Herkesin başka bir yönüyle, kendi meşrebince ilişki kurduğu insanlar vardır. Hilmi Yavuz da şairliği, eleştirmenliği, düşünceleriyle her birimiz için farklı anlamlara gelen entelektüellerden. Şairliğinin altını çizsek düşünce adamlığına haksızlık etmiş olacağız. Kendi eserlerini öne çıkarsak eleştirileriyle ufkumuzu açtığını unutacağız. Bu açmazdan kurtulmanın yolunu, eserlerini değil de Hilmi Yavuz’u inşa eden insanları ve muhiti konuşmakta bulduk. Üzerinde izi bulunan hocaları, yazarları, zamanları, şehirleri tanımak; Hilmi Yavuz’a ve eserlerine bir adım daha yaklaşma imkanı sunabilir. Ve kim bilir; 85 yıllık bu zamanda yolculukta, bize rehberlik edecek bazı ipuçları da bulabiliriz belki…
Çocukluğunuz nasıl bir ailede ve çevrede geçti?
Babam bürokrattı. Çocukluğum, onun kaymakam olduğu taşra ilçelerinde geçti. Doğduğumda babam Çanakkale’nin Biga ilçesinde görev yapıyormuş. Hayal meyal hatırlıyorum Biga’yı. Ben 3 yaşındayken Bursa’nın Orhangazi ilçesine tayin edilmiş. Savaş yıllarıydı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, 1945’e kadar, idarecilerin tayin ve nakilleri durdurulmuştu. Biz de 1939’dan 1946’ya kadar Orhangazi’de kaldık. İlkokulun ilk üç sınıfını orada okudum. Sonra babamı kendisinin hiç beğenmediği bir yere atadılar. Aslında valilik bekliyordu ama olmadı. Onun üzerine bir yıl rapor aldı. O yıl İstanbul’da kaldık. Dördüncü sınıfı İstanbul’da okudum. Sonra Samsun’un Terme ilçesine atandı. İlkokulu Terme’de bitirdim. Kitaplıklarla, kütüphanelerle karşılaşmam Terme’deki Halkevi Kitaplığı ile oldu. Beşinci sınıfta, okul sonrası Halkevi Kütüphanesi’ne gidiyordum. Ağırlıkla çocuk kitapları okuyordum tabii.
Aileniz okumaya teşvik ediyor muydu sizi?
Babam da iyi bir okurdu. Önceleri onun önerisiyle okumaya başladım. Bir süre sonra da alışkanlık kazandım. O yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı klasikleri yayınlıyordu. Babam onların büyük bir bölümünü, özellikle Şark İslam klasiklerini satın alıyordu. İyi bir Müslümandı. Annem de öyleydi. Evde daha çok İslami meseleler konuşuluyordu. Annem de babam da hafızdı. Okulda laik Cumhuriyet eğitimi devam ederken evde de İslami ağırlıklı geleneksel eğitim aldım. Böyle bir formasyonum oldu. Bu formasyonu daha sonra orta okul ve lisedeki okumalarımda geliştirdim. Benim için iki medeniyetin zihinsel ürünlerini, müktesebatını edinmek bakımından fark yoktu. Ortaokulda, lisede bir taraftan Balzac’ı Dostoyevski’yi okurken bir taraftan da babamla konuşarak ve tartışarak bazı İslami kitapları üzerinde çalışıyordum. Babam büyük bir Gazzali hayranıydı. Onun el-Münkız mine’d-Dalal kitabını okuyup konuşup tartışabiliyorduk.
Babanızla Gazzali okuduğunuz yıllarda kaç yaşlarındaydınız?
13 – 14 yaşlarımdaydım. 15 yaşında liseye geldim ve orada da bu tür okumalara devam ettim. Babam ayrıca evde yüksek sesle şiir okumayı severdi. Ağırlıklı olarak divan şiirini ve özellikle Servet-i Fünun dönemi şairlerini çok severdi. Süleyman Nazif, Tevfik Fikret şiirleri okurdu sık sık. Okuduklarından hiçbir şey anlamıyordum tabii. Ama babam benim için bir idoldü ve ‘O okuduğuna göre demek ki önemli bir şey!’ diye düşünüyordum. Şiirle olan ünsiyetim böyle başladı.
Şiiri sizin farkedişiniz hangi döneme denk geliyor?
Lise yılları… Ama öncesinde ortaokul maceram var. İlkokulu bitirdiğim Terme’de ortaokul yoktu. Terme’ye komşu iki ilçe vardı. Samsun’un Çarşamba ve Ordu’nun Ünye ilçeleri. Onlardan birine gideceğim. Babam rahmetli, ‘Yazı tura atacağız’ dedi. Ben Çarşamba istiyordum, orası oldu. Terme ile Çarşamba arası 59 kilometredir. O zaman ulaşım imkanları çok kısıtlı. Kamyondan bozma bir otobüs var ve aşağı yukarı bir buçuk saatte gidiliyor. Sabah saat 6’da kalkıyorum. Yanıma annemin akşamdan hazırladığı öğle yemeğini ve genellikle içinde süt olan bir termos alıyor, koşa koşa otobüse yetişiyorum. Akşam, okul çıkışı yine Terme’ye dönüyorum. O yıl böyle geçti fakat benim için çok müşkil oldu. 11 yaşındayım. Sınıfı geçtim geçmesine de nasıl ders çalıştığımı bir ben bilirim, bir de Allah. Terme’de elektrik yok. Lüks lambası ışığında ders çalışırken kafam önüme düşüyor. O yaz bir gün oturuyoruz, annem “Bu böyle devam edemez!” dedi babama. O konuşmayı hiç unutmuyorum. Benden söz edeceklerini anladım. “Nasıl yani?” dedi babam. “İkinci sınıfı da böyle geçirecekse bu çocuğu unutalım.” Babam “Ne öneriyorsun?” diye sordu. Tabii o teklif diyor. Ben öneri diye tercüme ediyorum. “Önerim şu:” dedi annem. “Çarşamba’da ev kiralayacaksın. Ben Hilmi’yle orada kalacağım. Haftasonları ya sen Çarşamba’ya geleceksin ya da biz Terme’ye geleceğiz.” Babam, “Muvafıktır!” dedi. İkinci sınıf öyle geçti. İkiden üçe geçtiğim yıl Giresun’un Şebinkarahisar ilçesine tayin edilmişti fakat 1950 seçimleri oldu ve babamı emekli ettiler. Babamın memleketi Siirt’tir. Oraya döndük. Ortaokulu Siirt’te bitirdim. Lise için İstanbul’a geldik. Çünkü Siirt’te de lise yoktu. Benim böyle talihsizliklerim var.
Babanız edebiyat okur muydu?
Evde edebiyat kitabı olarak sadece eski harfle basılmış şiir kitapları vardı. O zaman Osmanlıca okuyamıyordum tabii. Eski harfleri öğrenmemde de babamın çabası vardır. Bir gün Orhangazi’deyiz, “Evlat! Otur, sana mektepte öğretilmeyen şeyleri öğreteceğim.” dedi. Bu benim pek hoşuma gitmedi tabii. Dışarıda arkadaşlarım uçurtma uçuruyor, bilye oynuyorlar. Orhangazi yokuşlu bir yerdir, kızak kaydırıyorlar. Çok şenlikli bir çocukluk yaşanıyor. Fakat babam ‘Mektepte öğretilmeyen şeyler’ öğretmek istiyor. Çocuk zihnimle ‘Ne öğrenmemiz gerekiyorsa mektepte zaten öğretiyorlardır!’ diye düşünüyorum. Bir çocuk için basit düzeyde dini eğitimi ve Osmanlı harfleri ve nasıl okuyacağımı o seanslarda öğrendim.
Babanız Osmanlı dönemi bürokratı mı?
1898 doğumluydu. İlk memuriyeti Cumhuriyet dönemindedir.
Batı literatürüyle arası nasıldı? Batı’ya dönük bir yüzü de var mıydı?
Pek sayılmaz açıkçası. Böyle bir yönü yoktu. Daha çok klasik kültürle yetişmiş. İdadi’den mezun olmuş. Arapçası çok iyiydi. Siirtli olduğu için temel bir bilgisi de vardı. Babaannem Türkçe bilmiyordu, evde Arapça konuşuluyordu. Bu sebeple benim de Siirt Arapçası’na belli ölçüde aşinalığım vardır.
Evinize hangi gazeteler ve dergiler giriyordu?
Babamın dergi aldığını hatırlamıyorum fakat şöyle bir durum var; o dönemde ilçelerdeki idari amirlere özel olarak Halkevleri Neşriyatı gönderilirdi. Ankara Halkevi Ülkü dergisini çıkarırdı. Cumhuriyet dönemi entelektüel müktesebatının yoğun olduğu dergilerdendir Ülkü. Tanpınar, romanlarından bazılarını Ülkü’de tefrika etmiştir. Babam, daireye gönderilen dergileri eve getirirdi. O dergilerin büyük kısmı şu anda bende duruyor. Daha sonra eksik sayılarını da tamamladım.
1950 – 60 arası toplum politik olarak Halk Partili ve Demokrat Partili olarak ikiye ayrılıyor. Babanız hangi cepheye yakındı?
Babam CHP’ye yakındı. Partiye üye olmamıştı fakat o dönemde idareciler ister istemez Halk Partili olmak zorundaydılar. İdareciler bayramlarda söylev verirlerdi. Üzerinde 6 ok bulunan avucum büyüklüğünde kartlar vardı. Onları yakaya iliştirirlerdi. Böylelikle politik kimlik de belli olurdu. Babam enteresan bir adamdı. Bu ikiliği çok başarılı bir şekilde çözümlemişti. Cumhuriyet idarecisi olarak kamusal kimliği neyi gerektiriyorsa eksiksiz yerine getiriyordu. Frak giymek, silindir şapkayla söylev vermek… Böyle fotoğrafları var. Eve geldiğinde bu kimliğe ait olduğu bilinen şapka, frak gibi eşyalar annem tarafından özenle bir yere kaldırılır. Babam Kur’an-ı Kerim okuyacaksa takkesini başına geçirir, bağdaş kurup otururdu. İnönü’yü ve Mustafa Kemal’i çok severdi. O dönemin insanlarında böyle bir şey vardı. Aradan çok yıllar geçtikten sonra, ben 20’li yaşlardayken bir gün konuşuyoruz. “Babacım! Hiç mi bir şeye özlem duymadınız o dönemde?” diye sordum. “Duymaz olur muyum?” dedi. “Nedir?”. “Cumalara gidememek!” dedi. Devletin laik yöneticisinin Cuma Namazı’na gitmesinin hoş karşılanmayacağını düşünüyordu. Başka birtakım şikayetleri var mıydı, onu bilemem. Ama hafif hüzünlü bir şekilde bunu söylemişti.
