Librarie de Pera, 1900’lü yılların ilk yarısından beri İstanbul kitapçılık tarihi açısından önemli bir yere sahip. Uğur Güracar, bu yüz yıllık hikayeye 1984’te dahil oluyor. Kuruluşundan itibaren azınlık mensubu isimler tarafından işletilen Librarie de Pera’yı Talya Nomidis’ten devralan Güracar, o tarihten itibaren Türkiye sahaflığı açısından önemli işlere imza atıyor. Cumhuriyet tarihinin ilk kıymetli kitap müzayedelerinin altında, Librarie de Pera yani Uğur Güracar imzası bulunuyor. Hazırladıkları uluslararası nitelikte kataloglar aracılığıyla Batı piyasasını Türkiye ile buluşturan Güracar’ın, nadir kitap piyasasının son 40 yılında aktif bir rolü var. Anlattıkları, 1940’lı yıllardan beri süregelen geleneksel sahaflığın modernize oluşuna dair de önemli ipuçları içeriyor…
Gidiyorum tabii ama koleksiyonculuk gibi bir düşüncem yok, entelektüel merakımı giderecek şeyler alıyorum. Prof. Ayhan Aktar mahalleden arkadaşım. O sıralar Marmara Üniversitesi’nde araştırma görevlisiydi. Onunla hayat hakkında, kitaplar hakkında sohbet ediyoruz. Sahaflara gidip geldikçe çok kıymetli kitapların beş para etmediğini ama beş para etmez kitapların çok pahalıya satıldığını görüyoruz. Avrupa’da, kitaptan anlayan insanların çalıştığı kitapçılar görüyorum. Burada yanlış bir şeyler var, onu kırmayı başarırsak o ayarda bir iş yapılabilir diye düşünüyorum. Tünel’de iki Rum kitapçı kadın vardı o yıllarda, yabancı dilde kitap satarlardı. Ortamları çok fantastikti, her yerde kitap yığınları… Yığınlar arasından rafları göremiyorsunuz.
Yeni kitap mı?
Hayır! Sahafiye kitaplar, üstelik Sahaflar Çarşısı’nda gördüğümüz kadar yıpranmış da değiller. Biz, kitaba pek değer vermiyoruz maalesef… Azınlıklara ait sahafların bakiyesi olarak sadece Yüksek Kaldırım’daki o iki dükkan kalmıştı. İkisini de Rum hanımlar işletiyordu. Onlardan birinin karşısına; o ayarda, hatta daha da fevkinde bir sahaf dükkanı açsak diye hayal kuruyoruz. İngiltere’deki gibi seçkin, özel müşteriye hizmet sunan bir yer düşünüyorum. Bir laf vardır ya, körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Bizim hikaye de öyle oldu. Librarie de Pera’yı işleten Matmazel Talya “Dükkanı devredeceğim, tanıdığınız kimse var mı?” diye soruverdi birgün. Siyasal Bilgiler ikinci sınıftayım ama üniversitede kalmak istemediğime eminim. Talya Nomidis dükkanı devretmekten bahsedince bir anda hayalimin içi doldu.
İki hanımdan söz ettiniz diğeri kimdi?
Venetiya Konstantinu, onun dükkanının adı Selecta’ydı. Arnavut kökenli bir Rum’du o hanım. Talya ise İstanbul kökenliydi. Tünel meydanına yakındı iki dükkan da, aralarında bir sokak var. Madam Venetiya çok esnaf, kurnaz bir kadındı, kitaptan anlardı. Matmazel Talya ise aristokrat bir aileye mensup. Öğleye doğru gelir, çayını kahvesini içer. Öğleden sonra arkadaşları, Madama’lar gelir. Saat 3’e doğru dükkanı kapatır, Divan’a pasta yemeye gider. Öyle bir hayatı var.
