İstanbul kökenli, eski bir Osmanlı ailesiyiz. Eski Fatihliyiz. Dedemler Fatih’ten sonra bir süre de Aksaray’da yaşamışlar. Suriçi demode olunca Kurtuluş’a taşınmak gündeme gelmiş. Şişli’de henüz ikamet yok o yıllarda. Burası da ekalliyetin oturduğu bir muhit. 1924’te açık artırmayla şimdi Galeri Baraz’ın bulunduğu binayı almışlar. Bina, yüzyıl başlarında İtalyan bir sefir için yapılmış. Kışları Kurtuluş’ta oturur, yazın Tarabya’ya yazlığa giderdik. Alman, İtalyan, Fransız konsoloslukları Tarabya’daydı. Tarabya o zamanın en medeni yeriydi. Çok yabancı vardı. Bütün arkadaşlarım Rum, Yahudi, Ermeni, Fransız, İtalyan’dı.
Aile büyükleri kimler?
Büyük dedem Zeki Paşa. Sultan Reşad zamanında Genel Kurmay Başkanı seviyesinde bir konumda. Balkan Harbi’nde Dördüncü Ordu Komutanı olarak çalışmış, daha sonra Erkan-ı Harbiye Nazırı olmuş. Aynı zamanda Harp Tarihi Profesörü ve Atatürk’ün hocalarından. Bulgarlara karşı Vardar Orduları komutanlığı yapmış. Ataşe militer olarak Almanya’da ve Musul’da bulunmuş. Musul’da vali olmuş. Oğlu Ziya Bey, Giresun kökenli Seralemdarzâde ailesinin kızı Raife Hanım’la evleniyor. Seralemdarzâdeler varlıklı bir aile. Esas para oradan geliyor. Ailenin iki kolu da eğitimli, aydın. Babam da okumaya ve kitaba çok meraklıydı.
Küçük yaşlardan itibaren tarihe ilgi duymuş, Fransızca, İngilizce, Almanca, Osmanlıca kitaplar toplamış. Zaman içinde Türkoloji’ye yönelmiş. 10 – 15 bin kitaplık bir kütüphanesi vardı. Kendi dünyasında yaşayan bir adamdı, odasına çekilir saatlerce çalışırdı. Ben o yıllarda spor yapıyor, Beyoğlu’nda gezmeyi tercih ediyordum. Babamın ilgi alanları bana pek hitap etmiyordu. Gençlik yıllarında renkli kişilikler çok önemlidir. Amcam Süreyya Baraz da öyle bir insandı. O yüzden üzerimdeki etkisi babamdan fazladır. Amcam Galatasaray Lisesi’nden sonra Science Politique okumak için Paris’e gidiyor. İlk eşi Azra Erhat’ın kız kardeşi. Bir dönem Mısır’da yaşadı, orada polo hocalığı yaptı. Newyork’ta binicilik dersleri verdi.
Babanız ne eğitimi almıştı?
Babam Ahmet Münir Baraz da High School’dan sonra Paris’e Science Politique okumaya gidiyor. 1939’da İkinci Dünya Savaşı çıkınca eğitimini yarım bırakıp dönmek zorunda kalıyor. Türkoloji ve Mongoloji uzmanıydı ve halıya, resim ve hat sanatına da merakı vardı. Artizanal şeyler alıyordu. Bakır objeler, ebru tablolar gibi. Evde hep bu konular konuşulurdu. Zaten evden öğrenmek lâzım bazı şeyleri! Küçük yaşta duymaya başladığınızda merakınız daha erken uyanıyor. Fransa’dan döndükten sonra Fransız Filolojisinde öğrenci olan annem Ülker Hanım’la evleniyor.
İngilizce, Fransızca, Almanca, Osmanlıca ve Türkçe Türkoloji kitapları alıyordu. Vefatından sonra da uzun zaman kaldı o kütüphane. Sonra değerlendiremeyeceğimizi anladım ve hepsini iki sene önce sahaf Nedret İşli’ye devrettim. Vankulu Lugatı bile vardı. Onu hatıra olarak tuttum. Yazma da vardı galiba.
Kitap dışında da koleksiyon yaptı mı?
Yaptı, çok güzel hat eserleri, kılıçlar, bastonlar toplamıştı. 1994’te babamın ölümünden sonra hepsini elden çıkardık. Hata ettik aslında ama maalesef bizde öyle bir gelenek var, biri ölünce bıraktığı birikim hemen dağılır. Anglosakson kültüründe öyle bir şey yoktur. İnsanlar babalarından, dedelerinden kalan mirası torunları için saklarlar orada. Biz bilinçli geçinen insanlar olmamıza rağmen yaptık bu hatayı.
Nerelerden alışveriş yapıyordu?
Son on – on beş senesini hatırlıyorum, sürekli antikacıları, sahafları gezerdi. Bu piyasada tanımadığı kimse yoktu. Benim başka bir yaşam tarzım vardı. Onunla aynı gündemi paylaşmıyordum. Babam hep annemle dolaşırdı. Annem de çok eğitimli bir aileden geliyor. Babası Halk Partisi Çanakkale mebusu Hüseyin Avni Yukarıuç. Dedemin Fransızca’dan çevirileri var. Türk Ansiklopedisi genel sekreteri. CHP Çanakkale mebusu. Çok erken, 50’li yaşlarda vefat ediyor.
Sanata ilgim Salih Acar’la başladı. Tarabya’dan spor arkadaşımdı. Beraber Boğaz’da yüzerdik. Salih Acar benden 15 yaş büyüktü. On beş, on altı yaşlarındaydım. Ressam olduğunu biliyordum ama camia hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bir gün beni açılacak sergisi için yardıma çağırdı. Tablo asmasına yardım ettim. Sanat çevreleriyle ilk temasım orada başladı. Arkadaşları geliyor, sohbetler ediliyor. Sosyal bir olay. Hoşuma gitti. O yıllarda uzun yol kaptanı olmak istiyordum. Maceraperest bir kişiliğim vardı. Tek bir yerde yaşamak çok monoton geliyordu bana. Kaptan olamadım ama otostopla bütün Avrupa’yı dolaştım.
Neden resim değil de seramik eğitimi almayı tercih ettiniz?
1963 yılında İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümüne girdim. Halet Çambel, Arif Münif Mansel gibi çok önemli profesörlerden ders aldım. Bir senenin sonunda arkeolojinin bana göre olmadığına karar verdim. Ve ertesi sene Güzel Sanatlar Akademisi sınavlarına girdim. Tesadüf de olabilir ama sonuç fena değildi. Birincilikle kazandım! Öylelikle sanat eğitimi başlamış oldu.
Hayır, özellikle resim yok aklımda ama Akademi’ye girmek, sanatçı olmak istiyorum. O fikir doğmuştu. Resim bölümüne değil, dekoratif sanatlara girdim. Önce iç mimari tercihi yaptım. Birinci sene çizim falan yapıyoruz. Hocam Gevher Bozkurt, yaptığım resimleri değerlendirince “Sen heykel ya da seramikte daha başarılı olursun.” dedi. Bir şeyden anladığım yoktu, onun yönlendirmesiyle seramik bölümüne geçtim. Bir şeyler yapmaya başladım ve diğer öğrencilerden farklı olarak ilk seneden itibaren her yaz yurt dışına gittim.
