Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Nadir Söyleşiler - dünyada osmanlı kadar fiskal çeşidi çıkarmış ülke yok!

    dünyada osmanlı kadar fiskal çeşidi çıkarmış ülke yok!

    Nisan 21, 2021
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

     

    Prof. Dr. Timur Kuran, örneğine az rastlanır bir akademisyen. Henüz 5 yaşındayken başladığı koleksiyonculuğu, Kuran’ı anlatmak için kullanılacak ilk sıfat. İktisat tarihçisi, araştırmacı ve yazar kimliklerinin her biri; koleksiyonculuğundan besleniyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin Kurucu Rektörü Aptullah Kuran’ın oğlu olan Timur Kuran’ı, bugün bulunduğu noktaya taşıyan unsurların başında yetiştiği çevre geliyor. Aile ortamında, henüz okuma bilmeyen bir çocuğun tüm soruları dikkatle cevaplanıyor. İlgi alanları destekleniyor ve cesaretlendiriliyor… Bazıları dünya çapında, onlarca koleksiyona sahip olan Duke Üniversitesi Öğretim Üyesi Timur Kuran’la yaptığımız bu sıradışı söyleşi, pek çok konuda ip uçları içeriyor. Öncelikle koleksiyonerlere ve koleksiyon yapmaya niyetli okurlarımıza söyleyecek çok şeyi var Kuran’ın. Ama sadece onlara değil! Tarihe ve gündelik hayatın satır aralarında gizli ipuçlarını takip etmeyi seven bizlere de… Sabırla okumanızı tavsiye ederiz…

    Nasıl bir aile çevresinde büyüdünüz?

    New York’ta doğdum fakat üç aylıkken annemle babam Türkiye’ye taşındılar. Çok erken çocukluğum İstanbul’da geçti. Ben daha iki yaşındayken ailem Ankara’ya taşındı. İzmir doğumlu babam Aptullah Kuran, Ankara’da önce Vedat Dalokay’la serbest mimar olarak çalıştı. Yapısı itibarıyla akademiye daha uygun bir insandı. 1958-59 yıllarında ODTÜ’nün açılması üzerine meslek değiştirerek akademisyen olmaya karar vermiş. Annem Sylvia Kuran, Meksika’da doğup büyümüş. Annesi Amerikalı, babası Meksika’da madenler ve çiftlikler işleten bir İngiliz. Babamla Yale Üniversitesi’nde tanışıyorlar. Evde Türkçe ve İngilizce karışık konuşulurdu. Benim ve kızkardeşlerim Suzan ve Melisa’nın iki dili de bilerek yetişmemizi istiyorlardı. Eve çok yabancı misafir gelirdi, onlar varken sadece İngilizce konuşulurdu. İki amcam vardı; biri, Ercüment Kuran tarihçiydi, Hacettepe Üniversitesi Tarih Fakültesi’nin kurucu dekanı oldu. Bülent Amcam İş Bankası Genel Müdürlüğü’nde Dışişleri Grup Müdürü’ydü. 
    Babanız da Robert Kolej mezunu. 1940’larda çocuğunu Robert Kolej’e gönderecek vizyona sahip büyükbaba kim?

    Büyükbabam Mazlum Kuran müteahhitti. Eşi Hayriye Kuran Boşnak; kendisi çocukken zulümden kaçıp İstanbul’a yerleşen bir aileden. Mazlum Bey, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Ankara’daki bazı bakanlık binalarının, bazı yolların, İstanbul-Ankara demiryolunun bazı bölümlerinin müteahhiti. Trablusgarp Savaşı’nda üsteğmen olarak görev almış, esir düşüp Mısır’a götürülmüş. Sonra Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış. Muhâfazakar bir aileden geliyor, birkaç nesil ulema. Ama harbiye eğitimi ve yurtdışı tecrübesi onu Türkiye’nin batılılaşması ve modernleşmesi gerektiğine ikna etmiş. İmparatorluk yıkılırken “Nerede yanlış yaptık?” sorusuna cevap arayanlar arasında. Kurtuluş Savaşı’nda çevresiyle yurdun geleceğini tartışıyor sürekli olarak. Hararetle Ankara Hükümeti’ni ve devrimleri destekliyor. Politik görüşlerinin yansıması olarak üç çocuğunu da yabancı okula gönderiyor. İki amcamı Saint Joseph’e, en küçük oğlunuysa Robert Kolej’e yerleştiriyor. 

    Büyükbabanızın Cumhuriyet’in kurucu kadrolarıyla yakınlığı olmuş mu?

    Evet, gençliğinde İttihad ve Terakki Cemiyeti’yle bağlantısı var. Cumhuriyet kurulduktan sonra Cumhuriyet Halk Partisi’ne mali destek veriyor. O devrin iktidar çevrelerine yakın olduğu için reformlar yapılırken yaşanan tartışmaları biliyor. Bir kısmının içinde bulunmuş. Erken Cumhuriyet döneminin siyasi havasını babamla amcalarıma anlatırdı. 

    Bu sayede tarih çok erken gündeminize girmiş olmalı…

    Evet. Babamın akademik sahası giderek mimarlık tarihine kaymaktaydı; Ercüment amcam zaten tarihçiydi. Yemek sofrasında aralarında gündemdeki sorunları, olayların tarihsel boyutlarını tartışırlardı. Bu ortam daha ilkokuldayken tarihe ilgi duymamı sağladı. Daha sonra etüd edeceğim birçok konu çok erken yaşta zihinsel gündemime girmiş oldu. Ben de konuşurdum. Susturmazlardı. Soru sorduğum zaman genellikle ikna edici, açıklayıcı cevaplar verilirdi. Babamla abileri arasında görüş ayrılıkları yok değildi. Seçim zamanlarında tartışmalar olurdu. Babam gündemde olan konuları farklı yönleriyle öğrenmek için eve birden fazla gazete getirtirdi. Cumhuriyet ve Tercüman alındığını hatırlıyorum. Sonraki yıllarda orta yolu temsil eden Milliyet’te gelmeye başladı. 3. ya da 4. sınıftayken eve gelen gazeteleri okumaya başladım. O sayede farklı görüşlerden, toplumdaki fay hatlarından haberdar olma olanağı buldum. 

    Evinize siyasiler gelir miydi?

    Tek tük. Büyükbabam bizde kaldığı zaman yaşlı tanıdıkları eve gelirdi; aralarında bir-iki eski politikacı vardı. Bunlar 70-80 yaşlarında, saçları dökülmüş insanlardı. Ağdalı bir dille konuştukları, anlamadığım kelimeler kullandıkları aklımda kalmış. Büyükbabam onlarla konuşurken onun dili de ağdalaşırdı. Bunu tuhaf bulurdum. 

    Babanızın zengin bir kütüphanesi ve kendi sahasıyla ilgili kıymetli eserleri olduğunu biliyoruz. Ankara’da nerelerden kitap alırdınız? 

    Evet, kütüphanesini (bana geçen ekonomi tarihiyle ilgili kitaplar hariç) daha sonra kendi adı verilen Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’ne bağışladık. Babam koleksiyoncu değildi fakat kendi sahasında bol kitap alır, sürekli okur, kendini geliştirirdi. 1954’te Amerika’dan Türkiye’ye dönerken annemle yurda soktukları eşyanın yüzde 90’ı kitapmış. Gümrük memuru bile şaşırmış, hatta babamı paylamış: “Evlâdım, herkes buzdolabı, çamaşır makinesi getiriyor. Sana nasihat eden olmadı mı?” Evin her tarafında kitap vardı. Beni ve kızkardeşlerimi de kitap almaya teşvik ederlerdi. Kızılay’da Bilgi Kitabevi ve Tarhan Kitabevi’ne giderdik. Atatürk Bulvarı’yla sanıyorum Meşrutiyet Caddesi üzerindeki pasajlarda da sahaflar vardı. Babam kitap almaya giderken beni de götürürdü. Bir süre sonra yalnız da gitmeye başladım. 

    Kaç yaşındasınız?

    8-9… O zamanlar Ankara gayet güvenli bir şehirdi. Bir çocuğun Çankaya’dan bisikletle Kızılay’a gitmesi olağandı. Mahalleden arkadaşlarımla, genellikle komşum ve yaşıtım olan Ekrem Işın’la, bazen Çankaya tepesine çıkar; Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün önünden geçerdik. O zaman İnönü’nün oturduğu, daha sonra Dışişleri Bakanlığı’na devredilen Pembe Köşk’ün önünden devam ederek Atatürk Bulvarı’ndan Kızılay’a giderdik. Fiyatları ucuz olduğu için sahaflara uğrardım. İkinci el kitap almanın ekonomik olduğunu babamdan öğrenmiştim. Kitabın yıpranmamış ve içinin mürekkeple yazılmamış olmasına dikkat ederdim. Kurşun kalemle notlar yazılmışsa, okumaya başlamadan bunları silerdim.

    Çocukluk yıllarınızda ne türde kitaplar alıyordunuz?

    Tarih merakım başlamıştı. Türk ve Avrupa tarihi kitapları alıyordum. Coğrafi keşifler de ilgimi çekiyordu. Çocuklara yönelik dinler tarihi kitapları alıyordum. Büyükbabamdan dinlediğim savaş hikayeleriyle ilgili kitapları da alıyordum. Bir ara çizgi romana ilgi duydum. Texas, Tommiks, Red Kit, Ten Ten, Karaoğlan en sevdiğim dizilerdi. Ten Ten özellikle ilgilendiğim bir diziydi çünkü her kitapta bir başka gizemli ülkeye gidiyordu. Onun gittiği ülkelerin hepsine gitmeyi kafama koyduğumu hatırlıyorum. Yalnız Kongo kaldı. Pandemide mümkün değil ama inşallah orayı da görmek nasip olacak… Ortaokulda edebiyata yöneldim. Çağdaş Türk romancılarını ve Fransızca orijinallerinden klasik Fransız yazarlarını okuyordum. Ortaokul yıllarımda Sabri Altınel adlı rahmetli bir edebiyat hocamın önerisi üzerine John Steinbeck’e merak saldım. Onun da İngilizce orijinallerini okuyordum.  

    Aileniz tarih merakınızın farkında mıydı? 

    Tabii farkındalardı. Ben ilkokuldayken babamın mimarlıktan mimarlık tarihine yaptığı geçiş, verdiği derslere de yansıdı doğal olarak. Mimarlık tarihi dersi için öğrencilerini yurt içinde gezilere çıkarıyordu. Her gezide farklı bir bölgeye gidilirdi. Bazen beni de götürürdü. İşin mimari ve mühendislik tarafları bana sıkıcı gelir ama mekanların, binaların fonksiyonları ilgimi çekerdi. Aklıma takılan bazı sorular olurdu, kafamda netleşmedikleri için genellikle sormayı beceremezdim. Camiler, çeşmeler, hamamlar, medreseler görürdük. Bunları kimlerin, neden yaptırdığını merak ederdim. Çok sonraları bu binaların vakıf olarak inşa edildiğini öğrendim ve bu soruların üstüne gitmeye başladım. Şu anda Duke Üniversitesi’nde bir doktora öğrencimle birlikte İstanbul vakıfları üzerine bir makale yazıyoruz. Daha önce de vakıflar konusunda birkaç makale yazdım. Bu çalışmalarda sorulan soruların bir bölümü 1960’lı yıllarda çok flû biçimde kafama takılmıştı. 

    Büyükbabanızın eğitimi neydi?

    Harbiye kökenli, istihkam subayıydı. Savaşlarda köprü inşa ettiklerini, gerektiğinde geri çekilirken kendi inşa ettikleri köprüleri havaya uçurduklarını anlatırdı. 

    Mustafa Kemal’in sofralarında bulunmuş mu?

    Bir iki kere bulunduğunu sanıyorum. O sofralarda konuşulanları da anlatırdı bazen. Bir bölümü Halkevleri yararına düzenlenen balolara katılmış. Ülkenin kalkınma çabalarını desteklemek için düzenlenen etkinliklere özel değer verirdi. 2010 yılında, Halkevleri’nin finansmanı konulu bir koleksiyon yapmaya başladım, Halkevleri benim gündemime bir de böyle girdi…  

    Babanız sahaflarda ne arıyor, ne alıyordu?

    Genellikle mesleğiyle ilgili Türkçe kitaplar. Anadolu’da gördüğü kitabeler üzerinde çalıştığını, fotoğraflarını çektiğini ve o konularda yeni şeyler öğrenmek için bazı kitapları bulmakta zorlandığını hatırlıyorum. Harf Devrimi’nden önce basılmış kitaplardı. Sahaflara, “Gelirse mutlaka ayır, haber yolla!” diye tembihliyordu. Roman da alırdı, daha çok İngilizce. Türk romancılarından Kemal Tahir gibi tarihi konuları işleyenlerle ilgilenirdi.

    Kasım 1960 civarı. Timur Kuran 6 yaşında. Ankara’daki Ayşe Abla İlkokulu’nda 1. sınıf öğrencisi. Aynı dönemde yapmaya başladığı yaprak koleksiyonu da masanın bir kenarında duruyor
    Koleksiyon yapmaya çok erken tarihlerde başlamışsınız. O yaşta bir çocukta bu merak nasıl uyandı?

    Annem de babam da koleksiyoncu değildi. Onlardan kaynaklanmadı. Eve dünyanın çeşitli yerlerinden çok mektup gelirdi. Nasıl olduysa, 1959 yılında, daha ilkokula başlamadan, zarfların üzerine yapıştırılmış pulların çeşitliliği dikkatimi çekti. Her birinin üstünde başka bir resim var! İnsan portreleri, manzaralar, hayvanlar, binalar, heykeller… Sorular sormaya başladım. Annemle babam bıkmadan yanıtlıyorlardı; “Bu mektup Amerika’daki bir profesörden geldi, pulunda Lincoln’ün resmi var. Amerika’nın 19. yüzyıldaki önemli başkanlarından. Köleliği kaldırmış… Şu mektup Adana’dan. Pulunda Atatürk resmi var! Bak bu mektuplarda da Atatürk resmi var.” Benden yeni bir soru: “Atatürk pullarının renkleri niye farklı? Biri kırmızıyken öbürü niye mavi?” Yanıtı: “Bu 25 kuruşluk, ötekisi 10 kuruşluk. Ayırması kolay olsun diye değişik renk kullanmışlardır.” Ve o merakla pullu zarfları toplamaya başladım. 

    Tasnif sistemi oluşturmuş muydunuz?

    Sayıları arttıkça gruplara ayırmaya başladım. Bazen renklerine göre ayırıyorum: maviler, kırmızılar, yeşiller… İki gün sonra sistem değiştirip, insanlar, manzaralar, hayvanlar diye ayırıyorum. İnsan portreliler çoğalınca bunları alt gruplara ayırmak gerekti. İlk ayrımım ‘iyi-kötü’ ayrımıydı. Atatürk, Lincoln gibi iyiler, Yugoslav diktatörü Tito ve Arap diktatörleri gibi kötülerden çok daha fazla çıkınca, iyileri ‘Türk-yabancı’ olarak iki gruba böldüm. Daha sonra ‘iyi Türkler’ grubunu da bölmek gerekti. ‘Atatürk-diğerleri’ olarak ayırdım. Bu arada zarflar dağ gibi birikmeye başladı. Eve gidip gelenler arasında pul koleksiyonu yapan biri, zarfları ılık suya sokarak pullarını zarar vermeden sökebileceğimi gösterdi. Pulları zarflarından ayırmak fikri bana çok cazip geldi. Zarfların boyutları farklı. Ayrıca çok yer tutuyorlar. Çok geçmeden babamın bir meslektaşı bir pul defteri hediye etti. Pulları deftere dizmeye başladım.

    Kaç yaşındasınız?

    Artık 6 yaşındayım. İlkokula başladığım yıl, 1960. Okumayı öğreniyorum. Pullarımın sayısı arttıkça artıyor. Eve gelenler pul topladığımı biliyor, kendilerine gelen mektupları bana veriyorlar. Zamanla eve gelen herkesten pul bekler oldum. Öğrenciler, hocalar, komşular, akrabalar… Bir seferberlik durumu oluştu. Herkes eline geçen zarfları Timur için ayırıyor. Babamın ODTÜ’deki bazı yabancı öğrencileri, ailelerine yazıp benim için pul istediler. Elime bu yoldan bol miktarda Pakistan, Ürdün, Irak, vs. pulu geçti. ABD ve Meksika’daki akraba ve tanıdıklardan da epey pul gelmeye başladı. Elimdeki pul sayısı çığ gibi büyüyordu. İkinci bir defter alındı, o da yetmedi üçüncüsü… 

    Pul satın almaya başlamış mıydınız?

    Hayır, henüz kendim almıyorum. 1,5-2,5 liralık harçlığım ancak kitaba yetiyor. Sahaflara gitmeye devam ediyorum. O devirde hava alanlarında, tren istasyonlarında hediyelik pul kartelaları satılırdı. Pul koleksiyonculuğu çok yaygındı. Eve gelenler içinde bunlardan alıp hediye edenler oldu. İş icabı Yugoslavya’ya giden birisinin “100 çeşit Yugoslav pulu” getirdiğini hatırlıyorum. 8 yaşımı bitirdiğimde pulda kaliteye dikkat etmeye başladım. Tırtıkları eksiksiz olacak, üzerindeki damga temiz olacak. Okunamayan damganın makbul olmadığını duydum, makul geldi. İlkokul 4’e giderken pulların damgasız olarak da toplanabileceğinin bilincine vardım. Serilerin tam olarak satıldığını ve bu işin ticaretini yapan pulcular olduğunu öğrendim. Türkiye’de pulculuğun tavan yaptığı dönem 1957-60’tı. 1964’te koleksiyoncu sayısı daha azdı ama günümüze kıyasla hala çok yüksekti.  

    Pula ilgi neden artmış, neden düşmüş?

    1957-60 yüksek enflasyon dönemi. Pula, yatırım gözüyle bakılıyor. Alanların büyük kısmı spekülatör! Tabakayla alacak, beş sene bekleyip üç misline satacak. Türkiye’de 1954’e kadar basılan pullar gerçekten çok iyi bir yatırım aracı olmuş. Hele 1930’lu ve 1940’lı yıllarda, savaş ve kıtlık yaşanırken pul serileri alanlar çok kâr sağlamış. Bir tabaka alıp kenara koyanlar paralarını beşe, ona katlamış. İşgal yıllarında, Kurtuluş Savaşı döneminde pul alanlarsa ödedikleri paranın yüz katını kazanmış. Eldeki paranın eridiği enflasyon döneminde bu durum dikkat çekince pula büyük bir hücum başlamış. PTT’nin abone sayısı yüzbinlere varmış. Türkiye’nin nüfusu çoluk çocuk dahil 27 milyon. Yüzbinlerle ifade edilen pul alıcı kitlesi var! Tabii o kadar kişi tabakayla pul alınca para getirmesi mümkün değil! O pulları alanlar zarar etti. Bugün bile değerleri yok, çünkü piyasadaki stok, talebin kat kat üstünde. Ben o dönemin sonlarına doğru parayla pul alınabileceğini gördüm. Bu arada harçlığım 5 liraya çıkmıştı. 