Evet, benim dükkanımın mazisi Osmanlı’ya kadar uzanıyor. II. Abdülhamid’e kitap satan Otto Keil diye bir kitapevi var. Ortaklarından Plathner, 1920’lerin başında Librarie de Pera’yı kuruyor. Elimdeki bir takım evraka dayanarak veriyorum bu tarihi. Plathner’in sonunu bilmiyorum. Dükkanı ondan Patriarkias isminde bir Rum devralıyor. Şair, Atina’da basılmış şiir kitapları var. 1940’a kadar o işletiyor. O tarihlerde Matmazel Talya’nın babası Miltiadis Nomidis’e devrediyor. Nomidis enteresan biri. 40 yaşından sonra Almanca öğrenerek Bizans arkeolojisi üzerine uzman olmuş. Bugün bile o sahada ismi ilk sıralarda sayılır. Vefatında dükkanı oğlu Konstantin’e bırakmış. Konstantin de sıtma ya da tifüs gibi bir hastalıktan ölünce işler Talya’ya kalmış. Ben tanıdığımda Matmazel Talya 80 yaşına yakındı. Artık devam edemeyecek, baba yadigarı dükkanı kitapçı olarak devretmek istiyor. Benim 5 kuruş param yok, öğrenciyim. İçerisi lebaleb kitap dolu. Dükkanla birlikte o dükkanın geleneğini, oturmuş müşterisini, malını her şeyini alacaksın… Ayhan’a (Aktar) “Gel beraber girelim bu işe!” dedim. Onda da para yok. Eski dükkandan kalan bir depo dolusu kitabım duruyordu. Cağaloğlu’nda, yayınevlerinin depolarında kalan kitapları ucuza alan bir adam vardı, Kör Ramazan, Yaşar Kemal’in kardeşi ya da kuzeni, ona gittim. Piyasaya büyük bir hizmet sunuyordu, deposu şişmiş yayıncıdan kitabı çok ucuza da olsa alıyor ve piyasaya taşıyordu. Ama o zamanlar Kör Ramazan’a düşmek diye bir tabir vardı. Ben de elimdeki kitapları Kör Ramazan’a sattım. Çok düşük bir fiyat verdi ama olsun. İleri bir tarihe de ödeme sözü verdi. Dürüst bir adamdı. Matmazel Talya’ya gittim, durumu anlatıp bir ödeme planı önerdim. Mekanı cennet olsun, bana dedi ki; “Hiç önemli değil. Siz bana 6 ay ödeme yapmayın. 6 aydan sonra taksitle ödeyin.” İstediğimden de daha iyi bir teklif. Medeniyet böyle bir şey… Bugün herkesin anlayacağı şey değil bu! Bina Vakıflar’a aitti. Devre izin vermedikleri için bir süre ortak göründük Talya Nomidis’le. 1984, anahtarı aldık ve girdik. İçerde ne var ne yok bakmadı bile.
Ben de bakmadım açıkçası. Ama Ayhan bakıp heyecanla ‘Abi şu da var, Abi bu da var!’ diyordu. O benden daha uyanıktı. Kitap dağını indirdik, çoğu çöptü. O civardaki kağıt hurdacıları bayram etti. İlk satışımızı da o temizlik esnasında Çelik Gülersoy’a yaptık.
Çelik Bey dükkanın müşterisi miydi, sizin tanıdığınız mı?
Dükkanın müşterisi. Biz de o vesileyle tanıdık, dükkanla birlikte devraldıklarımızdan yani. Kitaplardan birini ayırdı, “Bunu getirin alayım.” dedi. Fiyat da bilmiyoruz, ne verse kabul. Kocaman meşin ciltli, güzel bir kitap. İlk ciddi satışımızı böylelikle yapmış olduk. Güzel bir fiyat verdi. Bizi çok sevdi, Cumhuriyet Gazetesi’nde hakkımızda güzel bir yazı yazdı sonra. Ayhan yurt dışına gidince ortaklıktan ayrıldı, 35 sene ben devam ettim.
Başlangıçta eksik olduğunu belirttiğiniz kitabiyat bilgisi ne kadar zamanda tamamlandı?
O kendi kendine oluyor.
Danışabileceğiniz kimse var mıydı yakınlarınızda?
Bir defa ikimiz de üniversiter eğitim alan insanlardık. Kütüphane kullanmayı biliyorduk. Kitap nasıl aranır? Farklı baskıları neden farklı muamele görür? haberimiz vardı. İlk kataloğumuzu hazırlarken Robert Kolej’de kütüphanecilik yapmış bir hanımdan yardım aldık.
Katalog hazırlayan başka sahaf var mıydı?
Aslan Kaynardağ, alaturka usullerle de olsa yapıyordu. Onun dışında ikinci bir isim yoktu.
Bu katalogları nerelere ulaştırdınız?
Yurt içinde hiç kurumsal müşterimiz yoktu. Yurt dışında Ortadoğu, Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu üzerine çalışmalar yapan üniversitelerin kütüphanelerine gönderiyordum. Onlar da araştırma projelerinin gidişatına göre sipariş ediyorlardı. Yurt içi ve dışındaki koleksiyonculara da veriyorduk tabii.
O çevreyle ilişki nasıl kuruldu?
Kendiliğinden kuruldu aslında. Gelen giden haberdar olunca birbirine söylüyor ve böylece ilgilenenler haberdar oluyor. Zaten çok küçük bir çevre. Öyle büyük kalabalıklardan bahsetmiyoruz. 100 – 150 kişiyle dönüyor iş. Bugün de öyle, kitlesel bir talep yok. Çoğunlukla yurtdışıyla iş yapıyorduk çünkü fiyatlarımız yurt içindeki tüketim alışkanlıklarına ve fiyat politikalarına göre çok yüksekti, yani olması gerektiği gibiydi. 5 liraya kitap yoktu sattıklarımız arasında. O gün için Türkiye’deki koleksiyoncuların düşünemeyecekleri fiyatlardı. Bugün kat be kat aştı tabii.