Nereleri ziyaret ediyordunuz o seyahatlerde?
1960’lı yıllarda Türkiye, Avrupa’nın yüz yıl gerisindeydi. Ne doğru dürüst bir eğitim ve kültür vardı, ne sanayi gelişmiş! Milli gelir bin dolar civarında. Millet toz toprak içinde yaşıyordu… Akademinin en önemli hocalarından biri Sabri Berkel’di. Üsküp’te doğmuş, İtalya’da büyümüş, Floransa’da güzel sanatlar eğitimi almış bir adam. 35 yaşında Türkiye’ye geliyor. Türk kökenli adeta bir Avrupalıydı. Bizi o yönlendirdi. Rönesans nasıl başlamış, nasıl gelişmiş, sanat akımları nasıl doğmuş, modern sanat nedir?
Sanat tarihi dersine mi giriyordu?
Aslında resim dersimize giriyordu fakat o kadar kültürlü bir adamdı ki resim yaptırırken sanat tarihi de anlatıyordu. O yıllarda o bilgide olan Belkıs Mutlu, Nejat Diyarbakırlı gibi bir iki kişi vardı. Prof. Bülent Özer mimarlık dersi verirdi, izin alarak onun mimarlık tarihi derslerini takip ederdim. Güzel Sanatlar Fakültesini kuran kişi olmasına rağmen Osman Hamdi Bey’i bile bilmezdik biz. Bana sorarsanız Akademi’de hiçbir dönem iyi bir eğitim verilmemiştir. İyi hocalardan ders alan son nesiliz. Sabri Berkel’in derslerde anlattıkları heyecan verici şeylerdi. Bir sürü isim sayıyor, Piero della Francesca, Giotto, Caravaggio, Tintoretto… Hiçbirinden haberimiz yok. Birinci senenin sonunda yurtdışına çıkmaya karar verdim.
Amacınız neydi?
Amacım Avrupa’yı tanımaktı. Sabri Bey’in anlattığı yerleri görmek istiyordum. İsveç’te Tatbiki Güzel Sanatlar eğitimi alan bir arkadaşım vardı. Otostopla onun yanına gittim ve oradan başladık. İngiltere, Belçika, Hollanda, Almanya, Çekoslovakya, İtalya, Brindizi’ye kadar indik. Seyahat ciddi bir görgü oluşturuyor insanda. Döndüğüm zaman arkadaşlarla aramdaki farkı gördüm. Bizde eserleri görecek doğru dürüst müze yoktu, reprodüksiyonları vardı. Doğru dürüst kitap bulamıyorduk. O seyahatlerde kitap almaya da başladım.
Öğrencilik yıllarınızda İstanbul’da hangi galeri ve müzeler vardı?
Şehir Galerisi vardı, İstiklal Caddesi’ne girdiğinizde sağda kalıyordu. Ahşap merdivenlerle çıkılan döküntü bir yerdi. Orada güzel sergiler açılırdı. Hep Türk sanatçıların sergileriydi bunlar. Alman Kültür Merkezi’nde de güzel sergiler olurdu. Beyoğlu’nda muazzam bir Amerikan Kültür Merkezi açılmıştı. Kütüphanesi vardı, sonra kapandı. Bunun üzerine Almanlar da Kültür Merkezi’ni faaliyete soktular. Bir taraftan da Fransızlar vardı. Hepsi kendi kültürünü yaymaya çalıştı. Türk kültürü diye bir şey kalmadı o dönemde. Bizim nesil yaşadı o kopuşu. Her ülkenin kendi kültürü ve değerleri var. Biz kendi değerlerimize sahip olamadık. Mesela ben köklü bir aileden gelmeme rağmen tereddütlerim var. Biz ortada kalmış bir toplumuz. Ne Osmanlı kalabildik ne Batılı olabildik. Ben de bu arada kalmışlığı yaşayanlardan biriyim. Onun için de hiçbir şey olmadı bizden.
Aile büyüklerinizde bu kültürel kopuşun izleri var mıydı?
Hayır, babam hakiki Türkçü bir adamdı. Benim gibi bir aidiyet sorunu yaşamadı o. Türk kültüründen bir medeniyet çıksın istiyordu. Çok idealistti. 1960’lı yıllarda Rusya parçalanacak, Türki ülkeler bağımsız olacak derdi. Öyle de oldu! Kültür burjuva aracılığıyla aktarılır, Türkiye’de öyle bir sınıf yok maalesef. Bugün de yok. Toplum kendi geleneğini sürdürememiş, yeni bir gelenek de oluşturamamış. Bu problem hayatın her alanında olduğu gibi sanatta da çıkıyor karşımıza.
Başarılı bir seramik sanatçısıyken ani bir kararla mesleğinizi bir kenara bırakıp işin ticaretini yapmayı tercih etmişsiniz. Bu kararı nasıl verdiniz?
1971’de askerliğim bitti Galeri Baraz binasında seramik atölyesi açtım. O tarihlerde Akademi’nin dışında atölye kurmuş sanatçı çok azdı. Seramik sanatçısı olmak istiyordum. Seramik çok popüler olmuştu. Çok fazla satış yaptık, neredeyse her yaptığımız satılıyordu. İki bin beş yüz liraya seramik panosu satıyordum, Hikmet Onat resmi ise bin liraydı. Bugün Hikmet Onat yüz bin dolara çıkmış durumda. Teknik Üniversite’den mezun mimar bir arkadaşım 1974’te beni New York’a davet etti. Avrupa’yı biliyordum ama Amerika hakkında hiçbir fikrim yoktu. Hiç düşünmeden gittim. Galericilik yok aklımda. Sanatçı gibi gittim. Bir seramik atölyesinde ilk günden iş buldum, çalışmaya başladım. Kısa süre sonra atölye kapandı. Bir vasıtayla Soho’da bir galeride iş buldum. Yer siliyorum, resim paketliyorum. Yapılan işi çok sevdim ve Türkiye’de galeri açmaya karar verdim. Benim kişiliğim öyledir. Bir şeyi bırakınca bırakırım ve geri dönüp bakmam. 1975’de galerimi açtım. 1976’da seramik fırınımı bir gecede kırıp attım. Üç kamyon hafriyat çıktı. Seramikle ilgili bütün birikimimi de o gece çöpe attım. Hiç geri dönüp bakmadım. Babanızın tepkisi ne oldu?
Sanat eğitimi almamı kabul etmişti ama galeri aklına yatmadı. Parayla hiç alakası yoktu. Evde hiç o meselelerin konuşulduğunu hatırlamam. Ayıp kabul edilirdi.
Babanız ne iş yapıyordu?
