Nurhan Atasoy, Türkiye’nin yetiştirdiği en yetkin sanat tarihi araştırmacıları arasında ilk sıralarda yer alıyor. 1950’lerde başladığı çalışmalarını, ilk günden bugüne aynı titizlikle sürdürüyor. Bırakın kitabı, makale yazmak için bile yeterli kaynağın bulunmadığı konular, onun ilhama açık zihninde emsalsiz eserlere dönüşüyor. Osmanlı Bahçeleri ve Hasbahçeler, Derviş Çeyizi; Türkiye’de Tarikat Giyim – Kuşam Tarihi, İznik Seramikleri, Surname-i Hümayun: Düğün Kitabı, İpek: Osmanlı Dokuma Sanatı, Otağ-ı Hümayun: Osmanlı Çadırları, Yadigar-ı İstanbul: Yıldız Sarayı Fotoğraf Albümleri, Matrakçı Nasuh ve Menazilnamesi… sayısını hatırlamadığı araştırmalarından sadece bir kaçı. Nurhan Hoca kitaba ve kaynağa ulaşmanın bugüne kıyasla hayli zor olduğu yıllarda çıkıyor yola. Tek bir konu için aylarca süren yolculuklar yapıyor. Çalışmalarının kitaba dönüşmesi yıllar alıyor. Klasörler dolusu fiş, sayısını tahmin bile edemediği proje fikri ve şükürle hatırladığı hatıralarla geliyor bugüne. Geri dönüp baktığında gördüğü tablo karşısında; “Umduğumdan ve layık olduğumdan çok takdir gördüm. O kadar değerli bir insan değilim. Bunu hak ettiğimi düşünmüyorum.” diyecek kadar beklentisiz bir ömür sürüyor. Dilerseniz söyleşiyi okuduktan sonra siz karar verin kendisine yönelik sevgiyi hak edip etmediğine…
Üzerimde en fazla etkisi olan kişi büyükbabam Alirıza Atasoy oldu. Yetişmemde çok emeği var. Müthiş bir araştırmacıydı. Tokat Reşadiyeli bir tıp profesörü. Tarihe çok meraklıydı. Allah gani gani rahmet eylesin, müthiş bir vatanseverdi. Kurtuluş Savaşı’nda genç bir doktor olarak çok hizmet vermişti.
Reşadiye’de mi doğmuş?
Evet, Reşadiye’nin Kızılcaören köyünden bir köylü çocuğu. Aile İstanbul’a gelmiş ve çocuklarını burada okutmuş. Savaş esnasında çok yaygın olan zührevi hastalıkların kökünü kazıyan adam büyükbabam. Birinci Dünya Savaşı’na ve Kurtuluş Savaşı’na katılmış, madalyaları var. Osmanlı kültürünü çok severdi. Osmanlı Arşivi’ne gidip orada çalışmalar yapardı. Onun çok etkisi vardır üzerimde. Babam, Osmanlı döneminde, büyükbabam Şam’a gittiğinde, orada doğmuş. İngiltere vizesi için form doldurmamı istemişlerdi bir seferinde. Babanın doğduğu yeri de soruyorlar. Ben de Damascus, Ottoman Empire yazdım. Övünerek yazdım bunu. Ne kadar övünülecek bir şey bilmiyorum ama benim için öyle…
Siz İstanbul’da mı doğdunuz?
Hayır, Reşadiye’de doğdum. Büyükbabam memleketine fevkalade düşkün bir insandı. İstanbul’da yetişmiş, Paris’te zührevi hastalıklar ve kulak burun boğaz sahalarında ihtisas yapmış. Fakat memleketini hiç unutmamıştı. Hep Anadolu’yu kalkındırma heyecanı içindeydi. Babam İstanbul’da okumuş. Mezun olduktan sonra büyükbabam “Reşadiye’nin eczanesi yok.” diyerek oraya yollamış babamı. Ben orada doğmuşum.
Büyükbabanız Osmanlı Arşivleri’nde ne çalışıyordu?
