Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Nadir Söyleşiler - eşyaya sinmiş rüyalar alıp satıyoruz

    eşyaya sinmiş rüyalar alıp satıyoruz

    Mayıs 2, 2020
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

     

    Günümüz sahaflığından bahsedilecekse akla ilk gelecek isimlerden biri, Bahtiyar İstekli olmalı. İstanbul piyasası ve sahaflarıyla 20’li yaşlarının başlarında tanışan İstekli, önce meraklı bir okur olarak dahil oluyor muhite. 90’lı yılların başı. Geçmişin mirası henüz tamamıyla tahliye edilmemiş evlerden. Üniversiteye gidip gelirken önünden geçtikleri kâğıt depolarına her gün SEKA’ya gönderilmek üzere kamyonlar dolusu ‘eski kâğıt’ geliyor. Bahtiyar Bey ve kendisi gibi kitaba, okumaya meraklı 3 arkadaşı, eskici tezgahlarında ve hurda depolarında, ilgi duydukları her alanda kitap buluyor, kaldıkları öğrenci yurduna paket paket kitap taşıyor. Ardından sıra kendi tezgahlarını ve dükkanlarını açmaya geliyor… Bahtiyar İstekli’nin İstanbul sahafları arasında geçirdiği 30 yıl, bir yakın tarih panoraması sunuyor bize. Sahaf dükkanlarında alınıp satılan malzemenin ve o malzemeye talip olan müşterinin geçirdiği dönüşüm, içinde bulunduğumuz kültür ortamına dair yabana atılmayacak ipuçları içeriyor. Osmanlıca evrak konusunda ihtisas sahibi olan İstekli’nin esnaf, araştırmacı ve yazar olarak çizdiği çerçeve, sahafiye malzemenin ifade ettiği mânâyı da etraflıca ortaya koyuyor. 

     Kitapla ilişkinizi ne kadar geri götürebiliyorsunuz?

    Kitabın içine doğmadım. Doğduğum evde çok az kitap vardı. Babam halk hikâyelerine meraklıydı. Karacaoğlan, Köroğlu, Kerem ile Aslı, Dadaloğlu… O kitaplar sayesinde okumaya çok erken yaşta ilgi duymaya başladım. İlkokul yıllarında bunları gizli saklı okurdum.

    Niye gizli?

    Okumamı istemiyorlardı herhalde. ‘Çocuk, bunlardan bir şey anlamaz!’ diye mi düşünülürdü bilmiyorum. Gizlice okurdum ben de. İlkokulu köyde bitirdim. Sonra ortaokul için Kadirli’ye gittim. Lise yıllarında yine kitaplarla temasım oldu. Okul kütüphanesinde dünya klasikleri serisi vardı. Kısa sürede hepsini okudum. Böylece ilerledi ilişkim. 1987’de üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldim. Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda öğrenciyim, Feriköy’de, Kredi Yurtlar Kurumu’nun öğrenci yurdunda kalıyorum. Okul Dolapdere’de, yürüyerek gidip geliyoruz. Eskici, el arabacıları vardır. Mahalle aralarında dolaşıp hurda toplarlar. Gittikleri evlerden kitap da alırlar. Çok ucuza satıyorlardı o kitapları. Yolda karşılaştığım eskicilerden okumak için kitap almaya başladım. Tabii Lütfi Bayer’in (Babil Sahaf) hakkını da teslim etmem gerekiyor. Onunla aynı yurtta kalıyorduk. Cumhur da (Moda Mübadele) bizimle aynı yurttaydı. Aynı okula devam ediyoruz üstelik. Lütfi’nin üzerimizde uyarıcı bir etkisi oldu. Bibliyofil bir adamdır, kitaba karşı aşırı merakı vardır. O zaman da öyleydi. Ne zaman görsem kitap okuyor, odasında kitaplar yığınlar halinde duruyordu. İlk sene İstanbul’daki dünyamız okulla yurt arasındaki güzergâhtan ibaretti. İlerleyen senelerde yavaş yavaş sahafları öğrenmeye başladık. 

    Özellikle ziyaret ettiğiniz dükkânlar var mıydı?

    İstanbul’a gelinceye kadar sahaf diye bir şeyden haberim yoktu. Önce Beyoğlu’na, Aslıhan Çarşısı’na gitmeye başladık. Sonra Beyazıt’ı öğrendik. Bizim ilk yıllarımız, Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nın son yıllarıydı. Eskiden kalan tek tük sahaf vardı.

    Kimleri hatırlıyorsunuz?

    İbrahim Manav oradaydı. Aslan Kaynardağ, Ekrem Karadeniz, Turan Türkmenoğlu… Halil Abi’yi (Bingöl) dükkânın kapısında beklerken görürdüm. Sonradan Aslıhan Çarşısı’na geldi. İlk yıllarımız tabii, korkarak gidiyoruz oralara. Öğrenciyiz, bu işi yapmıyoruz. Kitap merakıyla dolaşıyoruz.

    Korkunun sebebi ne?

    Anadolu’dan gelmişsin, ortamı bilmiyorsun. Bir de tabii orada ciddi insanlar, önemli kitaplar satıyor. Gözümüzde büyük esnaf onlar. Bizim bütçemize uygun bir ortam da yok. Aslında hurdacılardan çok ucuza alabildiğimiz için sahaflardan alışveriş yapma ihtiyacı da duymuyorduk. Ayrıca kaldığımız yurdun bitişiğinde bir hurdacı deposu vardı. Eskiciler, mahalleden topladıkları malzemeyi getirip oraya veriyorlardı. Okula her gidiş gelişte oraya uğruyor, eski kitapları karıştırıyorduk. 

    Eski kitaptan kastınız ne?

    Her tür eski kitap! Yakın dönemin eskisi de, çok eski kitap da bulunuyordu orada. Osmanlıca ya da Osmanlı dönemine ait yabancı dilde kitaplar; Ermenice, Rumca… Özellikle Kurtuluş ve Feriköy civarı azınlık bölgesi olduğu için o tür kitaplar çok gelirdi. Ama biz onlarla ilgilenmez, okuyabileceğimiz kitapları alırdık. O zamanlar çok fazla malzeme geliyordu. Evlerde malzeme çoktu herhalde. Hurda kâğıt fiyatına satıyorlardı, kiloyla alıyorduk.