Petrol Ofisi’nde sivil savunma uzmanıydı. Çeşitli şehirlerde bulundu. Çoğunlukla İstanbul’daydı. Türkiye’nin Batı tarzı bir galeriye hazır olmadığını düşünüyordu. “Değmez!” dedi. Dünyayı tanıyan, kitap toplamış, koleksiyon yapmış bir adam, “Bu gülünç bir meslektir.” diyordu. Aslında haklıydı. Sahaflar Çarşısı, Kuledibi eski yazı ve resimle doluydu. Eserler yerlerde sürünüyor, yüzlerine bakan yok! Sanat eserinin değeri yoktu. Israrım üzerine “Burayı sana bırakıyorum. Beş bin lira da para vereceğim ama parasız kalırsan telefon bile etme!” dedi.
İşlerin oturması ne kadar zaman aldı?
On sene imanım gevredi. Sabah açtım, akşam kapattım, hiçbir şey satamadım. Sergi açıyorduk, insanlar geliyor, ‘Bunu ben de yaparım’ deyip gidiyor. Ressamlar daha önce galerilerle çalışmamış. Çoğu resim yapmayı bırakmış. Neşet Günal sekiz yüz dolardı. Bugün bir milyon liraya bulamazsınız. Ömer Uluç, Burhan Doğançay, Mehmet Güleryüz, Adnan Çoker, Özdemir Altan, Neşe Erdok, Güngör Taner, Mustafa Ata, Erol Akyavaş, Selim Turan o dönem için oldukça avangart işler üretiyorlardı ve onların eserlerini sergiliyorduk. Çok eleştiri aldık, gelenler hep “Eski resim var mı?” diye soruyordu. Saydığım isimler ancak otuz yıl sonra kabul gördü.
Hayır, elektrik faturasını bile ödeyemiyordum. Koleksiyonculuk yapmayı çok istedim. Yakın çevremde çok sanatçı vardı. Komet, Metin Talayman, Mehmet Güleryüz, Alaettin Aksoy, Utku Varlık, Burhan Uygur… Bazılarından resim aldım. İlk resmimi aldığımda yirmi iki yaşındaydım. Utku Varlık’tan iki yüz liraya almıştım, 1966 yılıydı. Sonra Komet geldi, “Bodrum’a gideceğim, ayakkabı lazım.” dedi. 100 lira gibi bir rakam istiyordu. O parayı verdim ve büyükçe bir resim aldım. Komet’den aldığım o resmi yıllar sonra Mustafa Taviloğlu’na sattım. Utku Varlık’tan aldığım da şimdi Bülent Eczacıbaşı’nda.
Kimlerle çalıştınız?
İyi bir çevrem vardı. Akademi hocaları ile tanışıyordum. Hayatları boyunca çabalamış, bir noktaya gelememişlerdi. Sabri Berkel, Edip Hakkı, Mahmut Cuda, Nurullah Berk benden otuz, otuz beş yaş büyük kişilerdi. Ben onlara bir yön tayin ettim. Eser sipariş ettim, sergi yaptım. Yetmişli yaşlardan sonra para kazanmaya başladılar. Sanat eserine üretildiği yerde sahip çıkılması gerekiyor. Batı’da sanatçılar; müzeler, vakıflar, hırslı şahıslar aracılığıyla desteklenir. Bizde işler öyle yürümüyor. “Sıkışmış biri varsa gidelim ondan ucuza alalım.” düşüncesi hâkim. Böyle ortamlarda da sanat ilerlemiyor. Biz yine de epey bir kamuoyu oluşturduk. Devletin hiçbir katkısı yoktu. Bugün de yok.
Devlet bu sahayı nasıl destekleyebilir?
Vergiyi kaldırabilir. Her resim satışında yüzde on sekiz vergi ödüyoruz biz. O bir pahalılık getiriyor. Yarışma yapabilir, burs dağıtabilir. Yurt dışına öğrenci yollayabilir. Müzelere eser alabilir…
1960’ların isim yapmış ressamları kimlerdi?
O yılların en önemli sanatçıları Erdoğan Değer ve Necdet Kalay’dı. Bugün gülersiniz. O zamanın burjuvasının hiçbir şeyden haberi yoktu. Zaten koleksiyoncu da yoktu. Necdet Kalay ortaya çıkmış, resim yapıyor. Herkese satıyor. 1977’de Hilton Oteli’nde ikinci galeriyi açtım. Günde üç tane Necdet Kalay resmi satıyordum. Kimse inanmaz.
Türkiye’de sanat piyasasının oluşmaya başlaması hangi yıllara tekabül ediyor? İlk koleksiyonerler, dünyaya açılan ilk sanatçılar kimler?
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Şeker Ahmet Paşa, Halil Paşa, Osman Hamdi Bey gibi isimler sanat ortamını öğrenmek için Paris’e gitmiş. Onlardan sonra giden ikinci grup; İbrahim Çallı, Feyhaman Duran, Avni Lifij, Hikmet Onat, Nazmi Ziya… Bu grup 1910 yılında devlet desteğiyle gidiyor. Üç, dört sene kadar Paris’te kalıyorlar. 1914’te savaş çıkınca hepsi geri dönüyor. Sonra Ali Çelebi, Cevat Dereli, Mahmut Cüda Almanya’ya gidip ekspresyonist akımın içine giriyor. İlk giden bağımsız grup Avni Arbaş, Selim Turan, Fikret Mualla, Fahrelnisa Zeid, Abidin Dino, Nejad Devrim, Hakkı Anlı. 1946’dan sonra Paris’e yerleşen bu sanatçılar, ilk kez eğitim almak için değil de ressam olarak şöhret yapmak için gidiyorlar.
Varlık gösterebiliyorlar mı?
Türk basınına bakarsanız çok başarılı olmuşlar. Esasında hiç başarı falan yok. Bir tek Nejad Devrim ismini biraz duyurabiliyor. 1951 yılında Leo Castelli adında New York’lu bir galericinin açtığı mukayeseli sanat sergisinde gösteriyor kendini. Fransız ve Amerikan soyut sanatı karşılaştırmasında Nejad Devrim’i de Fransız sanatının temsilcisi olarak alıyor Castelli. Bu sergi aracılığıyla ilk defa ünlü bir galerici bir Türkün elinden tutuyor. Diğerleri ufacık evlerde, yaptıkları resimleri Türkiye’ye satarak çok sade hayatlar yaşamışlar. ‘Paris’te yaşayan büyük Türk sanatçısı’ diye pazarlanıyorlar burada. Halbuki Paris’te onları tanıyan yok. Aynı şeyi Amerika’ya giden Tosun Bayrak, Erol Akyavaş, Burhan Doğançay, İpek Duben, Füsun Onur, Ertuğrul Ateş de yaşıyor. Amerika’da varlık göstermek çok zor, sistemi başka. Meşhur olmak için hiç yapılmayan bir şeyi yapmanız lazım. Bir yenilik arıyor, dünya sanatına nasıl bir katkı sağladığınıza bakıyorlar. Öyle bir özelliğiniz varsa galeriler elinizden tutuyor. Veya bir ekol kurmuş olmanız lâzım. Bizim ekol kurmuş sanatçımız yok, bir ekolü benimseyip resim yapan sanatçılarımız var. Ekspresyonist resim yapıyor adam. 1920’lerde en iyileri yapılmış zaten. Bu akımların ortaya çıkmasının sosyolojik ve tarihi sebepleri var. Ekspresyonizm Birinci Dünya Savaşı’nın sebep olduğu sefaleti ifade etmek için doğuyor. Siz bugün oturduğunuz yerden öyle bir resim yapsanız kimse dikkate almaz. Belki iyi bir ressam der ama alıp da müzesine koymaz.