Bir röportajınızda yaşamınızı okumaya adadığınızı söylüyorsunuz. Okumak ne zamandır hayatınızda birincil öneme sahip?
Lise birinci sınıftan itibaren. Babamdan sonra hayatımda ikinci yol göstericim Behçet Necatigil’dir. 2 yıl önce Necatigil üzerine bir kitap yayınladım; Behçet Hoca. Benim için bir nevi borç ödemeydi o kitap. Minnet borcu. Dört yıllık öğrenciliğim boyunca Hoca’nın, hem şair hem de öğretmen olarak bana çok büyük katkısı olmuştur. Özellikle şiir okumalarımı yönlendiren Necatigil’dir.
Kimleri okumanızı tavsiye etmişti?
Necatigil’le babamın görüşleri arasında şöyle bir fark vardı: Babam tamamıyla Doğu’ya, bizim geleneğimize yönelik bir okuma yapmıştı. Ama Necatigil beni divan edebiyatı konusunda daha derin okumalara yönlendirirken bir yandan da kendi derslerinden yola çıkarak Batı edebiyatıyla tanışmamı sağlamıştı. Dolayısıyla Batı edebiyatıyla tanışmam lise yıllarında oldu. Ortaokul yıllarımda çok seçici bir okur değildim. Bu bir itiraftır! Çok iştahlı bir okurdum, elime ne geçerse okuyordum. O yıllarda yaptığım okumalar tabiri caizse abur cubur okumalardır. Disiplinli bir şekilde okumaya başlamam lise yıllarına olmuştur. Lise birinci sınıftan itibaren Batı klasiklerini okumaya başladım. Hem Milli Eğitim Bakanlığı’nın hem de Varlık Yayınları’nın bastığı klasikleri okudum. Hemingway, John Steinbeck, Panait İstrati ve diğerleri… Varlık, ayrıca Türk yazarlarını da yayınlıyordu. Sait Faik’in ilk editörü Yaşar Nabi Nayır’dır. O zaman Babıali’de roman yayınlayan çok önemli iki yayınevi vardı. İkincisi de Remzi’ydi. Orhan Kemal’in romanlarından bazılarını, Kemal Tahir’in romanlarını ve tabii yine Batı klasiklerini yayınlayan çok önemli bir yayıneviydi Remzi Kitabevi. O sıralarda Hüseyin Rahmi’ye merak salmıştım. Hüseyin Rahmi’nin romanlarını İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın Hilmi Kitabevi basıyordu. Yeri; Sirkeci’den Cağaloğlu’na çıkarken, Vilayet’e gelmeden sol taraftaki binalardan birindeydi. Remzi Kitabevi, onun yanında İnkılap, İnkılap’ın yanında da Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınlarının satıldığı bir mekan vardı.
Cağaloğlu’na kaç yaşlarından itibaren gidip gelmeye başladınız?
Lise 1’den itibaren. Lise iki ya da üçüncü sınıfta biraz da hocalarımın teşvikiyle sahaflara başladım. Behçet Hoca’nın bir özelliği vardı. Dersin sonlarına doğru, tahtaya anlattığı konuyla hiç ilgisi olmayan ya da bize öyle görünen bir beyit yazar ve çıkardı. Hiç unutmuyorum, bir gün şöyle bir şiir yazdı:
“Kim olsa kırar yayı bir kere fazla gerse
Aşkın bana cinnetin zevkini tattıracak
Seni her tahayyülüm eğer böyle giderse…”
Tebeşiri bıraktı ve çıktı. Edebiyata meraklı çocuklar var sınıfta. Bir tanesi de benim. Hocanın peşinden çıktım. “Hocam, kimin bu şiir?” dedim. “Git, bul!” dedi bana. Hangi kitapta, nerede? O zaman internet yok bugünkü gibi… “Cevdet Kudret” dedi sonra. Cevdet Kudret’i nerede bulacağım? Adını ilk defa duyuyorum. İstanbul’a ailemle birlikte taşınmış olmamıza rağmen okulda yatılı öğrenciydim. Fatih’te oturuyoruz o zaman. Cumartesi günü okuldan çıkıp doğruca sahaflara gittim. Nizamettin Bey (Aktuç), Allah rahmet eylesin, Yenişehirli Avni’nin torunudur. Çarşı’ya Beyazıt tarafından girilince sol tarafta dördüncü ya da beşinci dükkandaydı. Bilse bilse o bilir diye düşündüm. En kıdemlilerden biri. 17 numarada Mehmet var. İbrahim (Manav) onun çırağı. Ama çok genç adamlar. Nizamettin Bey’e Cevdet Kudret’i sordum. “Birinci Perde diye bir kitabı var.” dedi. Getirdi, iki ya da üç liraydı. O zaman için iyi para. Sene 1952 – 53. Aldım tabii. Sahaflara o vesileyle girdim ve bir hazine bulduğumu farketmem uzun sürmedi. Turan Türkmenoğlu, Halil Bingöl başta olmak üzere çok yakın dostlarım oldu. Sahaflara en yoğun uğradığım yıllar 1970’li yıllardır.
Aileniz okumaya teşvik ediyor muydu sizi?
Babam da iyi bir okurdu. Önceleri onun önerisiyle okumaya başladım. Bir süre sonra da alışkanlık kazandım. O yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı klasikleri yayınlıyordu. Babam onların büyük bir bölümünü, özellikle Şark İslam klasiklerini satın alıyordu. İyi bir Müslümandı. Annem de öyleydi. Evde daha çok İslami meseleler konuşuluyordu. Annem de babam da hafızdı. Okulda laik Cumhuriyet eğitimi devam ederken evde de İslami ağırlıklı geleneksel eğitim aldım. Böyle bir formasyonum oldu. Bu formasyonu daha sonra orta okul ve lisedeki okumalarımda geliştirdim. Benim için iki medeniyetin zihinsel ürünlerini, müktesebatını edinmek bakımından fark yoktu. Ortaokulda, lisede bir taraftan Balzac’ı Dostoyevski’yi okurken bir taraftan da babamla konuşarak ve tartışarak bazı İslami kitapları üzerinde çalışıyordum. Babam büyük bir Gazzali hayranıydı. Onun el-Münkız mine’d-Dalal kitabını okuyup konuşup tartışabiliyorduk.
Babanızla Gazzali okuduğunuz yıllarda kaç yaşlarındaydınız?
13 – 14 yaşlarımdaydım. 15 yaşında liseye geldim ve orada da bu tür okumalara devam ettim. Babam ayrıca evde yüksek sesle şiir okumayı severdi. Ağırlıklı olarak divan şiirini ve özellikle Servet-i Fünun dönemi şairlerini çok severdi. Süleyman Nazif, Tevfik Fikret şiirleri okurdu sık sık. Okuduklarından hiçbir şey anlamıyordum tabii. Ama babam benim için bir idoldü ve ‘O okuduğuna göre demek ki önemli bir şey!’ diye düşünüyordum. Şiirle olan ünsiyetim böyle başladı.
Şiiri sizin farkedişiniz hangi döneme denk geliyor?
Lise yılları… Ama öncesinde ortaokul maceram var. İlkokulu bitirdiğim Terme’de ortaokul yoktu. Terme’ye komşu iki ilçe vardı. Samsun’un Çarşamba ve Ordu’nun Ünye ilçeleri. Onlardan birine gideceğim. Babam rahmetli, ‘Yazı tura atacağız’ dedi. Ben Çarşamba istiyordum, orası oldu. Terme ile Çarşamba arası 59 kilometredir. O zaman ulaşım imkanları çok kısıtlı. Kamyondan bozma bir otobüs var ve aşağı yukarı bir buçuk saatte gidiliyor. Sabah saat 6’da kalkıyorum. Yanıma annemin akşamdan hazırladığı öğle yemeğini ve genellikle içinde süt olan bir termos alıyor, koşa koşa otobüse yetişiyorum. Akşam, okul çıkışı yine Terme’ye dönüyorum. O yıl böyle geçti fakat benim için çok müşkil oldu. 11 yaşındayım. Sınıfı geçtim geçmesine de nasıl ders çalıştığımı bir ben bilirim, bir de Allah. Terme’de elektrik yok. Lüks lambası ışığında ders çalışırken kafam önüme düşüyor. O yaz bir gün oturuyoruz, annem “Bu böyle devam edemez!” dedi babama. O konuşmayı hiç unutmuyorum. Benden söz edeceklerini anladım. “Nasıl yani?” dedi babam. “İkinci sınıfı da böyle geçirecekse bu çocuğu unutalım.” Babam “Ne öneriyorsun?” diye sordu. Tabii o teklif diyor. Ben öneri diye tercüme ediyorum. “Önerim şu:” dedi annem. “Çarşamba’da ev kiralayacaksın. Ben Hilmi’yle orada kalacağım. Haftasonları ya sen Çarşamba’ya geleceksin ya da biz Terme’ye geleceğiz.” Babam, “Muvafıktır!” dedi. İkinci sınıf öyle geçti. İkiden üçe geçtiğim yıl Giresun’un Şebinkarahisar ilçesine tayin edilmişti fakat 1950 seçimleri oldu ve babamı emekli ettiler. Babamın memleketi Siirt’tir. Oraya döndük. Ortaokulu Siirt’te bitirdim. Lise için İstanbul’a geldik. Çünkü Siirt’te de lise yoktu. Benim böyle talihsizliklerim var.
Babanız edebiyat okur muydu?
