtim. Ebrucu Mustafa Düzgünman’ın atölyesine uğradım. Onunla da Uğur Bey tanıştırmıştı. Çok güzel bir insandı. Şu anda, çarşı olarak kullanılan Mimar Sinan Hamamı’nın tam karşısında küçücük bir dükkanı vardı. Şimdi kuyumcu oldu oralar. Ona da gidip geliyorum çünkü kafamda ebru da var. Mustafa Abi’ye oymaya başlayacağımı söyleyip testere ve kıl aldım. Eve geldim, testereyi deliklerin arasından geçirdim, fakat kesmiyor. Ertesi gün Nebih Bey’e gittim, “Üstad, bu kesmiyor.” dedim. Bunun üzerine elimden tutup nereden hangi malzeme alacağımı gösterdi… Emin Barın’ın Çemberlitaş’ta bir cilt evi var, orada Perşembe sohbetleri yapılıyor. Herkes geliyor ama demirbaş insanlar Şevket Rado, Mithat Sertoğlu, Ragıp Tuğtekin, Rikkat Kunt, Muhsin Demironat, nadiren İlhami Turan hocam katılıyor. Bir eser geliyor, herkes fikrini söylüyor, mütalaası yapılıyor. O mecidiyeyi oyduğum hafta ben de gittim sohbete. Emin Barın gördü, “Başka bir şeye oysaydın olmaz mıydı, niye Mecidiye’yi ziyan ettin?” dedi. Anlattım, “Silikti, hurdaya atılacaktı.” Mithat Sertoğlu rahmetli girdi araya; “Çocuğun maneviyatını bozma!” Başka bir gün oyduğum altın işi götürdüğüm zaman rahmetli Emin Hoca baktı baktı, ve bu sefer; “Ya Zeki, senden bunları nasıl yaptığını öğrenelim…” dedi. O arada Rikkat Hoca’yla tanışmış ve tezhip dersi almaya başlamıştım. Cumartesi günleri bazen 3 – 4 vasıtayla gidip geliyordum. 

    Hat çalıştınız mı? 

    Hasan Çelebi’den meşk ettim. Yaptığım şeyin ne olduğunu bilmem lazım. Benim oyduğum yazıları hasbelkader diğerlerinden ayıran şey, hat bilmemdir. Büyük levhalar yazmadım. Yaka iğneleri, madalyon için lafza-i celal vesaire çalıştım. 

    Ebru, tezhip, hat hepsini ehlinden öğrenmişsiniz. Peki icazet aldınız mı?

    Hiçbir şeyden icazet almadım. Öyle bir derdim yoktu. ‘Bu insanlar yaşlı, ölüp gidecekler. Günün birinde devlet meselenin ciddiyetini idrak edip Türk Güzel Sanatları Akademisi kurarsa, kabiliyetli öğrencileri alır öğretirim. Böylelikle bu sanatlar devam eder.’ diye düşünüyordum. Bir baktım 30 – 35 tane mesleğim olmuş. Beni hocalarıma şikayet edenler olmuş zaten. Rikkat Hocam’a demişler ki “Zeki tezhip öğrendi ama yapmıyor!” Bunu duymadan kısa bir süre önce ben; “Hocam kağıt yanıp gidiyor veya sudan etkileniyor. Ben metale oyacağım bu motifleri.” dediğimde, 
    “Nasıl istersen oğlum.” demişti. Bana oğlum diye hitap ederdi… Kağıt üzerine yaptığım işler de oldu tabii ama hat’ta olduğu gibi yalnız kağıt üzerine çalışmadım. Hat’tı altına, tezhibi gümüş kakmaya uyguladım. Tezhip çalışmaya başlamadan önce Kalcılar Han’a gidip gümüş kakmayı öğrenmiştim tabii. 

    Kalcılar Han nerede?