    Deponun müşterileri kimlerdi?

    Depodan toplayan sahaflar da vardı ama daha çok sahaflara aracılık yapanlar ya da hafta sonu sergi açan kişiler gelip kitap alıyordu oradan. O zamanlar pazar günleri Beyazıt Meydanı’nda eski kitap tezgahları açılırdı. Epeyce sergici esnaf vardı. Orası önemli bir pazardı. Oraları takip ederek hurdacılardan aldığımız kitaplarla sergi açabileceğimiz fikrine vardık. 

    İstanbul’daki kaçıncı yılınız?

    İkinci ya da üçüncü yılımız. 1989 olmalı. Lütfi’yle beraber ilk sergimizi bir Pazar günü Taksim Meydanı’nda açtık. Birer çanta kitabı sırtlayıp götürdük. Yurtta biriken kitapları eritmemiz gerekiyordu, koyacak yerimiz yoktu. Bir ranzamız, bir de dolabımız var. Dolabın içi, üstü doluyor. Yatağın yanına tek sıra diziyorsun orası da dolduktan sonra yer kalmıyor. Öğrenciyiz, maddi açıdan da zorlanıyoruz tabii. Kitapları satarak harçlık çıkaracağımızı da gördük. Hurdacıdan 1’e aldığın kitabı pazarda 5’e, 10’a satabiliyorsun. Edebiyat, felsefe, sosyoloji kitapları; Türkiyemiz, Argos, Gergedan gibi dergilerin eski sayıları… Okumak için aldığımız, piyasası da olan kitaplarla açtık ilk sergiyi. Çok kalamadık, zabıta müdahale etti ama iyi bir satış yaptık. Bizim için bir veriydi bu. ‘Bu işten para kazanılır demek ki!’ dedik. O zamanlar Kabalcı, batan yayınevlerinin depolarını satın alıyor ve hafta sonu iki gün Kadıköy’de, postanenin arka sokağında sergi açarak bu kitapları eritiyordu. Pazar günleri onların yanında sergi açmaya başladık. Bizden sonra bir sürü eski kitapçı peyda oldu. 90’ların başlarında postanenin arkasındaki o sokakta ciddi bir eski kitap pazarı kuruluyordu. Çok güzel malzeme bulunuyor, İstanbul’un her yerinden kitap meraklıları bu sergileri ziyarete geliyordu. Ciddi bir müşteri potansiyeli oluşmuştu. Birkaç sene sonra belediye, korsan kitap satıldığı gerekçesiyle yasakladı o pazarı. Biz o süreçte, son sınıftayken, Akmar Pasajı’nda dükkân açmıştık…

    Bu işi meslek olarak seçmeye nasıl karar verdiniz?

    Sergi açmaya başladıktan sonra sahafları gözlemleme imkânı elde ettik. Esnaf gelip gidiyor, bizim sergimizden kitap alıyordu. Lütfü Seymen mesela, bizden çok kitap alırdı. Bize mesleki anlamda da rol model olmuştur. Esnaflık tarzı, kitapla olan ilişkisi bizi etkilemişti. Pazar günü erkenden, henüz kitaplar seçilmeden gelir, iyilerini seçip alırdı. Hangi kitapları aldığına, nelere önem verdiğine bakarak çok şey öğrendik. Bizden aldığı bazı kitapları götürüp dükkânının vitrinine koyardı. Biz de, tanımadığı bir arkadaşımızı göndererek kitabı kaça sattığını öğrenirdik. Pasajda dükkân açmamızda yine onun etkisi oldu. 

    Dükkânı ne zaman açtınız?

    Babil Sahaf’ı Lütfi, Cumhur ve Coşkun’la birlikte 4 öğrenci arkadaş 1991 yılının Ocak ayında açtık. İsmi Lütfi koymuştu. Yıllar sonra dükkânları ayırdık, isim Lütfi’ye kaldı.  

    O yıllarda Kadıköy’de nasıl bir ortam vardı?

    Akmar’ın ilk yılları hayli hareketliydi. Sahafiye malzeme satılıyordu, müşteri iyi malzeme buluyordu. Çok kaliteli müşterilerimiz vardı. Sabri Abi (Koz) sık sık gelirdi. Ruhi Ayangil gelir, müzikle ilgili malzeme toplardı. Agop Savul Bey hayvanat ve nebatatla ilgili ne bulsa alırdı. Metin Erksan her geldiğinde yarım gün kadar takılırdı. Cyrano de Bergerac’ın Sabri Esat Siyavuşgil çevirisini özellikle arardı. Kaç tane bulsak satardık ona. Ali Haydar Haksal ve Bekir Karlığa gelirdi. 1990’ların başlarında önemli bir merkez olmuştu Akmar. Fakat malesef o ortam 5 – 6 sene sonra dağıldı. Akmar’ı da ders kitabı öldürdü. Oradan taşındıktan sonra bir müddet daha Lütfi’yle devam ettim. Sonra ayrıldım, 2 sene kadar Merdivenköy tarafında depo tuttum. Sonra Kafkas Pasajı’nda bir yere taşındım. 7 – 8 sene kadar orada kaldıktan sonra şimdiki yerime taşındım. 

    Dükkânınızda nasıl bir malzeme çeşitliliği vardı?

    Eskiden beri Osmanlıca malzemeye ağırlık vermeyi tercih ettim. Bu ilgi giderek derinleşti ve yeni yazı kitapla çok ilgilenmez oldum. Piyasadan daha çok Osmanlıca eserler topladım. Özellikle evrak ve efemera türü malzemeye yoğunlaştım, öyle devam ediyor. 

    90’lı yıllara kadar eskicilerden, hurdacılardan SEKA’ya ciddi bir ikinci el kâğıt ve kitap akışı olduğu anlatılır. Siz de şahit oldunuz mu buna?