Koleksiyonculuk 1960’lı yılların ortalarında başlıyor diyebiliriz. Bugün anladığımız mânâda bir koleksiyonculuk beklemeyin ama. Sergiler açılıyor, insanlar geliyor, tanışıyorlar. Bu arada resimler satılmaya başlıyor. Bana sorarsanız asıl koleksiyonlar 1970’li yıllarda oluşmaya başladı. Bizim de biraz katkımız oldu buna. Aydın Cumalı, Ertan Mestçi, Rabia Çapa, Besi Cecan ve ben, ilk önemli galericileriz. Evveliyatı var; Mefkure Şerbetçi önemli bir isimdir mesela. Sosyeteden bir hanımdı. 1969 – 71 arasında Beyoğlu’nda çok güzel bir galeri açtı. Dekorunu Abdurrahman Hancı yapmıştı. İki sene sonra kapattı. 1950 – 55 yılları arasında Adalet Cimcoz’un Maya Galerisi var. Pek galericilik yapılmamış ama. Nuri İyem, “Biz oraya çay içmeye giderdik.” diyor. Ufacık bir oda. O da 1954’te iflas ediyor. Ressamlar bir yardımlaşma sergisi yapıyorlar ama o da kurtarmıyor. 55’te kapanıyor.
O yıllarda resim piyasasının yatırımcıları kimler?
Nazım Kalkavan diye bir isim var. Çok zengin, Türk resminden ziyade Matisse, Picasso gibi dünyaca ünlü isimleri toplamış. Parasız kaldığı bir dönemde de hepsini satmak zorunda kalmış. Bizim açtığımız sergilerden sonra bu sahaya giren isimler oldu.
Kimlerdi onlar?
Eski TÜSİAD Başkanı Ali Koçman, Feyyaz Berker, Sakıp Sabancı, Mustafa Taviloğlu, Erol Aksoy, Halil Bezmen, Suna Kıraç, Barbaros Çağa, Can Elgiz, Bülent Eczacıbaşı, Cengiz Çetindoğan…
Ne topluyorlardı?
Sadece Türk resmi alıyorlardı. 2005 yılına kadar Türkiye piyasasında sadece Türk resmi satıldı. Bir Alman zenginini düşünün; Fransız, Alman, İngiliz, Amerikan, İtalyan… bütün ülkelerin resimlerini alır. Bizde piyasa çok nasyonalistti. Bundan kurtulmak için 1991’de enternasyonal resme girdim. Yabancı sergiler açtım fakat başarılı olamadım. Getirdiğim eserleri satamadım.
Yabancı ressamlar neden satılmadı?
Sanatçılar tanınmıyordu. 1980’de New York’ta Andy Warhol’la tanıştım. Bana elli bin dolardan resim satmak istedi. Hiç kimseye satamadım. Bugün o resimleri yirmi milyon dolara bulamazsınız.
Hayır! Hiçbirinin yatırım gibi bir maksadı yoktu, zengin adamlar. Türk resminin yatırımı da yoktu zaten. Ömer Uluç’un, Mehmet Güleryüz’ün resimlerini iki yüz dolardan alıyordum. Sanatçıların maddi durumları çok bozuktu. On iki bin liradan Neşet Günal satmaya çalıştık, insanlar “On iki bin liraya resim mi olur!” diye ayağa kalktı. Nuri İyem iki bin liradan satardı.
Hangi yıllar?
1975 – 76. Nuri İyem’in Şişli’de çatı katı bir evi vardı. Oraya gidip en güzel tablolarını iki bin liraya alabilirdiniz. Artık bu rakamlar söz konusu değil tabii. Piyasaya yeni alıcılar girdi, bir fiyat farkı oluştu. Türkiye’de artık üçüncü, dördüncü nesil zengin var. Sanayileşme başladı ve onun tortusu sanatta da kendini hissettirdi.
Babalarının, dedelerinin koleksiyonunu devam ettiren isimler çıktı mı?
Koleksiyonların büyük bir kısmı toplayan kişilerin ölümünden sonra satıldı. Bilinç düzeyi o kadar yüksek değil henüz. Bir de bugünkü insanlar babalarının, dedelerinin aldığı resimleri beğenmiyor. Yaşam şekli de değişti. Ufak ufak natürmortlar, peyzajlar vardı eskiden. Şimdi varlıklı aileler yüksek tavanlı, büyük salonlu loftlarda yaşıyor. O salonlara iki ya da üç tane büyük resim asıyorlar. Aile büyüklerinden kalan tabloların hepsini paraya çevirdiler.
70’li yıllardan beri eser alan müşterileriniz var mı?
O günden bugüne devam eden kimse olmadı. Bazıları öldü, bir kısmı çekildi. Ellerindeki koleksiyonları da kaybettiler.
Sabancı, Koç, Eczacıbaşı gibi bugün müzesi olan aileler o tarihlerde eser almıyor muydu?
1970’li yıllarda koleksiyoncu yok denecek kadar azdı. Yavaş yavaş dönemin zenginleriyle irtibat kurmaya başlamıştım. 1976 yılında Topağacı’ndaki eski, ahşap bir evde İbrahim Çallı tablosu olduğunu öğrendim. Yaklaşık 200 x 200 boyutlarında bir tabloydu. Sanırım Çallı’nın en büyük eseri oydu. Hemen aldım, Kamil Şükun, Adam isminde bir dergi çıkarıyordu. Oraya resmin satılık olduğu ilanını verdim. Bir ay kadar sonra Koç Holding’den bir sekreter aradı, “Suna Kıraç sizinle görüşmek istiyor.” dedi. Suna Hanım resmin hâlâ satılık olduğunu öğrenince ertesi gün İnan Bey’le birlikte galeriye geldi. Çok beğendiler. Kırk beş bin liraya almıştım. On iki bin lira da reklam ücreti. Bana maliyeti neredeyse atmış bin lira olmuştu. Büyük para! Yetmiş iki bin beş yüz lira istedim. İnan Bey bunun yerine sıfır kilometre bir araba vermeyi teklif etti. Araba almayı bırakın içine benzin koyacak param yok. Durumu izah edince parasını gönderip resmi aldı. Suna Kıraç’ın 1970’li yıllardaki sanat eseri alma merakı Pera Müzesi’nin doğmasına vesile olmuştur. Eczacıbaşı da başlamıştı o tarihlerde. Sakıp Sabancı 1976’da hem hat sanatı hem de resim toplamaya başladı. Sabancı’yla değil ama diğerleriyle çalıştım. 1980’e kadar bir çevre oluşturmuştuk. 12 Eylül darbesinden sonra çok zor duruma düştük.