Müzayede düzenlemeye ne zaman ve nasıl başladınız?
Şans eseri oldu diyebilirim. İlk ya da ikinci TÜYAP’tı, rahmetli Demirtaş Ceyhun yayınevleri nezdinde fuar organizasyonuna danışmanlık yapıyordu. “Sahaflar olarak gelip bir galeri kurun!” dedi bize. Sahaflarla konuştuk ama ikna edemedik.
Kadıköy’de Sami Abi (Önal), Ferda Bey (Anaoğul), Kemal Özdemir vardı. Lütfü’nün (Seymen) daha dükkanı yoktu. Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nda İbrahim Abi (Manav), Turan Türkmenoğlu, İbrahim Abi’nin kardeşi Ali Manav, İsmail Akçay, Aslan Kaynardağ gibi bir kaç isim daha. Bazılarını aradık, ilgilenmediler. Galeri kuramayınca “Kitap mezatı yapalım!” diye bir teklif götürdük. Kabul ettiler.
Daha önce yapılmış mıydı?
Hayır, Cumhuriyet döneminin ilk kitap mezatı. Osmanlı döneminde galiba 3 tane yapılmış, Seyfettin Özege bahsediyor onlardan. Onlar da öyle resimli, kataloglu işler değil. Biz katalog hazırladık, 80 civarında kitap vardı herhalde ve o kadar kitap 2 günde satıldı. Tam bir temaşa sahnesi idi. Müzayedeyi İbrahim Abi (Manav) yaptı. The Marmara’nın balo salonuna bize tahsis ettiler. O zamanlar adı Etap Marmara’ydı.
Kimler gelip gitti o iki gün içinde?
Çelik Gülersoy, Japon Konsolosu, Kemal Elker, Prof. Adnan Erzi, Sahaflar Çarşısı’nın kalburüstü esnafı ve tanımadığımız, o zamana kadar hiç görmediğimiz bir sürü insan geldi. Sahaflardan müzayede için çok kitap almıştık. Ellerindeki kıymetli kitapları verdiler. Müteferrika baskısı kitaplar, Meninski lugatı vardı mesela, kocaman bir kitap. Uzun zamandır dükkanda bekliyormuş. Biz onu öyle güzel bir fiyata sattık ki, milletin beyni döndü. İstediğimiz tam da buydu. Sahaflara gidip gelen insanların dışında bir insan grubu var. Daha zenginler, daha iyi eğitimliler ve onları ancak müzayedelerde yakalayabiliyorsun.
Müzayede müşterisi sahaf dolaşmıyor mu?
Bir kısmı dolaşıyor tabii ama hepsinin böyle bir imkanı yok ki! Japon konsolosu nasıl ve ne zaman dolaşacak? Gidip Sahaflar Çarşısı’nda kitap eşelemesi mümkün mü? Çelik Gülersoy mesela, o kadar vakti yok ki! Olsa bile ne bulursa onu alacak. O gün görmediği kitabı alamayacak. Müzayedenin bir özelliği daha var, çok mert bir iş. Kitabı alıyorsunuz; adını doğru yazıyorsunuz, sayfalarını tek tek sayıyorsunuz, eksiği, defosu varsa belirtiyorsunuz, kitabın önemine dair bilgi veriyorsunuz. Üzerine bir fiyat yazıyorsunuz. Piyasada kitabın fiyatı 100 liraysa siz 60 liradan açıyorsunuz. Dükkana gittiğinizde sözgelişi 100 liralık kitaba 150 lira diyecekler, sonra 75 liraya el sıkışacaksınız. Herkes böyle bir macera yaşamak istemiyor. Bazı insanlara ne derseniz o fiyata alıyor. Müzayedede alıcı, fiyatı ne kadar yükselteceğine kendisi karar veriyor.
Olmayacak rakamlara çıkarsa?
Çıkıyor da! İki kişi inatlaşıyor ve fiyat çıkıyor. Ona mani olamazsınız, yanlış da değil. O iki insanın fiyatı neden artırdığını bilemezsiniz. Kendilerince sebepleri vardır. Belki birbirlerinden nefret ediyorlar ve karşılarındakini o zevkten mahrum etmek istiyorlar. Ya da kimsenin bilmediği bir şey biliyorlar. Belki duygusal başka bir sebebi var, bilemeyiz. 10 liralık şeyi 1000 liraya da alabilir adam. Ama o demek değil ki o kitabın fiyatı artık 1000 liradır. Bir dahaki müzayedede 10 liradan değilse bile 15 liradan çıkar satışa. Akıl dışı bir artış, sebebi ne olursa olsun, ölçüt kabul edilemez. Müzayede spot bir şeydir. O gün oradaki insanların o anki satın alma davranışını gösterir. Aynı müşteri başka bir müzayedede kayıtsız kalabilir ya da çok daha aktif olabilir, bunu bilemezsiniz.