    Tabii… Hurdacılar biriktirdikleri kâğıtları belli bir miktara ulaştıktan sonra kamyonlara, tırlara yükleyip SEKA’ya gönderiyorlardı. Seçilebilenler seçiliyor, gerisi gidiyor… Bizim gibi hurdacı dolaşan başkaları da vardı. Bugün bile birçok esnaf eskicilerden malzeme temin eder. Ama eskisiyle bir fark var; eskiciler uyandı, ellerine geçen malzemeyi ayırıyorlar. Hurda kâğıda pek atmıyorlar. O zamanlar gelen her şey hurda kâğıda atılırdı. Depolarda büyük yığınlar oluşurdu. Biz bu yığınları karıştırırdık, aralarında çok kıymetli şeyler olurdu. Kitap türü akla gelebilecek her şey olduğu gibi evrak türü malzeme ve terekeler de çıkardı. 
     
     
    İlk yıllarda aldığınız malzeme arasında unutamadığınız şeyler oldu mu?

    Gazi Ethem Paşa vardır, 1896 – 97 Yunan Harbi’nde Osmanlı Orduları Komutanı. Sahrayı Cedid’de Ethem Paşa Köşkü vardır, oradan atıldığını tahmin ettiğim bir kısım evrak, hurdacıya düşmüş. Ben de hurdacıdan almıştım. Çok fazla değil, büyükçe bir poşet. Fakat içinden çok önemli şeyler çıkmıştı. Ethem Paşa’nın kendisiyle ilgili şahsi evrakı yanında Yunan Harbi döneminde cereyan eden yazışmalar, Seraskerlik’le Ethem Paşa arasındaki bir takım muhabere… Ne bağlantısı var bilmiyorum ama Halife Abdülmecid Efendi’nin Ethem Paşa’ya yazdığı mektuplar da vardı. Beratlar, bir kısım muhtevası önemli özel evrak… Malzemeyi aldıktan sonra ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Osmanlıcayı yeni yeni öğreniyorum. Okudukça bu tür evrak arasında çok önemli şeyler çıkabileceğini farkettim. Sonra değerlendirdim de o evrakı. Halife Abdülmecid’in mektuplarını Bahattin Öztunçay’a satmıştım. O parti gözümü açtı. Ondan sonra Osmanlıca evraka, yazışmalara, muhaberatla ilgili malzemelere ağırlık vermeye başladım. Bir de 90’lı yılların başlarında; Kazım Karabekir’in bacanağı Nevzat Ayasbeyoğlu’nun terekesini almıştım. Ayasbeyoğlu, Konya ve Beyrut Maarif Eminliği yapmış. Birinci Dünya Harbi yıllarında Beyrut’ta Maarif Emini’yken Cemal Paşa bazı Osmanlı aydınlarını Beyrut’a çağırıyor. Halide Edip de gidiyor. Oradaki okullarda görev yapıyorlar. Halide Edip’in oradan Nevzat Ayasbeyoğlu’na yazdığı mektuplar geçmişti elime. Onun terekesi çok büyüktü, maalesef sadece bir kısmını alabildim.

    Geri kalanına ne oldu?

    Urfalı Cengiz aldı gerisini. Tüccarbaşı’nda bir hurdacıya düşmüştü bu evrak. Akşam vakti uğradım. Geç vakit, güneş batıyor. Kâğıtların içinde bazı malzemeler gördüm. Birkaç poşet seçip ayırdım. Malzemenin güzel olduğunu anladım ama geç olmuştu, ‘Yarın giderim’ diyerek dükkâna geldim. Ertesi gün gittiğimde Cengiz orayı hallaç pamuğu gibi atmıştı. 

    Kıymetli evraktan anlıyor muydu?

    Değer biçecek donanımda değildi ama Osmanlıca evrakın para ettiğini biliyordu. Hurdacıyla pazarlık yapıp oradaki kâğıtların tamamını almış. Çok büyük bir partiydi, benim aldıklarımdan bile çok güzel şeyler çıkmıştı. 

    Tarih bilginiz elinize geçen malzemeyi değerlendirmeye yetecek seviyede miydi o tarihlerde?

    Bu işte elinize geçen malzeme bir anlamda sizi yetiştiriyor. Her şeyi bilerek işe başlamak diye bir şey yok. Bir yerden başlıyorsunuz sonra eğer meyliniz varsa, iş sizi ilerletiyor. Kapasitenizle, potansiyelinizle alakalı. Elinize geçen her malzeme ufuk açıyor. Onunla ilgili çalışmalar yapıyorsunuz. Değerlendirebilmek için aldığınız malzemeye teşhis koyabilmeniz çok önemli. Nedir? Ne anlam ifade ediyor? Tarihte nasıl bir yere oturtulabilir? Bunları iyi tanımlarsanız daha iyi pazarlarsınız ve daha kazançlı olursunuz. Aldığınız her malzemeyi böyle araştırdığınızda belli bir süre sonra değişik konularda bilgi birikimi oluşturuyorsunuz. İşin sermayesi de bu oluyor. Bizim işin en önemli sermayesi bilgidir. Bilginle ve bilgin kadar kazanırsın. Para, bu mesleğin sermaye olarak cüz’i bir kısmını teşkil eder. 

    İlk yıllarda arkadaşlarınızla ortak çalıştığınızı söylediniz, aranızda iş bölümü var mıydı? İhtisaslaşma sahaları belirlemiş miydiniz?

    Sonraki yıllarda öyle bir şey şekillenmeye başladı. Dükkânı 4 arkadaş açtık; Lütfi Bayer, ben, Cumhur Kuş ve Coşkun Kabasolak. O zaman öğrenciyiz. Coşkun’un okulu biraz daha uzun sürdü. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Bilgisayar Mühendisliği okuyordu. Hepimiz aynı yurtta kalıyoruz ve kitaba meraklıyız. Yurttan sonra aynı evde kalmaya başladık. Kendi aramızda bir iş bölümü yapmıştık. Coşkun dükkânda duruyor, satışla ilgileniyordu. Biz üçümüz de genellikle hurdacı dolaşıp malzeme temin ediyorduk. Böylelikle İstanbul’un her tarafını kolaçan edebiliyorduk. Hemen her gün eskici, hurdacı dolaşıp malzeme getirdiğimiz için dükkâna sürekli yeni malzeme akıyordu, bu da müşteri canlılığını beraberinde getiriyordu. İnternet satışı yoktu o yıllarda. Sahaf müşterisi bizzat gelerek malzemeyi karıştırır ve alacağını keşfederdi. 

