1952 yılında Tokat’ın Turhal ilçesinin Üzümören köyünde dünyaya gelmişim. Köy diyorsam da büyük bir köy, şimdi kasaba. Altı bine yakın nüfusu var. İlkokulu orada okudum. Okula kaydımı yaptırmadan önce mahallemizde benden evvel okula giden çocuklardan okuma yazmayı öğrenmiştim. Harfleri, köy evlerinin çorak duvarlarına bir takım sivri nesnelerde çize çize öğrenmiştim. Doğuştan bir merakım vardı. Bu merak farkediliyordu da. Üçüncü ya da dördüncü sınıftaydım, öğretmenim İsmet Bey, “Oğlum, senin okuman güzel. Orta okulu da oku emi!” dedi bir gün.
-Peki öğretmenim.
-Liseyi de oku!
-Peki öğretmenim.
-Üniversiteye de git olur mu?
-Olur öğretmenim.
Arkasından hiç beklemediğim bir cümle daha kurdu. “Böyle gidersen belki ilerde yazar olursun. Öyle bir şey olursa bana mektup yaz emi!” Ve adresini verdi. Hâlâ aklımdadır; Kileci mahallesi, Mektep sokak, No 46, Akşehir, Konya…
Yazar olduğunuzda mektup yazdınız mı?
Tabii, yazdım. Öğretmenimin teşvik edici yaklaşımı hayatımda önemli rol oynadı. Necati isminde bir öğretmenim daha oldu. O da aynı şekilde çok takdir eder, severdi beni. Zaman zaman okumam için kitap getirirdi. Okumayı sevmeme, ileriki yıllarda da okumak istememe etki eden isimlerden ikisi onlar oldu.
Başka kimler var?
Köyümüz büyük olduğu için çerçiler gelirdi. Sırtlarında, içinde daha çok hanımlara yönelik incik boncuk kabilinden eşyalar bulunan camekanlı dolaplar olurdu. Tarihi bir ulu camimiz vardı, onun önünde sergi açarlardı. Getirdikleri malzemenin arasında kitap da çıkardı. Halkın kolayca anlayabileceği hikayelerden oluşan kitaplardı bunlar.
İsimlerini hatırlıyor musunuz?
Hazreti Ali Cenkleri, Battal Gazi Hikayeleri, Köroğlu, Leyla ile Mecnun, Evliya Menkıbeleri… Renkli renkli kapakları olurdu. Hatıra olarak saklarım bazılarını.
Çerçilerden mi almıştınız?
Tabii ama parayla değil. Para zor bulunurdu. Paranın dışında birtakım nesnelerle de; buğday, bulgur, yumurta karşılığı alışveriş yapılırdı çerçilerden. Yumurtayla çok kitap almışımdır. Annem kitap aldığımı biliyordu ama karşılığında yumurta verdiğimi bilmiyordu. O yaşlarda camiye de gidiyordum. Mahallemizin ihtiyarları oradan tanıyor, kitaba olan düşkünlüğümü biliyorlardı. Uzun kış gecelerinde evlerine çağırıp kitap okuturlardı.
Ne okuduğunuzu hatırlıyor musunuz?
Daha çok Ahmediye, Muhammediye gibi dini kitaplar okuturlardı. Kadiri tarikatına mensup bir Osman amcamız vardı, Yunus Emre ilahilerini okurken ağlardı. Onun ağlaması beni güldürürdü, hoşuma giderdi. O ihtiyarların teşviki de benim kitaba olan arzumu kamçıladı. İyi de oldu.
O yıllarda evlerde Osmanlıca kitaplar da olmalı. Osmanlıcayla aşinalığınız o yıllarda mı başladı?
Evlerde elbette Osmanlıca kitap vardı ama ben okumayı bilmiyordum, farkında da değildim o zamanlar. Asıl Osmanlıca macerası ilkokuldan sonra başladı.
Anneniz babanız nasıl insanlardı?