Evde edebiyat kitabı olarak sadece eski harfle basılmış şiir kitapları vardı. O zaman Osmanlıca okuyamıyordum tabii. Eski harfleri öğrenmemde de babamın çabası vardır. Bir gün Orhangazi’deyiz, “Evlat! Otur, sana mektepte öğretilmeyen şeyleri öğreteceğim.” dedi. Bu benim pek hoşuma gitmedi tabii. Dışarıda arkadaşlarım uçurtma uçuruyor, bilye oynuyorlar. Orhangazi yokuşlu bir yerdir, kızak kaydırıyorlar. Çok şenlikli bir çocukluk yaşanıyor. Fakat babam ‘Mektepte öğretilmeyen şeyler’ öğretmek istiyor. Çocuk zihnimle ‘Ne öğrenmemiz gerekiyorsa mektepte zaten öğretiyorlardır!’ diye düşünüyorum. Bir çocuk için basit düzeyde dini eğitimi ve Osmanlı harfleri ve nasıl okuyacağımı o seanslarda öğrendim.
Babanız Osmanlı dönemi bürokratı mı?
1898 doğumluydu. İlk memuriyeti Cumhuriyet dönemindedir.
Batı literatürüyle arası nasıldı? Batı’ya dönük bir yüzü de var mıydı?
Pek sayılmaz açıkçası. Böyle bir yönü yoktu. Daha çok klasik kültürle yetişmiş. İdadi’den mezun olmuş. Arapçası çok iyiydi. Siirtli olduğu için temel bir bilgisi de vardı. Babaannem Türkçe bilmiyordu, evde Arapça konuşuluyordu. Bu sebeple benim de Siirt Arapçası’na belli ölçüde aşinalığım vardır.
Evinize hangi gazeteler ve dergiler giriyordu?
Babamın dergi aldığını hatırlamıyorum fakat şöyle bir durum var; o dönemde ilçelerdeki idari amirlere özel olarak Halkevleri Neşriyatı gönderilirdi. Ankara Halkevi Ülkü dergisini çıkarırdı. Cumhuriyet dönemi entelektüel müktesebatının yoğun olduğu dergilerdendir Ülkü. Tanpınar, romanlarından bazılarını Ülkü’de tefrika etmiştir. Babam, daireye gönderilen dergileri eve getirirdi. O dergilerin büyük kısmı şu anda bende duruyor. Daha sonra eksik sayılarını da tamamladım.
1950 – 60 arası toplum politik olarak Halk Partili ve Demokrat Partili olarak ikiye ayrılıyor. Babanız hangi cepheye yakındı?
Babam CHP’ye yakındı. Partiye üye olmamıştı fakat o dönemde idareciler ister istemez Halk Partili olmak zorundaydılar. İdareciler bayramlarda söylev verirlerdi. Üzerinde 6 ok bulunan avucum büyüklüğünde kartlar vardı. Onları yakaya iliştirirlerdi. Böylelikle politik kimlik de belli olurdu. Babam enteresan bir adamdı. Bu ikiliği çok başarılı bir şekilde çözümlemişti. Cumhuriyet idarecisi olarak kamusal kimliği neyi gerektiriyorsa eksiksiz yerine getiriyordu. Frak giymek, silindir şapkayla söylev vermek… Böyle fotoğrafları var. Eve geldiğinde bu kimliğe ait olduğu bilinen şapka, frak gibi eşyalar annem tarafından özenle bir yere kaldırılır. Babam Kur’an-ı Kerim okuyacaksa takkesini başına geçirir, bağdaş kurup otururdu. İnönü’yü ve Mustafa Kemal’i çok severdi. O dönemin insanlarında böyle bir şey vardı. Aradan çok yıllar geçtikten sonra, ben 20’li yaşlardayken bir gün konuşuyoruz. “Babacım! Hiç mi bir şeye özlem duymadınız o dönemde?” diye sordum. “Duymaz olur muyum?” dedi. “Nedir?”. “Cumalara gidememek!” dedi. Devletin laik yöneticisinin Cuma Namazı’na gitmesinin hoş karşılanmayacağını düşünüyordu. Başka birtakım şikayetleri var mıydı, onu bilemem. Ama hafif hüzünlü bir şekilde bunu söylemişti.
Bir röportajınızda yaşamınızı okumaya adadığınızı söylüyorsunuz. Okumak ne zamandır hayatınızda birincil öneme sahip?
Lise birinci sınıftan itibaren. Babamdan sonra hayatımda ikinci yol göstericim Behçet Necatigil’dir. 2 yıl önce Necatigil üzerine bir kitap yayınladım; Behçet Hoca. Benim için bir nevi borç ödemeydi o kitap. Minnet borcu. Dört yıllık öğrenciliğim boyunca Hoca’nın, hem şair hem de öğretmen olarak bana çok büyük katkısı olmuştur. Özellikle şiir okumalarımı yönlendiren Necatigil’dir.
Kimleri okumanızı tavsiye etmişti?
Necatigil’le babamın görüşleri arasında şöyle bir fark vardı: Babam tamamıyla Doğu’ya, bizim geleneğimize yönelik bir okuma yapmıştı. Ama Necatigil beni divan edebiyatı konusunda daha derin okumalara yönlendirirken bir yandan da kendi derslerinden yola çıkarak Batı edebiyatıyla tanışmamı sağlamıştı. Dolayısıyla Batı edebiyatıyla tanışmam lise yıllarında oldu. Ortaokul yıllarımda çok seçici bir okur değildim. Bu bir itiraftır! Çok iştahlı bir okurdum, elime ne geçerse okuyordum. O yıllarda yaptığım okumalar tabiri caizse abur cubur okumalardır. Disiplinli bir şekilde okumaya başlamam lise yıllarına olmuştur. Lise birinci sınıftan itibaren Batı klasiklerini okumaya başladım. Hem Milli Eğitim Bakanlığı’nın hem de Varlık Yayınları’nın bastığı klasikleri okudum. Hemingway, John Steinbeck, Panait İstrati ve diğerleri… Varlık, ayrıca Türk yazarlarını da yayınlıyordu. Sait Faik’in ilk editörü Yaşar Nabi Nayır’dır. O zaman Babıali’de roman yayınlayan çok önemli iki yayınevi vardı. İkincisi de Remzi’ydi. Orhan Kemal’in romanlarından bazılarını, Kemal Tahir’in romanlarını ve tabii yine Batı klasiklerini yayınlayan çok önemli bir yayıneviydi Remzi Kitabevi. O sıralarda Hüseyin Rahmi’ye merak salmıştım. Hüseyin Rahmi’nin romanlarını İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın Hilmi Kitabevi basıyordu. Yeri; Sirkeci’den Cağaloğlu’na çıkarken, Vilayet’e gelmeden sol taraftaki binalardan birindeydi. Remzi Kitabevi, onun yanında İnkılap, İnkılap’ın yanında da Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınlarının satıldığı bir mekan vardı.
Cağaloğlu’na kaç yaşlarından itibaren gidip gelmeye başladınız?
Lise 1’den itibaren. Lise iki ya da üçüncü sınıfta biraz da hocalarımın teşvikiyle sahaflara başladım. Behçet Hoca’nın bir özelliği vardı. Dersin sonlarına doğru, tahtaya anlattığı konuyla hiç ilgisi olmayan ya da bize öyle görünen bir beyit yazar ve çıkardı. Hiç unutmuyorum, bir gün şöyle bir şiir yazdı:
“Kim olsa kırar yayı bir kere fazla gerse
Aşkın bana cinnetin zevkini tattıracak
Seni her tahayyülüm eğer böyle giderse…”
Tebeşiri bıraktı ve çıktı. Edebiyata meraklı çocuklar var sınıfta. Bir tanesi de benim. Hocanın peşinden çıktım. “Hocam, kimin bu şiir?” dedim. “Git, bul!” dedi bana. Hangi kitapta, nerede? O zaman internet yok bugünkü gibi… “Cevdet Kudret” dedi sonra. Cevdet Kudret’i nerede bulacağım? Adını ilk defa duyuyorum. İstanbul’a ailemle birlikte taşınmış olmamıza rağmen okulda yatılı öğrenciydim. Fatih’te oturuyoruz o zaman. Cumartesi günü okuldan çıkıp doğruca sahaflara gittim. Nizamettin Bey (Aktuç), Allah rahmet eylesin, Yenişehirli Avni’nin torunudur. Çarşı’ya Beyazıt tarafından girilince sol tarafta dördüncü ya da beşinci dükkandaydı. Bilse bilse o bilir diye düşündüm. En kıdemlilerden biri. 17 numarada Mehmet var. İbrahim (Manav) onun çırağı. Ama çok genç adamlar. Nizamettin Bey’e Cevdet Kudret’i sordum. “Birinci Perde diye bir kitabı var.” dedi. Getirdi, iki ya da üç liraydı. O zaman için iyi para. Sene 1952 – 53. Aldım tabii. Sahaflara o vesileyle girdim ve bir hazine bulduğumu farketmem uzun sürmedi. Turan Türkmenoğlu, Halil Bingöl başta olmak üzere çok yakın dostlarım oldu. Sahaflara en yoğun uğradığım yıllar 1970’li yıllardır.
Alaaddin Eser’le daha yakın bir dostluğunuz var…
Evet, Alaaddin’le 80’li yıllarda tanıştım. Beyoğlu’na, Aslıhan Çarşısı’na taşınmışlardı. Orası adeta bir edebi mahfil olmuştu. Akşamları genellikle Alaaddin’in dükkanında buluşulurdu.
Kimler geliyordu o buluşmalara?
Hasan Pulur gelirdi. Rahmetli Gündağ Kayaoğlu ve Metin Erksan gelirdi. Aklıma gelenler bunlar. Zaman zaman bizim orada olduğumuzu duyup gelen başka insanlar olurdu. Sürekli gidenlerden biri bendim.
Müdavimi olduğunuz başka sahaf dükkanları oldu mu?
Hayır, Alaaddin’den sonra sahaflara fazla gidemez oldum. Sebebi de şu; evimdeki kitapların sayısı beni yeni kitap almak konusunda daha ihtiyatlı davranmaya zorladı.
Behçet Hoca’ya dönelim yine. Sizlerle ders harici saatlerde de ilgilenir miydi? Nasıl bir Hoca öğrenci ilişkisi vardı aranızda?
Ders saatleriyle sınırlıydı tabii ama şu ya da bu sebeple görüşmek istediğimizde geri çevirmezdi. Benim Necatigil’le yakınlığım liseyi bitirdikten sonra olmuştur. Üniversiteyi Londra’da okudum, oradan döndükten sonra daha da yakınlaştık. 1970’ten itibaren aramızdaki hoca öğrenci ilişkisi dostlukla tahkim edildi diyebilirim.