    İşi öğrenmeniz, kitaba kıymet takdir etmeniz ne kadar zaman aldı?

    Kısa sürede öğrendik diyebilirim. Sadece alıp satan esnaf gibi değildik. Aldığımız malzeme üstünde çalışıyor, malumat sahibi olup satıyorduk ya da en azından satarken müşteriden bir şeyler öğreniyorduk. Dolayısıyla acemiliğimiz çok sürmedi. 

    O dönem esnafının mesleğe hakimiyeti konusunda ne söyleyebilirsiniz?

    Bizim çevremizde Lütfi Seymen, Celal Gözütok, Murat Çulcu, Çetin Tükek vardı. Onlar bu işi özenerek yapıyordu. Onun dışında gözü kapalı alıp satan insanlar da vardı. Urfalı Cengiz hurdacıları dolaşır ve çok iyi malzeme getirirdi. Lütfi Seymen o dönem de bilinçli olarak alıp satardı. Celal Abi’nin biraz farklı bir tarzı vardı; efemeraya, keşif yapabileceği alanlara ağırlık verirdi. Bu işte alıp sattığın malzeme çok önemli. Farkına varabiliyorsan tabii… Bir malzeme üzerinde çalışmak, yüksek lisans yapmak gibidir. Çalışıyorsan, araştırıyorsan, kökenlerine, bağlantılarına bakıyorsan o alanda tez yazmak kadar öğretici oluyor. Elinden ne kadar çok malzeme geçiyorsa, ihtisasın da o oranda artıyor. Lütfü Seymen ve Celal Abi Osmanlıca kitaptan da anlıyorlardı. Bir de Moda taraflarında Ferda Amca (Anaoğul), Sami Önal, eşiyle beraber çalışan Kemal Özdemir vardı. Mehmet Ergün de Kadıköy’ün eski sahaflarındandır. Antika işleriyle uğraşan Feridun Berkol abi de Osmanlıca kitaptan anlardı. Antikacılardan bulduğu eski kitapları bize getirirdi. Ondan da çok şey öğrenmişimdir. Sahaflar Çarşısı 1980’lerin sonundan itibaren sahafiye merkezi olma özelliğini kaybedince sahaflar ağırlıklı olarak Kadıköy’de temerküz ettiler. Bu durum hâlâ böyle devam ediyor diyebiliriz. 

    O yıllarda kıymetli evrakın müşterisi kimdi?

    İsmi çok duyulmamış bazı kişiler vardı, önemli bir şey çıktığında alıyorlardı ama kitabın piyasası daha iyiydi. Bu tür malzemenin çok fazla müşterisi yoktu. Bizden önceyi anlatırlar o zamanlar da evrak tarzı şeyler, beratlar, fermanlar çok ilgi görmezmiş. Hatta sahaflar kitap satınca yanında hediye ederlermiş bu tür malzemeyi. Evrak, sonradan kıymete bindi. Tarihe ilgi ve bilinç arttıkça tarihi belgeler ve efemera kıymet kazandı. 

    Efemeradan kastınız ne?

    Efemera dar anlamıyla belli bir dönemde kullanılıp tüketilen gündelik malzeme, kâğıt eşya için kullanılıyor. Ben efemera deyince kitabın dışında, basılı, yazılı her tür evrakı kastediyorum. Bir sahafın eline geçen belli malzeme kalemleri vardır. Ana malzeme kitap ve dergi. Sahaflığa başlayan esnafın ilk alıp sattığı şeyler bunlar. Zamanla başka şeyler de olduğunu öğrenir, alanını genişletir. Basılı kitap diyoruz ama bunun da çok geniş bir alanı var. İstanbul’da sahaflık yapmak ciddi bir medeniyetin mirası olan malzemeyle uğraşmak demek. Ermenice, Rumca, İbranice, Balkan uluslarına ait çeşitli dillerde kitaplarla karşılaşabiliyorsunuz. Basılı kitaplarda da çok sürpriz şeyler çıkabilir. Osmanlı dönemi yayıncılığı sadece büyük şehirlerde, belli merkezlerde yapılmıyor. Çok ücra köşelerde matbaalar var ve buralarda kitaplar basılmış. Hatta imparatorluk sınırlarının dışında da Türkçe kitap basılmış. Avrupa’da Jöntürklerin kurduğu matbaalarda, Orta Asya’da, Kafkasya’da, Rusya’da, hatta Japonya’da basılmış Osmanlıca kitaplar var. Taşrada basıldığı için çok dağılmamış, piyasaya girmemiş eserler zaman zaman karşımıza çıkabiliyor. Kütüphanelerde yoktur bunlar. Bir de yazma kitaplar var. Kıymetli mushaflardan çok istinsah edilmiş, fazla kıymeti olmayan medrese yazmalarına kadar geniş bir alandır o da. Zaman zaman yazma eser kütüphanelerinde olmayan, hiç bilinmeyen şeyler de geçebiliyor elimize. 

    Kitabın dışındaki tüm malzemeyi efemera mı kabul etmek gerekiyor?

    Evet, efemeranın kitabın dışında kalan geniş bir alanı var. İlanlar, broşürler, destanlar, beyannameler, propaganda kâğıtları, bildiriler, afişler, bültenler… Mesela Anadolu Ajansı bültenleri vardır. Birinci Dünya Harbi’nde ve Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu Ajansı günlük bültenler yayınlamıştır. Günlük gazete çıkıyor ama her tarafa yetişmesi mümkün değil. Ajansın değişik yerlerde şubeleri var. Gelişmeleri tek sayfalık bültenler halinde yayınlıyor hatta abonelik de veriyor. Doğrudan halka yönelik yayınlar bunlar. Bilgilendirme ve yönlendirme maksadı taşıyor. Gazetelerin yayılması çok yavaştır o dönem. Bir hâtıratta okumuştum. Adam Filistin Cephesi’nde savaşıyor. Bir ay öncenin gazetesi geçiyor eline. Onu okuyunca, haber aldım diye çok mutlu oluyor. Sonra derlemelere çok az giren dernek ve cemiyet tüzükleri vardır. Bu tüzükler sayesinde hiç bilinmeyen dernek ve cemiyetler çıkabiliyor. Nizamnameler, el ilanları… Öyle geniş bir alandır ki bu. Millî Mücadele beyannameleri çok önemlidir mesela. Bir sürü beyanname yayınlanmış, hâlâ bilinmeyenleri var. Beklenmedik bir anda beklenmedik bir yerden çıkabilir. Bunların dışında günlükler, hatıra defterleri, seyahat notları, kişisel notlar, resmî / gayrı resmî evrak… Resmî evrak çok çıkar, hatta bazen öyle şeylerle karşılaşırsınız ki bunların arşivde olması gerekir, sahafta ne işi var der çoğu insan. 