Annem, babam ümmi idiler. Babam ben iki yaşındayken vefat etmiş, hatırlayamıyorum. Annem daha sonra ikinci evliliğini yaptı. Üvey babam oldu, Allah rahmet eylesin, bana öz babalık yaptı. Öz babam bilmiyorum o kadar ilgilenir miydi… Ümmilerdi ama kitap severlerdi, okuturlardı bana. Evimizde rahmetli babamın askerden getirdiği meslek kitaplar vardı sadece. Annem sandıkta saklardı onları.
Bizden önceki nesilden imam hatip lisesine gidip okuyanlar olmuştu. Benim yaşımda olanlardan da beş altı kişi imam hatip okuluna gittik. Ben çok istekliydim fakat ailem göndermek istemiyordu.
Neden?
Maddi imkansızlık sebebiyle. Yoksa okumaya karşı değillerdi. Ben bir evin bir oğluyum. Tarla bağ, bahçe işleri var. Yedi kardeşiz biz ama diğerleri vefat etmiş, onun için adımı Dursun koymuşlar. Anadolu’da öyle bir gelenek vardır, çocukları vefat edenler sonra doğana Durmuş, Dursun, Yaşar gibi isimler koyarlar. Beni gönderirlerse yalnız kalacaklar ama çok istiyorum. Tutturdum illa İmam Hatip okuluna gideceğim diye. O zaman adı öyleydi.
Her şehirde İmam Hatip var mıydı?
Nerde! İlk açılanlar sekiz on tanedir. Rahmetli Menderes döneminde açıldı onlar da. Tokat İmam Hatip de o ilklerdendir. 1953’te açılmış, benimle yaşıt neredeyse. Bölge okuluydu, hem gündüzlü, hem yatılı okudum. O zaman imam hatipler yedi yıldı. Dört sene ortaokul, üç sene lise. Okula kaydolmam kolay olmadı tabii.
Nasıl ikna ettiniz ailenizi?
İkna edemedim, okuma aşkım galip geldiği için gidip kendimi kaydettirdim. Her sabah köyden Tokat’a giden bir minibüs vardı. Şoförü bizim mahalledendi, beni tanırdı. O da okumaya meraklıydı. Bu yönümü bildiği için severdi beni. Bir sabah anneme babama haber vermeden minibüse bindim, Tokat’a gittim. Araya araya buldum okulu. Üç katlı, ahşap bir binaydı. Üst kata çıktım, o zaman müdür olan Abidin Aydın’ın odasına girdim. Kendimi tanıttım, “Kaydolmak istiyorum Hocam!” dedim. O zaman şimdiki gibi değildi, öğrenci olmadığı için neredeyse yoldan adam topluyorlardı. “Önce bir veli bul oğlum.” dedi. “Veli ne hocam?” dedim. İlk defa duyuyorum. İhtiyarlara evliya menkıbeleri okuduğum için evliyaya aşinayım ama veliyi duymamışım. Elimden tuttu, okulun tam karşısında bir terzi dükkanı vardı, oraya götürdü. “Beyefendi bu çocuk kayıt yaptırmak istiyor, velisi olur musunuz?” dedi terziye. Adamcağız kabul etti. Allah rahmet eylesin, hakikaten velilik yaptı bana. Zaman zaman harçlık da verirdi. Vefatına kadar Tokat’a ne zaman gitsem mutlaka ziyaret ettim.
Okulunuzdaki hoca kadrosu nasıldı?
Meslek dersi hocalarımız kaliteli hocalardı. O zaman bildiğim kadarıyla sadece iki yerde Yüksek İslam Enstitüsü vardı. İstanbul ve Konya. Bize daha çok Konya mezunları gelirdi. İhtisas alanını iyi bilen hocalardı. Birkaç tanesi hayatta, halen görüşürüm. Ben çok ilgili bir öğrenciydim. Mesela edebiyat hocamız bizim düşünce dünyamıza yakın bir isim değildi. Ama edebiyatı iyi biliyordu, dersini iyi işliyordu. Kendini sevdiriyordu. Okulu bitirince edebiyat fakültesi tercih etmemin sebebi o hocamdır. Türk sanat musikisinden hoşlanır, Tanpınar’ı severdi. Namık Kemal okuturdu bize. İsimlere ve mevzulara ideolojik yaklaşmazdı. Edebiyatla onun aracılığıyla tanıştım.