Kabataş yıllarınızda üzerinizde izi kalan başka hocalarınız da oldu mu?
1950 yılında, 14 yaşında liseye girdim. 4 yıl okudum. Lise eğitimi bizden önce 4 yıla çıkarılmıştı. Biz mezun olduktan 2 yıl sonra yeniden 3 yıla indirildi. Bazı arkadaşlarım bunun bir talihsizlik olduğunu söylerler ama ben kesinlikle o kanıda değilim. Lise eğitimi 4 yıl olmalıdır. Ama 1950 – 54 yılları arasında Kabataş Erkek Lisesi’ndeki 4 yıl gibi bir 4 yıldan söz ediyorum. Bir kere hocalarımızın tümü son derece ehil ve liyakatli insanlardı. Felsefe Hocası Ziya Somar felsefe doktoruydu. Lise müdürü Faik Dranas’tı. İsviçre’de Sartre ve Heidegger üzerine doktora yapmış bir felsefe hocasıydı. Fizikçi Atom Arif, Teknik Üniversite’de fizik hocasıydı. Necatigil’de olduğu gibi bir kısmı da Yüksek Muallim Mektebi mezunuydu. Hepsi çok önemli adamlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında lise öğretmeni yetiştirilmesine büyük önem verilmiştir. Fransa’da lise öğretmeni yetiştiren çok önemli bir okul var. Ecole Normale Superieure’dür adı. Burada biz Sorbonne’u çok önemseriz değil mi? Fransa’ya gittiğinizde biriyle konuşurken Sorbonne’dan bahsederseniz pek üzerinde durmaz. Ama “Ben Ecole Normale’de okudum.” derseniz kalkar, önünü ilikler.
Neden?
Çünkü Fransa’yı Fransa yapan entelektüellerin neredeyse tümü bu okuldan mezun olmuştur. Emile Durkheim, Henry Bergson, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Maurice Merleau-Ponty… Daha yakınlara gelelim; Michel Foucault, Raymond Aron ve daha pek çok önemli isim bu okuldan mezun olmuştur. Ecole Normale Superieure mezunu tek bir Türk vardır, Cahit Arf! Cumhuriyetin ilk yıllarının aklı, çok önemli bir şey yapıp böyle bir okul kurmuştu. Adı Yüksek Muallim Mektebi’ydi. Hocalarımızın çoğu Yüksek Muallim çıkışlıydılar. Adını saydığım Fransız entelektüeller gibi dünya ölçeğinde öne çıkmadılar ama bizim için çok önemliydiler.
1950’li, 60’lı yıllardaki eğitim kalitesi ve başarı tesadüf değildi yani…
Asla tesadüf değildi. O hocalar, gerçekten ehil ve hocalığı ideal olarak benimsemiş insanlardı. Lise eğitimi çok önemlidir. Üniversite sadece meslek öğretir. Hukuk fakültesi hukukçu, tıp fakültesi hekim yetiştirir. Teknik üniversite mühendislik eğitimi verir. Ama dünya görüşü, lisede kazanılır! Tarihiyle, sosyolojisiyle, güzel sanatlarıyla edinmeniz gereken entelektüel müktesebatı lise verir. Vermelidir! O yüzden lisede edebiyat dersi vardır, tarih dersi vardır. Sosyoloji, psikoloji, resim, müzik derslerinin varlık sebebi budur. Bizim dönemimizde bu derslerin tümü son derece ehil insanlar tarafından verilmiştir.
Edebiyata olan ilginiz erken yıllarda ortaya çıkmış. İyi bir okursunuz fakat üniversitede hukuk okumayı tercih etmişsiniz. Bu tercihin bir sebebi var mı?
Var tabii, babam! Aslında felsefe okumak istiyordum. Allah’a şükürler olsun sonradan nasip oldu. Babam “Hayır!” dedi. Ankara’ya, Mülkiye’ye gitmemi, kendisi gibi idareci olmamı istiyordu. Benim Ankara’ya gitmek gibi bir niyetim yoktu. Allah selamet versin, Ecevit döneminin Adalet ve Milli Savunma bakanı Hikmet Sami Türk, Kabataş’tan sınıf arkadaşımdır. 1954 yazında Sami’yi görmeye gittim. “Ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Hukuk Fakültesi’ne gideceğim.” dedi. Babamın idareci olmam için ısrar ettiğini, SBF’ye gitmemi istediğini söyleyince “Babana ‘Hukuk Fakültesi’nde mezun olduğumda da idareci olabilirim.’ de!” dedi. Bu mümkündü. Babama gittim ve “Mülkiye okumamı istiyorsunuz ama Ankara’ya taşınmanız gerekecek ya da ben orada yatılı olacağım. Düzenimiz bozulacak. İdareci olmak için Mülkiye’ye gitmeme gerek yok, Hukuk Fakültesi mezunları da kaymakam ya da nahiye müdürü olabilir.” dedim. “Ha! O zaman olur.” dedi. Hukukçu olmak için en ufak bir arzum yoktu aslında. Zaten daha birinci sınıfta, edebiyata meraklı diğer öğrencilerle birlikte kantinde bir masanın etrafında toplanmaya başladık. Demir Özlü, Erdal Öz ve Onat Kutlar o masada oturan arkadaşlarım arasındaydı.
Lisedeki hocalarınızın kalitesinin tesadüf olmadığını söylediniz. Peki üniversitede bu kadar kabiliyetli gencin bir araya gelmesini nasıl açıklıyorsunuz? Birbirinizi nasıl buldunuz?
Türkiye’nin nüfusu çok azdı. 1950 yılında İstanbul’da 1 milyon insan yaşıyordu. Şehrin sınırları belliydi. Neresi taşra, neresi banliyö… İnsanların birbirini bulması kolaydı. Herkesin birbirinden bir ölçüde haberi de vardı. Üniversiteye geldiğimde benim Dünya gazetesinde ve Yeditepe’de şiirlerim çıkmıştı.
Evet, Alaaddin’le 80’li yıllarda tanıştım. Beyoğlu’na, Aslıhan Çarşısı’na taşınmışlardı. Orası adeta bir edebi mahfil olmuştu. Akşamları genellikle Alaaddin’in dükkanında buluşulurdu.
Kimler geliyordu o buluşmalara?
Hasan Pulur gelirdi. Rahmetli Gündağ Kayaoğlu ve Metin Erksan gelirdi. Aklıma gelenler bunlar. Zaman zaman bizim orada olduğumuzu duyup gelen başka insanlar olurdu. Sürekli gidenlerden biri bendim.
Müdavimi olduğunuz başka sahaf dükkanları oldu mu?
Hayır, Alaaddin’den sonra sahaflara fazla gidemez oldum. Sebebi de şu; evimdeki kitapların sayısı beni yeni kitap almak konusunda daha ihtiyatlı davranmaya zorladı.
Behçet Hoca’ya dönelim yine. Sizlerle ders harici saatlerde de ilgilenir miydi? Nasıl bir Hoca öğrenci ilişkisi vardı aranızda?
Ders saatleriyle sınırlıydı tabii ama şu ya da bu sebeple görüşmek istediğimizde geri çevirmezdi. Benim Necatigil’le yakınlığım liseyi bitirdikten sonra olmuştur. Üniversiteyi Londra’da okudum, oradan döndükten sonra daha da yakınlaştık. 1970’ten itibaren aramızdaki hoca öğrenci ilişkisi dostlukla tahkim edildi diyebilirim.
Kabataş yıllarınızda üzerinizde izi kalan başka hocalarınız da oldu mu?
1950 yılında, 14 yaşında liseye girdim. 4 yıl okudum. Lise eğitimi bizden önce 4 yıla çıkarılmıştı. Biz mezun olduktan 2 yıl sonra yeniden 3 yıla indirildi. Bazı arkadaşlarım bunun bir talihsizlik olduğunu söylerler ama ben kesinlikle o kanıda değilim. Lise eğitimi 4 yıl olmalıdır. Ama 1950 – 54 yılları arasında Kabataş Erkek Lisesi’ndeki 4 yıl gibi bir 4 yıldan söz ediyorum. Bir kere hocalarımızın tümü son derece ehil ve liyakatli insanlardı. Felsefe Hocası Ziya Somar felsefe doktoruydu. Lise müdürü Faik Dranas’tı. İsviçre’de Sartre ve Heidegger üzerine doktora yapmış bir felsefe hocasıydı. Fizikçi Atom Arif, Teknik Üniversite’de fizik hocasıydı. Necatigil’de olduğu gibi bir kısmı da Yüksek Muallim Mektebi mezunuydu. Hepsi çok önemli adamlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında lise öğretmeni yetiştirilmesine büyük önem verilmiştir. Fransa’da lise öğretmeni yetiştiren çok önemli bir okul var. Ecole Normale Superieure’dür adı. Burada biz Sorbonne’u çok önemseriz değil mi? Fransa’ya gittiğinizde biriyle konuşurken Sorbonne’dan bahsederseniz pek üzerinde durmaz. Ama “Ben Ecole Normale’de okudum.” derseniz kalkar, önünü ilikler.
Neden?
Çünkü Fransa’yı Fransa yapan entelektüellerin neredeyse tümü bu okuldan mezun olmuştur. Emile Durkheim, Henry Bergson, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Maurice Merleau-Ponty… Daha yakınlara gelelim; Michel Foucault, Raymond Aron ve daha pek çok önemli isim bu okuldan mezun olmuştur. Ecole Normale Superieure mezunu tek bir Türk vardır, Cahit Arf! Cumhuriyetin ilk yıllarının aklı, çok önemli bir şey yapıp böyle bir okul kurmuştu. Adı Yüksek Muallim Mektebi’ydi. Hocalarımızın çoğu Yüksek Muallim çıkışlıydılar. Adını saydığım Fransız entelektüeller gibi dünya ölçeğinde öne çıkmadılar ama bizim için çok önemliydiler.