    Bu soruyu zaman zaman hepimiz soruyoruz. Bir cevabı var mı? Devlet arşivinde bulunması gereken evrak nasıl geçiyor şahısların eline?

    Tabii ki var! Zaman zaman elime öyle şeyler geçiyor ki malzemeyi görünce korkuyorum. ‘Benim elimde olmaması lazım!’ diyorum. Padişah’a, Mustafa Kemal’e ya da önemli devlet ricaline ait belgeler. Bu evrakın kaynağı genellikle önemli zamanlarda kritik görevler yapmış insanlar. Bunlar bir takım resmî evrakı, yazışmaları kendilerinde alıkoymuşlar. Muhtemelen ileride bir sıkıntıyla karşılaşmaları durumunda delil olarak kullanmak üzere veya hâtırat yazarsam kullanırım düşüncesiyle yapmışlar bunu. Ya da tarihte rol aldıkları önemli hadiselerin tanıkları olarak alıkoymuşlar. 

    Neler aldınız ya da gördünüz. Bir kaç örnek istesek…

    Hepsinin söylemem doğru olmaz ama başımdan geçen enteresan bir hadiseyi anlatayım. 25 sene kadar önce Feridun Berkol Abi şöyle bir şey anlatmıştı. O tarihten belki 25 sene önce, yani bugünden 50 sene önce, Üsküdar’da bir kuruyemişçiye girmiş. O dönemlerde kâğıt külah kullanılırdı. Dükkân sahibinin eski yazılı kâğıtlardan külah yaptığını farketmiş. Bir bakmış ki Reşit Paşa ile Âli Paşa’nın yazışmaları. “Hayretler içinde kaldım”, diye anlatıyordu. Oradaki kâğıtların hepsini almış. 5 – 6 sene önce, yani o hadiseden 45 sene sonra, Üsküdar’da bir eskicide Mustafa Reşit Paşa’nın malzemeleri benim karşıma çıktı. Kuvvetle muhtemel aynı lotun devamı. Aralarında Âli Paşa’nın Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı bir mektup, Padişah Abdülmecid’e sunduğu arz tezkereleri vardı. Bazılarının üstünde padişahın hattı hümayunu var… Mustafa Reşit Paşa Tanzimat’ın en önemli adamı. Sadrazamlık yapmış. Sadrazamla padişah arasındaki bir muameleye dair evrak, 150 yıl sonra eskicide çıkıyor karşınıza. Avrupa’ya sefir tayin edilince oradan hanımına yazdığı mektuplar, kendisine yapılan müracaatlar, dilekçeler… Bir çoğunun devlet arşivinde olması gerekir ama muhtemelen Mustafa Reşit Paşa kendisinde alıkoymuş… Hilâl-i Ahmer İkinci Reisi Hamit Bey’e ait bir parti düşmüştü bir esnaf arkadaşa. İstanbul’da, Hilal-i Ahmer’de çalışıyor ama aynı zamanda Millî Mücadele döneminde Ankara’nın İstanbul’daki temsilciliğini yapmış. Çok önemli belgeler çıkmıştı onun terekesinden de. 

    Öncesinde kim olduğu biliniyor muydu yoksa çıkan malzeme mi ne iş yaptığını gösterdi size?

    Malzemeden öğrendik tabii. Ben alıp satmadım ama tasnif ettim ve yeni harflere aktardım, oradan biliyorum. Millî Mücadele’nin ilk yıllarında Mustafa Kemal’le irtibatı var. Yusuf Kemal Tengirşek’in Millî Mücadele devam ederken Ankara’dan ona yazdığı yazılar, kendi notları bize onun İstanbul’da Millî Mücadele ekibi adına İngiliz, İtalyan ve Fransız temsilcileriyle gizli bağlantılar yürüttüğünü gösterdi. Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk dönemi önemli olaylarla doludur. Bir sürü hadise olmuştur ve pek çok insan bu hadiselerin içinde yer almıştır. Bu sebeple hiç beklenmedik birinden çok önemli belgeler çıkabilir. Sadece Osmanlı’yla değil, dünya mirasıyla alakalı malzeme de çıkabiliyor. Yine 2000’li yılların başlarında Sinan Korle ve Sara Ertuğrul’a ait bir parti almıştım. Sinan Korle İstanbul’da yetişmiş bir Türk. 1950 – 60 arası Birleşmiş Milletler’de protokol şefliği yapmış. Eşi Sara Ertuğrul hânedan soyundan, Sultan Abdülmecid torunlarından. Uzun süre Amerika’da bulunuyorlar. Sara Ertuğrul o dönem Hollywood’dan Türkiye’deki gazetelere muhabirlik yapıyor. Dönemin Amerikalı sanatçılarıyla ilgili çok fazla malzeme çıktı o lottan. İmzalı kitaplar, imzalı fotoğraflar. Aralarında Amerikan başkanlarının da bulunduğu çeşitli devlet adamlarının Sinan Korle’ye yazdığı mektuplar… 

    Bu bahsettiğiniz malzeme daha çok yabancı alıcının ilgisini çekecek nitelikte. Kimler alıyor bu tür evrakı?

    İstanbul piyasasında yabancı alıcılar da var. İnternet üzerinden dünyanın her tarafına satış yapmak mümkün. Avrupa’yla ilgili malzeme oraya çok rahat pazarlanıyor artık. Ama eskiden de buradan kendi ülkeleriyle ilgili malzemeyi toplayıp götüren esnaf vardı. Halen de var. Aynı şekilde Araplarla ilgili şeyleri buradan toplayıp kendi ülkelerinde satan insanlar var. Yine bizden, Avrupa ve Arap dünyasını dolaşıp bizimle ilgili malzemeleri buraya getiren kişiler de var. 