    Ev içinde nasıl karşılanıyordu bu merakınız?

    Destekliyorlardı. Doğum günlerinde, yıl başlarında standart hediyem pul defteriydi. Zamanla maşa falan da alındı. İlkokul 5’e geldiğimde annemin yardımıyla ülkeler için tarih sıralaması yapmaya başladım. Basit, resimsiz bir Türk kataloğu hediye edilmişti. Serilerimin hangilerinin tam olduğunu ve hangi pulların eksik olduğunu saptamaya başladım. Pullar, belki 50’nci kez yeniden dizildi. Bilinçli olarak bazı pulları aramaya başladım. Ama bunu ancak Türk pulları için yapabiliyordum, çünkü dünya pulları için elimde henüz bir katalog yoktu. Ortaokula başladığım 1965 yılında anneannem bizi ziyarete geldiğinde Amerika’dan son çıkan Scott kataloğunu getirdi. Bu sayede yepyeni bir dünya açıldı önümde. Bu katalogda pul resimleri de vardı. Koleksiyonumdaki pulların değerleri hakkında fikir sahibi oldum. Nominal değeri yüksek pulların daha değerli olduğunu, bunun da az basılıp zor bulunmalarından kaynaklandığını keşfettim. Çok geçmeden Türk pulları için Osmanlı’dan o güne kadar her pulun siyah-beyaz resmini gösteren bir Pulhan kataloğu edindim. O dönemde pul dışında başka koleksiyonlar da yapıyordum. 

    Ne mesela?

    Örneğin, yaprak topluyordum. Ailece yürüyüşe çıkar, pikniğe giderdik. O gezintiler esnasında yapraklar ilgimi çekmeye başlamıştı. Sorduğum sorulara annemle babam, “Bilmiyoruz! Topla, ansiklopediden bakarız” gibi cevaplar veriyorlardı. O zamanlar evlerde ansiklopedi olurdu. Yaprakların cinslerini ansiklopediden öğrendim. Bulduğum çeşitleri kitap arasında kurutup albüme yapıştırıyor, yanlarına bulabildiğim bilgileri yazıyordum. Meksika’daki dedem de çiftliklerinden çok ilginç çeşitler yolladı. Yaprak toplama hobim bir buçuk sene kadar sürdü. Pul ağır basınca, sona erdi. 

    Yaprak dışında başka ne topladınız?

    Yine ilkokul yıllarımda Ankara’da, şimdi kaybına çok üzüldüğüm bir koleksiyon daha oluşturdum: şişe kapağı koleksiyonu. Cola, gazoz, bira şişesi kapaği falan… Elimde binlerce örnek birikti. Evimiz Çankaya’daydı. Yakınımızda birçok sefaret vardı, çok sayıda yabancı oturuyordu. Bunlar ülkelerinden kendi yiyeceklerini ve içeceklerini getirebiliyorlardı. Mahalleden birkaç çocuk daha şişe kapağı topluyordu. Kapıcılardan yabancıların tükettiği içkilerin şişe kapaklarını saklamalarını rica ediyorduk. Sağolsunlar bizi kırmıyorlardı. Annem bu koleksiyonumu 5-10 sene muhafaza etmiş. 1960’lı yılların sonlarında, ben İstanbul’da yatılı okurken, ilgim kalmadığı için ve ‘kalabalık yapıyor’ gerekçesiyle eve gelen temizlikçi bir kadın hepsini çöpe atmış. Bugün bu kapaklar müzayedelerde çıkıyor. Bazısı iyi para ediyor. Koleksiyonumda Coca Cola’nın, Yedi Gün gazozunun 1960’lı yıllardan piyangolu ve ikramiyeli şişe kapağı örnekleri vardı. Bunların çeşitlerini ısrarla arayanlar var. İşin bir hazin tarafı, bugünkü koleksiyonlarım arasında promosyon piyangoları da olması. Temizlikçi kadının çöpe attığı kapaklar bu koleksiyonuma girerdi.  

    Koleksiyon söz konusu olduğunda ‘değerli-değersiz, önemli-önemsiz’ gibi ayrımlar yapmak pek kolay değil o halde?

    Hiç değil. Koleksiyon yapan herkese bir öğüt vereyim bu vesileyle. Elinizdeki koleksiyonları atmayın! İlginizi yitirirseniz ya bir kenara koyun ya da toplayan birine devredin. Bir tarih hazinesi kaybolmasın. Evinde üç odanın dört duvarı yerden tavana koleksiyon dolu, deneyimli bir koleksiyoner olarak söylüyorum bunu. Ben bu hatayı yaptım. Çocukluk koleksiyonlarım içinde bir tek pul defterlerimi kaybolmadan günümüze getirdim. Yaprak koleksiyonumdan 3-4 sayfa kaldı. Şişe kapaklarından elimde tek örnek yok. 

    Pulculara ne zaman kendiniz gitmeye başlamıştınız?

    5. sınıftayken yalnız gitmeye başladım. Ankara’daki esnaf arasında koleksiyon yapan çocuklara yardım eden, yol gösteren, pulun iyisini veren, bilgisini paylaşan pulcular vardı. Öte yandan yetişkinlere satamayacağı defolu pulları yeni koleksiyonculara satanlar da yok değildi. İki haftalık harçlığımı bugünkü bilgimle beş para vermeyeceğim pullara yatırdığım oldu. Bunların içinde Doğu Avrupa ülkelerinin, Arap şeyhliklerinin ve Karayip adalarının bilinçsiz koleksiyonculara satılmak için çıkardığı rengarenk ‘çocuk pulları’ vardı. Çok şükür bu sahtekarlığı keşfetmem uzun sürmedi. 

    Kimlerden pul alıyordunuz, kim yardım ediyordu?

    Ankara’dakilerin yüzleri hafızamda fakat maalesef isimlerini hatırlamıyorum. Dükkanlar daha çok Kızılay’daydı. Kavaklıdere’de de sevimli bir pulcunun küçük bir yeri vardı… 1965 sonbaharında ortaokulu yatılı okumak üzere Kadıköy’de bulunan Saint Joseph’e geldim. Harçlığım 25 liraya çıkmıştı. 1960-65’in bütün Türk serilerini damgasız olarak almış, 1950’li yıllara geçmiştim. 1940’lı yılların ucuz serilerini de alıyordum. Harçlığımın ve bütçeme akrabaların yaptığı takviyelerin çoğu pula gidiyordu. Akrabalara, “Bana hediye verecekseniz para verin, pul alayım.” diyordum. O dönemde Yüksek Kaldırım’ın yukarılarında, Tünel Meydanı’nda, İstiklal Caddesi’nde bir sürü pulcu vardı. 1965-69 yıllarında üç-dört haftada bir bana yakınlık gösteren pulcuların dükkanına gider, pullara bakar, bütçemin yettiği kadar damgasız seri alırdım. 

    Pul müzayedeleri yapılıyor muydu o yıllarda?

    Olduğunu biliyordum ama hiç gitmedim, gitmeyi de düşünmedim. Müzayedelerin bütçemi çok aşan bir pazar olduğunu düşünüyordum.

    İstanbul’da kimlerden alışveriş yapıyordunuz?

    Farabi Pul Evi’ni işleten Salih Kuyaş’tan pul aldım. Üst düzey koleksiyonculara satıyordu fakat gençleri eğitmeye de önem veriyordu. Dükkanında kimse yoksa ilgi gösterirdi ama genelde kalabalık olurdu. Bu nedenle başka pulcuları tercih etmeye başladım. Çok sonra Türk filatelisinin efsane isimlerinden biri olduğunu öğrendim. İlerleyen yıllarda; sahamı genişlettikten, antiye, fiskal ve makbuz toplamaya başladıktan sonra Salih Bey’in çok yardımını gördüm. 

    Salih Bey’in dükkânı neredeydi?

    Meşrutiyet Caddesi’nde bir pasajın içindeydi. Zarf da satıyordu. O dönemde zarf toplamak hakkında hiçbir şey öğrenmedim, sormadım. 

    Başka kimlerden pul aldınız?

    Bir kez Ali Nusret Pulhan’a uğradım, ama çok meşguldü, pek ilgi göremedim. Galatasaray’dan Taksim’e doğru yürürken bir pasajın içinde küçücük bir pulcu dükkânı vardı; Vahan Alyanak isminde bir pulcu işletiyordu. Babası ve dedesi de pulcuymuş. İskontolu sattığından kendisinden çok pul aldım. Bilgili ve dürüst bir adamdı. Yakınlık gösteren pulculardan bir başkası da Kamer Arıkan’dı; dükkânı Tünel’deydi. O dükkânı şimdi oğlu Arman Arıkan işletiyor. Pulcular, sattıkları pulları bazen kendi antetlerini taşıyan zarfların içine koyar müşteriye verirlerdi. 2010’lu yılların başında bu zarfları, diğer pulcu efemeralarıyla beraber toplamaya başladım. Ancak ortaokul ve lisede bu zarflara önem vermiyordum. Bugün, çoğunu çöpe attığıma üzülüyorum.

    Lisede de pul koleksiyonculuğunuz sürdü mü?  

    Lisede koleksiyonculuğa ayırdığım zaman ve harçlığımın pula giden oranı azalmaya başladı, ama damgasız pul toplamaya hiç ara vermedim. Yeni emisyonları beş serilik abonemin bulunduğu Bebek postanesinden, eski Cumhuriyet serilerini de bir pulcudan alıyordum. Ortaokulu Saint Joseph’te okuduğumdan 1965 sonbaharından itibaren Kadıköy’deydim. Yatılı okuyor, tatillerde Ankara’ya gidiyordum. 1969’da babamın Robert Kolej Yüksek Okulu’na Türk Müdür atanması üzerine ailem Ankara’dan İstanbul’a taşındı. Evimiz Bebek’teydi. 8. sınıfı Saint Joseph’te bitirip Lise için 1970-71’te Robert Kolej’e geçtim. 9. sınıfı şimdi Boğaziçi Üniversitesi’nin bulunduğu Bebek kampüsü içinde bulunan erkek lisesinde okudum. O yıl içinde Robert Kolej Yüksek Okulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşmesi üzerine, Bebek’teki Amerikan erkek okulu Arvavutköy’deki Amerikan Kız Lisesi’yle birleşerek günümüzdeki karma Robert Lisesi oldu. Bu arada babam Boğaziçi Üniversitesi’nin kurucu rektörü oldu ve Bebek’te oturmaya devam ettik… O yıllarda Türkiye içinde ve dışındaki başka koleksiyoncularla değiş-tokuş yapmaya başladım. El değiştiren pullar genellikle damgalıydı ama postaneden aldığım yeni Türk serileri karşılığında elime damgasız yabancı seriler de geçiyordu. Liseyi bitirip lisans için ABD’ye gittiğimde koleksiyonculuğa ara verdim.

    Türkiye’de pul koleksiyonculuğunun hangi tarihlerde başladığına dair bir şey söylemek mümkün mü?

    1870’li yıllardan itibaren yapılıyor. İlk Osmanlı posta pulları 1863’te çıkıyor ama dünyada 1840’dan beri kullanılıyor. Pul kullanımının yaygınlaşmasıyla pul koleksiyonculuğu da başlamış. 

    Osmanlı ve Türk kültüründe koleksiyon çok alışıldık bir şey değil. Kim yapıyor bu koleksiyonları? 

    19. yüzyıldan günümüze gelen koleksiyoncu yazışmalarından, birbirlerine yolladıkları kartlardan ilk koleksiyoncuların yabancı olduğunu görüyoruz. Yerliler 1880’li yıllarda kervana katılıyor. O yıllarda Türkiye’de pul ticareti de başlıyor. Pulcu dükkanları açılıyor. Yerlilerin o dönemde antiyeye ya da fiskal pullarına ilgi göstermediğini not düşeyim. Yazışmalardan görebildiğim kadarıyla Osmanlı posta pullarını, Osmanlı’daki yabancı postanelerin pullarını ve dünya pullarını topluyorlar.

    Yabancılar ilgili mi antiyelerle?

    İgililer. Bazı Osmanlı antiyeleri yabancılar tarafından toplanmış, birkaç nesil kalburüstü koleksiyonlar Türkiye dışında yapılmış. Ancak 1960’lı ve 1970’li yıllarda yurt dışındaki Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti antiye koleksiyonlarının Türkler tarafından alınmasıyla bu malzeme kısmen Türkiye’ye geri dönmüş. 

    Lise yıllarında ara verdiğiniz koleksiyona tekrar ne zaman döndünüz?

    Üniversite lisans yıllarımda koleksiyonum yanımda değildi. Doktora öğrenimimin son yıllarında tezimi yazarken pula ilgim tekrar yeşermeye başladı. Babam akademik işleri dolayısıyla Amerika’ya gidip geliyordu; bazen annem de geliyordu. Defterleri üçer dörder taşıdılar. Bu arada evlenmiştim. Eşimle tatil için Türkiye’ye gittiğimizde kalanları da biz taşıdık. O zamanki planım birkaç yıl Amerika’da akademisyen olarak görev yaptıktan sonra Türkiye’ye dönmekti. Ama kaldığım yerden devam ettirmek için koleksiyonlarım yanımda olmalıydı. Bütçem daha uygundu. Türkiye’deki öğrencilik yıllarımda alamadığım pahalı Cumhuriyet serilerini daha doktora eğitimim bitmeden tamamlamak nasip oldu. Alman yapımı Türkiye ve Osmanlı albümleri aldım. En görkemli iki koleksiyonum onlara yerleşti.

    Amerika’da Türk pulu bulabiliyor muydunuz?

    Türk pulu satan pulcular vardı. O yıllarda Türk Lirası sürekli değer kaybediyor, fiyatlar bazen Türkiye’de, bazen de ABD’de görece uygun oluyordu. Fiyat karşılaştırması yapıyor, ona göre alıyordum. Bu arada damgasız Osmanlı posta pulu koleksiyonumu da ilerletmeye başladım. En pahalı seriler dışındaki seriler tamamlandı.

    Müzayedelerden alıyor muydunuz?

    Hayır. Henüz değil. ABD’de bulunduğum bölgede, Kuzey Kaliforniya’da yerel pul fuarlarından alım yapıyordum. 

    Türkiye ve Osmanlı pullarından başka şeyler de alıyor muydunuz?

    1980’den başlayarak 15 kadar ülkenin damgasız pullarını da toplamaya başladım. Türkiye’nin komşuları, Yugoslavya, birkaç Batı Avrupa ülkesi, ABD ve Meksika. Bunların da albümlerini aldım. Kalan ülkeleri de damgalı pul defterlerimde biriktirmeyi sürdürüyor ama bu koleksiyonlar sadece değiş-tokuş yoluyla gelişiyordu. Para vermiyordum. Doktoramı bitirip kariyerime başladığım 1982 yılında 20 kadar Alman yapımı albümüm, 40 kadar da defterim vardı.  

    O yıllarda sahip olduğunuz koleksiyon, piyasa açısından kıymetli bir seviyeye ulaşmış mıydı?

    Damgasız ve Osmanlı Türk pulu koleksiyonlarım değerli koleksiyonlardı. 1984’te birkaç pul hariç Osmanlı koleksiyonum da tamamlanmıştı. Diğer koleksiyonlar içinde pahalı seriler içerenler yalnızca Yunanistan ve Kıbrıs’tı. Diğerlerinin içinde genellikle son 30-40 yıllık dönemin pulları vardı. Zor bulunan, ileri koleksiyoncular tarafından aranan parçalar çok azdı.

    O tarihlerde antiye, fiskal, makbuz, piyango gibi bugün önemli koleksiyonlarınızın olduğu sahalara girmiş miydiniz?

    Henüz değil ama 1984-85 yılları koleksiyoncu olarak bunalım ve yeni arayış dönemimdi. Kataloğa göre koleksiyon yapan sıradan bir koleksiyoncu olduğumu farkettim. Artık meslek sahibi olduğum için çok pul alabiliyor, çocukluğumda pulcularda hayranlıkla baktığım pullara sahip olabiliyordum. Ama yaptığım işin yaratıcı bir yanı yoktu. Bilgi üretmiyordum… Çocukluğumda beni tatmin eden ‘posta pulu toplama’ hobim akademisyen olarak tatmin etmemeye başlamıştı. Yeni bir yön ararken filatelik müzayedeleri keşfettim. Bu da yeni sahalara girmeme vesile oldu.

    Türkiye’de mi Amerika’da mıydı bu müzayedeler?

    Önce ABD’de. Çok geçmeden Avrupa’da da müzayedeler keşefettim. Türkiye’de ilk katıldığım müzayedeler Burak Pul Evi’nin kurucusu Yaşar Temiz tarafından düzenlenen seçme eserli müzayedelerdi. Sonra İSFİLA’nın müzayedelerine katılmaya başladım.

    Düz puldan diğer sahalara kayarken nasıl bir yol izlediniz?

    Önce postada kullanılan yardım pullarını almaya başladım. Kısa sürede Kızılay, Türk Hava Kurumu (THK) ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun (ÇEK) belirli günlerde gönderilere eklenmesi zorunlu pullarını tamamladım. Elime geçen müzayede kataloglarında ilginç bulduğum zarflar, kartlar da oluyordu. Ama nereden başlayacağımı bilemiyordum. Katıldığım bir New York müzayedesine birkaç büyük lot çıktı. Hepsi, uzun süre İzmir Amerikan Koleji’nde öğretmenlik yapmış rahmetli Fred Goodsell’den kalan mallar. Goodsell’in Türk posta pulu lotlarıyla ilgilenmedim, hepsi bende vardı. Katalogda son lotun açıklamasına: ‘Damgalı ve damgasız Türkiye antiye ve fiskal pulları lotu.’ yazmışlardı. Antiyelerin 1973 Pulhan katalogunda listelenen pul baskılı kart, zarf ve gazete bantları olduğunu anladım. Pey verdim; lot başlangıçtan bana kaldı. Gelen koleksiyon beş kilo ağırlığındaydı. Zamanla, içinde nadir bir şey olmadığını gördüm. Goodsell ucuza bulabildiği şeyleri almış. Ama bu koleksiyon benim için iki büyük sahaya giriş oluşturdu. O tarihlerde fiskaller Türk koleksiyoncuları tarafından toplanmaz, çöpe atılırdı. İlk defa tasnif edilmiş, dizilmiş fiskal pulları görmüş oldum. Bunların faturalarda, makbuzlarda, mahkeme belgelerinde, dilekçelerde, vs. ücret ödendiğini belgelemek için zorunlu olarak kullanıldığını öğrendim. Özellikle postadan geçmiş olan parçalar çok cazipti. Çok sonra Türkiye’de ilk ciddi antiye koleksiyonunu çocukluğumda tanıdığım Salih Kuyaş’ın yaptığını öğrendim. 1973’te Yapı Kredi Bankası’nın 25’inci yılı için hazırlanan bir sergide ‘Türk Postalarında Matbu Pullu Zarf ve Kartlar’ başlıklı bir koleksiyon sergilemiş. 