Kimleri okuyordunuz o yıllarda?
Arabasına binip Tokat’a gittiğim şoför, gazete ve dergileri takip ederdi. Büyük Doğu, Serdengeçti, Yeni İstiklal dergilerini getirirdi köye. Daha ilkokuldayken bu dergileri okurdum. Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti, Peyami Safa, Mehmed Akif gibi isimlerle tanışmam erken olmuştu. İmam Hatip’teki edebiyat hocalarım Mehmet Ali Candar ve Ömer Doğrul ilgimi daha da çok artırdılar.
Tokat’ta nerelerden kitap alırdınız?
Tokat’ta kitapçılar vardı. Eskiden kalma yerlerdi bunlar. Hükümet binasının yanında bir Ahmet Amca vardı, ciltli kitaplar satardı. Büyük kısmı dini kitaplardı. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili tefsirini sırtı camekana gelecek şekilde vitrine koymuştu. Size tuhaf gelebilir, her gün bir iki defa o ciltlere bakmak için dükkanın önünden geçerdim. O zamanlar alma imkanımız yok. Sol kitaplar satan iki üç yer daha vardı. Oralara da giderdim. Kitap ve gazete konusunda ayrım yapmaz, her şeyi okurdum. 1972 – 73 döneminde liseden mezun oldum. İmam Hatip mezunu olduğum için sadece bir fakülteye gidebiliyorum. O zaman fakülte de değil, Yüksek İslam Enstitüsü. Ama ben tarih, edebiyat ya da sosyoloji okumak istiyorum.
Hedefiniz ne?
Öğretmen olmak istiyorum. İyi öğretmenlerin elinde yetiştim, benim de hevesim o. Edebiyat okumaya karar verdim. Sınavda tek bir yeri işaretledim, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü. Puanım tuttu.
Daha önce İstanbul’a gelmiş miydiniz?
Ortaokulda bir yaz tatilinde kaçıp geldim, evet. Eşref Edip Bey’i buldum. İmam Hatip’teyken Bugün, Tercüman, Bizim Anadolu gibi gazeteleri ve çeşitli dergileri okuyordum. Bazı yazarları yazıları aracılığıyla tanımış, sevmiştim. Sadece Eşref Edip’i değil, Münevver Ayaşlı’yı, Ahmet Kabaklı’yı da buldum. Ellerini öptüm. İstanbul muhitini az çok biliyorum yani. Üniversite sınavını kazanınca puan kartımı aldım ve fakülteye gittim. Üçüncü kata çıkıp Profesör Faruk Kadri Timurtaş hocanın odasına gittim. “Sizin fakülteyi kazandım fakat İmam Hatip mezunu olduğum için almıyorlar.” dedim. Buraya kadarı normal. Sonra bir cümle kurdum ki başkası olsa ya döver ya kovardı. Timurtaş Hoca ikisini de yapmadı. “Duydum ki profesörler istediği öğrenciyi alabiliyormuş!”. Öyle bir şey olmadığını biliyorum ama belki bir yol gösterir diye düşünüyorum. Beni karşısındaki koltuğa oturttu. İki de çay söyledi. “Aferin, geldin açık açık söyledin derdini ama yanlış duymuşsun, öyle bir yetkimiz yok.” dedikten sonra bir kartvizit çıkardı. Arkasına bir şeyler yazdı. “Bunu al, Gaziosman Paşa Lisesi’ne git. Müdür Bey’e bu kartı ver. İmtihana girip düz liseden de diploma al!” dedi. Derdimin dermanını bulmuştum. O sene boyunca İstanbul’da gazetelerde çalıştım. Diplomayı aldım, ertesi sene bir daha sınava girdim. Fikirtepe Atatürk Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Enstitüsü’nü kazandım. İki Türk Dili ve Edebiyatı Enstitüsü vardı İstanbul’da. Ortaköy’deki iki yıllıktı ve ilkokul öğretmeni yetiştiriyordu. Bizimki üç yıllıktı, hem Türkçe hem de edebiyat öğretmeni yetiştiriyordu. 1980 Askeri Darbesi’nden sonra YÖK’e bağlanarak fakülte oldular ve süreleri dört yıla tamamlandı. 1976 – 79 arasında Enstitü’de öğrenciydim. Anarşi dönemiydi. Her sınıfın karşısında jandarma dururdu. Çok zor şartlar altında okuduk biz.