İlk müzayedenin tarihi ne?
1985. Dükkanı açtıktan kısa bir süre sonra müzayede yaptık. Çok başarılı geçti ilk müzayedemiz, her şeyi sattık.
Yankıları ve piyasaya etkisi nasıl oldu?
Büyük yankı yaptı, herkes mutluydu. Esnaf malını sattığı için, müşteri kıymetli eserleri almaya imkan bulduğu için… Müzayede konsepti ondan sonra yavaş yavaş kafalara girmeye başladı. O vakte kadar kitaplar, piyasada gerçek değerlerini bulmamıştı. Hiç unutmuyorum, Varlık Vergisi Faciası diye bir kitap vardı, sergide 5 liraya satılıyor, tek baskı yapmış, yazarı Varlık Vergisi’ni uygulayan Faik Ökte. Eminim çok az basılmıştır. Belli ki adam günah çıkarmak için yazmış. Belge niteliğinde bir çalışma. İngilizceye de çevrilmiş ve yanlış hatırlamıyorsam o tarihlerde fiyatı 30 sterlin civarındaydı. Orijinali 5 lira, tercümesi 150 lira! Müzayedede galiba 15 liradan açıldı ve 150 – 200 lira gibi rakama ulaştı, sattık o kitabı. Olması gerekenin hâlâ altındaydı bana kalırsa. Piyasa birbirine girdi, ‘milleti kazıklıyorlar’ diye. Kim kimi kazıklıyor? Kitabın kıymetinin farkında değilsen bu senin sorunun. Tezgaha 5 liraya koymuş adam ama her zaman bulunabilecek bir kitap değil. 10 bin dolarlık bir kitap da bilmeyen birinin elinde 10 liraya satılabilir. Piyasa buna göre belirlenemez. Sonra alıştılar tabii. Şimdi her şey müzayedeye döndü; listesiz müzayede, çarşaf müzayede, tepsi müzayedesi, facebook müzayedesi falan.
Müzayedeler sayesinde piyasaya yeni giren isimler oldu mu?
Kesinlikle, bir müşteri grubu sanki yok oldu, o düzeyde alışveriş yapmaları mümkün değildi çünkü. O rakamları veremiyorlardı ya da vermek istemiyorlardı. Ve o zamana kadar herhangi bir sahafın kapısından girmemiş yığınla yeni müşterimiz oldu. Modern hayat insana zaman bırakmıyor. 3 tane antika kitap almak için ayda 8 gün Sahaflar Çarşısı’nda vakit geçiremez adam. Bu işin müşterisinin özellikleri bellidir; parası, eğitimi ve fantazisi olacak. Elimde milletvekilleri için özel basılmış ilk baskı bir Nutuk var diyelim. Sıradan okur herhangi bir yayınevinin bastığı 20 liralık kitabı da alır, niye buna 2 bin lira versin? Eğer diğerine değil buna ilgi gösteriyorsam demek ki param, değerini anlayacak görgüm ve rafıma orijinal bir kitap koymak gibi bir fantazim var! Herkesin fantazisi yok, onun için de hayatlar çok kuru ve renksiz.
Periyodu neydi düzenlediğiniz müzayedelerin?
Bir periyodu yoktu. Hâlâ da yok maalesef. Yılda iki defa yapabiliyorduk ancak, yine aynı vaziyetteyiz. Eğer iyi bir hazırlıkla, nitelikli bir iş çıkarmak istiyorsanız ancak o kadar sürede hazırlanabiliyorsunuz.
Müzayedeler dükkanlardaki kitap fiyatlarını değiştirdi mi?
Tabii, olması gereken de, beklediğimiz de buydu. Çünkü ben bu işe girdiğim zamanlarda Türkiye’de eski ve nadir kitap denen dünya çok sınırlı bir alandı. Bugün sahafiye denen mal çeşidi binlerle ölçülüyorsa bunda bizim çok ciddi bir katkımız oldu. Bu konuda tevazu göstermeyeceğim. Her müzayede aynı kalitede olacak diye bir şey yok ama belli bir kaliteyi tutturmak gibi bir derdi olan kişilerin o normları gözetmesi lazım. Yoksa bindikleri dalı keserler. Düzgün künye, kondisyon bilgisi ve doğru fiyat çok önemlidir bu işte.
Daha çok Batı’yla iş yaptınız herhalde değil mi?
Evet, Doğu’da bir şey yok ki, keşke olsa! Sadece bir kere İran’la bir iş yaptık, hepsi o. İslam Devrimi yeni olmuştu, bir İslam Ansiklopedisi yazdırıyorlardı. Editörlerinden biri gelip külliyetli miktarda kitap aldı. Onun dışında Doğu’yla hiç iş yapmadım.
Yurtdışıyla yaptığınız işler iş hacminizin ne kadarına tekabül ediyordu?