    Antiye denmiyor henüz!

    Evet, antiye bile denmiyor. Türkiye’nin en meşhur pulcusu olan Ali Nusret Pulhan’ın da antiye konusunda pek bilgisi yok. Salih Bey’in bile bilgisinde önemli eksiklikler var. Örneğin, 1973 kataloğunda, 1964 yılında PTT’nin çıkardığı antiye serisi yok. Türkiye’de antiyeyi en iyi bilen kişi bile dokuz yıl önce çıkmış bir serinin varlığından haberdar değil! Bereket Türk antiyesi toplayan yabancılar var. Salih Bey’in öncülüğünde Türk filatelistleri antiye de toplamaya başladığı zaman bazı serilerin Türk piyasasında en azından damgasız olarak bulunmadığı fark ediliyor. PTT’nin kendi arşivinde bile olmayanlar var. Saklananlar hep yurt dışında. Fiskaller için de geçerli bu durum. 

    Yeni koleksiyonlarınızı geliştirirken nasıl yol aldınız? Bilgi eksiğinizi nasıl kapattınız?

    Goodsell fiskal föylerine bilgi kaydetmemiş. Ama antiye föylerine günün tarifeleriyle ilgili bilgiler, kullanılan damgaların nedretine ilişkin tahminler, antiyenin ne zaman ve hangi maksatla çıkarıldığı hakkında notlar yazmış. Yanıtsız bıraktığı soruları da kaydetmiş. Bunları okudum, kafama bir sürü soru takıldı. Türkiye’ye ilk gidişimde konuyu bilen kişilere danışmaya, daha baştan bilinçlenmeye karar verdim. O yaz İstanbul’a gittiğimde ayağımın tozuyla Salih Bey’e uğradım. Her sorunun cevabını verememesi toplama merakımı iyice kamçıladı. Salih Bey antiye ve fiskale yönelmeme çok sevindi, beni teşvik etti: “Senin gibi tarih derinliği olan birinin düz pulculuğa saplanıp kalmaması lazım. Antiye ve fiskal çok daha ilginç sahalar. Ben antiyenin sadece yüzeyini etüt edebildim. Keşfedilmesi gereken çok şey var.” diyordu. Toplarken nelere dikkat etmem gerektiği öğütledi. “Damganın temiz olmasına çok dikkat et! Çikış noktasına ve destinasyonuna bak! Nadir bir antiyeyse İstanbul’dan Ankara’ya gitmiş olsa da alacaksın. Ama çok bulunan bir antiyeyse nadir damgalısını ya da ilginç destinasyonlusunu ara! Türkiye’den Uruguay’a gitmiş yazışma azdır. Van’ın bir kasabasından Afyon’un köyüne gitmiş yazışma nadirdir. Bunlar koleksiyonuna renk katar.”

    Başka kimlerden yardım alıyordunuz?

    İSFİLA’nın kurucu başkanı Ziya Ağaoğulları da damgaya önem vermemi öğütledi. Nedret konusunda bilgi paylaştı. Onun sayesinde daha işin başından temiz ve gösterişli parçalar almaya dikkat ettim. Antiyelere yapıştırılan ek pullarla ilgili temel bilgiler de verdi. Kimisinin ek ağırlık için, kimisininse ek servis için konulduğunu izah etti. Ziya’nın verdiği bilgiler, bir antiyeden birçok örnek toplamama vesile oldu. Şehir içi kullanımına örnek, şehirlerarası örneği, yurt dışı örneği, taahhütlü örneği… 

    Antiye toplamaya karar verdiğinizde Türkiye’de alacak bir şeyler bulabildiniz mi?

    Çoğu pulcuda pek antiye yoktu. Alıcısı seyrek olduğu için ne alır ne de satarlardı. Salih Bey’de çok nadir ve gayet görkemli parçalar vardı. Ondan daha ilk gidişimde 15 kadar parça aldım. O dönemde müzayedelerde de nefis parçalar çıkıyordu.  

    Fiyatlar nasıldı?

    1980’li yıllların ikinci yarısında antiye fiyatları genellikle üzerindeki damgaya bağlıydı. Nadir damga toplayan epey bilgili ve çok paralı koleksiyoncular vardı. Nadir çıkış merkezli antiyeler beni de cezbettiğinden ister istemez ileri damga koleksiyoncularına rakip oluyordum. Fiyatı yükselen parçalar aldığım oluyordu. Hem antiyesi hem de damgası çok bulunan parçaları ucuza almak mümkündü ama bunlar beni ilgilendirmiyordu. 1980’lerin ikinci yarısında tarihi önemi olan antiyeler de aramaya başlamıştım. Önemli bir şahsiyetin yolladığı, önemli bir şahsiyete gitmiş, ilginç mesajlı, savaş döneminde kullanılmış, işgal altındaki bir yerden kullanılmış, sansürlenmiş antiyeleri de bu özellikleri için alıyordum. Damgası ve antiyesi alelade olmakla birlikte bu gibi bir özellik dolayısıyla benim gözümde hazine değeri taşıyan parçalar oluyordu. 

    Bu detaya dikkat etmenizi tavsiye eden kimse olmuş muydu?

    Hayır. Tarih merakım nedeniyle doğal olarak topladığım kart ve zarfların tarihi yönleriyle ilgilenmeye başlamıştım. Müzayedelerden çok ucuza tarihsel açıdan fevkalade önemli birçok parça aldım. O yıllarda gayet ucuza aldığım bazı parçaları Mehmet Akan’la birlikte yazdığımız Türkiye’de Postanın Mikrotarihi, 1920-2015 kitabımızın ilk cildinde kullandık. Kimisinin açıklaması bir sayfa tutuyor.  

     

    Bu belgelere sizin yaptığınız yorumlar ve ürettiğiniz bilgiler değer katıyor olmalı? 

    Evet! Söz konusu antiyeler ileride bir müzayedeye konursa müzayedeci yorum ve bilgileri verecek. Kitaptaki bilgiler nedeniyle belki bir antiye koleksiyoncusu değil de söz gelimi İkinci Dünya Savaşı efemerası toplayan biri tarafından alınacak. 

    Kolekiyon sahalarınız genişlerken koleksiyonculuk anlayışınız da değişmiş… 

    Evet, 1990’larda koleksiyonculuk anlayışım çok gelişmiş, filatelinin dışına taşmıştı. Artık tarihi de kapsıyordu. Önüme gelen her kâğıt parçasına çok yönlü bakmaya başlamıştım. Koleksiyon yaparken sahanıza hakimseniz ona yakın konulara da atlayabilirsiniz. Eğer ciddi bir koleksiyoncuysanız ve macera seviyorsanız atladığınız yer bâkir bir saha olur. Ben birçok bâkir saha keşfettim ve kimsenin toplamadığı malzemeler toplamaya başladım. Başlarda her istediğim parçanın bende kaldığı, zamanla başkalarının da o sahaya girmesiyle değer kazanan koleksiyonlarım var.  

    Nasıl bir kârlılıktan söz ediyoruz?

    Değeri bilinen malzemeyi toplayan koleksiyoncunun hobisinden kâr etme olasılığı çok az. Bugün düz Osmanlı pulu ya da Osmanlı damgası toplayan birinin kâr etmesi zor. Çünkü aldığı malzemenin satıcısı malın değerini biliyor, ona göre fiyatlandırıyor. Ama yeni sahalarda hobinin değer yaratması pekâla mümkün! Bunun için o sahaya birkaç kişinin girmesi yetebilir. Bilgi üreterek toplamışsanız, o bilginin yarattığı koleksiyon günün birinde kâr getirebilir. Üstelik bu koleksiyonları yapmak için geniş bir bütçe de gerekmiyor. Bir üniversite öğrencisi kimsenin yüz vermediği malzemeyi toplayarak son derece ilginç koleksiyonlar oluşturabilir.

    Antiye ve fiskalden sonra hep bâkir sahalarla mı devam ettiniz?

    Zamanla koleksiyon sahalarıma bir sürü başka saha eklendi. Bunların çoğu benim geliştirdiğim başlıklardı. 1990’lı yılların başında fiskalin uzantısı olarak iane makbuzu toplamaya başladım. Toplayan, klasifiye eden yoktu. Fiyatlar gayet ucuzdu. Başkalarının bulunduğu sahalara da girdiğim oldu. İane ile aynı tarihlerde eşya piyangosu toplamaya başladım. Sonra buna milli piyango eklendi. Piyango koleksiyonu yapan varlıklı kişiler vardı. Zamanla sayıları arttı. Bugün nadir bir piyango piyasaya çıktığında onu almak için bilgili, hırslı ve maddi açıdan güçlü kişilerle çarpışmak, yüksek meblağ ödemek gerekiyor. Banka efemerası da birkaç ilgilenenin olduğu bir saha. Bu alanda da çok istediğım bir malzeme için yüksek meblağ ödemeyi göze alıyorum. 

    Koleksiyon sahalarınızı genişletirken nasıl bir yol izliyorsunuz? 

    Her yeni koleksiyonum daha önce yaptığım en az bir koleksiyonun uzantısı. Örneğin, antiye posta pulunun uzantısı. Aradaki fark, posta ücretinin ödendiğini belgeleyen pulun nereye basıldığıyla ilgili. Fiskal, yardım amaçlı posta pulunun uzantısı; ikisi de bir kuruma gelir sağlıyor. İane makbuzu, fiskal pulunun uzantısı; bir kuruma gelir sağlandığını ilki makbuzla, ikincisiyse pulla belgeliyor. Eşya piyangosu, hem fiskalin hem iane makbuzunun uzantısı. Çünkü pul ve makbuz yoluyla gelir arayan kurumlar, eşya piyangosu düzenleyerek de gelir sağlamışlar. 

    Konular arasında geçişi nasıl sağladınız?

    Osmanlı Donanma Cemiyeti, Osmanlı Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, Türkiye Verem Savaş Kurumu, Türkiye Eğitim Derneği, Yoksullara Yardım Kurumu ve Cumhuriyet’in üç yarı-resmî kurumu olan Kızılay, ÇEK ve THK’nın gelir sağlamaya yönelik malzemelerini biriktirmeye başlamıştım. Fakat topladığım malzeme gelir sağlama araçlarıyla sınırlı kalmadı. Bu kurumların antetli zarflarını, formülerlerini, antetli yazışmalarını da aldım. Dolayısıyla bu koleksiyonlar hem fiskal hem de antiye koleksiyonumun uzantısı haline geldi. Antiye ve fiskal toplayıcısı olarak edindiğim deneyimler bu kurum koleksiyonlarına da yansıdı. Bu kurumların çalışma alanları, bana yeni koleksiyon başlıkları da verdi.

    Mesela?

    Kızılay, savaş dönemlerinde gerek Türkiye’deki esir kamplarında tutulan yabancı savaş esirleri için gerekse dışarıdaki Türk esirler için formülerler çıkartmış. Onlar da kaçınılmaz olarak giriyor koleksiyonuma. Bu formülerleri toplarken damgaların temiz ve okunaklı olmasına önem veriyorum. Bazı antiyeler değişik kartonlara ve bazen klişe değiştirilerek defalarca basılmış. Aynı durum Kızılay esir formülerlerinde var. Değişik baskılarını bulmaya çalışıyorum.

    Kızılay, ÇEK ve THK yardım pullarının işlevi ne? 

    1934’ten başlayarak belirli günlerde posta gönderilerine posta ücretini karşılayan posta pulu yanında bir yardım kurumunun pulununda da yapıştırılması yasal zorunluluk oluyor. Örneğin ‘Çocuk Haftası’ sayılan 20-30 Nisan döneminde bir mektuba 1 kuruşluk ÇEK pulu da yapıştırılması gerekli. O hafta boyunca postanelerde ½, 1 ve 2,5 kuruşluk ÇEK pulları bulunduruluyor. ½ kuruş kart için, 2,5 kuruş taahhüt için. 9 – 30 Ağustos’ta da THK pulunu eklemek gerekiyor. Tarife aynı… 

    Bu yardım kurumları 1934’te mi pul çıkartmaya başlıyor? 

    Hayır. Daha önceleri de çıkartıyorlar. Kızılay (o zamanki adıyla Hilâl-i Ahmer Cemiyeti) 1912’de başlıyor yardım pulları çıkartmaya. Posta göndericileri gönüllü olarak gönderilerine yapıştırıyorlar. Elimde 1934 öncesinden birçok yardım pullu gönderi var. Bu kurumların pullarını 1934 öncesinde olduğu gibi sonrasında da çeşitli belgelerde görüyoruz. Mesela koleksiyonumda bir karne var. 1946 yılında Salihli Ortaokulu öğrencilerinden İlhan Olan’a verilmiş. Üzerine 5 kuruşluk 20 adet Kızılay pulu yapıştırılmış. O dönemin karneleri üzerinde her üç yarı-resmî sosyal yardım kurumunun da pullarını görebiliyoruz. Pul değerleri daha da yüksek olabiliyor. Sözünü etiğimiz yardım kurumlarının o yıl çıkardığı pul serileri içinde 250 ve 500 kuruşluk pullar var. Postadan gelir sağlayan bu kurumlar, başka işlemlerden de pul yoluyla gelir elde etmişler. Vatandaşı posta dışı işlemlerine de pullarını alıp yapıştırmaya özendirmişler. 

    Ne zaman farkettiniz bunu?

    Daha antiye ve fiskale başlamadan, 1985 öncesinde yardım pulları serilerinde bazı değerlerin posta üctetlerini kat kat aştığını farketmiş, buna anlam verememiştim. Goodsell koleksiyonunun içinden çıkan evrak örneklerinde bu pulların yüksek değerlerini görünce işlevlerini kavradım. Yüksek değere sahip yardım pullarının posta işlevi yoktu. İane makbuzu işlevini görüyorlardı. Bu bilgiden hareketle postada kullanılmayan değerlerin posta pulu kataloglarına girmesinin mantığı sorgulanabilir. Yüksek değerler posta pulu değil, düpedüz fiskal pulu. Zaten filatelistler için yapılmamış, posta kullanımını bulamazsınız. Kullanılmış örnek arıyorsanız başka tür malzemeye bakmanız gerekir.

    Yardım pullu malzeme çeşidi koleksiyon oluşturabilecek kadar fazla mı?

    Evet, çeşit çok fazla. Devlet dairelerine sunulan dilekçelere, kontratlara ve senetlere yapıştırılıyor. Faturalarda oluyor. Futbolcu sözleşmelerinde görüyoruz; sinema ve maç biletlerinde var…  

    Hepsi koleksiyonunuza giriyor mu? 

    Gücüm yettiği kadar! Zaman buldukça kullanım çeşitlerini saptamaya, hepsinden örnekler bulmaya, değişik tarihlerden kullanımlar edinmeye çalışıyorum. Tabii bu işin sonu yok. Rahmetli Salih Bey’in birçok öğüdüne uydum ama yeri geldiğinden uymadığım, belki de tarihçi kimliğim nedeniyle gereğince uyamadığım bir öğüdünü söyleyeyim: “Koleksiyonlarını sınırlandır. Çizgiler çek! Hiçbir koleksiyoncu büyük bir konunun her tarafına hâkim olamaz. Ömrü yetmez.” Benim koleksiyonlarımsa genişledikçe genişledi. Kızılay’ın iane makbuzları, eşya piyangoları da var. Buraya çizgi çekebilirdim. Çekmedim, daha doğrusu çekemedim. Aksine listeye, Osmanlı Donanma Cemiyeti gibi yeni kurumlar eklendi. 

    Osmanlı donanması özellikle erken tarihlerde çok güçlü bir kurum. Donanmaya da mı halk desteğiyle gelir toplanmış?

    Cemiyet’in kuruluş tarihi 19 Temmuz 1909. Teknoloji hızla ilerlemekte, donanmanın çağa ayak uydurabilmesi için yeni gemiler alınması gerekiyor. Osmanlı maliyesinin durumu malum. Bir tüccar, devlete yardım etmek için kuruyor Osmanlı Donanma Cemiyeti’ni. Halkın desteğiyle kurum hızla örgütleniyor. Koleksiyonumdaki bir yazışmadan, kuruluş gününde Beyoğlu Şubesi’nin Galata’daki Aya Yorgi Kilisesi Heyet-i İdare-i Âliyesi’ne Cemiyet’in kurulduğunu bildirerek yardım talep ettiğini görüyoruz. Anlaşılan şubeyi kuranlar civardaki camilerden, kiliselerden katılım beklemişler. Çabucak şube kurulan tek muhit Beyoğlu değil. Kısa sürede yurdun dört bir yanında Osmanlı Donanma Cemiyeti şubeleri açılıyor. Bu şubeler donanmaya çeşitli vasıtalarla yardım toplamaya başlıyorlar. Her şube, makbuz aracılığıyla yardım topluyor. Günümüze ulaşan örneklerden, yapılan yardımların içinde büyükçe olanlar olduğunu görüyoruz. 1909’da Manastır Şubesi, Ahmet Faik Efendi’den 125 kuruş toplamış. Daha mütevazi yardımlar da olmuş. 1910 yılında Ferit Bey adlı bir öğrenci, Cemiyet’e bir ipek mendil bağışlamış. Çeşitli şubelerin bastırdığı makbuzların hiçbir görsel ortaklığı yok. Her şube ayrı bir tasarım kullanmış. Sözünü ettiğim belgeler çok erken tarihli. Cemiyet yeni olduğundan, mühürleri de yeni. Henüz aşınmamışlar. O yüzden özellikle erken tarihli makbuzlarımda damgalar çok net. 

    Başka ne gibi yöntemler kullanılıyor gelir sağlamak için? 

    Şubeler piyangolar düzenlemişler. Örneğin, Edirne Şubesi 1910’da bir eşya piyangosu düzenlemiş. Gerede Şubesi ise 1911’de ikramiyeleri akçe ve mecidiye cinsinden belirtilen düz bir piyango organize etmiş. Katılımın parayla olduğu etkinlikler de düzenlenmiş. Üsküdar Şubesi’nin av müsabakası tertip ederek donanmaya kaynak sağladığını görüyoruz. Osmanlı Donanma Cemiyeti Genel Merkezi, tüm şubelerin kullanması için yardım pulu serileri çıkarmış. Bu serilerin en nadir olanı, ufacık pullardan oluşuyor. Karneye yapıştırılmak için çıkarıldıkları için bilinçli olarak boyutları küçük tutulmuş. Serinin bütün değerleri çok nadir. Kataloge bile değiller. Bir değerin bilinen iki örneği bana nasip olan bir karnenin içinde. Cemiyet, üzerinde kendi etiketi bulunan kibrit kutuları da yaptırmış. Sigara tiryakilerine satılan bu ürünlerden donanmaya gelir temin edilmiş. 

    Cemiyet’in tek faaliyeti donanmaya gelir sağlamak mı?