12 Eylül size nasıl yansıdı?
Toplumdaki güvensizlik sermayeyi ürküttü. Bazı iş adamları tutuklandı. Turgut Özal’ın başbakan olmasından sonra ortam çok rahatladı. Resim piyasası çok gelişti.
Henüz dünyaya açılmamış bir piyasada sanat eserine nasıl değer biçiyordunuz?
Yurtdışında açık artırma sonuçlarına bakılır. Bir sanatçının eserleri müzayedelerde kaça satılıyorsa yıl ortalaması alınır ve fiyatlandırma ona göre yapılır. Bizde öyle bir şey yoktu. 1985 – 90’dan sonra başladı. Maksut Varol diye bir adam vardı. Ailelerden bir şeyler toplar, alaturka yöntemlerle mezat yapardı. İstatistiği de tutulmuyordu. Ben ilk zamanlar ressamlara soruyordum, cevap veremiyorlardı. Sabri Berkel, Mahmud Cuda gibi ressamlar, eserlerine ne kadar değer biçeceklerini bilemezdi. Nurullah Berk’e sormuştum “Hocam kaç lira diyeyim?” “Ben nereden bileyim!” demişti. Tahmini bir rakam belirleyip etiketi koyuyorduk. Peşin parayla almışsam o artık benim oluyordu. Biraz bekletip yüzde on, yirmi, otuz artık ne kadarsa bir kârla satıyordum. Kârı yüksek tutmaya kalkarsanız satamıyordunuz. Bugün de öyledir. Hemen devredeceksiniz ki gelen parayla yeni şeyler alabilesiniz. Nurullah Berk’e parasını peşin veriyordum. Tabloyu bitirince gidip alıyordum.
Elinizden geçen binlerce eser içinde satmaya kıyamadığınız şeyler oldu mu?
1990’a kadar beklettiğim çok şey oldu. Hepsi meşhur Türk ressamların tablolarıydı. Sonra satıldılar tabii. Şu anda altı yüze yakın tablo vardır ama onları da müzayedeye koyacağız sonunda. Şahsi koleksiyon olarak tutmam. Güzel eserleri de satmak lâzım, en güzel eserleri kendinize saklarsanız ve bu duyulursa iyi olmaz. Önemli bir koleksiyonerin eserleri Galeri Baraz’dan geçmişse bu durum o eserlere sahip olmaktan daha çok mutlu eder beni.
İyi bir resim koleksiyonu nasıl olur?
Koleksiyoncunun tercihine bağlı. Kimi soyut resim, kimi figür sever. Naif resim sevebilir yahut bir dönemle ilgilenir. Klasik resim alacağım der ve 1880 – 1910 arasını toplar. Türkiye’de böyle adam da yok. Koleksiyonlar çok eklektik. Her telden çalıyor. Olanlar da dağıldı maalesef. Yüz milyon dolarlık eser topluyorsunuz, amacınız müze kurmak. İşiniz bozuluyor ve elinizdeki birikimi elli milyon dolara bile satamıyorsunuz. Sanatın en zor tarafı budur. Beş yüz tane resminiz olsa paraya sıkıştığınızda bedavaya gider. Bunu çok yaşadık, yaşıyoruz.
Hayır! Hiçbirinin yatırım gibi bir maksadı yoktu, zengin adamlar. Türk resminin yatırımı da yoktu zaten. Ömer Uluç’un, Mehmet Güleryüz’ün resimlerini iki yüz dolardan alıyordum. Sanatçıların maddi durumları çok bozuktu. On iki bin liradan Neşet Günal satmaya çalıştık, insanlar “On iki bin liraya resim mi olur!” diye ayağa kalktı. Nuri İyem iki bin liradan satardı.
Hangi yıllar?
1975 – 76. Nuri İyem’in Şişli’de çatı katı bir evi vardı. Oraya gidip en güzel tablolarını iki bin liraya alabilirdiniz. Artık bu rakamlar söz konusu değil tabii. Piyasaya yeni alıcılar girdi, bir fiyat farkı oluştu. Türkiye’de artık üçüncü, dördüncü nesil zengin var. Sanayileşme başladı ve onun tortusu sanatta da kendini hissettirdi.
Babalarının, dedelerinin koleksiyonunu devam ettiren isimler çıktı mı?
Koleksiyonların büyük bir kısmı toplayan kişilerin ölümünden sonra satıldı. Bilinç düzeyi o kadar yüksek değil henüz. Bir de bugünkü insanlar babalarının, dedelerinin aldığı resimleri beğenmiyor. Yaşam şekli de değişti. Ufak ufak natürmortlar, peyzajlar vardı eskiden. Şimdi varlıklı aileler yüksek tavanlı, büyük salonlu loftlarda yaşıyor. O salonlara iki ya da üç tane büyük resim asıyorlar. Aile büyüklerinden kalan tabloların hepsini paraya çevirdiler.
70’li yıllardan beri eser alan müşterileriniz var mı?
O günden bugüne devam eden kimse olmadı. Bazıları öldü, bir kısmı çekildi. Ellerindeki koleksiyonları da kaybettiler.
Sabancı, Koç, Eczacıbaşı gibi bugün müzesi olan aileler o tarihlerde eser almıyor muydu?
1970’li yıllarda koleksiyoncu yok denecek kadar azdı. Yavaş yavaş dönemin zenginleriyle irtibat kurmaya başlamıştım. 1976 yılında Topağacı’ndaki eski, ahşap bir evde İbrahim Çallı tablosu olduğunu öğrendim. Yaklaşık 200 x 200 boyutlarında bir tabloydu. Sanırım Çallı’nın en büyük eseri oydu. Hemen aldım, Kamil Şükun, Adam isminde bir dergi çıkarıyordu. Oraya resmin satılık olduğu ilanını verdim. Bir ay kadar sonra Koç Holding’den bir sekreter aradı, “Suna Kıraç sizinle görüşmek istiyor.” dedi. Suna Hanım resmin hâlâ satılık olduğunu öğrenince ertesi gün İnan Bey’le birlikte galeriye geldi. Çok beğendiler. Kırk beş bin liraya almıştım. On iki bin lira da reklam ücreti. Bana maliyeti neredeyse atmış bin lira olmuştu. Büyük para! Yetmiş iki bin beş yüz lira istedim. İnan Bey bunun yerine sıfır kilometre bir araba vermeyi teklif etti. Araba almayı bırakın içine benzin koyacak param yok. Durumu izah edince parasını gönderip resmi aldı. Suna Kıraç’ın 1970’li yıllardaki sanat eseri alma merakı Pera Müzesi’nin doğmasına vesile olmuştur. Eczacıbaşı da başlamıştı o tarihlerde. Sakıp Sabancı 1976’da hem hat sanatı hem de resim toplamaya başladı. Sabancı’yla değil ama diğerleriyle çalıştım. 1980’e kadar bir çevre oluşturmuştuk. 12 Eylül darbesinden sonra çok zor duruma düştük.