Bizim Librarie de Pera’da farklı hizmet alanlarımız var. Müzayede düzenliyoruz, üniversitelere ve araştırma merkezlerine kurumsal satış yapıyoruz, dergi abonelikleri, prestij kitap editörlüğü gibi çalışma alanlarımız var. Müzayedelerimizin uluslararası müşterisi yok denecek kadar az. Yunanistan’da, Kanada’da Amerika’da bir iki kişi var ama onların da zaten kökenleri Anadolu’ya dayanıyor. Yurtdışıyla esas işimizi kataloglar üzerinden yapıyoruz. Biz piyasaya girdiğimizde Yakın Doğu kitaplarını Batı dünyasına pazarlayan ve markalaşmış birkaç büyük sahaf firması vardı. Biri Hollanda’daki Brill, diğeri Almanya’da Otto Harrasowitz, bunlar büyük dünya markaları. Biz piyasaya girdikten sonra Brill o departmanını kapattı. Otto Harrasowitz de Türk dergileri satmayı bıraktı. Onların piyasasını ellerinden almış olduk.
Türkiye ve Osmanlı kaynaklı / konulu çalışmaların dünya piyasasında nasıl bir karşılığı var?
Bir kitap ya da eser Batı’da değerliyken burada ucuz olabiliyor ama bu durum istisnaidir. Eski eser ya da kültür sanat piyasalarında, dünya genelinde geçerli bir aksiyom vardır; “Taş yerinde ağırdır!” Türk ressamı burada daha değerlidir, Türkiye’yle ilgili antika kitaplar burada daha fazla para eder. Türkiye’de 10 bin liraya sattığın kitabı Güney Amerika’da 3 bin liraya alabilirsin, tabii bulursan. Tersi de doğrudur, burada da Güney Amerika’yla ilgili kitapları kimseye satamazsın, Güney Amerikalı bir sahaf gelir alır. Çünkü her ülkenin kültürünü o ülkenin burjuvazisi taşır. Kültür, o ülkenin zengin sınıfı tarafından taşınır. Daha iyi eğitimlidir, dünyayı bilir, kültürel birikimi önceki nesillerden devralmıştır falan. Asıl zenginlik para kazanmayı değil, harcamayı bilmektir. Bir şekilde kazanırsınız. Para harcamak bir stil işidir. Sosyolojik olarak da böyledir. Türkiye’de, sürekli kırılmalar yaşandığı için böyle bir süreklilikten söz etmek zor tabii. Gelenek oluşamıyor burada.
Peki akademik nitelikli eserlerde durum ne?
Bilim, dünyayı anlamak ve dünyaya egemen olmak için yapılıyor. Bilim adamlarının amacı bu olmayabilir ama devletlerin bilimden aldığı bir güç var. Şimdi bu kabulü kendi sahamıza uygulayalım; ben dünyaya Türkiye’yle ilgili, sürekli; faşizm, siyasal İslam ve ırkçılık üzerine kitap sattım. Bu konular iki sebepten dolayı hep ilgilendirdi onları. Birincisi burası çok hareketli bir alan; bu coğrafyada meydana gelecek bir olay, dünyanın dengesini değiştirebilir. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan Türk Dünyası’nın etkisini anlamak için Orta Asya’daki Türkçülük, ırkçılık v.s. gibi alanlarda yoğun çalışmalar yapılıyordu mesela. Biblioteque National’de 16. yüzyıldan itibaren, aynı saiklerle toplanmaya başlanmış yazmalar var. British Library hakeza öyle. Böyle emperyalist olunuyor. Columbia Üniversitesi’nin girişinde insan büyüklüğünde harflerle “Knowledge is power!” yazıyor, ‘Bilgi güçtür, iktidardır.’ Kamboçya’daki böceklerle de Anadolu’nun bir köyünde konuşulan Türk lehçesiyle de aynı gerekçeyle uğraşıyorlar… Türkiye ile ilgili az sayıda başlık aranıyor ve para ediyor. Türk matbaacılığının ilk örnekleri, Müteferrika baskıları her zaman para eder ama Matbaayı Umumi’nin bastığı bir tarih kitabının müşterisi sıfırdır! Ancak Osmanlı üzerine araştırma yapan yeni açılmış bir kütüphane alabilir.
Kataloglarınızda bulunmayan eserler talep edildiğinde onları nasıl temin ediyordunuz?