Öğrencilik yıllarınızda okul dışında devam ettiğiniz dersler, takip ettiğiniz hocalar var mıydı?
İmam Hatip’teyken de ders kitaplarıyla yetinmezdim. İstanbul’a gelince kitap ve kütüphane bakımından peynir tulumuna düşmüş kedi gibi oldum. Devam ettiğim mahfiller vardı. Ahmet Kabaklı Hoca’nın kurduğu Türk Edebiyatı Vakfı’na, Ekrem Hakkı ve Samiha Ayverdi’nin kurucusu olduğu Kubbealtı Akademisi’ne, Aydınlar Ocağı’na ve Marmara Kıraathanesi’ne gidiyordum. Benim gittiğim yıllarda Marmara Kıraathanesi son günlerini yaşıyordu. Muzaffer Ozak Hoca’yı, rahmetli profesör Erol Güngör’ü, Sönmez Neşriyat’ın müdürü Ali İhsan Yurt Hoca’yı ve başka bir çok eski küllük müdavimini orada tanıdım ve dinleme imkanına kavuştum. Beyazıt’ta, ana cadde üzerinde, Laleli’ye yakın bir yerdeydi. Oraya devam edenlere Marmaratörler derlerdi. O hocalar nereye giderlerse takip etmeye başladım. Evlerde yapılan derslere de giderdim. Beyazıt Devlet Kütüphanesi ve Millet Kütüphanesi’ne çok giderdim. Millet Kütüphanesi’nin Müdürü Mehmet Serhan Tayşi Bey’di. Ehli kitap gelir, Serhan Bey’in odasında sohbete dalardı. Onları dinlerdim.
70’lerde İstanbul’da okurları ve yazarları bir araya getiren epeyce mahfil var. Sahaf dükkanları da bu mekanlar arasında. Bu ortamlara girdiniz mi?
Beyazıt Sahaflar Çarşısı ikinci adresimdi. Tarih, edebiyat kitapları ve dini eserler alıyordum. Kitap konusunda seçiciydim. Osmanlıcayı, kitapları rahat okuyacak seviyeye getirmiştim. Dolayısıyla hem Sahaflar Çarşısı’ndan hem de Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’ndan sahafiye kitaplar aldım. Beyaz Saray’da sahaflık yapan bir iki kişi vardı, onlardan biri rahmetli İbrahim Subaşı’ydı. Medrese kökenli olduğu için ağırlıkla dini muhtevalı kitap satardı. Seçkin kimselere kitap satardı İbrahim Bey. Kitaba düşkün ve meraklı insanlara indirim de yaparlardı. Muzaffer Hoca’dan (Ozak) epeyce indirimli kitap almışımdır. 3 numara, İsmail Akçay da indirimli kitap verirdi. Necati Alpas’ın dükkânı girişte soldaydı. Çok ucuz satardı ama onun dükkanında kitaplar gayrı nizami bir şekilde dururdu. Alttan bir tane çeksen üsttekiler yıkılır. “Necati Amca falan kitap var mı?” “Var var, ama çarşamba günü gel almaya!” derdi. Olduğunu biliyor, orada sıkıntı yok ama nerede? Bulacak daha. Kitap boldu ve ucuzdu. Bir imparatorluk tasfiye edilmiş, Harf İnkılabı olmuş. Başka başka hadiseler ortaya çıkmış. Bu sebeplerle insanlar ellerindeki kitapları tasfiye ediyor. Beyazıt’ta cumartesi günleri sergi kurulurdu. İbnülemin’in Son Sadrazamlar kitabını falan hep o sergilerden aldım ben. Şimdi antika oldu o kitaplar. Sahaflar Kadıköy’e, Beyoğlu’na dağıldı. Sahaf müdavimlerinin adresi çeşitlendi. Sahaf müdavimleri ayrıcalıklı insanlardır. Sadece kitap müşterisi gitmez sahaflara. Sohbet erbabı, ilim erbabı, musiki erbabı o mekanlarda bir araya gelir. Bu gelenek bir iki dükkanda devam etti. Enderûnî İsmail Bey’in dükkanı bunlardan biriydi. Her cumartesi Ali İhsan Yurt Hoca’yı dinlemeye giderdim. Girişte, sağdaki sandalye ona tahsisliydi. Kimse oturamazdı. O çarşıda dört başı mamur sahaf olarak sadece onlar vardı.