1950’li, 60’lı yıllardaki eğitim kalitesi ve başarı tesadüf değildi yani…
Asla tesadüf değildi. O hocalar, gerçekten ehil ve hocalığı ideal olarak benimsemiş insanlardı. Lise eğitimi çok önemlidir. Üniversite sadece meslek öğretir. Hukuk fakültesi hukukçu, tıp fakültesi hekim yetiştirir. Teknik üniversite mühendislik eğitimi verir. Ama dünya görüşü, lisede kazanılır! Tarihiyle, sosyolojisiyle, güzel sanatlarıyla edinmeniz gereken entelektüel müktesebatı lise verir. Vermelidir! O yüzden lisede edebiyat dersi vardır, tarih dersi vardır. Sosyoloji, psikoloji, resim, müzik derslerinin varlık sebebi budur. Bizim dönemimizde bu derslerin tümü son derece ehil insanlar tarafından verilmiştir.
Edebiyata olan ilginiz erken yıllarda ortaya çıkmış. İyi bir okursunuz fakat üniversitede hukuk okumayı tercih etmişsiniz. Bu tercihin bir sebebi var mı?
Var tabii, babam! Aslında felsefe okumak istiyordum. Allah’a şükürler olsun sonradan nasip oldu. Babam “Hayır!” dedi. Ankara’ya, Mülkiye’ye gitmemi, kendisi gibi idareci olmamı istiyordu. Benim Ankara’ya gitmek gibi bir niyetim yoktu. Allah selamet versin, Ecevit döneminin Adalet ve Milli Savunma bakanı Hikmet Sami Türk, Kabataş’tan sınıf arkadaşımdır. 1954 yazında Sami’yi görmeye gittim. “Ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Hukuk Fakültesi’ne gideceğim.” dedi. Babamın idareci olmam için ısrar ettiğini, SBF’ye gitmemi istediğini söyleyince “Babana ‘Hukuk Fakültesi’nde mezun olduğumda da idareci olabilirim.’ de!” dedi. Bu mümkündü. Babama gittim ve “Mülkiye okumamı istiyorsunuz ama Ankara’ya taşınmanız gerekecek ya da ben orada yatılı olacağım. Düzenimiz bozulacak. İdareci olmak için Mülkiye’ye gitmeme gerek yok, Hukuk Fakültesi mezunları da kaymakam ya da nahiye müdürü olabilir.” dedim. “Ha! O zaman olur.” dedi. Hukukçu olmak için en ufak bir arzum yoktu aslında. Zaten daha birinci sınıfta, edebiyata meraklı diğer öğrencilerle birlikte kantinde bir masanın etrafında toplanmaya başladık. Demir Özlü, Erdal Öz ve Onat Kutlar o masada oturan arkadaşlarım arasındaydı.
Lisedeki hocalarınızın kalitesinin tesadüf olmadığını söylediniz. Peki üniversitede bu kadar kabiliyetli gencin bir araya gelmesini nasıl açıklıyorsunuz? Birbirinizi nasıl buldunuz?
Türkiye’nin nüfusu çok azdı. 1950 yılında İstanbul’da 1 milyon insan yaşıyordu. Şehrin sınırları belliydi. Neresi taşra, neresi banliyö… İnsanların birbirini bulması kolaydı. Herkesin birbirinden bir ölçüde haberi de vardı. Üniversiteye geldiğimde benim Dünya gazetesinde ve Yeditepe’de şiirlerim çıkmıştı.
İlk şiiriniz ne zaman yayınlandı?
1952’de, okul dergisinde. Lise ikinci sınıftaydım. Behçet Hoca’nın önderliğinde bir yapraklık Dönüm dergisini çıkarmıştık. Tek seçici Hoca’ydı. O derginin 15 Aralık 1952 tarihli sayısında yayınlandı ilk şiirim. Adı Sabahların Türküsü idi. 1953 ve 54’te Yeditepe ve Varlık gibi ulusal dergilerde de şiirlerim yayınlandı. Ayrıca Vatan, Dünya, Akşam gazetelerinin edebiyat yaprakları vardı. Buralarda şiir de yayınlanıyordu. Üniversiteye gittiğimizde birbirimizi ismen biliyorduk zaten. Sonra Edebiyat Fakültesi’nde okuyan bazı arkadaşlar da bizimle ilişki kurdu. Rahmetli Kemal Özer ve Adnan Özyalçıner’le öyle tanıştık. Ve bir dergi çıkarmaya karar verdik ‘a’ dergisi. El yazısıyla, küçük a harfiyle yazılıyordu adı. 1955 yılında çıkan ilk sayısında benim ‘Cıgara İçmek Yasaktır’ isimli bir şiirim vardı.
Bir söyleşinizde üniversite yıllarınız için “Çok okuyanlar çağı” diyorsunuz. Bu çağ ne kadar sürdü?
Benim asıl yoğun biçimde okuma sürecim Londra’da olmuştur. 1964’te, oraya gittiğimde 28 yaşındaydım. Beş sene kaldım. Borges’in bir sözü vardır, “Ben yaşamadım, okudum!” der. Londra yılları benim için tastamam öyledir. Başka türlü anlatamam o dönemi. Ben yaşamadım, okudum. 5 yıl kalmama rağmen Londra’nın acemisiydim. BBC’nin Türkçe servisinde çalışıyordum. Çok rahat bir iş ortamım vardı. Aynı dönemde University Collage’da felsefe eğitimi de aldım. Bunun yanı sıra çok yoğun bir biçimde okudum o yıllarda.
Ne okuyordunuz?
İngiliz edebiyatı ağırlıklı olarak hemen hemen her şey. Felsefe ayrı tabii. Onu okumak zorundaydım. Birçok İngiliz yazarını tanımak imkanını buldum. Fransızcam iyidir. Fransızca bazı kitaplar getirtebildim. Marksizm başta olmak üzere kuramsal kitapları da orada okudum. Türkiye’de böyle bir imkan yoktu.
İmkansızlığın sebebi yeterince yayın olmaması mı, mevcut yayınlara ulaşmanın mümkün olmaması mıydı?
Her ikisi de. Devletin yasakladığı herhangi bir şeyi öğrenmenize imkan yoktu. Kitap yok. Ayrıca diyelim bu konuda deneyimi olan insanlar tanıyorsunuz. Çoğu cezaevine girip çıkmıştı. Bir şey sormaya kalktığınızda başlarının yeniden belaya gireceği endişesiyle konuşmaktan kaçınıyorlardı. Allah rahmet eylesin, 1953 yılında Attila İlhan Baylan Pastanesi’nde sosyal realizm adı altında Marksizm anlatıyordu. Gidip onu da dinledik bol miktarda.
İngiltere’den döndüğünüzde ne yapmak niyetindeydiniz?
1969 sonlarında döndüm İstanbul’a. Askere gitmek için müracaat ettim. 1970 yılının Ekim ayına ertelediler beni. Evliyim, iş arıyorum. Bir gün avare avare dolaşırken Rahmetli Adnan Benk’le karşılaştım. İşsiz olduğumu öğrenince tuttu elimden “Gidiyoruz.” dedi. Gazeteciler Cemiyeti’yle İran Konsolosluğu’nun arasından içeriye girdik. Yeni Sabah gazetesine geldik. Büyükçe bir oda. Bir kapıyı açtı. Beni içeri itti.
Kimler vardı içerde?
Oktay Akbal, Vedat Günyol, Rauf Mutluay, Selahattin Hilav… “Nereye geldim ya hu?” dedim. Hepsini tanıyorum. Meydan Larousse’u çıkarıyorlarmış. Arkadaşlarımın çoğu ansiklopedilerde çalışıyordu o yıllarda. Herkes ikili oturuyor. Rahmetli Faik Baysal bir masada tek başına. Onun karşısındaki sandalyeye de ben oturdum ve Larousse’da çalışmaya başladım. Bu saydığım isimlerden başka isimler de geldi gitti zamanla. Ciddi bir entelektüel muhitti Larousse.
Bir de edebi muhitler, o muhitlerin müdavimleri ve buluşma mekanları var o yıllarda. Siz de o ortamlara girdiniz mi?
Elbette. Benim içinde bulunduğum ilk muhit Baylan Pastanesi’dir. 1954 – 55 yılları. Orası tam bir edebi çevreydi gerçekten. Benim kuşağımdan daha sonra adı duyulacak entelektüel şair ve yazarların çoğu orada oluyorlardı.
Kimlerdi onlar?
Ankara’dan genellikle Ahmet Oktay’la Yılmaz Gruda gelirdi. Fikret Hakan orada olurdu. Demirtaş Ceyhun, Ferit Edgü… Hatırladıklarım bunlar. Pera’da oturan çocuklardı bunlar. Ben, Demir Özlü, Erdal Öz yani daha sonra a dergisini çıkaracak olan takımsa Fatih’te oturuyorduk. Ben Kıztaşı’ndaydım. Erdal Aksaray’da oturuyordu. Onat Şehzabedaşı’ndaki Talebe Yurdu’nda kalıyordu. Adnan ve Kemal Yedikule civarında oturuyorlardı. Edip Cansever’in evi de Ali Emiri Kütüphanesi’nin bir aşağı sokağındaydı. Biz Suriçi çocukları olarak girmiştik edebiyat alanına. O sırada gençlerin çıkardığı iki edebiyat dergisi vardı. Biri bizim çıkardığımız a dergisi, diğeri ise Ankara’da çıkan Mavi dergisi.
Mavi’yi kim çıkarıyor?
Önce Teoman Civelek diye biri çıkarıyordu ama sonra Ahmet Oktay ve arkadaşları aldı. O dergiye İstanbul’dan yazan Ferit Edgü, Demirtaş Ceyhun, Fikret Hakan gibi arkadaşlar bizim dergimize yazmadılar.
Aranızda ideolojik ya da sınıfsal bir ayrım mı vardı? Neden yazmadılar?
Hayır, öyle bir şey yoktu. Onlar ‘Mavici’ idiler. Bizim arkadaşlarımız da; Onat (Kutlar), Erdal (Öz), Kemal (Özer), Adnan (Özyalçıner) falan Mavi’de yazmadılar.
Konuşuyor muydunuz bunu? Nasıl açıklıyorlardı bu mesafeyi?
Hayır, bu çok sonra farkına varılan bir şey. İki istisnası vardı, ben ve Demir Özlü. Biz ikisine de yazıyorduk. Erdal Öz’ün günlüklerinde bir bölüm vardır. Orada mealen şöyle bir şey söylüyor; “Hilmi ‘Baylan’a gidelim!’ dedi. Ben hiç istemedim. Ama Hilmi’nin hatırını kırmamak için gittim. Oradaki çocukları sevmedim. Gayrı ciddi adamlardı. Çıktık, Hilmi’ye ortamı çok laubali bulduğumu söyledim. Hilmi, ‘Öyle düşünme, aslında iyi çocuklar.’ dedi.” Bu konuşmayı ben hatırlamıyorum. Ama Erdal Öz böyle anlatıyor.