    Ana faaliyeti o ama zor dönemlerde halkın moralini yükseltmeye de çalışmış. Bu amaçla propaganda zarfları bastırmış. Altı desenli bir propaganda zarfı serisi var koleksiyonumda. Her zarfın üzerinde Cemiyet’in logosu basılmış. Desenler, özellikle de bazılarındaki Arap motifleri, bu seriyi Arap eyaletlerindeki bir şubenin hazırladığını düşündürüyor. Beyrut Şubesi çok aktif olduğundan onun ürünü olduğu akla yatkın. Üzerinde yoğunlaştığım her kurum gibi Donanma Cemiyeti’nin de hem yürüttüğü yardım çalışmalarını hem de diğer faaliyetlerini belgeler aracılığıyla tespit etmeye çalışıyorum. İki soruya cevap arıyorum; topluma ne gibi hizmetler vermişler? Ve toplum yaşamındaki yerleri ne?

    Bu soruları ne zaman sormaya başladınız? Koleksiyonlarınız ve koleksiyonculuğunuz ne zaman o seviyeye geldi?

    1992 dolayında Kızılay, ÇEK ve THK’yı diğer koleksiyonlarımdan ayırarak üç ayrı koleksiyon saymaya başladım. Ve o tarihte bu üç kurumun başka efemerasını da bilinçli ve sistematik biçimde toplamaya başladım. Üçü de bağış karşılığında verilen rozetler çıkartmış. Ramazan ayında zekât toplamak için özel zarflar hazırlamış. Para karşılığında sattığı resimli posta kartları çıkartmış. Makbuz serileri bastırmış. Şubelerine yardım toplama konusunda tamimler yollamış. Kısacası, çeşitli yollardan gelir toplamışlar. Bu yolları keşfetmeye ve malzemelerini toplamaya başladım. Öte yandan, bu kurumların faaliyetleri de ilgimi çekiyordu. Kızılay topluma ne gibi hizmetler vermiş? THK’nın toplum yaşamındaki yeri neydi? Bu sorulara yanıtlar veren malzemelere de yöneldim.  

    Maksadınız neydi? Niye sahanızı genişlettiniz? 

    Hem öğrenmek için hem de malzemenin görsel cazibesine kapıldığımdan. Devletin ve devlete bağlı kurumların etkinliklerini nasıl finanse ettiği konusu bir iktisatçı olarak mesleki bir merak uyandırmıştı. Ama malzemeyi görsel olarak da cazip buluyordum. Pulların her biri bir sanat eseri. Devrini yansıtıyor, bir yaşam felsefesini çağrıştırıyor. Resimli posta kartları tasarlandıkları dönemin devlet değerlerini yansıtıyor. Koleksiyon sahamın genişlemesiyle hem akademisyen kimliğim hem koleksiyonculuk ihtiyacım beslenmiş oldu. 

    O tarihlerde bu malzemenin maddi değeri için ne söyleyebilirsiniz?

    Çoğunu ucuza alabiliyordum çünkü başka toplayan yoktu. Bugün birkaç toplayıcısı olduğu için para eden fakat 1990’lı yıllarda gayet ucuza alınabilen sahalar var. Mesela Yeşilay ve Türk Maarif Cemiyeti efemerası, 1990’lı yıllarda bugüne göre çok ucuzdu. 1995 dolayında bu iki kurum da özellikle topladığım kurumlar arasına katıldı. 1992’de Kızılay’ın ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun koleksiyonunu yapanlar vardı. Bu kurumların, özellikle ilkinin etkinlik alanı geniş. Örneğin, Kızılay’ın esir kartları askeri tarih koleksiyonu yapanların da sahasına giriyor. Taşıdıkları damgalar, posta damgası koleksiyoncularını ilgilendiriyor. Dolayısıyla Kızılay esir kartlarımı hiçbir dönemde ucuza alamadım. 

    Makbuz gibi malzemeleri toplarken nelere dikkat ediyorsunuz?

    Mesela Kızılay, defalarca yeni makbuz serisi çıkartmış. Zaman içinde desen, basımevi, boyutları değişmiş. Serileri bir araya getirmeye çalışıyorum. Bunlar kataloge olmadığı için tamamlamak için bıkmadan, usanmadan müzayedelere çıkan Kızılay makbuzlarına bakmam gerekiyor. Her birinin temizini, üzeri çizilmemiş, buruşmamış nöfünü bulmaya çalışıyorum. Kullanımlarını da arıyorum. Kullanılmış örneklerin üzerindeki kaşe ve yazıların okunaklı olmasına gayret ediyorum. Bir tarafı yırtık ya da kaşesi zayıf olanını da aldığım oluyor tabii. Daha önce hiç görmemişsem başka çarem olmuyor. Daha temizi, daha gösterişlisi piyasaya çıkarsa, fiyatı uygun olmak şartıyla, onu alıyor, zayıf malzemeyi koleksiyondan çıkartıyorum.

    Koleksiyonlarınızdan çıkan fazla örneklere ne oluyor?

    Bazen elden çıkarıyorum fakat bu da vakit isteyen bir iş. Zamanım kıt. Onun için elimde dağ gibi birikmiş fazlalar var. Zaman bulduğumda inşallah müzayedelere koyacağım ya da koleksiyonculara armağan edeceğim. 

    Koleksiyonunuzdaki örnekler için belgenin ihtiva etmediği detaylı bilgiler veriyorsunuz. Bu araştırmalar için yardım alıyor musunuz? 

    Eski yazıyla yazılmış belgeleri okutuyorum. Bilgi için akademisyenlere ya da koleksiyoncu arkadaşlarıma danıştığım oluyor. Ama föylerdeki çoğu bilgiyi kendim topluyorum. Ürettiğim bilgileri henüz kaydedemediğim bir sürü föy var elimde. Föy hazırlamak da vakit alıyor. 

    Toplanmayan sahalara girdiğinizde esnaftan destek gördünüz mü? Size malzeme temin etmek için çalışma yaptılar mı?

    Makbuz toplamaya başladığımda fiskalin uzantısı olduğu için Salih Bey hararetle desteklemişti. İstanbul Müzayede’nin sahibi Uğur Yeğin bana çok kaliteli koleksiyonlar ve seçme parçalar buldu. 1990’lı yıllarda pulcular arasında hobimin bu yanını destekleyen pek olmadı. Anladıkları bir konu değildi. Ellerinde bu tip malzeme de olmazdı zaten. Öte yandan efemera satıcıları neler topladığımı çabuk öğrendiler. On yıllardır bana malzeme biriktirenler var. Arasıra tarayıp resim yollarlar; ilgilendiğim parçaları alırım, fiyatta anlaşabilirsek tabii. 

    Obje de topluyor musunuz?

    Metal fiskal oluşturan jetonlar hariç, hayır. Çok yer kaplayacakları ve Türkiye’den ABD’ye yollanmaları çok masraflı olacağından o sahaya girmedim. Burada Salih Bey’e uydum. Onun tabiriyle, ‘çizgi çekerek’ objeyi koleksiyon sahamın dışında saydım. Çok toplamak istediğim objeler yok değil. İstanbul’da bulunduğum bir tarihte İstanbul Müzayede’nin bir müzayedesinde çeşit çeşit Kızılay kumbaraları gördüm. Çok güzel parçalardı. Cümlesini almak aklımdan geçti ama Amerika’ya nasıl götüreceğim? Benim malzemem hep kâğıt olduğu için koleksiyonlarım tek tip Lindner albümlerinde saklanabiliyor. Kumbaraları almamaya karar verince alternatif olarak iane kumbaralı fotoğraflar toplamaya başladım. 

    İane kumbarası dağıtmak günümüzün hayır kurumlarına has bir uygulama değil yani? 

    Hayır! Hilâl-i Ahmer ve sonrasında Kızılay’ın gelir toplama yöntemleri makbuz, fiskal ve eşya piyangolarıyla sınırlı kalmamış. Parayla satmak için okul karneleri, defterler, hüviyet kartları bastırmış. Güreş turnuvaları, at yarışları, konserler gibi biletli etkinlikler düzenlemiş. Hepsinin belgeleri koleksiyonumda mevcut. Zaman içinde desenler değişiyor, üzerlerindeki kurum logosu değişiyor. Kumbaralar da öyle. Defalarca sipariş verilmiş, çeşitli boylarda, günün logosunu taşıyan kumbaralar yaptırılmış. Kumbarayla halktan yardım toplama işi daha çok çocuklara verilmiş. Bu çocuklara eğitim verilmiş olmalı. Elimdeki fotoğrafların daha çok eğitim seanslarında çekildiğini düşünüyorum. 

    Osmanlı döneminde gelir sağlama yöntemleri Cumhuriyet dönemindeki kadar zengin mi? 

    Çoğu yöntem Osmanlı’da başlıyor. Ama başlangıç döneminin malzemelerini bulmak görece zor. O belgelerin günümüze gelme olasılığı düşük.

    Türkiye’de piyango düzenleyen ilk kurum Kızılay mı?

    İlk piyangoları 19. yüzyılda Hristiyan ve Yahudi hayır cemiyetleri, etkinliklerini finanse etmek için yapıyor. Yabancı okullar da yapıyor. Çok geçmeden Hamidiye okullarının inşa edilmesi için devlet piyangolar düzenliyor. Devletin düzenli olarak piyango işine girmesi Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk Hava Kurumu, o zamanki adıyla Türk Tayyare Cemiyeti, piyangolarıyla oluyor. Devlet adına piyango düzenleme imtiyazı 1939’da THK’dan yeni kurulan Milli Piyango İdaresi’ne devrediliyor. 

    İnternet henüz bu kadar yoğun ve aktif kullanılmıyorken girmişsiniz bu sahalara. Ve o yıllarda yine Amerika’da yaşıyorsunuz. Mesafe malzeme toplamanızı zorlaştırmadı mı? 

    Türkiye’ye yılda üç-dört kez gidiyordum. Esnaf ne topladığımı biliyordu. Benim için biriktiriyor, uğradığım zaman gösteriyorlardı. Ankara ve İstanbul dışında da ne topladığımı ögrenip mektup yoluyla malzeme ya da lot teklif edenler oluyordu. Ayrıca koleksiyoncu arkadaşlarım benim için parça topluyordu. İnternetten önce koleksiyoncular arasında dayanışma vardı. Hepimiz birbirimiz için malzeme topluyorduk. 

    Çok geniş bir Kızılay koleksiyonunuz var. Bu malzemeden bir kurum tarihi kitabı çıkacak mı?

    Vaktim olursa yapmak isterim ama koleksiyon sayım o kadar fazla ki buna bir ömür yetmez. Seçim yapmak zorundayım. Mehmet Akan’la yazmakta olduğumuz kitabın II. ve III. ciltleri bitmedi. Onların önceliği var. Bir çalışmaya başladığımda çok derinine iniyorum. En azından daha sonraki kuşaklar için çıkardığım bilgileri kaydediyorum. Hatta genellikle çift dilli olarak kaydediyorum ki kimi koleksiyonlar Türkçe bilmeyen birinin eline geçerse bilgilerden yararlanabilsin, tasnif mantığımı anlasın.  

    Koleksiyonunuzun en zengin başlıklarından biri, Türkiye’de Postanın Mikrotarihi kitabınızda çok sayıda örneğini verdiğiniz antiye. Antiye nedir?

    Kısaca, pulu üzerine basılmış zarf, kart, cevaplı kart, gazete bandı gibi posta malzemesi. Postaneden alıyor, dolduruyor ve gideceği adresi yazıp posta kutusuna atıyorsunuz. Antiyenin baskı pulu, posta ücretini karşılıyor. 

    Baskı pullu bir zarfa ayrıca pul yapıştırmaya gerek olmuyor mu?

    Zarf antiyenin üzerindeki baskı pul, değerine göre şehir içine, şehir dışına, ya da başka bir ülkeye, belirli bir ağırlığa kadar yollama ücretini karşılıyor. Zarfa çok kâğıt koymuşsanız, ağırlık limiti aşıldığından ekstra ücret ödemeniz gerekiyor. Farkı pul yapıştırarak ödeyebiliyorsunuz. Benzer biçimde, şehir içi kartını başka bir şehire yollayacaksanız ücret farkını ödemeniz gerekir. Antiye koleksiyonumda bir zarf ya da kartın kullanılmış örnek sayısı onu geçebiliyor. Koleksiyonuma aynı zarfın ek servisli örneklerini de koyabiliyorum. Antiye başlığı altında bir de cevaplı kartlar var. Alıcının masrafa girmeden cevap yazıp yollayabilmesi için Uluslararası Posta Birliği’nin geliştirdiği bir uygulama bu. Birbirine bitişik, kolayca ayrılabilen iki karttan birine yollayıcı mesaj yazıyor, öbürüne de alıcı cevabını. Koleksiyonumdaki 1901 tarihli bir örnekte üstteki kartı Carlo Brancaccio adlı bir İtalyan 10 Kasım 1901’de Galata’dan Roma’ya yollamış. Kart altı günde yerine ulaşmış. Roma’daki alıcı Aspreno Brancaccio, iki kartı ayırmış ve alttaki cevap bölümünü doldurarak 18 Kasım 1901’de İstanbul’a geri göndermiş.  

    120 yıl önce 8 günde gidip dönmesi çok büyük bir başarı değil mi?

    Kesinlikle öyle. Bugün uçakla bile daha uzun sürebiliyor! Bu tür malzemeden o devirde posta sistemin hangi yollardan ve ne kadar hızlı olarak işlediğini saptayabiliyoruz. Bu gibi detaylar üzerinde yoğunlaşan koleksiyoncular var. Tabii, onların koleksiyonları antiyeyle sınırlı değil. Bu gibi malzeme başka ilginç bilgiler de sunuyor. O dönemde daha posta kodu yok, sokak adresi kullanılmıyor. Roma’daki adres ‘Palazzo Brancaccio’ yani ‘Brancaccio’nun villası’. Demek ki Aspreno Brancaccio nüfuzlu, tanınan bir adam. Büyük ihtimalle bir tüccar. İstanbul’daki adres ise otel isminden ibaret. Posta malzemesinden devletlerin hangi tarihlerde adres kullanımını şart koştuklarını öğrenmek mümkün. Bu kart bize bir şey daha gösteriyor. İstanbul’a geri dönen kartta adres ismi Fransızca yazılmış. Demek ki dağıtımla ilgili posta memurları birkaç dili, en azından adres okuyabilecek kadar bilmek zorunda. O yıllarda gönderilerin üzerindeki alıcı adresleri Ermenice ya da Rumca da olabiliyordu. Bu da hem postacıların bu dilleri okuyabildiğini kanıtlıyor. Bu gibi özellikler bir koleksiyona renk kattığı gibi, tarihi önemini de yükseltir. Bir malzemeyle çok tarihî bilgi sunabilirseniz, onun tarihsel önemi o ölçüde artar.

    Posta sistemi pul ile çalışırken ve zaten pul kullanılıyorken neden bir de antiye çıkarma gereği duyuluyor? Antiyenin puldan farkı ne?

    Antiye, insanları tırtıllı ve yapışkanlı pul alma zahmetinden kurtarıyor. Öncelikle böyle bir avantajı var. Zarf yolluyorsanız bir de pulun ağırlığından tasarruf etmiş oluyorsunuz. Zarf baskı pulluysa içine koyabileceğiniz kâğıdın boyutu biraz büyüyebiliyor. Ücretin, gönderinin gideceği mesafeye göre de değişebildiğini berlirteyim. 1870’li yıllarda çeşitli mesafeler için, pullarının rengi farklı zarflar çıkarılmış. Daha sonraki yıllarda, gerek zarflarda gerek kartlarda şehir içi, şehirlerarası ve yurt dışı ayrımı yapılmış. Her kategorinin baskı pulu ayrı renkte. Kullanıcılara kolaylık sağlıyor.  

    Her şehir için farklı antiye mi basılmış? 

    Hayır, aynı antiyeler Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün şehirlerinde kullanılıyor. Bunu kullanılmış örneklerin üzerindeki damgalardan anlıyoruz. Türkiye’nin en değerli filatelistlerinden Ziya Ağaoğulları ve Bülent Papuçcuoğlu, on ciltlik mükemmel bir Resimli Osmanlı-Türk Posta Damgaları kitabı çıkardılar. Kitapta bilinen, 1928 öncesi posta damgalarının en gösterişli örnekleri teşhir ediliyor. Gösterilen malzemenin oldukça büyük bir bölümü antiye. Aynı antiyenin birçok ayrı merkezden kullanıldığını kitaptaki örneklerden görmek mümkün.

    Bir antiyeyi başka hangi konularda kaynak olarak kullanabiliyorsunuz? 

    1901’de sokak adresi yok, bunu gördük. Adres kullanımının başlaması, modernleşmenin bir öğesi. Yine koleksiyonumdaki 1914’te Kudüs’ten Galata’ya yollanan 20 paralık zarf antiyede adres olduğunu görüyoruz. ‘Merkez Rıhtım Han, 111. Kat!’ Ayrıca şahsa değil bir anonim şirkete yollanmış. Ekonomi gelişmiş, büyümüş. Postacıların her şirketin yerini yer bilgisi vermeden bilmesi artık mümkün değil. 

    Bu detaylara, malzemeyi alırken dikkat ediyor musunuz?

    Osmanlı antiye koleksiyonum, en ileri koleksiyonlarımdan biridir. Bilinçli olarak geçmişi anlatan, modernleşme sürecine ilişkin ipuçları sunan, modernleşmede bölgelerarası farkları ortaya koyan malzemeler aradım, hâlâ da arıyorum. Tabii, çok önceden aldığım malzemenin önemli bir detayını yıllar sonra farkettiğim de oluyor. Bilgim genişledikçe anlam verebildiğim detaylar doğal olarak artıyor. Bu sürecin sonuna geldiğimi de sanmıyorum. Ucu açık koleksiyon yaptığınız zaman öğrenme hiç bitmez. Kudüs çıkışlı zarfla ilgili bir detay daha vereyim. Zarf üzerindeki 20 paralık pulu turuncu. Yanındaki zarfta da 20 paralık pul var ama rengi mavi. Mavi pullu zarf, renk esesi. Bilinen tek kopya. Postanelere dağıtılan 20 paralıkların hepsi turuncu. Yuvarlak pul desenli bu antiye serisi, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Londra’da bastırılmış. Büyük miktarda gelmiş ama sonra İngiltere’yle savaşa girdiğimiz için bir daha basılmamış. 

    Stok tükendiğinde ne olmuş?

    Bir sonraki antiye emisyonu, 1916 yılında Viyana’da basılmış. Kızkulesi emisyonu olarak bilinen iki karttan oluşuyor. Avusturya müttekifimiz, Birleşik Krallık’sa düşmanlarımız arasında. Sipariş verilen ülke seçimi bunun yansıması. Bu iki emisyon arasındaki bir farka dikkatinizi çekeyim. 1914 Londra antiye emisyonundaki tuğranın altında Latin harfli bir ibare varken 1916 Kızkulesi antiye emisyonunda sadece eski Türkçe yazı görüyoruz. 

    Neden?

    Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte milliyetçilik kabarmaya başlamış. İki yıl arayla basılan bu emisyonlardaki söz konusu fark, milliyetçilik akımının görsel yansıması. Benzer biçimde 1930’lardaki Öz Türkçe akımının yansımalarını, o yılların antiyelerinde ve diğer posta malzemesinde görüyoruz. Dahası var. Savaş yıllarında Osmanlı idaresi ve daha sonra erken Cumhuriyet idaresi, yurt içi gönderilerinde Türkçeden başka dil kabul etmemiş. Yurt dışına gidecek olanlara da en azından ülkeyi Türkçe de yazmak zorundasınız. Eskisi gibi Ermenice, Rumca, hatta Arapça kullanımına izin verilmiyor. 
    Antiye koleksiyonunuz siyasi tarih de anlatıyor öyleyse!

    İyi tasarlanmış bir koleksiyon, tarih kitaplarında bulamayacağınız bilgiler sunar. Birinci Dünya Savaşı sonrasından bir örnek vereyim. Bildiğiniz gibi, çoğu Osmanlı toprağı işgal ediliyor. Fakat İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar işgal bölgelerindeki postanelerde kalan Osmanlı zarf, pul ve antiyelerini kullanmaya devam ediyor. Hem de kimi toprakları kendi ülkelerine bağlanmış saydıkları halde! İtalyanların 1919’da asker çıkardığı Akdeniz Bölgesi’nden ilginç bir örnek göstereyim: Antalya’dan Milano’ya gönderilen 10 paralık bir Kızkulesi kartı. O tarihte Osmanlı yurt içi tarifesi 1 kuruş olmuştu. Karta eklenen 30 paralık pullarla birlikte ödenen toplam ücret 1 kuruş! Demek ki İtalyan işgal kumandanlığı, Antalya-İtalya hattında yurt içi tarifesi uygulamış. Bu antiye kullanımı, İtalya’nın işgal ettiği Osmanlı topraklarını kendine bağlanmış saydığının somut bir kanıtı. Kartın üzerinde herhangi bir İtalyan posta malzemesi olmaması da gayet ilginç. Kartın kendisi Osmanlı ürünü, eklenen pullar da öyle. Tarife Osmanlı tarifesi. Kullanılan damga bile Osmanlı yapımı! Belli ki İtalyanlar kartın yollandığı 30 Temmuz 1919’da henüz kendi posta damgalarını yaptırmamış. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’nı 1918’de kaybetti. On yıl sonra bile elinden çıkan topraklarda Osmanlı pullarının kullanıldığını görüyoruz. 
    İşgal yılları başlı başına bir koleksiyon sahası olabilir mi? 

    İşgallerle ilgili iki koleksiyonum var. Biri işgal antiyeleri. Çok daha geniş olan öbürüyse işgal fiskalleri. Osmanlı Devleti kaybettiği topraklardan çekilirken geride posta malzemesi bıraktığı gibi fiskal pulları da bırakmış. İşgal güçleri, mahkeme, tapu dairesi, maliye gibi Osmanlı devlet dairelerinde yüklü miktarlarda fiskal pulu bulmuş. Kendileri de çeşitli işlemler için hemen vergi toplamak istiyor. O ortamda kendi ülkelerinden pul sipariş etseler hemen gelme imkânı yok. Pratik bir çözüm olarak el koydukları Osmanlı fiskal pullarını kullanmışlar, bazen oldukları gibi ama genellikle sürşarjlayarak. Örneğin, Bağdat’ta İngiliz işgal güçlerinin işlettiği mahkemeler sunulan dilekçelere, Osmanlı sabit damga pulu üzerine “İngiliz Askeri Mahkemesi” sürşarjlı pullar yapıştırılmasını şart koşmuşlar… Birinci Dünya Savaşı başlamadan da benzer uygulamalar görüyoruz. Osmanlı’nın toprak kayıpları 1914’te başlamamış! Trablusgarp Savaşı sürerken İtalya, Onikiadalar’ı işgal ettiğinde bulduğu birçok Osmanlı malzemesini kullanmış. Rodos Eytam (Yetimler) Sandığı’nın 1912 tarihli bir işlemini belgeleyen örneğe “İtalyan İşgal Kumandanlığı / 10 para” şürşarjı vurulmuş Osmanlı sabit damga pulu yapıştırılmış. Bu pulların belgelediği vergi, Osmanlı tebasının Osmanlı borçlarını ödemek için kısmen çeşitli fiskaller yoluyla ödediği Düyûn-ı Umûmiye vergisi! Demek ki, işgal edilen topraklarda kalan halklar, Düyûn-ı Umûmiye vergisi ödemeye devam etmiş. Başka biçimde ifade edeyim. Osmanlı borçlarını sadece Osmanlı tebası ödememiş. Osmanlı tabiyetini kaybedip bir başka ülkenin tabiyetine geçen halklar da bu borçların ödenmesine katkı sağlamış.  
     
    Bütün bu bilgileri topladığınız kaynaklardan mı çıkartıyorsunuz?

    Tarihî araştırmalardan, fiskal kataloglarından, işgal bölgelerinde çıkartılan kararnamelerden de yararlanıyorum. Antalya’nın hangi tarihte işgal edildiğini, Onikiadalar’da İtalyan işgal yönetiminin mahkeme sistemini kontrolüne aldığını başka kaynaklardan biliyoruz. Ama Antalya’da posta idaresinin nasıl çalıştığı, Rodos’ta halktan ne vergiler toplandığı gibi detaylar gördüğümüz malzemeden çıkıyor. Verdiğim bilginin bir bölümünün kaynağı, belgelerin kendileri.
     
    İşgal konulu malzemeyi daha çok nerelerde buluyorsunuz? 

    Tek tük Türkiye’deki müzayedelere çıkan parçalar oluyor. Çıkanların yüzde 80’i de Yunan işgal malzemesi. Çünkü belgeler Türkiye’de yaşayan ya da nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a yollanmış olsa bile Türkiye’de akrabası olan insanlara verilmiş. Diğer malzemeler yurt dışında çıkıyor. Genel bir işgal koleksiyonu yapmak çok zor. İşgal belgeleri genellikle işgalci ülkelerin koleksiyoncuları tarafından toplanmış ve toplanıyor. Müzayedelerde kataloglara Osmanlı-Türkiye pulu ya da belgesi olarak konmuyor. Arnavutluk, Yunanistan, İtalya, Suriye, Irak, Filistin vs. malzemesi olarak konuyor. Mantık şu: Üzerine başka bir rejimin sürşarjı vurulan pulun Osmanlıyla bir ilişkisi kalmıyor. 

    Uluslararası sahada düşündüğünüzde işgal koleksiyonunuz için iyi bir koleksiyon diyebiliyor musunuz?

    Bazı bölgeler için diyebiliyorum. Suriye koleksiyonum çok güçlüdür, çünkü çok ileri erken dönem Suriye fiskal koleksiyonu yapan iki kişinin koleksiyonu bana geçti. Yunan işgal koleksiyonum da güçlüdür. Ama Irak için bunu söyleyemiyorum. Benim ki de iyi ama ama daha iyilerini yapmış Arap koleksiyoncular var. Arnavutluk koleksiyonum zayıf çünkü malzeme az. Çekilen Osmanlı güçleri orada çok az fiskal bırakmış. Bulunan seçkin malzeme de Arnavutluk fiskal koleksiyonlarında. İtalyan işgal koleksiyonum güçlü fakat İtalya’da daha ileri koleksiyonlar var… Bir koleksiyon oluştuğu zaman içindeki malzemenin tekrar piyasaya çıkması 60-70 yıl sürebiliyor. Benim koleksiyonumun ana özelliği, Türkiye’nin ve Osmanlı coğrafyasının bütün işgal bölgelerini kapsaması. Hepsinden örnekler var elimde. Fırsat çıktıkça genişletmeye çalışıyorum. Ama zor bir saha. Bazı malzemenin o kadar taliplisi oluyor ki bütçem yetmeyebiliyor. 

    Malzemeyi bir araya getirme nedeniniz farklı olsa da koleksiyonlarınızdaki malzemeler Osmanlı’nın yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu geçiş dönemine ait. Bu belgeler bize o dönemde yaşanan dönüşüme dair de ipucu verebilir mi? 

    Elbette. 1910’lu yıllarda devletin yansıtmaya çalıştığı kimlik de vermek istediği mesajlar da değişiyor. 1914 antiyelerinde pul tuğralı mesela. 1916’da tuğra yok, yerine ayyıldız konmuş. Ayrıca soyut bir şekil yerine bina resmi görüyoruz. 

    Neden?

    Konu başka bağlamlarda araştırılmıştır ama posta malzemesi bağlamında araştırılmışsa ben bilmiyorum. Ayyıldızın öne çıkması, milliyetçilik duygularının kabarmaya başladığının bir göstergesi olmalı. Tuğranın kalkması da imparatorluk çökerken padişahın yegâne ve mutlak güç olmaktan çıktığını, otoritesinin iyice zayıfladığına işaret ediyor. Çöküş yıllarında saltanatın son bulması gerektiğini düşünen insanlar var. Mustafa Kemal ve kurmayları Osmanlı hanedanının işlevini yitirdiğini aralarında konuşuyorlar. Öyleyse Osmanlı antiyelerindeki görsel değişimi, kurulacak yeni devletin bir habercisi olarak yorumlayabiliriz. Anlaşılan, Avusturya’ya kart siparişi veren İstanbul’daki Posta İdaresi’nde bile yeni düşüncelerin etkisinde olan yetkililer vardı. 

    İlk Osmanlı antiyesinin tarihi ne?

    1869. İlk posta pullarından altı yıl sonra ilk antiyeleri çıkarmışlar. Üç değerli bir zarf serisi. Antiyeden önce pulsuz posta kartları çıkarıp postanelere dağıtmışlar. 

    Antiye toplamaya başlarken nihayetinde ulaşmak istediğiniz hedef neydi?

    Damgasız posta pulu koleksiyonumun yanına damgasız bir antiye koleksiyonu koyacaktım. Antiyeyi posta pulunun uzantısı olarak gördüğümden başlangıçta bu hedef bana doğal geldi. O tarihlerde damgalı Osmanlı ve Türk posta pulu toplamayı bırakmıştım. Dolayısıyla ilk etapta damgalı antiye toplamayı düşünmedim. Ama Goodsell koleksiyonundaki damgalı parçalar ilgimi çekiyordu. Çok geçmeden damgasız antiyelerin yanına birer de damgalı yerleştirmeyi kafama koydum. Ondan sonrası malum. Antiyelerin üzerindeki damgaların ne işlev gördüğünü araştırmaya başladığım zaman bir kısmının posta, bir kısmının sansür damgası olduğunu, bir kısmının reklam amacı taşıdığını, bazısının esirler tarafından kullanıldığını, vs. farkettim. Kartların değişik kullanımlarını göstermek için birden fazla kullanılmış almaya başladım. 

    O zaman mı konu posta tarihine dönüşmeye başladı?

    Giderek antiye koleksiyonum posta tarihinin çeşitli alanlarına uzandı. İyi bir antiye koleksiyonu yapmanın zor tarafı nöf örnekler (kullanılmamışlar) toplamak değil. Birçok yönden tarihi aydınlatanlar postadan geçmiş olanlar. Bunları toplamak bilgiye bağlı, yaratıcılık gerektiriyor. Nöf antiyelerin nadirleri var tabii. Ama bir ekonomi tarihçisi olarak beni daha çok ilgilendirenler postadan geçmiş örnekler. 

    Antiye de mesleki olarak ilgilendiriyor mu sizi?

    Antiyeden mesleki açıdan yararlı bilgiler çıkarıyorum, ama fiskalden ve özellikle de fiskalli belgeden kat kat daha fazla öğreniyorum. 

    Tarihe ilginizin çok erken yaşlarda başladığını söylemiştiniz. Ancak üniversitede ekonomi eğitimi almayı tercih etmişsiniz. Neden tarih okumak istemediniz? 

    Tarihe ilgim hiç kaybolmadı. Ancak lise eğitimim beni başka sahalara da yönlendirdi. O zamanki adıyla Robert Kolej’de okurken fen dalını seçtim. Orhan Nebioğlu adlı çok kabiliyetli bir kimya hocamız vardı. Onun dersinde kimyaya merak saldım. Lise son sınıfta ayrıca organik kimya okudum. Princeton Üniversitesi’nde lisans eğitimi almak için ABD’ye giderken amacım kimya ya da kimya mühendisliği okumaktı. Amerikan liberal yüksek eğitim sisteminde ana dalınızın dışından da dersler almanız gerekiyor. Danışmanım sosyal bilimlere, ‘Ekonomiye Başlangıç’ dersiyle başlamamı önerdi. “Herkesin ekonomi bilmesinde yarar var.” sözü hâlâ aklımda! Ders almaya başladıktan sonra ekonomiyi son derece ilginç buldum. Ekonomi prensiplerini öğretmek için işlenen konuların içinde tarihi olaylar ve akımlar vardı. Tarihin seyrinde ekonominin önemli rol oynadığını, ekonomi biliminin de uzun süreçleri anlamaya yarayacağını sezdim. Daha ilk sömestrim bitmeden kimyadan ekonomiye geçmiştim. 

    Tarihe ilginizi devam ettirebildiniz mi peki?

    Çok değerli tarihçilerden dersler aldım. Charles Issawi’nin verdiği bir Ortadoğu Ekonomi Tarihi dersi dışında hiçbirinin Türkiye ya da Türkiye’nin içinde bulunduğu geniş coğrafyayla ilgili olmadığını belirteyim. Bu, bilinçli bir karardı. Zaten Osmanlı ve Türk tarihini öğrenmeyi sürdürecektim. Kalan dünyayı daha iyi anlamak için Çin, Rusya ve Batı Avrupa’yla ilgili tarih, sosyoloji ve politika dersleri seçtim. Bu seçimlerin çok isabetli olduğunu düşünüyorum. Daha sonra yaptığım çalışmalara da yararları oldu. 

    Nasıl bir yarardan söz ediyoruz? 

    Diğer coğrafyaların geçirdiği süreçler beni Osmanlı’yla, Türkiye’yle ve İslam Dünyası’yla ilgili yeni sorular sordurmaya yöneltti. Başka coğrafyalarda yaşanan kimi süreçlerin, Doğu Akdeniz’de, Orta Doğu’da, Osmanlı’da, Türkiye’de karşılığı olmadığını görmek, kafamda bir sürü soru işareti belirmesine yol açtı. 

    Osmanlı’yla ilgili açığı nasıl kapattınız?

    Okuyarak ve yazarak, yazarken hatalar yaparak, daha derine inmeyi hedefleyerek, zamanla daralttığımı sanıyorum. Kapatmak mümkün değil tabii. Buna ömür yetmez. Ders almadığım hocalarla yıllar sonra irtibat kurdum. Uzun uzun yazıştığımız oldu. Asistan profesörlük ve doçentlik yıllarımda bana zaman ayıranlar oldu. Yazdığım makaleler hakkında yapıcı tenkitler yaptılar, bilmediğim kaynaklara ulaşmamı sağladılar, daha iyisini yapmaya özendirdiler. 

    Bu isimler Türk müydü Amerikalı mı?

    Amerikalılar da vardı Türkler de. 2018’de vefat eden Bernard Lewis, öğrencilik yıllarımda Princeton’daydı. Irak merkezli Orta Çağ iktisat tarihçisi Avram Udovitch de Princeton’un kadrosundaydı. Her ikisiyle de 1977’de Princeton’dan ayrılmamdan çok sonra, 1980’li ve 1990’lu yıllarda, defalarca görüşmek nasip oldu. 2014’te kaybettiğimiz Talât Halman da ben orada okurken Türk Edebiyatı dersleri veriyordu. Öğrencilik yıllarımda Talât Hoca’dan yakın ilgi gördüm. Bizim coğrafyamız dışındaki coğrafyalar hakkında ders almamı olumlu buldu, hatta teşvik etti. Bu yoldan Türk düşününe yeni perspektifler kazandırılabileceğini vurguladı. 

    İktisat tarihine geçişiniz ne zaman oldu?

    Doktoradan sonra. Doktora eğitimimi 1977-82 yıllarında Stanford Üniversitesi’nde aldım. Başlangıçta amacım kalkınma ekonomisi çalışmaktı. Kalkınmanın önündeki engellerin tarihi nedenleri üzerine yoğunlaşmak istiyordum. Ama o yıllarda ekonomi tarihi, ekonomi disiplininin az prestijli sahalarındandı. En prestijli saha da teoriydi. Eserlerini beğendiğim, Nobel ödüllü Kenneth Arrow’nun asistanı olmuştum. Onunla çalışıp teori geliştirme konusunda eğitim almaya karar verdim. ‘Nasılsa ilgileniyorum, tarih konusundaki açığı ilerde kapatırım.’ diye düşündüm. Arrow’dan çok şey öğrendim ama doktora yıllarımda bölümümdeki ekonomi tarihçileriyle yakın ilişkiler kurmamam, meslek hayatımın en vahim hatalarından biri oldu. O yıllarda Stanford’un kadrosunda çok değerli ekonomi tarihçileri vardı. Maalesef, yalnızca birinden ders aldım. İktisat tarihini alt disiplinlerimden biri yapmamış olmaktan hep pismanlık duydum. Bereket ders almadığım hocalarla, özellikle de Paul David ve Gavin Wright’la, mezuniyetimden sonra çok görüştüm, eserlerini defalarca okudum. Onlar da, sağolsunlar, hatamı hiç yüzüme vurmadılar. En parlak öğrencilerine gösterdikleri yakınlığı benden esirgemediler. 

    Koleksiyon başlıklarınızın şekillenmesiyle akademik çalışmalarınızın yön değiştirmesi arasında nasıl bir ilişki var?

    Önce akademik çalışmalarım yön değiştirdi. Doktoramı aldıktan sonra, genel olarak iktisat tarihine ve siyaset tarihine dönmeye başladım. Asistan profesörlüğümün ilk yıllarında bir yandan da İslam finansı ilgi alanıma girdi. İslam bankacılığı, daha emekleme döneminde olmasına rağmen ses getirmeye başlamıştı. Ekonomi derslerimde, lisans yıllarımda aldığım Issawi’nin Orta Doğu Ekonomi Tarihi dersinde bile, dinle finans arasında bir bağ belirmemişti. İslam finansı, İslam bankacılığı, İslam ekonomisi nedir, öğreneyim diye İslam iktisatçılarının eserlerini okumaya başladım. Çok geçmeden okuduğum çağdaş İslamcı yazarların bazı kilit konuları yanlış algıladığı kanaatine vardım. Ekonomi kavramlarını ve önerdikleri kurumları eleştiren yazılar yazdım. Bu konuda birkaç makalem çıktıktan sonra saptadığım eksikliklerin ve kopuklukların, çoğu Hindistanlı ya da Pakistanlı olan bu yazarların tarih bilmemesinden, özellikle de geçmişteki kurumların işlevlerini anlamamasından kaynaklandığı sonucuna vardım. İşte o noktada yoğun olarak ekonomi tarihine girmem gerekti. Aynı dönemde koleksiyonculuğum da kabuk değiştirdi. Damgasız posta pulundan posta tarihine ve genel olarak tarihi belgelere yönelmeye başlamam aynı yıllarda gerçekleşti.  