    Nuruosmaniye’nin biraz aşağısında. Orada gümüş kakma yapan çok usta vardı. Hepsi Barok, Rokoko kopyaları yapıyordu. Teknik bizim ama ortaya çıkan Türk sanatı değil. Bir yaz tatili boyunca kömürcü çırağı gibi oraya gittim geldim. Aletlerin resmini çizdim, nasıl yapıldığını not ediyorum. Haddehâne’ye giriyorum. Hepsini aşama aşama gözlemledim. Gümüş kakmacılığı yazacağım, maksadım o. Sonunda öğrendim. Ustamın adı Kirkor İnce’ydi. Bizimkiler saklıyor, teknik öğretmiyorlardı ama Kirkor Usta bildiklerini gösteriyordu. “Yapabilir miyim?” dedim. 
    “Hoca, göründüğü kadar kolay değil!” dediler. Müzehhip olduğumu, göz hafızamı, ressamlığımı bilmiyorlar tabii. Malzemeleri hazırladım, hemen bir desen çizdim. Başladım yapmaya. Rum, Ermeni, Türk kim varsa başıma toplandı. Nasıl yaptığıma bakıyorlar. Ondan sonra kakmacı olduk. Onlar kendi yollarında devam ettiler. Ben başka bir şey yaptım, Türk kimliği kazandırdım. Türk sanatının hiç itibar görmediği dönemler. Ancak saydığım isimler hayatta, kim neyi biliyorsa öğrenmeye çalışıyorum. Sedefkarlığı da Zincirli Han’da Merses Semercioğlu ustadan öğrendim. 

    Süheyl Ünver’den ders aldınız mı?

    Herkesten pek çok şey öğrendim ama Süheyl Hoca’dan ders almadım. Perşembe sohbetlerine o da gelirdi, orada gördüğümü hatırlıyorum. Bir gün vapurda karşılaştık. “Bugün benim doğum günüm, gel öğrencilerime bir konuşma yap!” dedi. Gittik beraber. Hoca orada bir yazma gösterdi bana. Aldım incelemeye başladım, başımı kaldırdım ki bütün öğrencilerini başıma toplamış. “Bir kitaba nasıl bakılır, gördünüz mü?” dedi. Eksi, minyatürlü bir yazmaydı, kıyamıyordum sayfalarını çevirmeye. Eşimi de orada tanıdım. Süleymaniye Kütüphanesi’ne giderdik Hoca’yla birlikte. Oranın müdürü Muammer Ülker dünya tatlısı bir insandı. Bir kere canım çok acımıştı, üniversiteden ayrılacaktım. Bana bir kıt’a yazıp verdi. 
    “Bağ-ı ban bir gül için bin hâre hizmetkâr olur!”
    “Hoca, bir tane olsun öğrenci kurtarmış olman bizim için çok önemli.” dedi. Kıramadım, devam ettim.

    Koleksiyonunuza gelirsek, toplamaya ne maksatla başladınız?

    Kapalıçarşı’nın yanında, Çuhacı Han’da Sait Asil diye bir beyefendi vardı, gümüşçü. Hep söylerim, orada Topkapı Sarayı’nı üç kere dolduracak kadar eser gördüm diye. Çuvalla gümüş geliyor. Sait Bey çok azını ayırıyor, gerisi hurdaya gidecek. “Aman Sait Bey verme!” diyorum. Fincan zarfı, kemer tokası, daha neler… Hepsi tek tek. Onları satın aldım.  

    Nereden geliyor bu malzeme?

    Anadolu’dan, akıyor adeta. Hiçbir kıymeti yoktu, gümüş kıymetinin biraz üzerine alıyorsun. Çöpe gitmesin diye birer birer fincan zarfı almaya başladım, neredeyse 200 tane olmuş. “Hoca, deli misin. alacaksan ya 2’li zifaf, ya 6’lı takım al!” diyordu. Gücüm yetmez ki. Örnek topluyorum, benim için çeşit önemli. Fincan zarfı koleksiyonum bu açıdan çok kıymetlidir çünkü her teknikle yapılmış örnek vardır. Murassâ alayım desem, 2 tane alır tıkanırım. Bir Amerikalı gördüm orada. Bir gaz tenekesi dolusu Mecidiye vardı, adam geldi, hepsini aldı götürdü. “Niye verdin?” dedim. “Eritecektim Zeki Bey!” dedi Sait Bey. Neler gitti bilseniz…

    Siz bu olaylara ne zaman şahit oldunuz?