Siz bir araya geldiğinizde ne konuşuyordunuz ki Baylan’da konuşulanlar Erdal Bey’in ilgisini çekmemiş?
Hukuk Fakültesi kantininde ya da tramvay durağının hemen arkasında yani Ali Emiri Efendi Kütüphanesi’nin bitişiğindeki Yıldırım Kahvesi’nde buluştuğumuzda edebiyatın ciddi meselelerini konuştuğumuzu hatırlıyorum. Kendi çapımızda tabii. Erdal’ın büyük olasılıkla Baylan’da da bu tür konuşmalar beklediğini ama gayri ciddi bir üslupla karşılaştığı için hoşlanmadığını söyleyebilirim.
Baylan’da toplanan ekibin bir ağabeyi var, Attila İlhan. Suriçi Çocukları’na ağabeylik yapan kimse var mıydı?
Suriçi Çocukları’nın Attila İlhan gibi bir ağabeyi yoktu ama ağabey konumunda olan biri vardı; Edip Cansever. Edip’le çok yakın olmuşuzdur o yıllarda. O 1928 doğumludur, hepimizden 8 yaş büyük. Ağabey konumundaydı ama öyle bir iddiası, Attila İlhan’ın Baylan’daki çocuklar üzerindeki nüfuzuna benzer bir nüfuzu yoktu bizim üzerimizde. Biz Edip’in şairliğini önemsiyorduk. İkincisi Edip’in Kapalıçarşı’da bir antikacı dükkânı vardı ve dergiye maddi katkıda da bulunuyordu. Zaman zaman bizi toplayıp içmeye götürdüğü de olmuştur.
Diğer buluşma mekanlarınız nerelerdi?
Yenikapı’da bir kahve vardı, oraya gidiyorduk. Bir de Atatürk Bulvarı üzerinde bir kahve vardı, küçür bir yerdi. Orada da oluyorduk. Yılmaz Güney’i orada tanımıştım. Dergiyi oluşturan asıl kadronun dışında başka insanlar da uğruyordu bazen. Yılmaz’ın neden geldiğini hatırlamıyorum.
Sizin ekibinizde ya da Baylan grubunda kadın edebiyatçı var mıydı?
Hayır, Attila İlhan’ın çevresinde kadın yoktu. Daha sonra Beyoğlu grubuna ama bu kadronun değil, başka bir ekibin içine Leyla Erbil girmiştir.
Okumayı hayatınızın öncelikli gündemi yapan sebep neydi? Bilme arzusu, tanıma merakı ya da başka bir şey…
Ben biraz maymun iştahlıyımdır. Rönesans entelektüelleri gibi her şeyi bilmek zorunda hissetmek durumu vardır ya. Bu mümkün değil tabii. Bazı şeylere cesaret etme meselesi de var. 1976 yılında, Mimar Sinan Üniversitesi, o zaman Güzel Sanatlar Akademisi, bana “Uygarlık Tarihi dersi verir misiniz?” teklifiyle geldiğinde kabul ettim. Ama bu dersin hazırlanması benim için başlı başına bir problemdi. Ne anlatacağım? Uygarlık tarihi. Ne okumam gerekiyor? Şu kitapları! Nasıl sistemleştirebilirim bu konuyu? Şu yolu izleyerek… Programı tespit ettikten ve sistemi kafamda oturttuktan sonra o dersi altı ayda hazırladım. Çok iddialı bir şey söylüyor gibi görünebilirim ama üniversitede antropoloji bölümünü bitirmiş, doktora demeyeceğim fakat yüksek lisans yapmış biri kadar antropoloji anlatabilirdim. Bu cahil cesareti değil, bilginin cesaretidir. Boğaziçi Üniversitesi’nde felsefe dersi vermeye başladım. 1980’den sonra bölüm toplantısı yapıldı. YÖK kurulmuş. “İslam’la ilgili bir ders vermemiz lazım. Kim verecek?” dediler. “Ben veririm!” dedim. Akademi’de yaptığım gibi oturdum ve çalıştım. “Dersin adı İslam Felsefesi olamaz. Türk İslam Düşüncesine Giriş olsun. Bu dersi ehliyetle verebilirim…” dedim ve verdim de. Benim okumalarım böyle çerçevelerde oluyor.
Türkiye’de sosyal ve entelektüel hayatın tam ortasından geçen pek çok ikilik var. Geleneksel/modern, alaturka/alafranga, Batı/Doğu… Bir entelektüel olarak bu ikilikler arasında dengeyi nasıl kurdunuz?
Tanzimat’a kadar Osmanlı Türk toplumu bir tek medeniyeti çoğaltarak ya da Tanpınar’ın tabiriyle değişerek devam etmiştir. Tanzimat’la birlikte toplum gelenekselliğinin yanı sıra bir başka medeniyete de intisap etmiştir. Benim kavramsallaştırmama göre o tarihten sonra aidiyet ve mensubiyet birlikte yaşanmaya başlanmıştır. Bizim medeniyetimiz gelenekselliğe, Doğu’ya ve ağırlıklı olarak İslam’a aittir. Bunda hiç şüphe yok. Ama mensubiyet diye bir şey var. Daha sonra ilişkiye geçmiş olmak durumu. Biz aidiyeti ve mensubiyeti birlikte yaşamaya yazgılı bir toplumuz. Bu eşzamanlılığı sosyal hayat gibi edebi eserlerde de benimsemek mümkün. Benim bir poetikam var. Diyorum ki; şiirin sahihliğinin bir tek kriteri var; toplumun medeniyet durumuyla mütekabiliyet ilişkisi içinde bulunması. Eğer toplumda geleneksellik ve modernlik birlikte yaşanıyorsa, o zaman şiirin de böyle olması lazım. Yani ben sadece geleneksel müktesebatımızı değil, modernin müktesebatını da edinmek ve kendimin kılmak durumundayım. Bizden önce bunu poetika durumuna getirmeden yapmış Yahya Kemal var, Ahmet Haşim var. Yahya Kemal’in şiirinde bir tarafta Nedim öte tarafta Baudelaire vardır. Aynı şey Necatigil için, Asaf Halet Çelebi için de söz konusu. Böyle bir soy kütüğü var. Bu dengenin sahih bir entelektüel olmakla da ilgili olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de bazı insanlar “Gazali beni ilgilendirmiyor!” diyebiliyor. Ben de diyorum ki Aquinalı Thomas ya da Kant nasıl ilgilendiriyorsa Gazali de ilgilendirmeli. Yoksa sahih olmazsın! Büyük bir maluliyettir bu. Aynı şey tersi için de geçerli. Ben kendimi hem bir şair hem de entelektüel olarak böyle yetiştirmeye adadım. Marks’ın sevdiğim bir sözü vardır, “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değil.” Ben de diyorum ki entelektüel olan hiçbir şey bana yabancı değil. Bizim konumumuz ikisinin birden edinilmesini zaruri kılıyor. 85 yaşına geldim fakat hâlâ mesafe kat edemediğimizi görüyorum ne yazık ki. Namık Kemal gibi mi söyleyeyim ben de? “Ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi / Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun, ben mahzun……” Namık Kemal’den bu yana bir arpa boyu ilerlemedik mi? Benim mezar taşıma da bu mu yazılsın? Eğer öyleyse çok yazık. “Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemâl / Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına” diyor ya bir başka şiirinde. Gerçekten, bu toplumda insanın kendi derdine sıra gelmiyor…
Yazılarınızda, konuşmalarınızda çok fazla atıfta bulunuyorsunuz. Nasıl bir okursunuz? Bu bilgileri zihninizde nasıl kategorize ediyorsunuz? Bir formülü var mı?
Var tabii. Analitik düşünme kabiliyetini İngiltere’deki üniversite eğitimimde kazandım. Orada öğrendim. Herhangi bir mesele nasıl sistematize edilir? Nasıl kavramsallaştırılır? Nasıl hiyerarşize edilir? Çok iyi biliyor ve öğretiyorlar. Analiz kabiliyeti dediğimiz şey o kadar önemli ki. Bilkent’te ders verirken Bölüm Başkanı olan Rahmetli Talat (Halman) Hoca’ya bölüme kavram bilgisi dersi koymayı teklif ettim. “Çok iyi olur.” dedi ama yukarıya kabul ettiremedi. Bizde bu meselelerin önemi anlaşılabilmiş değil. Kavramları yanlış kullanınca bilgiyi sistematize etmek, doğru düşünce üretmek de mümkün olmuyor. Çok talihli bir insanım ben. Babam ve Behçet Hoca gibi İngiltere’deki hocalarımdan da çok şey öğrendim. Bu insanlar olmasa ben olmazdım…
Son yıllarda kütüphanenize hangi kategorilerde kitap giriyor?
Her şeyden önce felsefeciyim. Felsefe meseleleri beni çok ilgilendiriyor. İngiltere, Fransa, Almanya ve Türkiye’de beni ilgilendiren felsefe konularında neler yazılmışsa onları edinmeye çalışıyorum. Ama çok hayati olmadığı sürece yurt dışından kitap ısmarlayamıyorum. Aşmamam gereken sınırlar var.
Dışarıdan bir gözle baktığınızda kütüphaneniz sizin hakkınızda ne söyler?