Sadrazam Hasan Paşa, büyükannemin tarafından dedemiz. O da Kızılcaören köyünden yetişme. Yeniçeri olarak İstanbul’a geliyor. I. Mahmud zamanında, 1700’lerde kendini gösteriyor ve Yeniçeri Ağası oluyor. Sadrazam’la çok iyi bir ilişkisi var. Sadrazam ona çok değerli bir pırlanta yüzük armağan ediyor. Sonra Diyarbakır Valisi oluyor. Ve nihayet sadrazamlığa yükseliyor. O devirde bütün sadrazamların sonu belli. Hepsi canından olmuş ama benim dedem eceliyle ölüyor. Dokunmuyorlar ona. Büyükbabam onun tarihini yazdı. Arşivden gelince oturur bize anlatırdı. Okula gittiğimiz yıllarda yazdıklarının tashihini yapmaya başladık. Mecburen okuyorduk ama hiç hoşumuza gitmiyordu. Çalışmalarından ziyade kişiliğiyle çok etkiledi bizi. Bayramlarda ne kadar çöpçü, bekçi varsa hepsini mutlaka evin içine sokar, ikramda bulunurdu. Onlarla oturur, nasıl geçindiklerini sorar, dertlerini dinlerdi. Bu tavrı o zaman bile çok etkilerdi beni. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda, Kızılay’da meccani, parasız olarak çalışırdı. Büyükannem kızardı, “Ben ay sonunu getiremiyorum, sen ne kadar parasız iş varsa onun peşinde koşuyorsun!” diye.
1940’ların İstanbul’unda büyüdünüz. Nasıl bir şehir hatırlıyorsunuz?
1934 doğumluyum. Benim çocukluğum yokluk yıllarına denk geldi. Her şey karneyle alınıyordu. Çok yokluk vardı. Savaştan çıkmış bir ülke. Çok idareli yaşardık. İstanbul’da çok az zengin vardı. Bunların çok çok azı aileden zengindi. Diğerleri savaş zenginiydi. Okumuş sınıfının tek geliri maaşıydı onlar da fevkalade idareli yaşamak zorundaydılar. Bizim ailede esas para kazanan büyükbabamdı. Babamın maaşı çok azdı.
Eve kimler gelip gidiyordu? Büyükbabanızın arkadaşları kimlerdi?
İlk aklıma gelenler Fuat Köprülü ve Mim Kemal Öke. Devrin en meşhur doktorları gelir giderdi. Kurtuluş Savaşı esnasında doktorlar hangi sahada ihtiyaç varsa o sahada çalışmışlar. ‘Benim ihtisasım bu!’ deyip kenara çekilmemişler. Onun için her çeşit hastalıktan anlarlardı. O devirde, röntgen ışınlarının vücuda zararları henüz bilinmiyor. Mim Kemal operatör ama röntgen de çekiyor. Öyle çok radyasyona maruz kalmış ki, üç parmağını kesmek zorunda kalmışlar. Bir operatör bu adam, düşünün. Kardeşim Orhan küçüktü daha, onu kucağında oturtur, parmaklarını saydırırdı. Bir türlü 10’u tutturamadığı için kızardı kardeşim. Mim Kemal Bey çok eğlenirdi.
Büyükbabanızı ne zaman kaybettiniz?
Ben üniversitedeyken kaybettik. Babam çok tatlı bir adamdı, onun başka bir türlü etkisi var ama entelektüel bakımdan büyükbabamın izlerini taşırım. Büyükannem okula bile gitmemişti. Okumayı, yazmayı sonradan öğrenmiş ama çok okurdu. Onun da benim yetişmemde çok emeği var. Hangi alanda ders almak istiyorsak önümüzü açardı. Ortamı hazırlar, gelecek hocaya ikram eder.
Eve özel hocalar mı geliyordu?