İstanbul piyasası hâlâ zengindi o yıllarda. Çok şükür çok malzeme buldum, çok koleksiyon aldım. 80’li, 90’lı yıllarda çok az rakibim vardı ve iyi işler yaptım. Taşrada, Anadolu’da kitap peşinde koşmak durumunda kalmadım. Bir de şu var, bir dinamizm yakalayıp istikrar gösterirseniz insanlar gelip sizi buluyor. Aydın’dan, Bursa’dan, Ankara’dan da kitap aldım ama hep karşı taraf aradı beni. Eski kütüphaneler tamamıyla dağılmamıştı henüz. Kadıköy tarafı çok zengin değildi, karşıdan; Fatih, Nişantaşı, Beyoğlu civarından daha fazla kitap aldım. 1950’li yıllarda Sahaflar Çarşısı’na kamyon kamyon kitap gelirmiş. Ben o yıllarda kitap alarak koleksiyon oluşturan kişilerin kitaplarını aldım daha çok. Şevket Rado bunlardan biriydi.
Ne zaman aldınız Şevket Bey’in koleksiyonunu?
Şevket Bey’i rahmetli Çelik Gülersoy vasıtasıyla tanımıştık. İstanbul’da toplanan Dünya Bibliyofiller Kongresi vesilesiyle Beyaz Köşk’te bir müzayede yaptık. Enternasyonal kitap severlerin beğeneceği kitaplardan özel bir koleksiyon oluşturmuştuk. Şevket Rado’da oraya geldi. Çok hoşuna gitti o iş ve “Kitap böyle bir ortamda satılmalı!” diyerek takdirlerini iletti. “Kitaplarımı satarsam böyle bir ortamda satarım!” demişti. O vesileyle tanıştık, sonra beni davet etti. Elinde mükerrer Müteferrika baskıları vardı, onları sattı. Kitaplarının büyük bir kısmını Tarih Kurumu’na hediye etti. Hayattayken satmak istediği kitapları peyderpey aldım. Vefatından sonra da aileden kitap aldım. Tam olan Müteferrika koleksiyonunu ve hat’larını da Rafi Portakal sattı. Ethem Menderes’in kitaplarını aldım Aydın’dan.
Ethem Bey’in kütüphanesinde neler vardı?
Çok zengin bir kütüphaneydi. Yusuf Akçura’nın imzalı kitapları vardı. Ciltlerinde, Kril harfleriyle Yusuf Akçura yazıyordu. Enteresan bir koleksiyondu, kamyon kamyon getirdik İstanbul’a. Yine İstanbul’da 3 nesil avukatlık yapmış bir Yahudi ailenin kitaplarını aldım. 2 nesil Osmanlı dönemini, bir nesil Cumhuriyet’i yaşamıştı. Üçüncü isim, Erol Dilek, aynı zamanda Cumhuriyet Dönemi’nde milletvekilliği de yapmıştı. İnanılmaz bir koleksiyondu. Ben askerdeydim, 1987 ya da 88 olmalı. Arkadaşlar almış koleksiyonu. Şu anda Turkuaz Sahaf’ın ortağı olan Nedret İşli bizimle çalışıyordu o tarihlerde. Librairie de Pera bir okul gibiydi. Şimdi piyasada sahaflık yapan pek çok isim bizimle çalışmıştır. Püzant Akbaş bizden emekli oldu. Turcalibris Sahaf Mustafa Özdemir de uzun yıllar bizimle çalıştı. Daha çok isim var, bir ara 42 kişilik bir ekiptik. 2003 yılına kadar öyle geldik. Bu kadar geniş bir alanda ve o yoğunlukta çalışan ikinci bir kurum çıkmadı. Sırf müzayede için 25 kişi çalışıyorduk. Müzayedenin o kadar çok işi var ki! Fotoğraf çekmek, katalog hazırlamak, araştırma yapmak, basın bülteni yazmak, röportaj yapmak, hesap yapmak, mal sahiplerinin paralarını çıkarmak, müşteriden para toplamak, bir şeylerin kırılmaması, yırtılmaması için tedbirler almak, depolama… Öyle ‘satıyorum, sattım!’la bitmiyor iş. Çalınan, kırılan eşyalar oluyor, onları ödemeniz gerekiyor. Kitapla başladık ama orada kalmadı. Harita, gravür, resim derken kültürel konseptlerde iş yapmaya başladık. Tasavvuf kültürü, art nouveau, tasarım, yemek ve içki gibi uzmanlık isteyen tematik müzayedeler yaptık.
Müzayede yapan kişi ve kurum sayısı çok arttı son yıllarda. Librarie de Pera ne zamana kadar sahada tekti?
Biz başladıktan birkaç sere sonra rahmetli Alaattin Eser başladı. Hilmi Yavuz’la, Sacit Kutlu’yla eküriydi onlar. Bir müzayedenin açılış konuşmasını Hilmi abi yapmıştı. Bir de Münir isminde bir arkadaş vardı. Onları saymazsak uzun süre yalnızdık. Çok agresiftik zaten. 40 küsur kişi çalışıyor, 1 buçuk ayda bir müzayede yapıyoruz. Rekabet çok mümkün değildi. Sonradan bir takım problemler de yaşadım tabii. Çok fazla büyümek büyük hataydı…
75 tane yaptım. Sonuncu 2017 Ekim ayındaydı. Nisan ayında bir tane daha yapıp bir süre ara vereceğim.