İyi şeyler söylemez herhalde. “Kitaplarına iyi bakmıyorsun.” der mesela. 15 bin civarında kitabım olduğunu sanıyorum. Yer darlığı sebebiyle kitaplar üst üste yığılı bir halde duruyor. Arka arkaya iki, üç sıra dizdiğim raflar var. Bir kitap almaya çalışırken düşenler oluyor. Dolayısıyla şikayetlerinde çok haklı olduklarını söyleyebilirim. Ayrıca maymun iştahlı biri olduğumu söylerler. Çünkü benim kütüphanemde her şey var. İki blok Gazali’ye ait. Bir tarafta antropolojiler var. Bir blok baş adamım Wittgenstein’a ait. Onun üzerinde iki blok halinde İngilizce, Türkçe, Fransızca Foucault kitapları var. Benim kütüphanem bir uzman kütüphanesi değil. Allah rahmet eylesin, Semavi Eyice Bizans kütüphanesi kurmuştu mesela. Bütün hayatını ona vakfetmişti. Ben bunu yapamam. Felsefeci olarak hayatımı bir filozofun tek bir problemine tahsis edebilirdim. Bunu yapmadım. Çünkü onu yaparken gözüm başka bir şeye kayacaktı. Onun için daha baştan klasik manada akademyayı reddettim. Tab’ım buna müsait değil. Artık ihtisaslaşma esas. Eski usul aydınlar gibi birden fazla konuda mütehassıs olan kimse tanımadım ben Türkiye’de. Bir tek istisnası var; rahmetli İdris Küçükömer. Bir gün Çakmakçılar Yokuşu’ndaki Red Hause Kitapevi’ne gittim. Kenarda bir blok kitap var. Bakmak için izin istedim. Tasnif edilmemiş. İçinde fizik var, astronomi var, iktisat var, felsefe var… “Neden ayırmadınız?” diye sordum.
“Hepsi tek bir kişiye gidecek.” dediler.
“Kime?”
“İdris Küçükömer’e!” Kendi uzmanlık alanı dışında başka alanlarla da bu ölçüde ilgilenen bir tek onu tanıdım.
Şu sıralar ne okuyorsunuz?
Yunus Emre’yle ilgili kitaplar okuyorum. Şiirleri, hakkında yazılanlar… Yazdıklarına, şiirlerine bakınca hayranlığım bir kat daha arttı. Büyük bir adam. Böylesini ne gördük ne işittik…
1952’de, okul dergisinde. Lise ikinci sınıftaydım. Behçet Hoca’nın önderliğinde bir yapraklık Dönüm dergisini çıkarmıştık. Tek seçici Hoca’ydı. O derginin 15 Aralık 1952 tarihli sayısında yayınlandı ilk şiirim. Adı Sabahların Türküsü idi. 1953 ve 54’te Yeditepe ve Varlık gibi ulusal dergilerde de şiirlerim yayınlandı. Ayrıca Vatan, Dünya, Akşam gazetelerinin edebiyat yaprakları vardı. Buralarda şiir de yayınlanıyordu. Üniversiteye gittiğimizde birbirimizi ismen biliyorduk zaten. Sonra Edebiyat Fakültesi’nde okuyan bazı arkadaşlar da bizimle ilişki kurdu. Rahmetli Kemal Özer ve Adnan Özyalçıner’le öyle tanıştık. Ve bir dergi çıkarmaya karar verdik ‘a’ dergisi. El yazısıyla, küçük a harfiyle yazılıyordu adı. 1955 yılında çıkan ilk sayısında benim ‘Cıgara İçmek Yasaktır’ isimli bir şiirim vardı.
Bir söyleşinizde üniversite yıllarınız için “Çok okuyanlar çağı” diyorsunuz. Bu çağ ne kadar sürdü?
Benim asıl yoğun biçimde okuma sürecim Londra’da olmuştur. 1964’te, oraya gittiğimde 28 yaşındaydım. Beş sene kaldım. Borges’in bir sözü vardır, “Ben yaşamadım, okudum!” der. Londra yılları benim için tastamam öyledir. Başka türlü anlatamam o dönemi. Ben yaşamadım, okudum. 5 yıl kalmama rağmen Londra’nın acemisiydim. BBC’nin Türkçe servisinde çalışıyordum. Çok rahat bir iş ortamım vardı. Aynı dönemde University Collage’da felsefe eğitimi de aldım. Bunun yanı sıra çok yoğun bir biçimde okudum o yıllarda.
Ne okuyordunuz?
İngiliz edebiyatı ağırlıklı olarak hemen hemen her şey. Felsefe ayrı tabii. Onu okumak zorundaydım. Birçok İngiliz yazarını tanımak imkanını buldum. Fransızcam iyidir. Fransızca bazı kitaplar getirtebildim. Marksizm başta olmak üzere kuramsal kitapları da orada okudum. Türkiye’de böyle bir imkan yoktu.
İmkansızlığın sebebi yeterince yayın olmaması mı, mevcut yayınlara ulaşmanın mümkün olmaması mıydı?
Her ikisi de. Devletin yasakladığı herhangi bir şeyi öğrenmenize imkan yoktu. Kitap yok. Ayrıca diyelim bu konuda deneyimi olan insanlar tanıyorsunuz. Çoğu cezaevine girip çıkmıştı. Bir şey sormaya kalktığınızda başlarının yeniden belaya gireceği endişesiyle konuşmaktan kaçınıyorlardı. Allah rahmet eylesin, 1953 yılında Attila İlhan Baylan Pastanesi’nde sosyal realizm adı altında Marksizm anlatıyordu. Gidip onu da dinledik bol miktarda.
İngiltere’den döndüğünüzde ne yapmak niyetindeydiniz?
1969 sonlarında döndüm İstanbul’a. Askere gitmek için müracaat ettim. 1970 yılının Ekim ayına ertelediler beni. Evliyim, iş arıyorum. Bir gün avare avare dolaşırken Rahmetli Adnan Benk’le karşılaştım. İşsiz olduğumu öğrenince tuttu elimden “Gidiyoruz.” dedi. Gazeteciler Cemiyeti’yle İran Konsolosluğu’nun arasından içeriye girdik. Yeni Sabah gazetesine geldik. Büyükçe bir oda. Bir kapıyı açtı. Beni içeri itti.
Kimler vardı içerde?
Oktay Akbal, Vedat Günyol, Rauf Mutluay, Selahattin Hilav… “Nereye geldim ya hu?” dedim. Hepsini tanıyorum. Meydan Larousse’u çıkarıyorlarmış. Arkadaşlarımın çoğu ansiklopedilerde çalışıyordu o yıllarda. Herkes ikili oturuyor. Rahmetli Faik Baysal bir masada tek başına. Onun karşısındaki sandalyeye de ben oturdum ve Larousse’da çalışmaya başladım. Bu saydığım isimlerden başka isimler de geldi gitti zamanla. Ciddi bir entelektüel muhitti Larousse.
Bir de edebi muhitler, o muhitlerin müdavimleri ve buluşma mekanları var o yıllarda. Siz de o ortamlara girdiniz mi?
Elbette. Benim içinde bulunduğum ilk muhit Baylan Pastanesi’dir. 1954 – 55 yılları. Orası tam bir edebi çevreydi gerçekten. Benim kuşağımdan daha sonra adı duyulacak entelektüel şair ve yazarların çoğu orada oluyorlardı.
Kimlerdi onlar?
Ankara’dan genellikle Ahmet Oktay’la Yılmaz Gruda gelirdi. Fikret Hakan orada olurdu. Demirtaş Ceyhun, Ferit Edgü… Hatırladıklarım bunlar. Pera’da oturan çocuklardı bunlar. Ben, Demir Özlü, Erdal Öz yani daha sonra a dergisini çıkaracak olan takımsa Fatih’te oturuyorduk. Ben Kıztaşı’ndaydım. Erdal Aksaray’da oturuyordu. Onat Şehzabedaşı’ndaki Talebe Yurdu’nda kalıyordu. Adnan ve Kemal Yedikule civarında oturuyorlardı. Edip Cansever’in evi de Ali Emiri Kütüphanesi’nin bir aşağı sokağındaydı. Biz Suriçi çocukları olarak girmiştik edebiyat alanına. O sırada gençlerin çıkardığı iki edebiyat dergisi vardı. Biri bizim çıkardığımız a dergisi, diğeri ise Ankara’da çıkan Mavi dergisi.
Mavi’yi kim çıkarıyor?
Önce Teoman Civelek diye biri çıkarıyordu ama sonra Ahmet Oktay ve arkadaşları aldı. O dergiye İstanbul’dan yazan Ferit Edgü, Demirtaş Ceyhun, Fikret Hakan gibi arkadaşlar bizim dergimize yazmadılar.
Aranızda ideolojik ya da sınıfsal bir ayrım mı vardı? Neden yazmadılar?
Hayır, öyle bir şey yoktu. Onlar ‘Mavici’ idiler. Bizim arkadaşlarımız da; Onat (Kutlar), Erdal (Öz), Kemal (Özer), Adnan (Özyalçıner) falan Mavi’de yazmadılar.
Konuşuyor muydunuz bunu? Nasıl açıklıyorlardı bu mesafeyi?
Hayır, bu çok sonra farkına varılan bir şey. İki istisnası vardı, ben ve Demir Özlü. Biz ikisine de yazıyorduk. Erdal Öz’ün günlüklerinde bir bölüm vardır. Orada mealen şöyle bir şey söylüyor; “Hilmi ‘Baylan’a gidelim!’ dedi. Ben hiç istemedim. Ama Hilmi’nin hatırını kırmamak için gittim. Oradaki çocukları sevmedim. Gayrı ciddi adamlardı. Çıktık, Hilmi’ye ortamı çok laubali bulduğumu söyledim. Hilmi, ‘Öyle düşünme, aslında iyi çocuklar.’ dedi.” Bu konuşmayı ben hatırlamıyorum. Ama Erdal Öz böyle anlatıyor.
Siz bir araya geldiğinizde ne konuşuyordunuz ki Baylan’da konuşulanlar Erdal Bey’in ilgisini çekmemiş?
Hukuk Fakültesi kantininde ya da tramvay durağının hemen arkasında yani Ali Emiri Efendi Kütüphanesi’nin bitişiğindeki Yıldırım Kahvesi’nde buluştuğumuzda edebiyatın ciddi meselelerini konuştuğumuzu hatırlıyorum. Kendi çapımızda tabii. Erdal’ın büyük olasılıkla Baylan’da da bu tür konuşmalar beklediğini ama gayri ciddi bir üslupla karşılaştığı için hoşlanmadığını söyleyebilirim.
Baylan’da toplanan ekibin bir ağabeyi var, Attila İlhan. Suriçi Çocukları’na ağabeylik yapan kimse var mıydı?
Suriçi Çocukları’nın Attila İlhan gibi bir ağabeyi yoktu ama ağabey konumunda olan biri vardı; Edip Cansever. Edip’le çok yakın olmuşuzdur o yıllarda. O 1928 doğumludur, hepimizden 8 yaş büyük. Ağabey konumundaydı ama öyle bir iddiası, Attila İlhan’ın Baylan’daki çocuklar üzerindeki nüfuzuna benzer bir nüfuzu yoktu bizim üzerimizde. Biz Edip’in şairliğini önemsiyorduk. İkincisi Edip’in Kapalıçarşı’da bir antikacı dükkânı vardı ve dergiye maddi katkıda da bulunuyordu. Zaman zaman bizi toplayıp içmeye götürdüğü de olmuştur.