    Yıl verebiliyor musunuz?

    1984-85 yıllarında antiye ve fiskal toplamaya başlayarak koleksiyoncu olarak bir anlamda yeniden doğdum. Tam o yıllarda mesleki kimliğim de değişiyordu. Tarihe kayıyor, İslam hakkında yazıyor, Osmanlı, Orta Doğu ve Türkiye merkezli literatürleri takip ediyordum. Mesleki kimliğimle koleksiyoncu kimliğim aynı yıllarda dönüşüm geçirdi. Dönüp geriye baktığımda iki dönüşümün birbirini desteklediğini ve birbiriyle uyuştuğunu görebiliyorum. 

    Doktora yıllarınızda, bir süre Amerika’da çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönmeyi planladığınızı söylemiştiniz. O karardan ne zaman vazgeçtiniz?

    1980’e kadar, babam gibi, ABD’deki eğitimim bitince Türkiye’ye dönmeyi hedefliyordum. O yıl bir Amerikalıyla evlendim. Eşim Wendy de Türkiye’de iş bulacaktı. O yılın sonlarında gerçekleşen askeri darbe planımızın değişmesinde önemli rol oynadı. Akademisyenler tutuklanıyor, işten çıkarılıyordu. Doktoramın bitmesinden bir yıl önce, 1981’de, ABD asistan profesör piyasasına girip girmemeye karar vermem gerekiyordu. Üniversitelerin aday değerlendirme ve işe alma süreci doktora bitiminden bir yıl önce başlıyor, altı ay sürüyordu. Babamla, Ercüment amcamla ve çoğu Boğaziçi Üniversitesi’nde görevli başka akademisyenlerle görüştüm. Büyük çoğunluğu, “Türkiye’ye dönmek için uygun bir zaman değil. Amerika’da iyi bir üniversitede iş bulabilirsen bu dönemi orada geçirmen yararlı olacaktır.” dedi. İş buldum ve eşim Stanford’da İş İdaresi (Business) Master eğitimine başladı. Birkaç yıl böyle geçer, sonra Türkiye’ye gideriz diye düşünüyorduk. Ama gidiş planı tekrar tekrar ileriye atıldı. ABD’de akademik araştırma olanakları Türkiye’ye göre daha zengin. Proje finansmanı bulmak daha kolay. Genç akademisyenlere de asistan veriyorlar, deneyimli profesörler yol gösteriyor. Finansmanlı projelere başlayınca, finansman sürdürmek için üretken olmayı gerektiren bir sistemin içine girmiş oldum. Sonra asistan profesörlük süremin bitiminde daimi kontrat (tenure) alıp doçentliğe terfi etmeyi bekledim. Bu arada ilk çocuğumuz doğdu. Bir de baktık ki Amerika’daki çevremiz genişlemiş, mesleki ve sosyal bağlantılarımız artmış. Doktoradan 8-10 yıl sonra temelli olarak ABD’ye yerleştiğimizi kabul ettim. Türkiye’ye sık sık gidecek ama daimi adresimiz ABD’de olacaktı. 

    En önemli başlıklarınızdan biri de fiskal! Koleksiyon başlıklarınızı genişletmek için mi, hobinizle mesleğiniz arasında bağlantı kurmak için mi fiskal toplamaya başladınız?

    İkisi de rol oynadı. Bunlar birbirini destekleyen amaçlar. Fred Goodsell koleksiyonu içinde dağınık birtakım fiskaller vardı. Tek tük belgeler de vardı. O zamana kadar fiskalin ne olduğunu tam anlamıyla bilmiyor, gördüğü işlevlerin zenginliğini kavrayamıyordum. Belgeleri inceledikçe aydınlanmaya başladım. Koleksiyoncu olarak arayış içerisindeydim. Akademisyen olarak da tarihe ve çocukluk ve gençlik yıllarımın coğrafyasına dönmekteyim. Fiskal toplamaya başlamam iki dönüşüme birden katkı sağladı.

    Fiskal nedir? 

    Kısaca, bir vergiyi ödediğinizi ya da bir bağış yaptığınızı belgeleyen pul. Vergi kanıtlayan fiskal pullarını devlet daireleri ya da yarı-resmî kurumlar çıkarıyor. İane makbuzu işlevi gören fiskal pullarınıysa resmî ya da yarı-resmî kurumlar yanında özel kurumlar da çıkarıyor. Devlet dairesine tapu dairelerini örnek verebiliriz. Kızılay da yarı-resmî kurumların örneği. Özel kurumlar da fiskal çıkarabiliyor. Sağır-Dilsizler Derneği, Erzurumspor, Yardım Sevenler Derneği… Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

    Neden özel bir pula ihtiyaç duyulmuş? Vergi ödeyene ya da bağış yapana neden pul veriliyor?

    Ana amaç, görevlinin tahsil ettiği parayı cebine indirmesini engellemek! Pul stoku memura sayılarak veriliyor, kaydı tutuluyor. Görevli, belgelere yapıştırdığı pulların karşılığı olan parayı kuruma vermek zorunda. Satılmayan pulları da kuruma iade etmesi gerekiyor. Satılan bir pul, tekrar kullanılmaması için, belgeye yapıştırıldıktan sonra damgalanarak ya da imzalanarak iptal ediliyor. Mektuba yapıştırdığınız posta puluna uygulanan işlemin aynısı. 
     
    Osmanlı Devleti bu sistemi hangi tarihte başlatıyor?

    Belediyelere ait yapışkanlı ve tırtıllı ilk fiskal pulları 1860’lı yılların tarihini taşıyor. Saray ise, 1870’li yıllarda padişah adına fiskal pulları çıkartmaya başlıyor. Düyûn-ı Umûmiye İdaresi’nin katkısı var Saray’ın sisteme geçişinde. 

    Nasıl bir katkı bu?

    Son dönem Osmanlı yönetimi, güçlü Avrupa ülkelerine borçlarını ödeyemediği için bazı vergi kalemlerini bu ülkelerin kontrolündeki Düyûn-ı Umûmiye İdaresi’ne devrediyor. Düyûn-ı Umûmiye de, Osmanlı vergilerini daha sağlıklı toplayabilmek, kayıpları azaltabilmek için Osmanlı fiskal uygulamasını yerine oturtuyor. Çeşitli işlemler için tarifeler çıkartıyor. Saray bu sayede sistemi öğreniyor, Düyûn-ı Umûmiye’nin kontrolü dışındaki işlemler için çeşit çeşit pullar çıkartıyor. Dünyada Osmanlı kadar fiskal çeşidi çıkarmış ülke yok!

    Neden?

    Osmanlı Devleti’nin gelir ve servet vergisi toplama becerisi çok zayıf. Ekonomi biliminin terminolojisiyle söylersek devletin mali kapasitesi düşük. Bu nedenle, mali kapasitenin büyütülmesi için kurumsal önlemler alınırken çok farklı başlıklar için hizmet vergileri alınmış. Devlet, Düyûn-ı Umûmiye’nin de yardımıyla becerebildiği her kalemden vergi toplamış. İşte bu yüzden üretilen fiskal pulu sayısı çok yüksek.

    Fiskal öncesinde hizmet ücreti toplanırken kontrol nasıl sağlanıyor?

    Bu soruyu tapu belgeleri üzerinden yanıtlayayım. 19. yüzyıl ortalarına kadar tapu dairesi bir taşınmazın kimin mülkiyetinde olduğunu boş kâğıda yazıyor ve şahitler belgeyi imzalıyor. Sonra, yüzyıl ortalarında, tuğralı ve “Tapu Senedi” ibareli kağıtlar çıkarılıyor, tapu dairelerine dağıtılıyor. Bu tuğralı tapu kağıtları imparatorluk sathında kullanılmış. Tapudaki tuğra, mülkiyet hakkının padişah tarafından sağlandığını simgeliyor. Mal sahibine, ‘tapunu veren benim!’ mesajını veriyor. II. Abdülhamit dönemine ait üçüncü örnek yine tuğralı. Ama formda memurun kaydetmesi gereken detaylara ayrılmış alanlar var. Demek ki bürokrasi modernleşmeye başlamış. İlk iki tapu örneğinde hangi bilginin kaydedilmesi gerektiğine ilişkin bir standart yoktu. Bir memurun kaydettiğini diğerinin atlaması mümkündü. Tapuyu inceleyen kişi de, aradığı bir bilgiyi bulmak için bütün belgeyi okumak zorundaydı. 1898 tarihli belgede, memurun neyi doldurması gerektiği apaçık; bakanın da aradığı bilgiyi bulması kolay. 
     
    Tapularda ilk fiskalli örnekleri ne zaman görüyoruz?

    19. yüzyıl sonlarında! 1901 tarihli dördüncü örnek pullu, ama pul tapu pulu değil. Tapu pulu henüz çıkarılmamış. Şeklen değişmiş, tuğrasız ve vilayet antetli forma bir muhacirler ianesi pulu yapıştırılmış. 

    Neden? 

    İmparatorluk hızla toprak kaybediyor. Elden çıkan yerlerde yaşayan Türkler var. Baskıya, kıyıma uğruyorlar. Bir bölümü bunun sonucunda perişan halde Türkiye’ye kaçıyor. Onları beslemek, bir yere yerleştirmek gerekiyor. Devletin kaynakları kıt. Bazı işlemlerden muhacir ianesi almaya başlıyor. 1909’dan başlayarak tapu işlemlerine belirli bir tarifeye göre tapu pulu yapıştırılıyor. 1916 tarihli beşinci örnek hem tapu, hem Düyûn-ı Umûmiye pullu. Tapu yine 1850 öncesindeki gibi boş kağıda kaydedilmiş. Birinci Dünya Savaşı sürerken devletin çıkardığı birçok belgede aynı durumu görüyoruz. Felaketler, yokluklar dönemi. Form stoku tükenmiş; devlet stoku yenileyemiyor. Ama bir şekilde devletin çarkları dönmeye devam ediyor; idare ediyorlar. Son örnek de Cumhuriyet döneminden, 1930 tarihli bir tapu karnesi. Bunda da devletin damga pulu var, karnenin bir iç sayfasına yapıştırılmış, Latin harfli bir damgayla karneye bağlanmış. 
     
    Pul öncesi dönemde bir tapu işlemi için ne kadar vergi alındığını evraka bakarak anlayabiliyor muyuz? 

    Hayır! Kaydı başka yerde. Şahitler vasıtasıyla devlet verginin eksiksiz kendisine devredilmesini sağlamaya çalışıyor ama sistem yolsuzluğa müsait. Memur dürüst değilse, miktarı düşük kaydediyor, farkı cebine atıyor. 

    Örneğini gördüğümüz belgeler bugüne dek tarih çalışmalarında kaynak olarak kullanılmış mı? 

    Görselli iki tapu tarihi kitabı var ama bildiğim kadarıyla konuyu burada verilen perspektiflerden detaylı olarak inceleyen bir çalışma yok. Komple bir koleksiyonu yapılmışsa da ben bilmiyorum. Tapu ucuza toplanabilecek bir malzeme türü. Bazı müzayedeciler, satılmıyor diye koymuyor bile. 1990’lı yıllarda gittiğim sahafların ve efemeracıların ‘Bunlar sana yaramaz!’ diye tapu göstermekten çekindiği olmuştu. Israrla görmek isterdim, çünkü çeşit çok fazla. Müzayedelerde nadir bir tapu formu, ‘Osmanlı belgesi’ başlığıyla satışa çıkabiliyor. Önemini keşfetmek koleksiyoncuya kalıyor. Bazı bölgelerin, örneğin Filistin’in, Osmanlı tapularını bulmak zordur. Politik nedenleri var tabii. Ayrıca toplayanı çok. İsrail’de koleksiyonculuk kültürü Türkiye’ye göre daha gelişmiş. Bu gibi incelikleri toplayarak, piyasayı takip ederek, koleksiyoncu arkadaşlarla konuşarak ve tabii okuyarak öğreniyorsunuz.  

    Fiskal pulu ne zamana kadar kullanıyor? 

    Finansal işlemlerin dijital ortama geçmesiyle fiskal pulunun işlevi hemen hemen ortadan kalkıyor. Denetimin kolaylaşmasıyla pula pek gerek kalmıyor. Tek tük bugün bile kullanıldığı alanlar var. Türkiye’ye bir sınır kapısından giriş yapan yabancıya verilen vize, pasaportuna yapıştırılan vize puluyla belgeleniyor. Turistin ödediği ücret pulu üzerinde yazılı. Bir Türk vatandaşı yurt dışına çıkarken de harç pulu almak zorunda.

    Pulun yegâne varlık sebebi denetimi sağlamak mı?

    Resmî fiskal pullarının şahıslara da sunduğu bir hizmet var. Aralarında gerçekleştirdikleri bir işlemin belgesini, fiskal puluyla resmîleştiriyorlar. 
     
    Şahıslar kendi aralarında ücretsiz bir akit düzenleyebilecekken neden devlete para ödemeyi seçiyor?

    Çünkü devlet diyor ki, sözleşmenin devlet nezdinde değer taşıması, vergisinin ödenmesine bağlı. “Vergi öderseniz ben sözleşmenizi geçerli sayarım. Aranızda anlaşmazlık çıkarsa mahkemede delil olarak kullanabilirsiniz. Belirlediğim vergiyi ödememişseniz, o belge geçersiz olur.” Dolayısıyla taraflar anlaşmazlık durumunda sıkıntı yaşamamak için vergi ödemeyi kabul ediyor. Bunu da resmî fiskal puluyla yapıyorlar. 1902’den bir örnek vereyim. 41.594,50 kuruşluk bir işlemin belgesi. Belgeye taraflar 40.001 ilâ 45.000 kuruşluk işlemlerin resmîleştirilmesi için çıkarılan 22,5 kuruşluk bir Osmanlı oransal (nisbî) damga pulu yapıştırmışlar. Yapışkanlı fiskal pulları 1860’lı yıllarda kullanılmaya başlamış ama bir önceki on yılda, ücret karşılığında şahıslara satılan matbu pullu kağıtlar mevcut. Hepsinde ayrıca soğuk damga var. Bu gibi matbu pullu kağıtlara varaka-i sahiha deniyor. Varaka-i sahihalar, çeşitli değer aralıklarındaki işlemler için çıkarılmış. 1869’dan çok yüksek değerli, 462.644 kuruşluk bir işlem kaydedilmiş. Üzerindeki 150 kuruşluk pul, 450.001 ilâ 500.000 kuruşluk işlemlerin vergisini ödüyor. Bildiğim kadarıyla bu parça, bu tür pullu 150 kuruşluk kağıdın tek komple örneği. Matbu fiskal pullu kağıtların atası da yine soğuk damgalı ve değerin metinle belirtildiği kağıtlar. 1850’de Üsküp’te kullanılmış 20 paralık belge de buna örnek olabilir. Bir posta tatarı, atlarla ilgili işlemini resmîleştirmek için kullanmış. 
     
    Varaka-i sahihada pul olmasa da fiskal kategorisinde değerlendiriyorsunuz. Neden? 

    Matbu fiskal pullu, değerli kağıtların öncüsü düz metinli kağıtlar. Bunlar da soğuk damgalı. Düz metinli değerli kağıtlarla matbu pullular aynı işlevi görüyor. Bir varaka-i sahiha alırken üzerinde yazılı değeri ödüyorsunuz. İşleminizi kâğıda yazıyor, bu yoldan devlete işlemin vergisini ödüyorsunuz. Soğuk damgalı kağıtlardan önceki sözleşmelerde devlete vergi ödendiğine ilişkin bilgi de bulunmuyor. İşlem kaydedilmiş ama devlete vergi ödenmişse belgede kayıtlı değil.
     
    Dünya üzerinde, Osmanlı harici coğrafyalarda o tarihlerde bu tür işlemler vergilendiriliyor mu?

    1620’li yıllarda İspanya’da ve Hollanda’da matbu fiskalli kağıtlar çıkarılıyor. 1700’lere gelmeden Fransa ve İngiltere de sistemi uygulamaya başlıyor. İlk yapışkanlı fiskal pulunun ortaya çıkması da 1797’de, İngiliz hakimiyeti altındaki Hindistan’da gerçekleşiyor. İlk posta pulunu İngiltere’nin çıkarmasından nerdeyse yarım asır önce. Demek ki bu vergilendirme sisteminin Osmanlı Devleti tarafından benimsenmesi Avrupa’ya göre çok geç. Matbaadaki gecikme gibi fiskalde gecikme iki yüzyılı aşıyor.

    Düz metinli varaka-i sahihalar Osmanlı fiskal kataloglarında var mı? 

    Osmanlı ve Türkiye fiskal koleksiyonculuğu hâlâ emekleme çağında. Bunlar fiskal kataloglarında yok. Bence en güvenilir fiskal kataloğu Amerikalı William McDonald’ın hazırladığı Revenues of Ottoman Empire and Republic of Turkey. Orada bile düz metinli varaka-i sahihalar listelenmiyor. Ciddi bir koleksiyonunu 1998’de genç yaşta vefat eden ve ana sahası kartpostal olan çok değerli koleksiyoncu Herman Boyacıoğlu yapmış ama ömrü yetmediği için geriye bir araştırma bırakamamış. Düz metinli değerli kağıtlar şöyle dursun, Osmanlı ve Türk fiskalli belgeleri gerektiği biçimde etüd edilmiş değil. Ben, mümkün olduğu kadar topluyorum. Şimdi üzerinde çalıştığım kitaplar bittiğinde Osmanlı’da finansal ve ekonomik modernleşme konusunda bir kitap yazmayı ümit ediyorum. Ona sıra gelirse elimdeki belge koleksiyonundan çok yararlanacağım. Ama resmi arşivlerin dışında, özel koleksiyonlarda bulunan belgelerdeki bilgileri bir araya getirmek bir kişinin yapabileceği bir iş değil. Yüzlerce kişinin işi ciddiye alıp bu malzemeyi araştırması gerekir. 

    Boyacıoğlu koleksiyonuna ne oldu?

    Benim fiskalde ağırlığı belgeye vermeye başladığım yıllarda ünlü pul tüccarı Yaşar Temiz’in müzayedelerine fiskal dolu defterler konurdu. Bir bölümü bana nasip oldu. İçlerinde ufak boyutlu belgeler de olurdu. Yıllar sonra bazılarının gayet nadir olduğunu anladım. O tarihlerde Herman Bey’in bütün fiskal stokunu Salih Kuyaş satın almış. Stokta fiskal pulu da var fiskalli belge de. Salih Bey yaşlanıyor tabii. Alıcısı yok diye en nadir parçalar dışında hepsini toptan Amsterdam’da oturan fiskal koleksiyoncusu ve tüccarı Haluk Bakır’a sattı. Tesadüfe bakın ki Haluk, Saint Joseph’ten arkadaşım. Dokümanla ilgilenmediği için Boyacıoğlu koleksiyonundakilerin içinden seçerek almama izin verdi. 15 yıllık bir zaman diliminde Amsterdam’a defalarca gidip Boyacıoğlu belge stokunu tekrar tekrar inceledim. Ve o stoktan 2 bin 500 kadar seçme belge, peyderpey bana geçti. Salih Bey’in ayırdığı nadir ve kıymetli parçalar da 1990’lı yılların sonunda benim koleksiyonuma girdi. Bunlara Osmanlı Devleti’nin çıkardığı, 10 para ilâ 1000 kuruş değerli fevkalade nadir ilk fiskal serileri dahil, eksiksiz olarak.  