Neden?
Çünkü ciddi bir kitap stokum var. 50 – 60 bin civarında kitap, 400 takım dergi, sayısını bilemeyeceğim kadar perakende dergi… Bunları eritmem gerekiyor.
Dükkan mı açacaksınız?
Hayır, nadirkitap.com‘dan satacağım. Dükkan açmayı düşünmüyorum.
Şahsi koleksiyonunuz var mı?
Evet var! Osmanlıca okuyup yazmayı mesleğe başladıktan sonra yemek kitapları okuyarak çözdüm. Yemeğe meraklıyım, ayrıca Osmanlıca okumak için çok uygundur o metinler. Nasrettin Hoca hikayeleri de öyledir, kısa kısa, rahat okursunuz. Yemek kitapları koleksiyonu yaptım o zamandan beri. Basılmış tüm kitaplar, Melce-i Tabbahin’in bütün baskıları… Benim iş yapmaya başladığım zamanlarda para etmiyordu bu kitaplar. Osmanlıların bastığı ilk yemek kitabının beş para değeri yoktu. Yıllarca da para etmedi… Ayrıca Karamanlıca kitaplarım var. Şimdi fiyatları çok yükseldi, yanına yaklaşmak mümkün değil. Bir de şu var tabii; bu işi yapan adam koleksiyon işine girerse batar. Çok şey geldi geçti elimizden. Müzayedelerde satışa sunulan çok şeye sahip olmak istedim ama mesleki etik açısından bir kural koydum; kendi müzayedemden kendim alış yapmadım. Çalıştırdığım insanlara da aldırmadım. İçimden keşke benim olsa diye geçirdim ama almadım.
Müzayedelerde münadiliği siz mi yapıyordunuz?
Başlangıçta hayır ama malesef son dönemlerde ben yapmak durumunda kaldım.
Neden malesef?
Hoşuma gitmiyor o satıyorum sattım işleri. Ben işin araştırma kısmını seviyorum. Kitap gelsin okuyayım, keşfedeyim. Kitabın kataloglanması bir macera. O kadar fazla detay var ki… Her artı özellik değerini artırıyor, yaşı, cildi, kondisyonu…
Sahaflar, ucuza aldıkları kitapları yüksek kârlarla satmakla eleştiriyorlar. Bu konuda ne dersiniz?
Bir kitabı değerinin çok altına bulduysa yine değerinin altında bir fiyata satması gerektiğini kim söylüyor? Her kitabın bir değeri vardır ve kaça almış olursanız olun kendi fiyatına satmak zorundasınız. Kitabı yolda bile bulmuş olabilirsiniz. Bizim sattığımız malın bir objektif değeri yok. 100 yıl önce basılmış bir kitaptan ya da bir örneği daha olmayan bir sanat eserinden de söz ediyor olabiliriz. Bir daha aynısı yapılamayacak! Bir Bedri Rahmi tablosu bana miras kalmış olabilir, çöpten bulmuş olabilirim, tesadüfen ele geçirmiş olabilirim… Bedava elde ettim diye sana bedavaya mı vereceğim? Böyle bir şey olabilir mi?.. Başka mesleklerde pek karşılaşmayacağınız bir şeydir bu. Müşteri istediğiniz rakamı beğenmediğinde kurduğu ilk cümle “O fiyata etmez!” oluyor. Sen kimsin ve nereden biliyorsun etmeyeceğini? Ama “Uğurcuğum, neden 200 lira istiyorsun?” dese anlatırım. “Hüsamettin Efendi’nin kitaplığından çıkmış, Mehmet Bey ciltlemiş, falancaya imzalanmış…” birtakım sebepler sıralarım. Ya da “Mehmet’in tezgahında 50 liraya gördüm, sen neden 200 lira istiyorsun?” dersin yine konuşuruz. Ama hayır, “O fiyat etmez!” diye giriyor söze. Benim indimde terbiyesizlik ve saygısızlıktır bu! Fiyat farkının tek sebebi cehalet mi? Böyle bir şey olabilir mi?
Artık eskisi kadar aktif değilsiniz, ne zaman düşürdünüz hızınızı?
2000’lerin ortalarından beri daha ağır bir tempoda çalışıyorum. Librarie de Pera’nın Galip Dede caddesindeki dükkanını boşaltmak zorunda kalınca yeni dükkan açmadım.
Temas ettiğiniz, iş yaptığınız koleksiyonerlerden birkaç isim vermenizi istesek aklınıza ilk kim gelir?