Diğer buluşma mekanlarınız nerelerdi?
Yenikapı’da bir kahve vardı, oraya gidiyorduk. Bir de Atatürk Bulvarı üzerinde bir kahve vardı, küçür bir yerdi. Orada da oluyorduk. Yılmaz Güney’i orada tanımıştım. Dergiyi oluşturan asıl kadronun dışında başka insanlar da uğruyordu bazen. Yılmaz’ın neden geldiğini hatırlamıyorum.
Sizin ekibinizde ya da Baylan grubunda kadın edebiyatçı var mıydı?
Hayır, Attila İlhan’ın çevresinde kadın yoktu. Daha sonra Beyoğlu grubuna ama bu kadronun değil, başka bir ekibin içine Leyla Erbil girmiştir.
Okumayı hayatınızın öncelikli gündemi yapan sebep neydi? Bilme arzusu, tanıma merakı ya da başka bir şey…
Ben biraz maymun iştahlıyımdır. Rönesans entelektüelleri gibi her şeyi bilmek zorunda hissetmek durumu vardır ya. Bu mümkün değil tabii. Bazı şeylere cesaret etme meselesi de var. 1976 yılında, Mimar Sinan Üniversitesi, o zaman Güzel Sanatlar Akademisi, bana “Uygarlık Tarihi dersi verir misiniz?” teklifiyle geldiğinde kabul ettim. Ama bu dersin hazırlanması benim için başlı başına bir problemdi. Ne anlatacağım? Uygarlık tarihi. Ne okumam gerekiyor? Şu kitapları! Nasıl sistemleştirebilirim bu konuyu? Şu yolu izleyerek… Programı tespit ettikten ve sistemi kafamda oturttuktan sonra o dersi altı ayda hazırladım. Çok iddialı bir şey söylüyor gibi görünebilirim ama üniversitede antropoloji bölümünü bitirmiş, doktora demeyeceğim fakat yüksek lisans yapmış biri kadar antropoloji anlatabilirdim. Bu cahil cesareti değil, bilginin cesaretidir. Boğaziçi Üniversitesi’nde felsefe dersi vermeye başladım. 1980’den sonra bölüm toplantısı yapıldı. YÖK kurulmuş. “İslam’la ilgili bir ders vermemiz lazım. Kim verecek?” dediler. “Ben veririm!” dedim. Akademi’de yaptığım gibi oturdum ve çalıştım. “Dersin adı İslam Felsefesi olamaz. Türk İslam Düşüncesine Giriş olsun. Bu dersi ehliyetle verebilirim…” dedim ve verdim de. Benim okumalarım böyle çerçevelerde oluyor.
Türkiye’de sosyal ve entelektüel hayatın tam ortasından geçen pek çok ikilik var. Geleneksel/modern, alaturka/alafranga, Batı/Doğu… Bir entelektüel olarak bu ikilikler arasında dengeyi nasıl kurdunuz?
Tanzimat’a kadar Osmanlı Türk toplumu bir tek medeniyeti çoğaltarak ya da Tanpınar’ın tabiriyle değişerek devam etmiştir. Tanzimat’la birlikte toplum gelenekselliğinin yanı sıra bir başka medeniyete de intisap etmiştir. Benim kavramsallaştırmama göre o tarihten sonra aidiyet ve mensubiyet birlikte yaşanmaya başlanmıştır. Bizim medeniyetimiz gelenekselliğe, Doğu’ya ve ağırlıklı olarak İslam’a aittir. Bunda hiç şüphe yok. Ama mensubiyet diye bir şey var. Daha sonra ilişkiye geçmiş olmak durumu. Biz aidiyeti ve mensubiyeti birlikte yaşamaya yazgılı bir toplumuz. Bu eşzamanlılığı sosyal hayat gibi edebi eserlerde de benimsemek mümkün. Benim bir poetikam var. Diyorum ki; şiirin sahihliğinin bir tek kriteri var; toplumun medeniyet durumuyla mütekabiliyet ilişkisi içinde bulunması. Eğer toplumda geleneksellik ve modernlik birlikte yaşanıyorsa, o zaman şiirin de böyle olması lazım. Yani ben sadece geleneksel müktesebatımızı değil, modernin müktesebatını da edinmek ve kendimin kılmak durumundayım. Bizden önce bunu poetika durumuna getirmeden yapmış Yahya Kemal var, Ahmet Haşim var. Yahya Kemal’in şiirinde bir tarafta Nedim öte tarafta Baudelaire vardır. Aynı şey Necatigil için, Asaf Halet Çelebi için de söz konusu. Böyle bir soy kütüğü var. Bu dengenin sahih bir entelektüel olmakla da ilgili olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de bazı insanlar “Gazali beni ilgilendirmiyor!” diyebiliyor. Ben de diyorum ki Aquinalı Thomas ya da Kant nasıl ilgilendiriyorsa Gazali de ilgilendirmeli. Yoksa sahih olmazsın! Büyük bir maluliyettir bu. Aynı şey tersi için de geçerli. Ben kendimi hem bir şair hem de entelektüel olarak böyle yetiştirmeye adadım. Marks’ın sevdiğim bir sözü vardır, “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değil.” Ben de diyorum ki entelektüel olan hiçbir şey bana yabancı değil. Bizim konumumuz ikisinin birden edinilmesini zaruri kılıyor. 85 yaşına geldim fakat hâlâ mesafe kat edemediğimizi görüyorum ne yazık ki. Namık Kemal gibi mi söyleyeyim ben de? “Ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi / Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun, ben mahzun……” Namık Kemal’den bu yana bir arpa boyu ilerlemedik mi? Benim mezar taşıma da bu mu yazılsın? Eğer öyleyse çok yazık. “Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemâl / Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına” diyor ya bir başka şiirinde. Gerçekten, bu toplumda insanın kendi derdine sıra gelmiyor…
Yazılarınızda, konuşmalarınızda çok fazla atıfta bulunuyorsunuz. Nasıl bir okursunuz? Bu bilgileri zihninizde nasıl kategorize ediyorsunuz? Bir formülü var mı?
Var tabii. Analitik düşünme kabiliyetini İngiltere’deki üniversite eğitimimde kazandım. Orada öğrendim. Herhangi bir mesele nasıl sistematize edilir? Nasıl kavramsallaştırılır? Nasıl hiyerarşize edilir? Çok iyi biliyor ve öğretiyorlar. Analiz kabiliyeti dediğimiz şey o kadar önemli ki. Bilkent’te ders verirken Bölüm Başkanı olan Rahmetli Talat (Halman) Hoca’ya bölüme kavram bilgisi dersi koymayı teklif ettim. “Çok iyi olur.” dedi ama yukarıya kabul ettiremedi. Bizde bu meselelerin önemi anlaşılabilmiş değil. Kavramları yanlış kullanınca bilgiyi sistematize etmek, doğru düşünce üretmek de mümkün olmuyor. Çok talihli bir insanım ben. Babam ve Behçet Hoca gibi İngiltere’deki hocalarımdan da çok şey öğrendim. Bu insanlar olmasa ben olmazdım…
Son yıllarda kütüphanenize hangi kategorilerde kitap giriyor?
Her şeyden önce felsefeciyim. Felsefe meseleleri beni çok ilgilendiriyor. İngiltere, Fransa, Almanya ve Türkiye’de beni ilgilendiren felsefe konularında neler yazılmışsa onları edinmeye çalışıyorum. Ama çok hayati olmadığı sürece yurt dışından kitap ısmarlayamıyorum. Aşmamam gereken sınırlar var.
Dışarıdan bir gözle baktığınızda kütüphaneniz sizin hakkınızda ne söyler?
İyi şeyler söylemez herhalde. “Kitaplarına iyi bakmıyorsun.” der mesela. 15 bin civarında kitabım olduğunu sanıyorum. Yer darlığı sebebiyle kitaplar üst üste yığılı bir halde duruyor. Arka arkaya iki, üç sıra dizdiğim raflar var. Bir kitap almaya çalışırken düşenler oluyor. Dolayısıyla şikayetlerinde çok haklı olduklarını söyleyebilirim. Ayrıca maymun iştahlı biri olduğumu söylerler. Çünkü benim kütüphanemde her şey var. İki blok Gazali’ye ait. Bir tarafta antropolojiler var. Bir blok baş adamım Wittgenstein’a ait. Onun üzerinde iki blok halinde İngilizce, Türkçe, Fransızca Foucault kitapları var. Benim kütüphanem bir uzman kütüphanesi değil. Allah rahmet eylesin, Semavi Eyice Bizans kütüphanesi kurmuştu mesela. Bütün hayatını ona vakfetmişti. Ben bunu yapamam. Felsefeci olarak hayatımı bir filozofun tek bir problemine tahsis edebilirdim. Bunu yapmadım. Çünkü onu yaparken gözüm başka bir şeye kayacaktı. Onun için daha baştan klasik manada akademyayı reddettim. Tab’ım buna müsait değil. Artık ihtisaslaşma esas. Eski usul aydınlar gibi birden fazla konuda mütehassıs olan kimse tanımadım ben Türkiye’de. Bir tek istisnası var; rahmetli İdris Küçükömer. Bir gün Çakmakçılar Yokuşu’ndaki Red Hause Kitapevi’ne gittim. Kenarda bir blok kitap var. Bakmak için izin istedim. Tasnif edilmemiş. İçinde fizik var, astronomi var, iktisat var, felsefe var… “Neden ayırmadınız?” diye sordum.
“Hepsi tek bir kişiye gidecek.” dediler.
“Kime?”
“İdris Küçükömer’e!” Kendi uzmanlık alanı dışında başka alanlarla da bu ölçüde ilgilenen bir tek onu tanıdım.
Şu sıralar ne okuyorsunuz?
Yunus Emre’yle ilgili kitaplar okuyorum. Şiirleri, hakkında yazılanlar… Yazdıklarına, şiirlerine bakınca hayranlığım bir kat daha arttı. Büyük bir adam. Böylesini ne gördük ne işittik…