12 Eylül size nasıl yansıdı?
Toplumdaki güvensizlik sermayeyi ürküttü. Bazı iş adamları tutuklandı. Turgut Özal’ın başbakan olmasından sonra ortam çok rahatladı. Resim piyasası çok gelişti.
Henüz dünyaya açılmamış bir piyasada sanat eserine nasıl değer biçiyordunuz?
Yurtdışında açık artırma sonuçlarına bakılır. Bir sanatçının eserleri müzayedelerde kaça satılıyorsa yıl ortalaması alınır ve fiyatlandırma ona göre yapılır. Bizde öyle bir şey yoktu. 1985 – 90’dan sonra başladı. Maksut Varol diye bir adam vardı. Ailelerden bir şeyler toplar, alaturka yöntemlerle mezat yapardı. İstatistiği de tutulmuyordu. Ben ilk zamanlar ressamlara soruyordum, cevap veremiyorlardı. Sabri Berkel, Mahmud Cuda gibi ressamlar, eserlerine ne kadar değer biçeceklerini bilemezdi. Nurullah Berk’e sormuştum “Hocam kaç lira diyeyim?” “Ben nereden bileyim!” demişti. Tahmini bir rakam belirleyip etiketi koyuyorduk. Peşin parayla almışsam o artık benim oluyordu. Biraz bekletip yüzde on, yirmi, otuz artık ne kadarsa bir kârla satıyordum. Kârı yüksek tutmaya kalkarsanız satamıyordunuz. Bugün de öyledir. Hemen devredeceksiniz ki gelen parayla yeni şeyler alabilesiniz. Nurullah Berk’e parasını peşin veriyordum. Tabloyu bitirince gidip alıyordum.
Elinizden geçen binlerce eser içinde satmaya kıyamadığınız şeyler oldu mu?
1990’a kadar beklettiğim çok şey oldu. Hepsi meşhur Türk ressamların tablolarıydı. Sonra satıldılar tabii. Şu anda altı yüze yakın tablo vardır ama onları da müzayedeye koyacağız sonunda. Şahsi koleksiyon olarak tutmam. Güzel eserleri de satmak lâzım, en güzel eserleri kendinize saklarsanız ve bu duyulursa iyi olmaz. Önemli bir koleksiyonerin eserleri Galeri Baraz’dan geçmişse bu durum o eserlere sahip olmaktan daha çok mutlu eder beni.
İyi bir resim koleksiyonu nasıl olur?
Koleksiyoncunun tercihine bağlı. Kimi soyut resim, kimi figür sever. Naif resim sevebilir yahut bir dönemle ilgilenir. Klasik resim alacağım der ve 1880 – 1910 arasını toplar. Türkiye’de böyle adam da yok. Koleksiyonlar çok eklektik. Her telden çalıyor. Olanlar da dağıldı maalesef. Yüz milyon dolarlık eser topluyorsunuz, amacınız müze kurmak. İşiniz bozuluyor ve elinizdeki birikimi elli milyon dolara bile satamıyorsunuz. Sanatın en zor tarafı budur. Beş yüz tane resminiz olsa paraya sıkıştığınızda bedavaya gider. Bunu çok yaşadık, yaşıyoruz.
Hayır! Hiçbirinin yatırım gibi bir maksadı yoktu, zengin adamlar. Türk resminin yatırımı da yoktu zaten. Ömer Uluç’un, Mehmet Güleryüz’ün resimlerini iki yüz dolardan alıyordum. Sanatçıların maddi durumları çok bozuktu. On iki bin liradan Neşet Günal satmaya çalıştık, insanlar “On iki bin liraya resim mi olur!” diye ayağa kalktı. Nuri İyem iki bin liradan satardı.
Hangi yıllar?
1975 – 76. Nuri İyem’in Şişli’de çatı katı bir evi vardı. Oraya gidip en güzel tablolarını iki bin liraya alabilirdiniz. Artık bu rakamlar söz konusu değil tabii. Piyasaya yeni alıcılar girdi, bir fiyat farkı oluştu. Türkiye’de artık üçüncü, dördüncü nesil zengin var. Sanayileşme başladı ve onun tortusu sanatta da kendini hissettirdi.
Babalarının, dedelerinin koleksiyonunu devam ettiren isimler çıktı mı?
Koleksiyonların büyük bir kısmı toplayan kişilerin ölümünden sonra satıldı. Bilinç düzeyi o kadar yüksek değil henüz. Bir de bugünkü insanlar babalarının, dedelerinin aldığı resimleri beğenmiyor. Yaşam şekli de değişti. Ufak ufak natürmortlar, peyzajlar vardı eskiden. Şimdi varlıklı aileler yüksek tavanlı, büyük salonlu loftlarda yaşıyor. O salonlara iki ya da üç tane büyük resim asıyorlar. Aile büyüklerinden kalan tabloların hepsini paraya çevirdiler.
70’li yıllardan beri eser alan müşterileriniz var mı?
O günden bugüne devam eden kimse olmadı. Bazıları öldü, bir kısmı çekildi. Ellerindeki koleksiyonları da kaybettiler.
Sabancı, Koç, Eczacıbaşı gibi bugün müzesi olan aileler o tarihlerde eser almıyor muydu?
1970’li yıllarda koleksiyoncu yok denecek kadar azdı. Yavaş yavaş dönemin zenginleriyle irtibat kurmaya başlamıştım. 1976 yılında Topağacı’ndaki eski, ahşap bir evde İbrahim Çallı tablosu olduğunu öğrendim. Yaklaşık 200 x 200 boyutlarında bir tabloydu. Sanırım Çallı’nın en büyük eseri oydu. Hemen aldım, Kamil Şükun, Adam isminde bir dergi çıkarıyordu. Oraya resmin satılık olduğu ilanını verdim. Bir ay kadar sonra Koç Holding’den bir sekreter aradı, “Suna Kıraç sizinle görüşmek istiyor.” dedi. Suna Hanım resmin hâlâ satılık olduğunu öğrenince ertesi gün İnan Bey’le birlikte galeriye geldi. Çok beğendiler. Kırk beş bin liraya almıştım. On iki bin lira da reklam ücreti. Bana maliyeti neredeyse atmış bin lira olmuştu. Büyük para! Yetmiş iki bin beş yüz lira istedim. İnan Bey bunun yerine sıfır kilometre bir araba vermeyi teklif etti. Araba almayı bırakın içine benzin koyacak param yok. Durumu izah edince parasını gönderip resmi aldı. Suna Kıraç’ın 1970’li yıllardaki sanat eseri alma merakı Pera Müzesi’nin doğmasına vesile olmuştur. Eczacıbaşı da başlamıştı o tarihlerde. Sakıp Sabancı 1976’da hem hat sanatı hem de resim toplamaya başladı. Sabancı’yla değil ama diğerleriyle çalıştım. 1980’e kadar bir çevre oluşturmuştuk. 12 Eylül darbesinden sonra çok zor duruma düştük.