    Efemera kategorisinde saydığınız bu başlıkları dikkate aldığımızda gündelik hayatı takip etmek için kitaplardan ziyade efemerik malzemeye ihtiyaç duyacağımız fikri şekilleniyor…

    Evet, sosyal hayat ve gündelik yaşamı anlamlandırmak için efemerik malzeme çok önemli. Mektuplar, efemerik malzeme içinde çok önemli yer tutar. Kitaplardaki tarih ya da anlatım kalıplara dayalıdır. Bir de bilinmesi gerekmeyen, saklanan, ayrıntı olarak kalan bir sosyal tarih alanı var. Bunu ancak efemerada bulabiliriz. Yaşanan, canlı olan hayata dokunmak için efemerik malzemeye girmek lazım. Bize gelen şeyler öylesine önemlidir ki, bir mektup ya da belge bazen tarihle ilgili kalıplaşmış düşünceleri değiştirecek güce sahiptir. Bizden malzeme toplayan insanlardan bazıları, koleksiyon kastıyla alır ve elinde tutar. Bazıları ise bunlarla ilgili çalışmalar yapıyor, kitap yayınlıyor. Sahaftan aldıkları malzemeyle amatör olarak tarihçilik ya da araştırmacılık yapan kimseler zamanla çok başarılı olabiliyor. Bunun çok örneği var. Murat Bardakçı böyle bir isimdir. Daha eskilere gidecek olursak İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ı, Reşat Ekrem Koçu’yu anmak gerekir. Günümüzde Haluk Oral, Sabri Koz, Mehmet Alkan, Ali Birinci, Turgut Kut gibi isimler var. Yine Gökhan Akçura, Mert Sandalcı, Burçak Evren gibi koleksiyoner araştırmacılar, bu tür malzemeden yola çıkarak sosyal tarihe önemli katkılar yapıyor. Bu tür malzeme, araştırmacılara yeni şeyler söyleme imkânı veriyor. Akademik camia, umumiyetle zaten bilinen kaynaklardan besleniyor. Bu sebeple yeni bir şey söylemesi çok zor. Ama hiç bilinmeyen bir mektuptan çıkan bir bilgi ile doğru bilinen çok şey yalanlanabiliyor, yenilenebiliyor. Hikâye yön değiştiriyor. Bu alan çok dinamik. Doğru istifade edilirse yaratıcılık yolunu açmaya da çok müsait.

    Sizin yayınlarınız da bu tezi doğrulamaya yetiyor. Kaç kitap oldu?

    Altı kitap. Günlük, hâtırat, mektup, fotoğraf gibi malzemelerden hareketle hazırladım o kitapları. Mesleğim icabı elde ettiğim malzemenin çok cüz’i bir kısmını yansıtıyor bu çalışmalar. Ben tüccarım, alıp satıyorum. Bazı şeyler de var ki insan alıyor ama satamıyor. Aldığım şeyleri umumiyetle okuyorum. Bazı evrakla aranızda bir ünsiyet peyda oluyor, kendine ait hissetmeye başlıyorsun veya değerinin farkedilmeyeceğinden endişe ediyorsun. Bir şekilde kendine misyon yükleyip harekete geçiyorsun. Yakılmamış Mektuplar’ın hikâyesini kitabın önsözünde anlatmıştım. Mektupların muhatabıyla aramızdaki ilişki sebebiyle o kitabı yayınlamayı kendime vazife bildim. Üstü örtülü bir vasiyet gibi telakki ettim. İkinci Abdülhamid’in doktoru İbrahim Paşa’nın anılarında da benzer bir durum vardı. Paşa, o notları kitap olarak hazırlamış. Önsöz bile yazmış ve orada ‘ahfad için yazıyorum’ demiş. Onu gözeterek hazırlayıp yayınlamaya karar verdim. Savaş günlükleri var mesela. Orada insanların yaşadığı olayları, o dönemin şartlarını yansıtan hadiseleri okuduktan sonra, günümüz insanı da bilsin, görsün istedim. Mektuplara karşı eskiden beri özel bir ilgim var. Mektup, çok eski bir tür. Sümerlerden, Antik Yunan’dan beri bilinen ve kullanılan bir haberleşme yöntemi ama son birkaç yüzyılda çok yaygınlık kazanmış, sonra da ölmüş bir tür. Mektupta kullanılan dil ve derinlik sayesinde çok özele inebiliyorsunuz. Kitaplarda anlatılamayacak bir dünya var mektuplarda. Elimize çok değişik mektuplar geçer. Asker mektupları, arkadaşlar arasında yazılmış mektuplar, karı-koca, sevgili mektupları, tanınmış insanların, edebiyatçıların, sanatçıların, hânedanın, paşaların mektupları… Hepsinde de o dünyanın çeşitli inceliklerini yansıtan imgeler vardır. Önemli kişilere ait mektuplarda başka yerde telaffuz edilmeyen çok özel bilgilere ulaşmak mümkün. Mesela Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal hakkında aleni söyleyemeyeceği bir şeyi mektubunda ifade edebiliyor. 
     
     
    Osmanlıca evrak konusunda esnafa ve müzayedelere danışmanlık da yapıyorsunuz. Bir malzemeye değer ve anlam vermek için nasıl bir donanım gerekiyor?

    Bir malzemeye değer biçmek için sadece okuyabilmek yeterli değil. İlk şart, elinize aldığınız malzemenin ne olduğu teşhisini koyabilmek. Sonra tarihte ne ifade eder? Yeri nedir? Neyi değiştirir? gibi soruların cevabını vermeniz gerekir. Ondan sonra; bunu kim alır? Kaça satabilirim? sorularına sıra gelir. Bunların hepsini bir araya getirmek, bir bağlama oturtabilmek önemli şeyler. Biz somut şeyler alıp satmıyoruz. Tanpınar, “Rüyası ömrümüzün, çünkü eşyaya siner!” diyor ya, biz de eşyaya sinmiş rüyalar alıp satıyoruz. Sizin nasıl tanımlayacağınız, nereye oturtacağınız malzemenin ederini belirliyor. Dolayısıyla aynı malzeme, farklı kişilerin elinde, çok farklı mahiyetler kazanabilir. Müşteriye sunarken senin elindeki bir şey, başkasının elindeki gibi olmaz. Senin kazandıracağın bir anlam vardır. 