    O tarihlerde bu malzemeyi tarihi vesika olarak kullanan başka kimse var mıydı?

    Bildiğim kadarıyla özel fiskal koleksiyonlardaki belgeleri düzenli olarak çalışmalarında kullanan tek akademisyen Atom Damalı’ydı. Onu da ODTÜ’den ayrıldıktan sonra yaptı. Damalı, Cumhuriyet ağırlıklı ama Osmanlı’yı da kapsayan yüksek nitelikli fiskal koleksiyonları oluşturdu. Yardım kurumlarının pullarını kapsayan bir katalog da çıkardı. Burada akademisyenlerin yoğun olarak kullandığı devlet ve kurum arşivleriyle sözünü ettiğimiz belgeler arasındaki farka işaret edeyim. Fiskal koleksiyonlarına giren malzemenin ana kaynağı müzayedelere çıkan ve efemera tüccarlarına ulaşan şahıs arşivleri. Bu şahıs kökenli malzemeler bir araya geldiğinde devlet ya da kurum arşivlerinde bulunmayan bilgiler tamamlanabiliyor. Resmî arşivlere girmeyen şahıs kökenli malzemenin ciddi koleksiyonunu yapan 15-20 filatelist ya da efemeracı biliyordum, ki çoğu toplama sahasını belirli tür malzemeyle sınırlandırıyordu. Çok yararlı filatelik yayınlar çıkardıkları oluyordu. Ama akademik çalışma yapmıyorlardı. Özel koleksiyonlarda bulunan malzemeler bugün bile akademik çalışmalarda kullanılmıyor.  

    Atom Damalı fiskal koleksiyonu dağıldı mı? 

    2000’li yıllarda Damalı sikkeler üzerinde yoğunlaşmaya başladı. O süreçte fiskal koleksiyonunu sattı. 20 klasörlük yardım kurumları koleksiyonu komple olarak bana geçti. Osmanlı malzemelerinin içinden de 300 kadar parçayı seçerek bir tüccardan alabildim, ki birkaçı hariç hepsi belgeydi. Başkaları da aldı, bir kısmını tüccarlardan, kalanlarını da müzayedelerden. 

    Osmanlı ve Türkiye fiskal koleksiyonculuğu, bu sahaya girdiğiniz yıllardan günümüze nasıl bir gelişme gösterdi? 

    Benim sahaya girdiğim 1980’li yılların ikinci yarısında Osmanlı belgeleri hâlâ kesekağıdına dönüştürülüp manavlara, bakkallara veriliyordu. Milyonlarca fiskal pulu bu yoldan telef olmuş olmalı. Ben o tarihten önce konuyla ilgim olmadığından denk gelmedim ama o kese kağıtlarından bir tanesini Salih Bey bana hediye etmişti. Çok şükür Osmanlı belgeleri eskisi gibi atılmıyor. Esnaf, değerlerini anladı. Müzayedelere konuyorlar, bir şekilde koleksiyonlarda yer buluyorlar. Yeni harfli Cumhuriyet malzemesi için aynı şeyi söylemek zor. Henüz değeri bilinmeyen atılan mazleme türleri var. Tarihi önemi olduğu halde atılan faturalar, makbuzlar, zarflar, karneler vs. oluyor. Ama arayış içinde olan bir sürü genç koleksiyoncu var. Onların Cumhuriyet malzemesine talep yaratmasıyla saklanan fiskalli malzeme oranının artmasını bekliyorum. 
     
    Bir belge üzerinde birden fazla fiskal görmek mümkün. Bir işlemden kaç başlıkta vergi alınıyor?

    İşlemin niteliğine ve zamana göre değişiyor. 1924 tarihli bir mahkeme belgesinde hem sabit damga vergisi, hem oransal damga vergisi, hem Hicaz Demiryolu vergisi ödendiğini gösteren pullar var. 1903’ten başlayarak hemen her finansal işlemden Hicaz Demiryolu için vergi alınmış. Karşılaştığımız Hicaz Demiryolu fiskal pullu belgelerin çok büyük kısmı Anadolu ve henüz imparatorluğun elinde olan Balkanlar’dan. Arap ülkelerinden çok az belge çıkıyor. Fakat savaştan sonra demiryolu hattının büyük bir bölümü Arap ülkelerinde kalmış… Fransız ya da İngiliz kontrolündeki Arap ülkeleri’nde Hicaz Demiryolu vergisi alınması sürmüş. 
     
    Cumhuriyet Hükümeti de Hicaz Demiryolu vergisi almayı sürdürmüş. Bu vergiler nerede kullanılmış?

    Onu bilmiyorum ama 1924 tarihli mahkeme belgesine yapıştırılan bütün pulların Osmanlı pulu olduğuna dikkat edin. Saltanat kalkmış, ama pullarda padişah tuğrası var. Yeni devlet, eldeki stok tükenene kadar yeni fiskal bastırmamış, Osmanlı pullarını devlet dairelerinde kullanmayı sürdürmüş. İmparatorluktan kalan eski formları da kullanmış. Cumhuriyet’in ilk yılları yokluk dönemi. Kaynak israfı olmasın diye stoklar tükenene kadar eldeki formlar ve pullar kullanılmış. Sürşarj yapılmamış olması da dikkat çekici! Bir nedeni masraflı bir iş olması. Pullarla formlar Türkiye’nin her yerinden bir matbaaya getirilecek, kayıtlar tutulacak, malzemeye sürşarj vurulacak ve hepsi tekrar binlerce devlet dairesine dağıtılacak… 

    Hicaz Demiryolu koleksiyonunuz da diğer başlıklarınız kadar hacimli mi? 

    10 klasör tutuyor. Diğer bazı koleksiyonlarım kadar büyük değil ama Hicaz Demiryolu’na gelir sağlamak için çıkarılan pul sayısı da sınırlı. Ana çeşit olarak topu topu 9 pul var. Sürşarjlı varyantlarını ayrı sayarsanız 37’yi buluyor. 

    9 puldan nasıl bu kadar zengin bir koleksiyon oluşturdunuz?

    Bir kere her pul çok çeşitli işlemde kullanılmış. İşlemleri ayrı ayrı göstermek için bir pulun 15 belge örneğini almış olabilirim. İkincisi, tek pul kullanmak yeterliyken bir belgede 10-15 pul kullanıldığı olmuş. Bunu kimlerin yaptığı başlı başına bir araştırma sahası olabilir. Üçüncüsü, bazı desenler 5-6 kez basılmış. Baskı farkları var. Erörlü pullar var. Pulların bir bölümünün ‘muâyeneli’ kaşeli varyeteleri bulunuyor. 

    Neden kaşe vurma ihtiyacı duyulmuş? 

    Bir depodan yüksek miktarda pul çalınmış. Çalınanları geçersiz kılmak için elde kalanlara ‘muâyeneli’ damgası vurulmuş. Muâyenesiz olarak o tarihten sonra işlem görmüş pullar özellikle değerli tabii. Bir de şu var: Hicaz Demiryolu’na gelir sağlamanın tek vasıtası pul değil. Örneğin, aynı amaçla iane makbuzları çıkarılmış. Şahıslardan ve kurumlardan iane makbuzu karşılığında bağış toplanmış. Kurban derileri toplanmış, o da özel makbuzlarla belgelenmiş. Bu makbuzların çok çeşidi var. Yine demiryoluna gelir sağlamak için resimli posta kartları çıkarılmış, halka satılmış.  

    Topladığınız her konuya efemerayı da dahil ediyor musunuz? 

    Konudan konuya değişiyor. Ama ana fiskal koleksiyonlarım hepsi zamanla efemerayı da içine aldı. Her konuda çerçeveyi o kadar geniş tutamıyorum, çünkü ne kaynak yetiyor ne de zaman. Salih Kuyaş’ın dediği gibi bir yerlere sınır çekmek gerekiyor. Ama sınır zaman içinde ileriye kayabiliyor. 15 yıl önce Hicaz Demiryolu koleksiyonumda posta kartları yoktu. Bugün kartların yanında fotoğraflar da var.  

    Koleksiyonunuzun geleceği ile ilgili bir planınız var mı?

    Şimdiki planım Duke Üniversitesi Kütüphanesi’ne bağışlamak. Ama henüz kütüphaneyle görüşmelere başlamadım. Pandemi sonrasına kaldı. Koleksiyonların dağılmasını ve birbirlerinden ayrılmasını istemiyorum. Çünkü hepsi belirli bir sisteme göre, bilinçli olarak ve giderek derinleşen bir bilgi kümesine dayanarak oluşturuldu. Bütün başlıklar aynı mantığa göre toplanıp tasnif ediliyor. Koleksiyonlar birbirlerinden ayrılıp dağılırlarsa çok bilgi kaybolur. 

    İlgi alanlarınız genişlemeye devam ediyor mu? Yeni başlıklar çıkacak mı?

    Çıkarmamaya çalışıyorum çünkü alanlarım aşırı genişledi. Son on yılda başladığım koleksiyonların her biri bir ömürde tamamlanamayacak türden konular. Biz koleksiyoncular aramızda yarı şaka, yarı ciddi; bu gibi projelere girişmek için deli olmak gerektiğini söyleriz. “Kafası düzgün çalışan bir kişi kağıt parçalarını toplamaya bu kadar zaman ve kaynak ayırmaz,” deriz. Ama yeni parçalar bulurken ve bilgi üretirken yaşanan heyecan ve mutluluk koleksiyon genişledikçe katlanarak devam ediyor. Haliyle çerçeve de genişliyor. 

    Son eklenen başlıklar neler? 

    Nisbeten yeni üç ana saha var: banka, sigorta ve basın yayın. Bir de okuduğum okullarla ilgili malzeme toplamaya başladım.
     
    Finans tarihi çalışan biri için bankanın bu kadar geç gündeme gelmesi şaşırtıcı!

    Fiskalin kendisi finansla ilgili. Vergi makbuzu, iane makbuzu gibi 30 yıldır topladığım malzemeler de finans belgesi. Bankaya geçişim birdenbire olmadı. İane toplayan kuruluşların banka hesapları oluyor. Hayır kurumlarına bağış yapan bankalar var. Bu gibi banka mazlemelerini kurumsal koleksiyonlarım için alıyordum. Aldığım lotlardan mükerrer malzeme çıkmaya başlayınca ‘Oldu olacak banka koleksiyonu da yapayım.’ dedim. Oradan da sigortaya geçtim çünkü birçok bankanın sigorta sektöründe kardeş kuruluşu var. Osmanlı ve Cumhuriyet banka malzemesi toplayan ciddi koleksiyoncular mevcut. Ama ciddi sigorta koleksiyoncusu olduğunu sanmıyorum. Müzayedelerde genelde rakip çıkmamasından anlıyorum bunu. Birçok malzemenin tek alıcısı benim. Eşya piyangosu da topluyorum. O alanda birkaç güçlü alıcı var. Nadir bir parça çıktığında rekabet oluyor. Neyin nadir olduğunu benden iyi bilenler var; her müzayedeyi takip ediyorlar. Sigortada görmediğim rekabeti eşya piyangosunda gözlemliyor ve yaşıyorum. 

    Rekabetin yüksek olduğu sahalarda koleksiyon yapmak ciddi kaynak gerektiriyor olmalı! 

    Evet ama nadir, anlamlı, görsel açıdan cazip ve tarihçilik açısından önemli bir koleksiyon mütevazi bir bütçeyle de yapılabilir. Bâkir sahalarda bilgi üretmek daha kolay. Bu yüzden koleksiyon yapmayı düşünen gençlere “Yeni koleksiyon alanı bulun. Kimsenin toplamadığı malzeme türlerine yönelin. Rahat toplar, çabuk ilerlersiniz.” diyorum.

    Eski sahalarınızla ilgili yeni malzeme çıkma sıklığı ne? 

    Girdiğim her müzayedede banka ve basın yayın gibi yeni konularıma giren şeyler çıkıyor. Çok ilerlediğim konulardaysa, koleksiyona önemli bir şey katan parça almak için 6 ay beklediğim oluyor. Tapu koleksiyonum bu kategoriye giriyor. Görmediğim türden bir tapu nadiren çıkıyor. Sırf tapu toplasaydım şimdi çok sıkılacaktım. Dönüp dolaşıp Salih Bey’e geliyoruz. Bir sohbetimizde rahmetli “İçinde koleksiyonculuk tutkusu varsa bir koleksiyonun olgunlaşınca onu bir şekilde genişletmek zorundasın. Zamanla uzantını bağımsız bir koleksiyon saymaya başlayabilirsin.” demişti. Zaman onu bir kez daha haklı çıkardı.
     
    Bu konudaki nasihatini dinlemişsiniz…

    Evet. Bölünmeden genişleyen koleksiyonlarım olduğu gibi eski bir koleksiyondan ayrılıp bağımsızlaşan koleksiyonlarım da oldu. Basın yayın, fiskalden kopan bir koleksiyon. Gazete ve ilan pulları, Osmanlı fiskallerinin bir türü. Elimde bu pulları taşıyan gazeteler ve ilanlar vardı. Özel formüler, eşya piyangosu, vinyet gibi koleksiyonlarımda da basın yayınla ilgili sektörlerin malzemeleri bulunuyordu. Bu malzemeler basın yayın koleksiyonumun çekirdeğini oluşturdu. Önce gazetelerle ilgili makbuzlar, yazışmalar, kartlar, piyangolar bir araya geldi; sonra sırayla kitapçılar, matbaalar ve yayınevleriyle ilgili olanlar eklendi. Matbaacılık koleksiyonum da, matbaanın Türkiye’ye geç girmesi nedeniyle tarihçilerle sosyal bilimcilerin özellikle ilgileneceği bir konu. Diğer koleksiyonlarımda olduğu gibi burada da hedefim devlet arşivlerinde bulunmayan, şahıs arşivleri ya da terekelerden çıkan malzemeyi bir araya getirmek. Bu malzemeler değerlendirilince henüz bilmediğimiz çok şey ortaya çıkacak, tartışmalar yeni boyutlar kazanacak. 
     
    Bu âtıl malzeme tarih yazımının unsuru haline geliyor yani?

    Kalburüstü efemera ve fiskal koleksiyonlarının tarihçilerle sosyal bilimciler tarafından değerlendirmesi çok yararlı olacak. Ben bir bölümünü sürmekte olan araştırmalarımda kullanıyorum ama büyük bir kısmına ömrüm vefa etmeyecek. Bunun bilincindeyim ve bir toplumsal hizmet olarak topluyorum. Osmanlı ekonomisi ve politik sistemi ile ilgili yazılarımda şer’i mahkeme kayıtlarını kullandım ve kullanıyorum. Mahkeme kayıtlarına dayanmamın nedeni, halkın gündelik yaşamına ilişkin ipuçları vermeleri. Fiskalli malzeme, antiye, kurum-şahıs yazışmaları gibi belgeler de gündelik hayata ışık tutuyor. Kadı siciliyle ortak yanları bu. Yoğun olarak kullanılan mühimme defterleri gibi kayıtlardansa devletin toplumu nasıl gördüğü, olayları nasıl yorumladığı ve önceliklerine ilişkin veriler çıkıyor. Oralarda devletin görmediği ya da önemsemediği süreçlerin izini bulamazsınız. Kadı sicilleri üzerinde çalışan çok değerli akademisyenler var ama yine de bu kaynaklara yeterince önem verilmediğini düşünüyorum. Sırf İstanbul mahkemelerinin kayıtlarını içeren 10 bine yakın defter var. Bunların 200-300’ünün transkripsiyonu mevcut. Modern metotlarla incelenmiş olanlarsa daha da az. İstanbul dışındaki yerlerin defterlerine değinmiyorum bile. Başbakanlık Arşivi’nde henüz el değmemiş muazzam bir bilgi hazinesi var. 

    Kadı sicillerindeki verileri koleksiyonunuzdaki malzemeyle genişletebiliyor musunuz?

    Modernleşmeyi zorunlu kılan toplumsal hareketler 1700’lerin sonlarında ve hızlanarak 1800’lerde ortaya çıkıyor. Koleksiyonumda 1840 öncesi malzeme ne yazık ki çok az. O zamanın terekelerinden ve şahış arşivlerinden çok azı günümüze ulaşmış. Bendeki malzemenin yüzde 99’undan fazlası 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ndan sonraki yılllara ait. Kadı sicilleri veri tabanım 1600’de başlıyor; 1850’lere ulaşmış durumdayız. Son dört sicil defterlerimiz, koleksiyonlarımdaki malzemenin bollaşmaya başladığı yıllara ait. Dolayısıyla artık karşılaştırmalar yapabiliyorum. Henüz yazım aşamasında olan çalışmalarıma giren gözlemler var.  

    Türkiye’de Postanın Mikrotarihi kitabınızdan önce koleksiyonunuzdaki malzemeyi yayınlarınızda kullanmış mıydınız? 

    Mehmet Akan’la birlikte yaptığımız bu çalışma, koleksiyonlarımı kullandığım ilk kitap oldu. Bu kitapta gösterdiğimiz malzemenin yüzde 98 kadarı Akan’ın ya da benim koleksiyonlarımdan. Diğer iki ciltte de muhtemelen öyle olacak çünkü ikimiz de yirmi yıldır bilinçli olarak seçme malzeme topluyoruz. Sürmekte olan birkaç çalışmam bittikten sonra yazmayı planladığım bir kitapta da elimdeki malzemeyi yoğun olarak kullanma imkânım olacak. Konusu, Ortadoğu’da ekonominin ve devlet yönetiminin modernizasyonu. Kadı sicillerinden birtakım hipotezler çıkarıp bunları koleksiyonlarımın desteğiyle değerlendirebileceğim. Benzer biçimde koleksiyonlardaki örüntülerin yorumuna kadı sicilleri katkı sağlayacak. Modernleşmeyle on yıllardır ilgileniyorum. Koleksiyon sahalarımı genişletirken modernleşmeyle ilgili malzeme toplamanın akademik çalışmalarıma yarayabileceği tabii ki aklımdaydı. Malzemem çeşitlendikçe bir takım tezleri sınamanın yolları artıyor. Basın yayın koleksiyonumdaki gazete makbuzları Cumhuriyet döneminde Düyûn-ı Umûmiye İdaresi’nin yerleştirdiği vergi toplama sisteminin bu sektörde sürdüğünü gösteriyor mesela. 