12 Eylül size nasıl yansıdı?
Toplumdaki güvensizlik sermayeyi ürküttü. Bazı iş adamları tutuklandı. Turgut Özal’ın başbakan olmasından sonra ortam çok rahatladı. Resim piyasası çok gelişti.
Henüz dünyaya açılmamış bir piyasada sanat eserine nasıl değer biçiyordunuz?
Yurtdışında açık artırma sonuçlarına bakılır. Bir sanatçının eserleri müzayedelerde kaça satılıyorsa yıl ortalaması alınır ve fiyatlandırma ona göre yapılır. Bizde öyle bir şey yoktu. 1985 – 90’dan sonra başladı. Maksut Varol diye bir adam vardı. Ailelerden bir şeyler toplar, alaturka yöntemlerle mezat yapardı. İstatistiği de tutulmuyordu. Ben ilk zamanlar ressamlara soruyordum, cevap veremiyorlardı. Sabri Berkel, Mahmud Cuda gibi ressamlar, eserlerine ne kadar değer biçeceklerini bilemezdi. Nurullah Berk’e sormuştum “Hocam kaç lira diyeyim?” “Ben nereden bileyim!” demişti. Tahmini bir rakam belirleyip etiketi koyuyorduk. Peşin parayla almışsam o artık benim oluyordu. Biraz bekletip yüzde on, yirmi, otuz artık ne kadarsa bir kârla satıyordum. Kârı yüksek tutmaya kalkarsanız satamıyordunuz. Bugün de öyledir. Hemen devredeceksiniz ki gelen parayla yeni şeyler alabilesiniz. Nurullah Berk’e parasını peşin veriyordum. Tabloyu bitirince gidip alıyordum.
Elinizden geçen binlerce eser içinde satmaya kıyamadığınız şeyler oldu mu?
1990’a kadar beklettiğim çok şey oldu. Hepsi meşhur Türk ressamların tablolarıydı. Sonra satıldılar tabii. Şu anda altı yüze yakın tablo vardır ama onları da müzayedeye koyacağız sonunda. Şahsi koleksiyon olarak tutmam. Güzel eserleri de satmak lâzım, en güzel eserleri kendinize saklarsanız ve bu duyulursa iyi olmaz. Önemli bir koleksiyonerin eserleri Galeri Baraz’dan geçmişse bu durum o eserlere sahip olmaktan daha çok mutlu eder beni.
İyi bir resim koleksiyonu nasıl olur?
Koleksiyoncunun tercihine bağlı. Kimi soyut resim, kimi figür sever. Naif resim sevebilir yahut bir dönemle ilgilenir. Klasik resim alacağım der ve 1880 – 1910 arasını toplar. Türkiye’de böyle adam da yok. Koleksiyonlar çok eklektik. Her telden çalıyor. Olanlar da dağıldı maalesef. Yüz milyon dolarlık eser topluyorsunuz, amacınız müze kurmak. İşiniz bozuluyor ve elinizdeki birikimi elli milyon dolara bile satamıyorsunuz. Sanatın en zor tarafı budur. Beş yüz tane resminiz olsa paraya sıkıştığınızda bedavaya gider. Bunu çok yaşadık, yaşıyoruz.
Elbette! 1980 yılı, tam da darbe öncesi Osman Hamdi’den Orhan Peker’e kadar bütün ressamların isimlerini yazdığımız bir el ilânı bastırdık ve kapı kapı dağıttık. Bir sefer jandarma yakaladı, ideolojik içerikli afiş dağıttığımızı zannettiler. O ilânların neticesinde çok resim aldık. Üçüncü Levent civarında eski aileler oturuyordu. Oralardan Hikmet Onat, Feyhaman Duran, Nazmi Ziya aldığımı hatırlıyorum. Bilhassa Moda’dan çok çıktı. Telefon edip çağırıyorlar, çok da komik paralar istiyorlardı. Bugün yüz bin dolar eden bir şey o zaman iki bin dolardı.
Daha çok çağdaş sanatla ilgileniyorsunuz. Eğitimli olmayan bir göz çağdaş sanatta değerliyi değersizden ayırabilir mi? Objektif bir kriteri var mı?
Subjektif bir durum elbette. Karşınıza bir sanat eseri geliyor. Kitch mi, yoksa yüksek sanat eseri mi? Anlayabilmek için sanat tarihi bilmeniz lazım. Mağara devrinden günümüzün avangart yorumlarına kadar dünyada kim ne yapmış? Bu bilgiye sahipseniz karşınızdaki eseri değerlendirmeniz çok kolay. Eğitimsiz bir gözün verebileceği kararlar değil bunlar. Yurt dışında küratörler, sanat galerileri ya da müze uzmanları devreye giriyor. Eserler, danışmanlar eşliğinde alınıyor. Sorumluluk danışmana ait oluyor.
Birilerinin otorite olması durumu, sanat piyasasını provakasyona açmaz mı? Bazı sanatçılar kolaylıkla kendine yer bulurken bazıları için kasten görmezden gelinme riskini doğurmaz mı?
Olabilir elbette ama bir yarışma ortamı gibi düşünün. Kötülerin hemen ayıklanması lâzım ki iyiler önce çıksın ve yenilere yer açılsın. Bu elemeyi yapmak için de hakemlik edecek insanlar lâzım. Ayıklanmışsa bu sanatçının sorunu oluyor. Ne eser satabiliyor, ne sergi açacak galeri bulabiliyor. Alıcılar için de benzer bir durum söz konusu. Dünyada milyonlarca dolar kazanan ve kaybeden alıcılar var. Yanlış bir şey almışsanız o para sokağa atılmış olur. Ancak sizden daha az bilen birine satabilirsiniz. Koleksiyon yapmak istiyorsanız toplayacağınız sahayı bilmeniz gerekir. Yoksa bütün emekleriniz boşa gidebilir. Fakat hiç tanınmamış bir ressamdan aldığınız resim on sene sonra bir milyon dolar da edebilir. İnci Küpeli Kız tablosunun ressamı Johannes Vermeer ölümünden iki yüz elli sene sonra meşhur oldu.
Türkiye’de böyle şöhrete geç kavuşan isim var mı?
Yüksel Arslan öyledir mesela. Kimse ilgilenmiyordu resimleriyle. 1989’da Paris’de evine gittim, resimler yüz dolar’dı. Kimseye satamadım. Ölümünden bir iki sene önce yaptığı bir sergiyle dikkat çekti. Bilen biliyordu ama üslubu kabul görmüyordu. Çok kötü günleri oldu. Selim Turan, Sabri Berkel gibi isimler de sağlıklarında doğru dürüst resim satamamıştır.
Türkiye’de sanat eleştirisi ne durumda sizce?