Dönemin entelektüellerini tanıma imkanı buldunuz mu?
Kitaba ünsiyeti olan gençler arasında en cesurları bendim diyebilirim. Bu sayede bazı büyüklerimizi evlerinde ziyaret etme imkanı buldum. 1978’de beş kişilik bir öğrenci gurubuyla Cemil Meriç’in evine gittik mesela. Göztepe, Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi No: 4/1’de oturuyordu. Ben Cemil Meriç’i çok erken tanıdım. Hisar dergisinde Fil Dişi Kuleden başlığıyla yazdığı yazıları büyük bir merakla okuyordum. Daha İmam Hatip yıllarında İstanbul’a gidince tanışmayı kafama koymuştum. Evine gittik, üzerinde robdöşambr, derin bir koltuğa gömülmüş vaziyette oturuyordu. İçeri girdik; çay, kahve ikram ettiler. Kubbealtı Mecmuası’nda Mustağripler başlığıyla yayınlanan bir yazısı çok hoşuma gitmiş, okuya okuya ezberlemişim. İlk sayfasını ezberden okudum. “Tanzimat, uçuruma açılan bir dehliz. Bu tereddiler berzahında düşe kalka ilerleyen kervanın öncüsü ulema değil artık. Üç beş şair, bir iki gazeteci, yani bir avuç kalem efendisi. Hepsinin ortak vasfı batıcılık. Onun için onlara mustağrip diyoruz…” Böyle devam edip gidiyor. Hoca heyecanlandı, koltuğundan doğruldu. Eşine seslendi, “Fevziye Fevziye bak! Şakirtlerim yetişmiş, artık ölsem de gözüm açık gitmem.” dedi. Kulağıma eğildi. “Oğlum, boş zamanlarında gelip bana yardım eder misin?” İçimden ‘Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz.’ dedim. O gün kapılandım hocaya. Vefatına kadar gittim.
Ne sıklıkta gidiyordunuz?
Haftada bir. Benim dışımda da beş altı arkadaş vardı. Haftanın belli günleri gidiyorduk. Gazeteleri şöyle bir tarar, köşe yazılarını okuturdu. Hiçbirini sonuna kadar dinlemezdi. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin İslam Tarihi’ni iki defa okuttu bana. Yedi yüz sayfadan fazladır o kitap. “Böyle yazılır işte İslam tarihi!” demişti. Fransızca eserleri kızı Ümit Hanım okurdu. Her kesimden insan gelirdi evine. Mehmet Şevket Eygi de, Murat Belge de, Kadir Mısıroğlu da, Berke Vardar da gelirdi. Zıt kutuplar bunlar ama orada bir araya geliyorlardı. Çok şey öğrendik kendisinden. Necip Fazıl’ın da evine gittik.
Onun evi neredeydi?
Erenköy’de müstakil bir evdi. Bir yaz akşamı, balkona aldı bizleri. Bohem hayatı yaşıyor üstad. Her şey güzel ve lüks olacak. Biz gidince oğluna seslendi, kahve istedi. Sert adam, biraz çekindik tabii. Necip Fazıl’ın bir huyu vardı, öğle vakti evine yahut yazıhanesine gittiniz. Sormaz, hemen yemek söylerdi. Son derece cömert ve halden anlayan bir insandı. Osman Yüksel Serdengeçti’yi de bir iki sefer gördüm. Ankara’da olduğu için fazla bir araya gelemedik ama onun kitapları bana yol gösteren eserlerin bir bölümünü teşkil eder. Necip Fazıl’la iyi ahbaptı ama zıt kutuplarda yer alıyorlardı. Biri bol para harcamayı seviyor, biri bir ceketi on sene giyiyor. Sonra öğrendik ki Serdengeçti cimri değil, tutumlu. Kendine harcamadığı paralarla talebelere burs veriyor. Daha bunlar gibi talebe yetiştiren, gençlere kol kanat geren çok insan vardı.