    70’ler, 80’ler, 90’lar… Hâlâ öyle. 72’den beri hep aynı şeyleri gördüm. O, 3 Topkapı Sarayı dolusu dediğim eserlerin bir kısmını Avrupalılar götürdü. Bir kısmını Sabancı, Koç gibi yerliler satın aldı. Ben de kendime hurdalardan oluşan bir koleksiyon yaptım. Kemer tokası, bir parçası var diğeri yok. Bilgisayarda tamamlayınca iki parçalı olarak tam halini görüyorum. “Tılsımdan Takıya” kitabımda kullandığım örnekler öyledir. Kurtaramadığımız malzeme hep atıldı. Kağıtta durum çok daha içler acısı.

    Efemera, belge toplamaya ne zaman başladınız?

    Aynı tarihler, ne bulduysam aldım.

    Onları neden alıyordunuz?

    Belge. Onlar bilinmeden olmaz. İşin bir obje boyutu, bir de bilgi boyutu var. O bilgileri kağıttan alamazsan eksik kalır. Bizim sanatlarımız hakkında yazılmış kitap yok. Hep satır aralarına bakmak gerekiyor. Evliya Çelebi büyücülerden bahsederken 3 – 5 kelime ediyor. Mithat Sertoğlu, Şevket Rado ellerine geçen minyatürden yola çıkarak bir şeylerden bahsediyor o kadar. Ben, İslam Ansiklopedisi’ndeki Hakkak maddesini, yaklaşık 160 hakkak imzası görerek, tespit ederek yazdım. Ve o imzalardan bir levha yaptım. Mühür koleksiyonumu da öyle oluşturdum. Bizim hat sanatımız veya hâk sanatımız, mühürcülüğümüz, dünyanın en büyük sanatlarındandır… Velhasıl, onu topla, bunu topla. O gitmesin, bu gitmesin derken bugünlere geldik.

    Kitap ve efemerik malzemeyi nerelerden alıyordunuz?

    Bütün bu kütüphanemi hurdacılardan, çöp toplayanlardan falan aldım. Onun için sokaktan kâğıt toplayanlara son derece muhabbetim vardır. Beni ‘yukarıdan’ birkaç adam tanır bir de İstanbul’un çöpçüleri tanır. Eskiden sahaflara gittiğimde sorardım, “Kaç tane üniversite hocası geliyor?” durur düşünürler; iki üç isim zor sayarlardı. 

    Hangi sahaflara giderdiniz?

    Kadıköy’dekilere de Sahaflar Çarşısı’na da giderdim. Raif Yelkenci’yi, İsmail’i, Muzaffer Ozak’ı orada tanıdım. Muzaffer Efendi benim yaptığım işlerden birkaç parça alıp Amerika’ya götürmüştü. Enderun çok önemli bir yerdi. Sahaf İsmail Bey’e, rahmet olsun, güzel insanlar gelirdi. Hele Ali İhsan Yurt Hoca vardı, onun kadar âlim son zamanlarda yetişmedi, çok önemli bir isimdi. Diğer hocalar soru sorarlardı ona, ‘Falanca kitap, yazar ya da mevzu hakkında nerede bilgi bulabiliriz?’ ‘Şu kitabın falan sayfasına bak!’ derdi. Son zamanlarında hafızasını yitirmişti. Aklında iki şey kaldı, 1-2-3 diye sayıyor, bir de bir cep Kur’an’ı vardı, açıp onu okuyordu. Allah gani gani rahmet eylesin. 

    O tarihlerde sahaf meclislerinde kimlerle karşılaşıyordunuz?

    Üniversiteden pek kimseyi görmezdim. Sabri Koz gelirdi, sonradan yetişti o. Raşit Küçük, hâlâ gider gelir. Tam bir İstanbul Beyefendisi’dir Raşit Hoca. 

    Sizin ilgilendiğiniz alanlarla ilgilenen, malzeme toplayan kimse var mıydı?

    Koleksiyonerler vardı, mühür, tablo vesaire topluyorlardı. Ama ben koleksiyoner değildim. Bir makale yazacaksam onun için malzeme toplardım. Diğer sanat tarihçilerinden farkım odur. Ben eser ve malzeme toplarım. Yeterli sayıya ulaştıktan sonra yazarım. Ailemden gelen bilgilerin de katkısıyla malzemeyi çok iyi tanırım. 