    Düyûn-ı Umûmiye’nin koyduğu hangi vergiler devam etmiş, hangileri kaldırılmış tespit edilmiş durumda mı?

    Osmanlı borçlarının ne zaman ödendiği bilinen bir konu. Ama borçların ödenmesi için gerekli kaynakların nereden bulunduğu ve hangi yollardan toplandığı henüz yeterince bilinmiyor. Fiskal pullarıyla toplanan Düyûn-ı Umûmiye vergi kalemlerinin hangileri Cumhuriyet döneminde aynen sürmüş? Ne gibi kalemler eklenmiş, hangileri çıkarılmış? Bunların bir yandan vergi yönetmelikleri bir yandan da fiskalli belgeler incelenerek saptanması gerekiyor. Sürdüğünü bildiğim birçok kalem var ama vergi dışı bırakılan kalemler var mı? Bunları sistematik olarak henüz incelemediysem de koleksiyonlarımda ipuçları bulunduğuna eminim. 

    Bu tür bakir malzemenin mevcut tarihi kabulleri değiştirmesi de söz konusu olabilir değil mi? 

    Tabii. Bir örnek vereyim: Benim zamanımda lise tarih kitaplarında, Harf Devrimi’nin bir yıl içinde hedefine ulaştığı belirtilirdi. Buna o zamanlar da aklım yatmamıştı; mantık dışı gelmişti. Fiskalli belge ve kurum tarihi koleksiyonlarımdaki belgeler, verilen bu bilginin yanlış olduğunu kanıtlıyor. Alfabe değişikliği bir günde yapılmadığı gibi yerleşmesi de bir yılda olmamış. Devrim’in tarihi 1 Kasım 1928. Ancak bize anlatıldığı gibi eski yazı 1929 sonlarında terk edilmiyor. Kurumdan kuruma, bölgeler arasında ve kurumların içinde şahıstan şahısa değişen ama genelde yıllar süren bir geçiş dönemi olmuş. Devrimin altıncı yılında, yani 1934’te, iktidarın resmî yayın organı daha sonra Ulus adını alan Hakimiyet-i Milliye gazetesi bile zarf içinde yollanan bazı yazışmalarında eski Türkçe kullanıyor. Zamanla Arap alfabeli yazışmaların oranı azalıyor, Latin alfabelilerin oranı artıyor. Bir süre iki alfabe bir arada kullanılmış. Evrak, Harf Devrimi’nin birdenbire yapılmadığını somut olarak gözler önüne seriyor. Devrim’in resmî tarihinden on ay önce, 28 Ocak 1928 tarihine ait Resimli Ay dergisine ait bir kartta tüm yazılar Arap alfabesiyle yazılmış ama yapıştırılan posta pullarında Latin alfabesiyle ‘TURK POSTALARI’ ibaresini görüyoruz. Henüz yeni Türk alfabesi hazır değil; ibarede “ü” harfi yok! Ama hazırlık yapıldığı ortada!

    Genellikle Osmanlı son dönem ve erken Cumhuriyet yıllarından bahsettik. Daha yakın tarihli belgeleri de koleksiyonlarınıza alıyor musunuz?

    Tabii. Ankara’daki kitapçılara, pulculara bisikletle gittiğimi anlatmıştım. Bisiklete binmeyi, altı yaşındayken, 1960 yılında öğrendim. Ve öğrendikten sonra da kullanmaya başladım. Fiskalli malzeme toplarken nasıl otomobil sürmek için ehliyet alınması gerekiyorsa bisiklete binmek için ehliyet almak gerektiğini öğrendim. Biri 1949’dan diğeri 1960’tan iki bisiklet ehliyeti örneği var elimde. Demek ki annemle babam bana ehliyet aldırmamakla belediye yasasını çiğnemişler! Ben de yıllarca kanun kaçağı olarak yaşamışım! Belediye yasasının emrettiği yıllık vergiyi ödememişiz. Bu kabahatimizi koleksiyonumdaki malzemeden öğrendim. 
     
    Koleksiyonlarınızı tarihsel olarak nasıl sınırlıyorsunuz? 

    Hemen her başlığı 2015’le sınırladım. 
     
    Neden 2015?

    Türkiye’de Postanın Mikrotarihi kitabını hazırlarken Mehmet Akan’la 2015’le sınırlamaya karar verdik. Çünkü o tarihte, çalışmamızın merkezinde olan antiye haberleşme işlevini tamamen yitirmişti. PTT antiye çıkarmaya devam ediyordu ama mesaj için bıraktığı yer 3 satıra inmişti. Artık sadece filatelistler için çıkarılan, düşük tirajlı, ana posta şubelerinde bile bulunmayan bir malzeme olmuştu. Daha önceki bir tarihte de kesebilirdik ama 2015 sonuna kadar kitaba girecek tüm malzeme bilinçli olarak toplanmış durumdaydı. Antiyeye koyduğum dönemsel sınırı diğer koleksiyonlarıma da uygulamak beni bir nebze rahatlatan bir karar oldu. Düzinelerce konuda yeni çıkan malzemeyi takip etmek külfetinden kurtulmak, eskileri bulmaya ayırabildiğim zamanı artırdı.  

    Posta tarihi konusunda bir kitap hazırlamak nasıl gündeminize girdi? 

    1999’da Akan’la çalışmaya başladığımızda Türkiye’de bir antiye kataloğu yoktu. Sadece Pulhan Türk Pulları Kataloğu’nda Salih Kuyaş’ın hazırladığı çok kısa bir antiye bölümü vardı. Günümüze göre çok primitif bir çalışmaydı bu. Rahmetli Kuyaş’ın kendisinin de söylediği gibi emisyonlarda eksikler vardı; her emisyon için verilen bilgi iki cümleyi geçmiyordu. Spesiyalize bir antiye kataloğu hazırlamak üzere yola çıktık. Ama daha ilk aylarda yanıtını aradığımız soruların kapsamı, çalışmanın katalogun çok ötesine geçeceğini, tarih kitabı yazacağımızı gösterdi. “Madem ikimiz de merak ediyoruz, Türk antiye tarihini de yazalım, Türk posta tarihindeki yerini ortaya koyalım,” dedik. Çıkan ilk ciltte 1920-50 döneminde basılan antiyelerin ve diğer yan malzemenin nedreti hakkında bilgiler var. Zaman içinde değişebileceği için bilinçli olarak fiyat estimasyonu vermiyoruz. Elli yıl, belki de 100 yıl sonra başvurulabileceğini düşündüğümüz bir eser sunmayı hedefledik. 

    Bu kitap için ekstra araştırma yapmanız gerekti mi?

    Tabii. Yıllarca bilgi peşinde koşmamız gerekti. Bazı bilgiler, kitap yazılmaya başladıktan sonra arşivlerden çıktı. Bazıları da yığınla malzemenin incelenmesiyle bulundu. İlk cildin yazılması 18 yıl sürdüyse, bir nedeni ince ayrıntılarla uğraşmamız. Pulcuların ve filatelistlerin genelde hiç ilgilenmediği, bilmeye ihtiyaç duymadığı detayları saptamaya ve yorumlamaya kalkıştık.

    Mesela?

    Millet Meclisi Hükümeti’nin 1922’de çıkardığı bir kart antiyenin pul deseninde çift kolon bulunması dikkatimizi çekti. “Bu motif neyi simgeliyor?’ diye merak ettik. Baktık ki o dönemin diğer bazı posta ve fiskal pullarında da çift kolon bulunuyor. Kolonlu malzemelerin ortak bir noktası var. Hepsi de Vahdet Bey adlı bir sanatçı tarafından tasarlanmış. Kolon, mason simgesiymiş. Bu çıkış noktasından, Vahdet Bey’in mason olabileceğini ya da motif seçimine katkı verenler arasında masonlar olduğu hipotezini geliştirdik. Gerisini sanat tarihçileriyle o dönemi iyi bilen politik tarihçilere bırakıyoruz. Masonların İttihat ve Terakki Cemiyeti ve erken Cumhuriyet kadrolarındaki yeri tarihçileri cezbeden bir konu. ‘Bakılabilecek yerlerden biri de burası!’ demeye getirdik. Kitabın kolon motifi gibi mikro konulara yer vermesi, Akan’la paylaştığım koleksiyonculuk mantığını yansıtıyor. Koleksiyon yaparken tarihin bilinmeyen ayrıntılarını da aydınlatmaya çalışıyoruz.
     
    Daha en baştan hedef kitleniz filatelistleri aştığına göre bu kitabı kim için yazdınız?

    Kitabı sadece koleksiyoncular için değil, koleksiyon yapabileceğini düşündüğümüz tarihçiler ve entelektüeller için hazırladık. Bir malzemeye birçok değişik perspektiften bakılabileceğini göstermeye çabaladık. Kâğıt tarihi yapanlar için bile bilgi verdik. Postadan geçmiş kartların mesajlarını, gerektiğinde arşivlere girerek yorumladık. Belge koleksiyonculuğunun gelişmesini ve profesyonel tarihçilerin de oluşturulan özel koleksiyonlarla ilgilenmesini istiyoruz. Verdiğimiz birçok bilginin de bu amaçlara hizmet edeceğini düşünüyoruz. Hedefimizdeki bir kitle de, ses getiren koleksiyoncu olmak için varlıklı olmak gerektiğini düşünen, koleksiyonculuk potansiyeline sahip olduğu halde bu nedenle başlamaya cesaret edemeyen kişiler. Varlıklı insanların peşinden koştuğu, yoğun rekabet nedeniyle fiyatı yükselmiş malzemenin iyi bir koleksiyonunu yapmanın mütevazi bir bütçeyle başarılamayacağı doğru. Öte yandan, Türkiye’de koleksiyonculuk henüz pek gelişmemiş olduğu için, hiç toplanmamış malzeme türü çok. Kitabımızın bazı bölümleri bu mesajı veriyor. Telgraf antiyeleri ve gönderinin alıcısına ulaştığını göndericiye haber vermek için kullanılan alma haberi bölümleri, daha önce yapılmamış malzemeden oluşan kişisel koleksiyonlarımıza dayanıyor. Başka ilgilenen olmadığı için bu koleksiyonlarımızın maliyeti gayet düşük oldu. Halbuki bu koleksiyonlarımızda hem son derece nadir, hem sosyal tarih ve posta tarihi açısından önemli malzemeler bulunuyor. Kurtuluş Savaşı’ndan gösterdiğimiz alma haberi örnekleri içinde bilinenlerin sayısı bir ya da iki olanlar bulunuyor. Bunların, Ankara merkezli yeni posta sisteminin adına basılmış ilk posta formülleri olduklarını sanıyoruz. İlgilenen olmadığı için çok az masrafla bize nasip oldular. Türkiye’deki müzayedeler ve efemeracı stokları bunlar gibi keşfedilmeyi bekleyen önemli malzemelerle dolu.  

    Türkiye’de Postanın Mikrotarihi kitabını kaç ciltte tamamlamayı planlıyorsunuz?

    Dört cilt olarak tasarladık. Kalan iki cildin bazı bölümleri yazıldı. 

    Kitabın giriş yazısında bu çalışma için 11 ile seyahat ettiğinizden bahsediyorsunuz. Bu seyahatler neden gerekti?

    Birçok şehir ve kasabaya Ankara ve İstanbul’daki posta merkezlerinde artık bulunmayan posta formüllerinden örnekler toplamak için gittik O yerlerdeki ana postanelerin müdürlerinden kendi malzeme depolarında bulunan eski formüllerden örnekler rica ettik. Sağolsunlar, çoğu yardımcı oldu. Bu yoldan özellikle II. ve III. ciltlerimiz için epey devri geçmiş malzemeyi SEKA’ya yollanmadan toplamayı başardık. Bizi başından savarak yardım etmeyen görevliler oldu ama küçük bir azınlık oluşturdular. 

    PTT’nin düzenli bir formül arşivi var mı? Seyahat ettiğiniz yerlerde nasıl bir manzarayla karşılaştınız?

    Ankara’da bile formül arşivi yok. Posta Müzesi’nde birkaç örnek dışında formül teşhir edilmiyor. Bildiğim kadarıyla müzenin depolarında da yok. Hem kullanımda olan hem de SEKA’ya yollanmayı bekleyen formların tutulduğu depolar var. Ama depolardaki malzemenin merkezi bir kaydı olduğunun belirtisine rastlamadık. Karşılaştığımız manzara karşısında iyiniyetli görevlilerin yardımıyla depolardan her nasılsa henüz SEKA’ya yollanmamış eski malzemelerden örnekler elde etmeye çalıştık. Kitaba başladığımızda bu konuda Genel Müdürlük’ten yardım göremedik. 1999’da Genel müdürü görmeyi bırakın, Ulus’taki Genel Müdürlüğü’nün kapısından geçemiyorduk. Görevli olmayanların girmesi yasaktı. Osman Tural Genel Müdür olduktan sonra PTT araştırmacılara kolaylık göstermeye başladı. Kendisinden ve ekibinden ciddi ölçüde yardım gördük. Arşiv eksikliğini tabii ki kapatamadılar ama Türkiye’nin dört bir yanındaki posta şubelerinden bizim çalışmamızı destekleyecek malzeme buldular. 
     
    Depolarda aradığınız her şeyi bulabildiniz mi?

    Maalesef, hayır. PTT formül kataloglarından basıldığını bildiğimiz fakat hiç rastlamadığımız bazı malzemeden hiç örnek çıkmadı. Ama 1950’lerden, 1960’lardan bazı formüllerin bizde olmayan örneklerini bulabildik. Eski yazılı belgeler değil tabii bunlar. Depolardaki Osmanlı’ya ait belgeler çok daha gerilere giden yıllarda tasfiye edilmiş.

    Formülden ne anlamamız gerekiyor?

    PTT’nin antetli kağıtlarına formül deniyor. Telgraf, havale ya da kurumun iç yazışmaları için çıkarılmış olabilir. Antiyenin bir alt kategorisi olarak telgraf da topluyorum. Telgrafları Türkiye’de Postanın Mikrotarihi kitabının II. ve II. ciltleri bitince, dördüncü bir ciltte sunmayı düşünüyoruz. Mehmet Akan’da da benimki gibi geniş bir telgraf koleksiyonu var. 

    Telgrafın tarihi ne kadar geriye gidiyor?

    Mors alfabesine dayanan telgraf 1840’lı yıllardan başlayarak iletişim hizmetlerinde kullanılmaya başlıyor. Osmanlı Devleti’nde ilk telgraf haberleşmesiyse 1855’te gerçekleşiyor. İlk posta pulunun çıkmasından sekiz yıl önce… Telgraf formları da Osmanlı posta pulundan önceye uzanıyor. Başlangıçta standart bir form kullanılmamış ama çok geçmeden bunun gerekliliği fark edilerek Osmanlı Telgraf İdaresi’nin ilk form örnekleri piyasaya çıkmış. Osmanlı Posta İdaresi kurulduktan sonra da o da telgraf formu çıkarmış.

    Çıkan malzeme sıklığı bize erken tarihlerde telgraf kullanımının yoğunluğu konusunda bir şey söylüyor mu?

    Bir defa sadece kamu yetkilileri kullanmamış. Sivil halk, özellikle de tüccarlar, çok kullanmış. İş bağlantıları, ödemeler gibi konularda telgrafla haberleşmek kolaylıklar sağlamış. Zamanla hastalık, vefat gibi daha özel durumlar için de tercih edilmeye başlanmış. Fiyatı düştükçe konular genişlemiş. Şifreli telgraflar da ortaya çıkmış. Devlet daireleri ve askerler yolladıkları hassas telgraflarda şifre kullanmış. Elimizde şifresi çözülmüş, okunmuş telgraflar var. Ama piyasaya şifresi çözülmemiş telgraflar da çıkıyor. Bu telgraflarda mesajın içeriğini bilemiyoruz. Telgrafın en önemli tercih sebebi hızı. Mesaj saniyeler içinde karşı taraftaki telgraf merkezine ulaşıyor, normalde aynı gün alıcısına ulaşıyor. O döneme göre çok hızlı bir işlem. Telefonun icadından sonra zamanla, telefon yaygınlaştıkça doğal olarak telgrafın önemi azalıyor. Fakat bazı durumlarda telgraf kullanımı adet olmuş. Telgrafla tebrik yollanması adet olduğundan tebrik telgrafı yaygın olarak kullanılmaya devam edilmiş. 1970’li, hatta 1980’li yıllara kadar çocukları evlenen ailelere Çocuk Esirgeme Kurumu’nun lüks telgrafından yollama adeti sürmüş. 
     
    Standart bir uzunluğu var mı telgrafların? 

    Hayır. Tek cümlelik telgraflar olduğu gibi bir-iki sayfa tutanlar da oluyor. 1874’te Tekirdağ’dan bir tüccar beklediği ödemeyi alamadığını bildirmek için 5 satırlık bir mesaj yazmış… O dönemde yılda bir ya da iki kez yeni tasarımlı telgraf formu basılıyor. Formlarda tuğra olmaması dikkat çekici. Fakat yine 1874 tarihli bir başka örnekte hilâl motifi görüyoruz. O yılların telgraf formlarında gördüğümüz hilâllerde bir standart yok. Yönü, büyüklüğü, biçimi tasarımcının isteğine bağlı olarak değişiyor. Telgrafların üzerinde çok nadir damgalar olabiliyor. Nadir damgalı telgraflar posta damgası koleksiyoncularını da ilgilendiriyor. 1850’li yıllardan başlayarak telgraflar formlara kaydedilmiş. Ama herhangi bir posta merkezinde telgraf formunun geçici olarak bulunmaması mümkün. O durumda düz kâğıt kullanılıyor. Cumhuriyet yönetimi de kendi formlarını bastırıyor tabii. Atatürk’ün 1923’te Rize mebusu Esat Bey’e gönderdiği telgraf buna bir örnek. Form, Ankara Hükümeti tarafından bastırılmış. Atatürk Esat Bey’e aynı gün, üç ayrı konuda üç telgraf göndermiş. 2006’da üçü de Eski Zaman Sanat ve Kültür Merkezi’nin Ankara’daki bir müzayedesinde satışa kondu. Birini ben aldım.
     
    Kütüphanenizden hiç bahsetmedik. Kütüphaneniz bir koleksiyoncunun ruhunu yansıtıyor mu?

    Kütüphanemde efemera, hayır kurumu, finans tarihi ve posta tarihi gibi koleksiyon sahalarımla ilgili kitap sayısı çok kabarık. Son yıllarda basın yayın tarihine ilişkin yayınlar da almaya başladım. Ama kütüphanemde ağırlık akademisyen olarak çalıştığım sahalarda. Sosyal bilimler ve genel olarak ekonomik ve politik modernizasyon tarihine giren yayınlar çoğunlukta.

    Nadir, sahafiye kitap var mı?

    Kütüphanemde baskısı tükenmiş olup çok aranan kitaplar mevcut. Ama kitap koleksiyoncusu değilim. Sırf nadir diye, içeriği bana yaramayan kitap almam.

     

     

     

    Related Posts

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.