Bu ortamların dağılmasını neye bağlıyorsunuz?
Biraz da yetiştiğimiz şartların zorluğu bizim için teşvik edici oldu. Memleketin siyasi ve sosyal durumu hem hocalarımızı hem bizleri kamçılıyordu. Bugün rehavet var. Kaldı ki bugün Cemil Meriç’ler, Necip Fazıllar da yok artık. O zamanlar üç üniversite vardı ama yetişmiş insan çoktu. Rakam artınca kalite düşüyor.
Kubbealtı Vakfı’ndan da bahsettiniz. Samiha Ayverdi ve Ekrem Hakkı Ayverdi ile tanıştınız mı?
Tabii, evlerine gittim. Ekrem Bey’in İbnülemin hakkındaki hatıralarını dinledim. Bir sürü belge verdi bana. “Çok güzel bir iş yapıyorsun evladım.” dedi. Üçüncü ciltte kullanacağım o malzemeyi.
O zaman İbnülemin çalışmaya başlamış mıydınız?
Evet, otuz seneyi geçti. Kendisine yetişemedim. 1957’de rahmetli oldu İbnülemin. Ona yetişenlere yetiştim. Öğrencileri olmasam da Faruk Kadri Timurtaş, Muharrem Ergin, Ahmet Kabaklı gibi hocaların sohbetlerine çok giderdim. Onlardan İbnülemin fıkraları duyardım. Şahsiyetine dair anlatılanlar beni heveslendirdi. Daha yakından tanımak istedim. Hakkında bilgi, belge, evrak, nükte, hatıra, fotoğraf… ne bulduysam toplamaya başladım. İbnülemin’i dinlemek için insanları ziyaret ettim. Süheyl Ünver’e gittim o bir başkasına gönderdi, öteki başkasına derken çok insanın kapısını çaldım. Meşhur tiyatrocu Vasfi Rıza Zobu’yu ziyarete Mecidiyeköy’e gittim. Çok memnun oldu. Çok gitmiş İbnülemin’in konağına ama hiç bilinmez. Meziyet sahibi insanlara hürmet ediyor İbnülemin. Vasfi Rıza anlattı, anlattı. Kapıdan çıkarken “Bizim Necmi’ye de git!” dedi.
Necmi Rıza Ahıskan! “Nişantaşı’nda çiçekçi dükkanı var.” dedi. Tarif bu kadar, ara bul. Buldum tabii. Kendimi tanıttım, İbnülemin konusundaki hatıralarınızı dinlemek istiyorum deyince birden ayağa kalktı. Sağ elini kulağına attı, bir gazel söyledi. “İşte bu gazeli orada söyledim.” dedi ve konuşmaya başladı. Kırk kişiye gittim.
İbnülemin çalışmaya başladığınızda kitap yapma niyetiniz var mıydı?
Öyle bir niyetim yoktu. Tanımak için araştırmaya başladım. Sonradan, bilhassa Son Şairler, Son Sadrazamlar gibi kendi kitaplarını okuyunca kitap yazmaya karar verdim. Şimdi üçüncü cildi hazırlıyorum. Onu tamamladıktan sonra yazılmayı bekleyen biyografilr var. İsmail Saib Sencer, Ali Emiri, Necati Lugal, Ali İhsan Yurt, Tahirül Mevlevi, Eşref Edip, Muzaffer Ozak biyografilerinin malzemeleri dosyalanmış vaziyette, yazılmayı bekliyor.
Enstitü’den edebiyat öğretmeni olarak mezun oldunuz. Öğretmenlik yaptınız mı?
Kısa bir dönem yaptım. Aslında devam etmeye niyetliydim ama tayinim İstanbul dışına çıktı. İstanbul’dan ayrılmamak için istifa ettim.
Peki tarih çalışmalarına kayışınız ne zaman oldu?
Üniversite yıllarından beri kültür tarihine meraklıydım. Edebiyat ve tarih birbirini beslediği ve birlikte ilerlediği için doğal bir ilgiydi benimki.