    Bu saydığınız malzemeyi almaya o günkü bütçeniz yetiyor muydu?

    Mesleğim iyi kazandırıyordu. Almanya’da bir müsabaka kazandım, geldim burada bir daire aldım. Ama pek eser satmıyordum. Benim altın oymalarımı bir tek kişi alıyordu, Aydın Bolak. Hattan, tezhipten, minyatürden çok iyi anlardı. Uğur Derman ona danışmanlık yapıyordu. 

    Neredeyse 50 yılda oluşmuş bu koleksiyonda neler var? Gümüşlerden bahsettiniz başka…

    Yaklaşık 3500 tane taş plağım var. Onun da müzesini kurmak istedim, kimse sahip çıkmadı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ciddi bir koleksiyon. Gramofonlarım var, ama hepsi bir yerlerde perişan duruyor. 

    Kitaplar?

    Belki 100 tane yazmam var. İkinci Mahmud’un Ok Günlüğü kitabı bir yazmadır. 

    Sahaftan mı almıştınız?

    Söğütlüçeşme’de eskiden hafta sonları pazar açılırdı. O kitabın girişine ‘Çöpten tarih sofrasına’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Bir sabah saat 6-7 civarında gittim, tezgahlar yeni açılıyor. 

    Tarih verebilir misiniz?

    1980 civarı. Fasih diye bir arkadaş vardı. Dere kenarında 10 tane yeri alır, üzerine eşyalarını koyar. “Bana bir şey var mı?” dedim. “Var hocam” dedi. Örtüyü kaldırdı, altından ince bir kitap çıkardı. “Yâ Hakk” diye başlıyor.

    Size gösterdiği şeyin ne olduğunu biliyor muydu?

    Hayır, ben de bilmiyorum. Bir baktım, kırmızı ve siyah mürekkeple yazılmış bir yazma. “Ne kadar?” dedim, 600 – 700 lira gibi bir rakam istedi. 

    O dönem için neye tekabül ediyordu bu rakam?

    Yarım maaşım kadardı diyebilirim. Aldım, götürdüm. Benim Osmanlıcam o kadar iyi değildir, oğlumunki çok iyi. ‘Şuna bir bak bakalım’ dedim. Öylece ortaya çıktı. İkinci Mahmud üç buçuk yıl ok atmış. Kırdığı rekorlar var. O yazma olmasa bilemeyeceğiz. Saraydan çıkmaydı mutlaka. Kimin eliyle, nasıl çıktı, pazara nasıl düştü bilmiyoruz.

    Aldığınız eserlerin sanatsal özellikleri, nedreti önemli mi sizin için?

    İçeriği en son gelir diyeyim, siz anlayın. Benim işim güzel sanat… Sonra o defteri yayınladık. O eser olmasa Sultan Mahmud’un okçuluğu bilinmeyecek. Kendi adına dikili taşları var ama o kadar. Ne zaman, hangi havada attı vesaire bilinmiyor.

    Bu kadar detay veriliyor mu defterde?

    Tabii tabii çok daha fazlası var… Bir şey daha anlatayım, yine bir kış günü gittim pazara. Ateş yakmışlar. Çamur içinde kalmış bir bez parçasını aldı, ateşin üzerine koydu, ‘Ne yapıyorsun?’ dedim. “Bezini yakıp gümüşünü alacağım hocam” dedi. Hızlıca toparlayıp aldım. 

    O örtü neydi?