    Yaklaşık 30 yıldır piyasanın içindesiniz. Bu süre zarfında müşterinin profili ve talepleri nasıl bir değişiklik gösterdi?

    Eskiyle yeni arasındaki en büyük değişim, internetin bir pazar olarak açılması oldu. Müşteriyle satıcı arasındaki organik bağ kayboldu. Bu işin müşterisi; genellikle belli bir alanda yetkinliği olan, yetişmiş insanlar. O ilişkiden sahaf da etkileniyordu. Şimdi elektronik bir ilişki var. Bir de tabii ki çıkan malzeme değişti. Eskiden sahafların eline geçen malzeme çok çeşitli ve fazlaydı. 20 – 30 sene önce bir ayda alıp sattığımız şeyleri şimdi bir senede ancak alıp satabiliyoruz. Bunlar gittikçe azalan, tükenen malzemeler, arkası gelmiyor. Bir de tabii ki kitaba olan ilgi eskisi kadar değil. 2000’li yıllara kadar ansiklopediler çok kıymetliydi. Her evde bir takım bulundurulmaya çalışılırdı. İnternetten sonra çok yer kapladığı, taşıması, bulundurması zahmetli olduğu için elden ilk çıkarılan onlar oldu. Genel olarak kitabı da etkiledi bu durum. Eskiden herkes bilgiye kitaptan ulaşırdı. Kitap temin etmek zorundaydı. Kütüphanelere gidip araştırma yapmak, kitaba ulaşmak meşakkatli bir işti. Dolayısıyla herkes ihtiyacı olan kitabı toplardı. O durum büyük oranda değişti. 

    İyi sahaf müşterisini tarif etmenizi rica etsek nasıl bir profil çizersiniz?

    Sahafla müşterinin ilişkisi, başka mesleklerde olduğu gibi klasik al/sat ilişkisi değildir. Karşılıklı bir etkileşim vardır aralarında. Sahaf olarak ben; müşteri geldiği zaman; Ne arıyor? Ne istiyor? Amacı ne? anlarım, bilirim. Müşterilerin bazılarında ‘Beğendiğimi belli edersem fiyatını yüksek tutar. Almam zorlaşır. Kötülersem ucuza alırım.’ gibi yanlış bir kanaat var. Oysa müşterinin bir malzemeyi ne kadar istediğini anlarım. Öyle bir haslet gelişti zamanla. Kaldı ki malzemeyi kötüleyen bir müşterinin onu benden alması çok daha zorlaşır. Bilakis eline aldığı şeyi sevdiğini, önemsediğini, değerini anladığını farkettiğim zaman isteyeceğimin çok daha altında bir fiyat söylerim. 

    Mesleğe ilk başladığınız yıllardan bugüne, dükkânınızı en sık ziyaret eden isimler kimler?

    Eski müşterilerin bir dezavantajı var, alabileceği pek çok şeyi toplamış oluyor dolayısıyla onlara yeni malzeme satmak zorlaşıyor. Uzun soluklu müşteri olarak Haluk Oral’ı söyleyebilirim. İkinci bir isim Sabri Koz’dur. O da halen devam eden ilk müşterilerimizdendir. Mehmet Alkan, Bahattin Öztunçay yine öyle. Necmettin Özçelik yarıştan hiç kopmayanlardan. Ömer Koç eskiden bizlerden alırdı, şimdi daha çok müzayedeleri takip ediyor. 

    Eskicilerden, depolardan, hurdacılardan söz ettik ama malzemenin geldiği bir diğer adres de evler. İnsanların büyüklerinin ve geçmişin birikimini neden satıyor?

    Nesil değişince evlerdeki malzeme, kıymetli olduğu hiç bilinmeden elden çıkarılabiliyor. Eski malzemenin işe yarayacağını, bunun değerli olduğunu hiç bilmeyen insanlar var. Bir de tabii nesiller arasında ciddi bir kopukluk, değişim var. Gündem değişiyor. Eski insanlardan kalan eşyaların ve diğer malzemenin günümüz dünyasında yeri, günümüz insanı için değeri yok. Bir sefer bir eve çağırıldım. Yaşlı bir adam; hasta, yatıyor. Kitaplarını satmak için çağırmışlar. Adamcağız konuşacak vaziyette değil. Gözleriyle takip ediyor. Yanındakiler bana kitapları gösteriyor. Bir an adamla göz göze geldik, o kadar muzdarip ki bunların satılmasından, belli. ‘İşime yaramaz’ deyip almadan çıktım. Bir defasında yine, Nihal Atsız’ın arkadaşlarından birinin evine gittim. Genç bir kız eşyaları topluyor. Kitaplara baktım, epeyce malzeme var. Ne kadar istediğini sordum, “Siz bir rakam verin!” dedi. Bir fiyat söyledim. Kız ağlamaya başladı. Şaşırdım tabii. “Para istemiyorum, alın sizin olsun.” dedi. Daha da şaşırdım. Benden önce çağırılan biri, eşya ve kitapların toplamına benim verdiğim fiyatın 4’te birini vermiş. Benim verdiğim rakamı duyunca kitapların kıymetini bildiğimi düşünerek duygulanmış… 

    Gittiğiniz adreslerde neyle karşılaşacağınızı bilmiyorsunuz. Aklınızda kalan büyük sürprizler var mı?

    Bir kitap adresi geldiği zaman kitapların sahibiyle ilgili bilgi edinmek isterim. Kütüphaneyi kuran adamın kimliği önemli. Ne iş yapıyordu? diye sorarım. Müftü mü? Asker mi? Bürokrat mı? Şair mi? İlim adamı mı? Tarikat ehli mi? Bu sorunun cevabını aldıktan sonra terekesinden ne çıkacağını tahmin etmek yüzde 70 – 80 oranında mümkün oluyor. Elinizden değişik şahıslara ait çok malzeme geçince bir kişinin kimliğinden hareketle kütüphanesini tahmin edebiliyorsunuz. Zaman zaman çok şaşırtan şeyler de oluyor tabii. 