Yazmaya ne zaman başladınız?
Okumayı sevdiğimden dolayı yazmaya geç başladım. Ama öncesinde bir denemem olmuştu. İlk kitabımı İmam Hatip altıncı sınıfta yazdım. Denizli müftüsü Sami Arslan’ın bir kitabını okumuştum, Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı. Çocuktum daha, çok etkilenmiştim. Onu takliden bir kitap yazdım. İstanbul’u ilk ziyaretimde Eşref Edip Bey’le tanıştığımı söylemiştim. O ziyarette “Bu kitabımı yayınlar mısınız?” diye kendisine verdim. Rahmetli aldı baktı, hiç rencide etmedi. Önce tebrik etti, “Aferin evladım. Ama eğer daha güzel olmasını istiyorsan çok çok oku. Yazdıklarını da yine getir bana.” dedi. Mesajı aldım tabii. Yazmayı bırakıp okumaya devam ettim. Yıllar sonra Ahmet Kabaklı Hoca tekrar yazmama vesile oldu. Daha üniversite öğrencisiyken bir iki arkadaş Türcüman gazetesine, ziyaretine gitmiştik. Konuşmalarım hoşuna gitmiş olacak ki, “Oğlum, sen neden dergiye yazı yazmıyorsun?” diye sordu. Çok hoşuma gitti tabii ve yazı göndermeye başladım. Hepsi de yayınlandı. 1974 – 75 yıllarında çıkan Türk Edebiyatı dergilerinde yazılarım vardır. Ondan önce de mahalli gazetelerde yazılarım yayınlanmıştı ama onları ciddiye almıyorum. Bir süre sonra çeşitli dergilerde yayınladığım makaleleri kitap yapma düşüncesi hâkim oldu. Kitaplarım genellikle tasnif ettiğim dergi yazılarından doğdu. Şimdi yazdığım ve malzeme topladığım biyografiler öyle değil tabii. Biyografi çetin iş. Ömrüm kütüphanelerde geçiyor.
Dursun Gürlek deyince akla önce yıllardır aralıksız sürdürdüğünüz Osmanlıca dersleri geliyor. Osmanlı Türkçesiyle ne zamandır meşgul oluyorsunuz?
İmam Hatip’teyken öğrendim Osmanlıca’yı. Risale-i Nur camiasından bir zat Osmanlıca öğretiyordu. İlk defa orada öğrendim. İstanbul’a gelince tanıştığım önemli yazarlardan Osmanlıca öğrenmenin lüzumunu dinleyince yeniden heveslendim. Kurslara da gittim ama daha çok kendi kendime çalıştım.
Kütüphanenizin temeli ne zaman atıldı?
İlkokul ve ortaokul yıllarında aldığım kitapları biriktirmeye başlamıştım. Birkaç tanesi hatıra olarak duruyor hâlâ. Sonraki yıllarda da gücüm yettiğince aldım. Esas tabii İstanbul. Üniversite yıllarından itibaren varımı yoğumu kitaba verdim. Kitap merakı bakımından biraz Muallim Cevdet’e benzerim. Bu eve kitap gelmeyen gün azdır.
Sahafiye nitelikli kıymetli kitap da aldınız mı?
Aldım ama sayıları çok değildir. Yazmalarda muhtevaya bakmadım, sanat yönünü dikkate aldım. İzmirli bir Nail Esmer Bey vardı, ondan ve Hilmi Merttürkmen’den kıymetli eserler aldım. Ayrıca dergi takımları var. Tanzimat sonrası yeni Türk edebiyatı kitabım var epey. Sanat değerine sahip Osmanlıca divanlar da aldım. Onlara özel merakım var. Müteferrika baskısı kitaplarım da vardı, sattım. Mevcut kitaplarıma yakın bir kütüphaneyi otuz yıl kadar önce, ihtiyaçtan Enderun Kitabevi’ne satmıştım. Bu kütüphane sonradan inşa edildi. Bir huyum daha vardır, kitapların cildine önem veririm. Ciltli kitap ciddi kitaptır diye de bir sözüm var. Genellikle ciltletir öyle eve getiririm kitapları.