    Cepken! O kadar güzel bir işçilik görmedim. Okside olmuş, birkaç yeri yırtılmış. Kimse almaz diye yakıyor. Benim derdim o değil ki. Üzerindeki işçiliği göreceğim… Bizimkilerin aklıyla zoru var. Müze dedin mi yüzlerce eser koymak lazım sanıyorlar. Müze böyle olmaz. Bir eser, yanına da bir büyüteç koyarsın millet gelir etrafında tavaf eder. Yeri gelir bir mühüre şapka çıkarılır. Baş parmağımın tırnağı kadar bir alanda hüner gösteriyor adam. Söylemeden edemiyorum, bizim sanat tarihçilerimiz nerede? Hiçbir tanesinin bu mevzularda yazılmış aklı başında makalesi yok. Benim bölümümde 4 tane sanat tarihi profesörü vardı, bir tanesi de bir gün gelip ‘Hoca sen ne yapıyorsun?’ demedi. Bazı konularda bilgiye, belgeye ihtiyacı olur, onu sorar. Açtığım sergilere rektörümüz, dekanımız, hocalarımız gelir. Bakar ve giderler. Herkes bu kültürün dışında. Onun için ben geleneksel sanat üzerinde bu kadar duruyorum. Geleneksel sanat nedir? Niçin öğretilmelidir? Nasıl öğretilmelidir? Öğretilmezse ne olur? Öğretilirse ne kazanılır? Hayatım boyu bunların kavgasını verdim. Ama ne yazık ki bir tek ben veriyorum.

    Hâlâ yalnız mısınız?

    Evet, hâlâ akademisyen olarak yalnızım. Üniversitelerde bölüm kurdurduk, hasbelkader tuzumuz biberimiz var içinde. Ama bu hayat görüşüyle, bu mantıkla, bu felsefeyle değil. Alıyor hattı, tezhibi, minyatürü öğretiyor ama ‘Buradan nereye varılır?’ sorusunun cevabı yok. Halı mesela! Halıdaki motiflerin kaynağı nedir biliyor musunuz? Tezhiptir. Önce tezhibi, sonra tekniği öğreneceksin. Sedef kakma mı yapacaksın? Önce hat’tı ve tezhibi öğreneceksin, sonra sedef kakma yapacaksın. Çini için de aynı. Türk sanatına bakmasını bile bilmiyoruz o yüzden de hiçbir şey yerine oturmuyor. Disiplinler arası bir bakış yok. Bir cami yapıyoruz perişan! Başkasının ayak izine basanın kendi ayak izi olmaz… 

    Resim topladınız mı?

    Topladım sayılır. Onları da galerilerden, sahaflardan almadım. Bana göre Tanzimat aydınlarının çoğunun çocukları kayıptır. Sebebi de çocuklarının yabancı mürebbiyeler tarafından yetiştirilmesidir. O çocuklar yabancılaştı, onların çocukları daha da yabancılaştı. Ve bunlar kendilerine kalan mirası büyük ölçüde muhafaza etmedi. Benim elimdeki levhalar, tablolar o terkedilmiş köşklerden çıkmadır. Ne kadar acı. Ben hayattayken kurtuldu bunlar, sonrasını bilmiyorum. O yüzden müze kurulsun istiyorum. Müzede olmaları durumunda yangın da olsa, sel de bassa ilk kurtarılacak bunlardır. Şu han yansa, burada ne olduğunu kim, ne bilecek? Bunları kim kurtaracak? Bugüne kadar temiz, kusursuz bir eser satın almadım. Hep bir yerinde kusuru vardı. Onu düzelttim, ettim. Buna rağmen devlet bana soruşturma açtı. Eve mühür koleksiyonumu görmeye geldi bir yetkili. Duvarda bir tane Şefik Bey, 2 tane ferman var. Bunları aldığım için soruşturma geçirdim. ‘Efendim bunlar burada olmamalı!’ diyor. Kardeşim sen müzayede kataloglarını görmüyor musun? Üstelik fermanlar saraydan çıkar ama sarayla ilgili değildir, şahsa verilir. Dünyanın her yerinde satılıyor! 

     
     

    Koleksiyon başlıklarınız nasıl şekillendi?

    Ana başlığım ‘Dünkü sanatımız, kültürümüz.’ Bizimle ilgili ne varsa, gücüm yettiği müddetçe toplamaya çalıştım. 

    Koleksiyonunuzun sizin için özel parçaları neler?

    İkinci Mahmud’un ok günlüğünü söylemiştim. Bir de hep sürre alaylarından bahsedilir ama yayınlanmış bir sürre defteri yok. Bende Pertevniyal Valide Sultan’ın Sürre Defterleri var, 3 tane. Onu da bir metrukattan satın aldım. İstanbul’dan çıkılıp Mekke ve Medine’ye kadar gidilmiş, yol boyu kime ne verilmiş ise hepsi mühür ve açık isim karşılığı kaydedilmiş. Yayınlayalım dedik, yayınlayamadık…

    Neden?