    Mesleğin eskileri çıraklarına “Alamadığına değil göremediğine yan!” dermiş. Sizin göremediğinize yandığınız şeyler var mı?

    Bizim için çoğu zaman bir malzemenin ne olduğunu öğrenmek, ondan para kazanmaktan daha önemlidir. Görmek, bilgi kazandırır. Alınıp satıldığını duyduğum halde göremediğim şeyler elbette olmuştur fakat ben elimdekiyle kanaat eden biriyim. Çok güzel, çok önemli şeyler geçti elimden. Sattığım bir şeyin arkasından üzülmem. Zamanında bilmeden çok kötü fiyata sattığım şeyler de olmuştur ama sonuçta aslolan tecrübedir. Yanlış adımların kazandırdığı çok şey vardır. Sattıysam benden çıkmıştır, alan hayrını görsün, onundur! 

    Sahaf müşterileri ve koleksiyonerler için kemâl noktası araştırmacılık ve yayın yapmak. Peki bir sahafın gelecek hayali nedir?

    Bu işte sınır yok. Alan tükenmiyor, her zaman şaşıracağınız bir şeyler çıkıyor karşınıza. Çok yakın zamanda bir parti malzeme aldım. Eski bir emniyetçinin terekesi. Cumhuriyetin ilk yıllarına ait bir malzemeye bugün hiç beklemediğiniz bir anda ulaşabiliyorsunuz ve bu belgelerden o günkü devletin çeşitli partilere, cemiyetlere, cemaatlere, etnik gruplara nasıl baktığını görüyorsunuz. Eğer merakınızı tetikliyorsa onlarla ilgili çalışma yapmayı düşünebiliyorsunuz. Sahaflıkta bu tür sürprizler hiç bitmez. Bu işin en sevdiğim yanı da o. Ben Çukurova’da, Toroslar’da bir köyde büyüdüm. Yaşlılar, kendi şahit oldukları eşkıya hikâyelerini anlatırlardı bize. Yıllar sonra, İstanbul’da elime 1930’larda Diyarbakır’dan Kadirli’ye eşkiya hareketlerini bastırmak üzere gönderilen Jandarma Komutanı Nazmi Sevgen’e ait bir parti malzeme geçti. Çocukluğumda dinlediğim hikâyelerin kahramanlarının çeşitli faaliyetleriyle ilgili yazışmalardı bunlar. Köyün yaşlılarından dinlediğim isimleri bir de resmî raporlardan okudum. Benim için paha biçilmez bir tecrübeydi. Bu yüzden bu meslekte tatmin noktası olduğunu düşünmüyorum. Bu işi yaparken ölür gidersiniz…
     
     
    Yeni kitap projeleri var mı?

    Mektup topluyorum. Onlarla ilgili yapmayı düşündüğüm şeyler var. Aşk mektupları ya da siyasi bakımdan önemli mevzuların kaleme alındığı mektuplar olabilir. Tabii yayınlamaya cesaret edebilirsem… Birkaç önemli hâtırat var elimde. Yine, yayınlamaya cesaret edebilirsem diyeceğim, ses getirecek şeyler. 

    Elinize geçen malzeme arasında vazgeçemediğiniz, kendinize sakladığınız şeyler de vardır mutlaka. Şahsi koleksiyonunuzda neler var?

    Zaman içinde koleksiyonunu yapıp belli bir yere getirdikten sonra sattığım çok şey oldu. Fakat satmadığım, satamayacağım şeyler de var, özellikle mektuplar böyle. Eski mektuplar topluyorum. İnsanın duygu tarihinin önemli vesikaları onlar. Artık yok olmuş bir yazın türü. Fotoğraf çekmeyi sevdiğim için fotoğraf da topluyorum. 1850’lerden 1920’lere kadar Osmanlı dönemi fotoğrafları koleksiyonum var. Çeşitli Osmanlı vilayetlerinde kurulan fotoğraf stüdyolarında çekilmiş 1000’den fazla fotoğraf… Osmanlıca dergi ve gazetelerden elime geçenleri bir kenara attım. Büyük bir koleksiyon oldu. İçinde hiç bilinmeyen yayınlar var. Yine 27 Mayıs darbesiyle ilgili hayli malzeme birikti. Bir de Osmanlıca’dan yeni harflere geçişle ilgili şeyler topladım. Yarısı Osmanlıca yarısı yeni harfli yayınlar, Harf İnkılabı’yla ilgili basılmış eserler, yazışmalar, fotoğraflar, alfabeler vesaire…

    Sahaflar, bir mirasa sahip çıkıp yeniden değerlendirilmesine imkan sağlayarak önemli bir kültür hizmeti gerçekleştiriyor. Resmî kurumlarla bir ilişkiniz, alışverişiniz oluyor mu?

    Resmî kurumlarla ilişkimiz bir kasabın ya da manavın ilişkisinden çok farklı değil. Vergi, stopaj vesaire ödemekten ibaret! Cumhurbaşkanlığı, birkaç sene önce kurmak istediği kütüphane için sahaflarla bir toplantı yaptı ama sonuç çıkmadı. Sahaflara gelip, ‘Biz şunları arıyoruz, istiyoruz!’ veya ‘Elinizde bize verebileceğiniz neler var?’ gibi bir talepte bulunan da olmadı. Orada kaldı. Hep kıymetli eserlerin, yazmaların yurtdışına çıkmasından şikayet edilir. Sen sahip çıkmazsan, değer verip almazsan, değer verilen yere göçmesi pek tabiidir. Devlet kütüphanelerinin durumu da içler acısı. Ellerindekine sahip çıkmaktan acizler. Yalnız Atatürk Kitaplığı’nı istisna etmek isterim. Orası, son yıllarda çok önemli eserleri piyasadan satın alarak önemli bir iş yaptı. Yurt dışına gidip oradan bile bize ait eserleri topladıklarını biliyorum. Orası gibi çalışan bir kaç kurum daha çıksa önemli eserler yurt dışı pazarlarına meta olmaktan kurtulur. 
    Related Posts

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.