Türkiye’de resim sanatı on dokuzuncu yüzyılın ortalarında başlamış olsa da sanat eleştirisinin ilk örneklerini 1930’lardan sonra görüyoruz. Karşılaştığımız ilk isim Fikret Adil. Sanat yazıları yazmış ve toplumun ilgisini çekmiş. Son elli yılda sanat eleştirmenleri arasında öne çıkan iki isim var, Sezer Tansuğ ve Hasan Bülent Kahraman. Sezer Tansuğ objektif ve cesur bir kaleme sahipti. Hasan Bülent Kahraman’ın kitapları da büyük bir boşluğu dolduruyor. Onlardan sonra çıkan eleştirmenler yöresel kaldı. Hiçbirinin ismini dünya müze kataloglarında ya da dünya çapındaki yayınlarda görmek mümkün değil. Aynı şey küratörler ve galeriler için de söz konusu. Türkiye’de tanınmış küratörlerden hiçbiri dünya müzelerinde sergi yapamamıştır. Galericilerimiz dünya müzelerine eser satamamıştır.
Günümüzde piyasada en fazla talep gören Türk ressamlar kimler?
Dönem dönem bazı isimlere yönelik istek oluyor, herkes hücum ediyor, bir süre sonra da unutuluyor. Galericilerin pazarlama çalışmalarının da etkisi var bunda. Günümüzde Devrim Erbil büyük ilgi görüyor. Herkes “Devrim Erbil’in İstanbul’u var mı?” diye soruyor. Ergin İnan da talep görüyor. Bir süre sonra onlar da popülaritesini kaybedebilir.
1950’leri, 60’ları konuştuk. Peki günümüz Türk ressamlarının dünyada bir karşılığı var mı?
Biraz zor. On dokuzuncu yüzyılda Türkiye’nin böyle bir şansı yoktu. Resim, tür olarak yeniydi. O dönemin ressamları yirminci yüzyılda hiçbir şekilde varlık gösteremedi. Yirmi birinci yüzyılda bir değişim olabilir çünkü dünya artık çok kutuplu bir yer. Sadece Paris’ten, New York’tan, Londra’dan idare edilmiyor. Asya’da, Uzak Doğu ve Afrika ülkelerinde sanat çevreleri oluşmaya başladı. Şu ana kadar olduğu söylenemez ama şimdiden sonra belki müzeciler İstanbul’da yaşayan bir sanatçıyı keşfedebilir. Yeni şeyler denemeleri şartıyla tabii. Yapılmış şeyleri tekrar etmek şöhret getirmez. İstanbul’da oturup meşhur olmak da imkânsız. Ressam gidecek, yurtdışındaki sanat merkezlerinde atölye açacak, müzeleri gezecek. Galericilerle tanışacak, zengin burjuvanın içine girecek, eleştirmen tanıyacak, kendini geliştirecek.
Sizin yurtdışına tanıttığınız isim oldu mu?
Çok uğraştım fakat olmadı. Eserlerinden örnekler gösterdim, “Yoğun etki altında resimler!” deyip almadı kimse.
Türkiye’ye yabancı eser satabildiniz mi?
Sattığım çok oldu. Rekorum bir milyon Euro’dur.
Türkiye’de dünya çapında bir koleksiyon var mı?
Yok maalesef. Bir koleksiyonunun dünyada karşılığı olduğunu söylemek için belli kriterler var. İddialı olduğunu söyleyen isimler, dünya çapında bir müzede sergi açmak istesin. Hiçbir müze almaz koleksiyonunu, değersiz bulurlar. Bizde bir araya getirilen Türk resimleri ancak bir kültür merkezinde sergilenebilir.
Galeri Baraz’ı 1975 yılında, henüz sanat piyasasının oluşmadığı bir dönemde açtınız. Aradan geçen sürede yaşanan gelişme sizi tatmin ediyor mu?
Bence çok iyi! Yüz dolardan başlayan bir sanat piyasası bugün üç yüz, beş yüz bin dolara çıkmış durumda. Yeterli değil ama elli yıl için kayda değer bir rakam. Sanatçı ve koleksiyoncu adedi çoğaldı. Özel müzeler açıldı. Kitap yayınları arttı. Elli yıl önce sanat kitabı da pek basılmıyordu. Yabancıların pek ilgisi yok ama yavaş yavaş orada da bir hareketlilik olabilir diye düşünüyorum.
Bugüne dek kaç sergi açtınız?
300 civarında, belki de daha fazla. Şimdi yıllar içinde çektiğim sanatçı portrelerini sergi olarak hazırlıyorum. Abidin Dino, Nurullah Berk, Burhan Doğançay, Fahrelnisa Zeid, Balaban gibi yüzlerce sanatçı fotoğrafı var. Hepsiyle birlikte çalıştım. Çeşitli ülkelerde atölyelerinde fotoğrafladım. 1975’ten beri çekiyorum fakat proje fikri 90’lı yıllarda ortaya çıktı. 20 bin kareden fazla malzeme var elimde. İçlerinden yüz sanatçıyı seçeceğim.
Bir de sahtecilik meselesi var. Sahte eserlerle, taklit imzalarla karşılaştığınız da oluyor mu?
Dünyada, diğer değerli şeyler gibi sanat eserlerinin de her zaman sahtesi yapılmıştır. Türkiye’de 90’lı yıllardan sonra sanat pazarı genişledikçe sahtecilik de aynı oranda arttı tabii. Koleksiyoncuları bu riskten korumak için acilen ekspertiz laboratuvarları kurmak gerekiyor. Bu çok büyük bir ihtiyaç.
Ciddi bir sanat kitaplığınız da var. Bu kitaplık ne zaman oluşmaya başladı?
On beş, on altı yaşında kitap almaya başlamıştım ama kütüphane esas on dokuz yaşından sonra oluşmaya başladı. Tamamen sanat kitaplığıdır benimki. Resim, heykel ve mimarlık. 1960’larda, 70’lerde kitapçı sayısı çok azdı. Beyoğlu’nda Ziyad Ebuzziya’nın büyük bir kitapçısı vardı. Çok iddialı bir yerdi. Sonra yangın çıktığını hatırlıyorum. Bir de Osmanbey’de Sander Kitabevi vardı. Oralardan kitap alırdım. Avrupa seyahatlerimde gördüğüm kitapları onlardan istiyordum, 1976’da cebimdeki son parayla on ciltlik Benezit lugatını almıştım. Daha sonra otuz dokuz ciltlik Dr. Thieme Becher sanat ansiklopedisini aldım. Bugün de pek sanat merakı yoktur bizde. Otuz beş, kırk sene önce hiç yoktu. Hayat Mecmuası’nın orta sayfası yetiyordu insanlara.
Evet, hepsi duruyor. Kitaplarım benim için çok kıymetli. Etrafımda resim, heykel, kitap olmadan yaşayamıyorum. Mağara devrinden günümüze kadar sanat diye bir üst başlığım var. Türkçe, İngilizce ve Almanca kitap topluyorum. Türkiye’de kişisel çabalarla yapılmış bu kapsamda bir sanat kitaplığı yok.