    Yayınlamıyorlar! Benim bunları anlamam mümkün değil. Bütün yazarlar kaynakları kütüphanelerden alıp kitaplarını onlara dayanarak yazarlar. Ben öyle yapmadım, satın aldım. Onun için zamanında benim makalelerim biraz pahalıydı. Şimdi artık kimse makale de yazdırmıyor ya… Kuyumculuk ve maden terimleri sözlüğüm var. 40 yılda yazdım ben o sözlüğü. Önemli mi önemsiz mi o apayrı bir mevzu. Ama bir çalışma için telif düşünüyorsanız bütün bu emeği göz önünde bulundurmanız gerekir. Celal Esat Arseven 5 ciltlik Türk Sanatı Ansiklopedisi hazırlamış. Yüzde 90’ı çeviri, ben de o yola girebilirdim. Ama Arseven’in çalışmasında biz neredeyse yokuz. Çünkü Fransızca’dan tercüme. Bir Fransız bizi ne kadar ve nasıl yazar? Yine bir kitap hazırladık, Arif Hikmet Bey’in tasarladığı kartvizitler. İçinde kullandığımız vesikanın tamamı benim arşivimden. Bunların bir araya gelmesi yıllar sürdü. Al, topla, biriktir… Arif Hikmet Bey’in kartvizitlerini bugünkü grafik sanatçılarımız görmeli, bilmeli, almalı! Kendi sanatlarının temelini bulamıyorlar, göremiyorlar… Kitabı baskıya hazırladık ama kim basar bilmem. Bunun gibi başka çalışmalarımız da var. “Küçük Şeylerin Büyük Ustasına Merhaba” diye paralarla ilgili bir kitap daha hazırlamıştım, o da duruyor. Yayına hazır en azından 6 – 7 kitap var.

    Basılanların sayısı kaç?

    10’un üzerinde. “Köprü İnsanlar” kitabını hazırlarken bir yandan da başkalarına örnek olsun istedim. Ben kendi sanatımda köprü insanları yazdım. Hattatlar, müzehhipler, tarihçiler, edebiyatçılar, müzisyenler… hepsi kendi sanatlarının köprü insanlarını yazsa büyük bir külliyat olur, ama yoklar! 

     
    Kitapta biyografilerini yazdığınız isimlerin büyük kısmını tanımışsınız. Koleksiyonunuzda onlardan size intikal eden özel parçalar var mı? 


    Tabii. Mesela Mustafa Düzgünman tercüme-i halini kendi eliyle yazıp vermişti. Günümüzde onun hakkında yazılan tüm yazılara o bilgiler kaynaklık ediyor. Rikkat Hocam’dan bana intikal eden çok güzel levhalar var. Benim için yaptığı özel bir parça var. Hasan Çelebi’den, Fuat’tan, Hüsrev’den var… Birçok kişiden çok güzel hatıralar var yani. 

    Bu eserleri bir araya toplamaya hayatınızı vakfetmişsiniz. İlerisi için ne düşünüyorsunuz? Ne olacak bu birikim?

    Ne olacak? Yaşama sebebi medeniyet olan bir toplum değiliz ki! Param parça olacak herhalde. Lüks bir hayat istemedim ben. Tatil diye bir mantığım olmadı. Fakültede 3 kere görevden alındım. Bir tanesi dil hocalarına, “Kötü Türkçe konuşuyorsunuz, kötü örnek oluyorsunuz!” dediğim içindir. Bir tanesi, İstanbul’un fethini görmüş bir sedir ağacını kestirmediğim içindir. Bir tanesi de yine fakültenin bahçesinde V. Sultan Murad’ın av köşkünün müstakil hamamını yıktırmadığım içindir. Ama hâlâ kurtulmuş değiller. Hamamı bir onardılar, aman Allah’ım! Perişan. Sıvadılar ettiler, yepyeni bir bina yaptılar. Söylenecek o kadar çok şey var ki…

     
     
    Related Posts

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.