Celal Şengör çok erken tarihlerden beri iyi bir alıcıdır. Çelik Gülersoy ciddi bir koleksiyonerdi. Ve tabii Ömer Koç. Ömer Koç benim müşterim olduğunda Amerika’da öğrenciydi ve kısıtlı bir bütçesi vardı öyle her istediğini alamadığı için ayırtıyordu. Ayırttığı kitaplardan koca bir raf oluşurdu. Ailesi koleksiyon yapması için özel bir bütçe ayırmadı ona bildiğim kadarıyla. Altında makam arabası falan da yoktu. Onlar dışında sigortacı bir bey vardı, David Kohen. Çok yaşlandı, artık satın almıyor. Rahmetli Gündağ Kayaoğlu vardı, hem alıyor, hem satıyordu. Mimar Sinan Genim vardı. Piyasaya yeni girenleri pek tanımıyorum. Münhasıran kitabın peşinde olan bir müşteri vardı o zamanlar. Şimdi efemerayla bulanık bir alan oluştu sanki. Eski tarz koleksiyonculara efemera satamazsınız. Fotoğraf, mektup gibi malzemeyi dahil etmiyorum efemeraya. Efemera, o gün kullanılıp atılan bir şey demektir. Ambalaj kağıdı, otobüs, sinema bileti, konser broşürü… Efemera, uluslararası planda para etmez. Efemeracıyı antika kitap fuarına sokmazlar.
Piyasayı sizin belirlediğiniz dönemde Türkiye’de efemera başlığı yok muydu?
Efemera kelimesini Türkiye’de dolaşıma ben sokmuş olabilirim. O zamanlar yılda birkaç kere yurt dışına gidiyordum. Bir yığın fuar var; taşralılarınki ayrı, Londralılarınki ayrı, uluslararası katılıma açık olanlar falan. Efemera en süfli fuarlardı. Satıcıları da sattıkları da döküntüydü. Orada öğrendim ve döndüğümde Çelik Gülersoy’a bahsettim bu meseleden. Efemera lafını geçirdiği bir yazı yazdı o sohbetimizden sonra. Büyük ihtimalle efemera kavramı öylelikle dolaşıma girdi.
Piyasadaki karşılığı ne zaman oluşmaya başladı? Efemera ne zaman alınır satılır oldu?
Son 15 – 20 senede herhalde. Şunu açıklıkla söyleyebilirim ki efemera alanların topladıkları şeyler, çok azı dışında, birgün ellerinde kalacak. Kesinlikle böyle düşünüyorum. Haydarpaşa Pendik tren bileti! 2 milyon tane basılmıştır belki. Biri hasbelkader saklamış, çok hoşuna gider 10 lira verirsin ama 100 lira verilmez.
Efemera toplayanlar risk alıyor yani!
Efemera toplayanlar sadece efemera topluyorlar yatırım yapmıyorlar. Yatırım değeri yok bunların. Neye tekabül ediyor? Soru bu! Sadece efemera da değil Bir çizgi roman koleksiyonu hiçbir zaman Dostoyevsky ya da Nazım Hikmet veya Orhan Veli, Yahya Kemal, Ahmed Hamdi Tanpınar kitapları kadar değer kazanmayacak. Hele hele bu çizgi roman literatürünün Türkiye için anlamı daha da zayıf. Anlatılan hikayelerin bizimle hiç alakası yok! Kültürel karşılığı yok. Sadece birileri için nostaljik anlamı var. Pecos Bill toplayanlarla Dostoyevsky veya Tanpınar baskıları toplayanlar arasında Pecos Bill ile Dostoyevsky veya Tanpınar arasındaki kadar entelektüel fark var ve bu fark çok şeye tekabül eder?
Peki keşfedilmemiş koleksiyon başlıkları var mı?
Koleksiyon yapmak, Taksim Meydanı’nı karış karış satın almak gibidir. Yoktan var edilen koleksiyonlar böyle yapılır. Bilgisel, zihinsel ve entelektüel kapasitenize göre önce kafanızda oluşturur sonra parça parça toplarsınız ve siz işin sonuna gelene kadar kimse fark etmez, kafanızda ne olduğunu anlamaz. Yatırım değeri olacak bir koleksiyonu sıfırdan inşa etmek için yaratıcı zeka, vizyon ve kültür gerekir. Para da lazım tabii. Yeni bir koleksiyon başlığını ancak belli bir entelektüel derinliğe sahip zihinler keşfedilebilir. Dünyada böyle adamlar var. Pierre de Gigord diye bir adam var, ünlü bir fotoğraf koleksiyoncusu. Eski Osmanlı fotoğraf atölyelerinin bastığı fotoğrafları topladı, beş para etmiyordu o fotoğraflar. Cemal Reşit Rey’in koleksiyonunu almıştım, o koleksiyon içinden devasa bir fotoğraf yığını çıktı. Hepsini Pierre de Gigord aldı. Büyük bir koleksiyona ulaşınca Osmanlı Bankası sponsorluğunda muazzam bir sergi yaptı, güzel bir katalog çıkardı ve acayip bir paraya sattı. Kimse bu fotoğrafların yüzüne bakmıyordu o koleksiyon duyulana kadar…