Evet! Amcamın çocuklarıyla beraber altı çocuktuk. O altı çocuktan kim, ne öğrenmek istiyorsa hepsinin önü açılırdı. Biri piyano, biri keman çalmak istiyor, biri lisan öğrenmek istiyor. Büyükannem hemen harekete geçerdi. Altı çocuk, nasıl yetişsinler! Bu sebepten üniversite çağına geldiğim zaman para kazanma derdine düştüm. Sultanahmet’te, büyükbabamın yaptırdığı aile apartmanında oturuyorduk. 1950’li yılların başları. Daha üniversite öğrencisiyim. Her şeye çok meraklıyım ve kitap alıyorum. İlk aldığım kitaplar küçük boyutlu sanat kitaplarıydı. Bu kitapları kendi kazandığım parayla almak istedim. Evden bana, “Para kazan!” diyen yoktu.
Neden böyle bir ihtiyaç duydunuz?
Bilemiyorum ki, ihtiyacım da yoktu Allah’a şükür. Çok zengin değildik ama cömert ve çocuklarına düşkün bir babam vardı. Ben o zaman da çok deli fikirleri olan bir insandım. Küçük küçük lavanta torbaları, mendil şaseleri işleyip Robert Kolej’de öğrenci olan bir arkadaşıma veriyordum. Orada satıyordu. Türk motiflerine merak uyanmıştı bende. Onları işliyordum. Bu şekilde ufak tefek kazandığım parayla kitap almaya başladım. İlk mesleki kitaplarım onlardı. Sonra sahaflara dadandım. Bütün paramı, cebimde ne kadar para varsa hepsini bırakıp çıkıyordum Sahaflar Çarşısı’ndan. İslam Ansiklopedisi almıştım, hatırlıyorum. Allah’ım! Ne kadar ağırdı. Taşıdıkça ağırlaşıyor. Kollarım kopuyor. Bir gün Raif Yelkenci’ye gittim. Bilerek değil tabii. Kitaplara bakıyorum. Raif Bey bana hiç yüz vermedi. Tipimi uygun görmedi herhalde. Orada Divanu Lugati’t-Türk kitabını buldum. Düştüm içine. Param da zar zor yetişecek. Kıvrandığımı gördü. Bir şeyler sordu, benimle sohbet etmeye başladı. “Bu takımı, herkese vermezdim. Ama sen çok meraklısın.” dedi. Satacağı kitabın alıcısını beğenmesi gerekiyormuş. İnanamadım. Alacağı parayla değil, satacağı insanın onu nasıl kullanacağıyla ilgileniyor. “Gene gel!” dedi bana. Sonra tarihçi ve türkolog arkadaşlarımdan Raif Yelkenci’nin çok önemli biri olduğunu öğrendim. O kitabı birçok makalemde kullandım. Tamamını taradım, küçük küçük fişler hazırladım. Bütün kıyafetleri çıkardım mesela. Selçuklu kıyafetleri üzerine bir makalem vardır. Varka Gülşah’taki 13’üncü yüzyıl minyatürleri ile Divanu Lugati’t-Türk’teki karşılıklarını yazmıştım. Tarifleri nasıl güzel denk geliyor.
O Divanu Lugati’t-Türk hâlâ kütüphanenizde duruyor mu?
Hayır. Tarihçi asistanlarım var, onlara verdim. Kitaplığımı üç dört kere azalttım. Her taşınışta bir kısmı gitti. Çoğunu İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’ne verdim. En büyük kısmını da kızım (Prof. Dr. Gül İrepoğlu) aldı tabii. Bazen kendi kendime, “Artık yeter ya hu. Dur!” diyorum. 87 yıl az bir zaman değil. Ama mümkün değil tabii.
Büyükbabanız doktor, babanız eczacı, ablanız hukukçu. Siz neden sanat tarihi tercih ettiniz?
Dahasını söyleyeyim, eğitim tarihim boyunca en kötü dersim tarihti. Dokuzuncu sınıfta tarihten ikmale kaldım. İkmalde de geçemeyince sınıfta kaldım. Bunu öğrencilerime de anlatıyorum. Tarihle aramın kötü olmasının asıl sebebi ezber! Tek bir şeyi ezberleyemedim. İmkanı yok, kesseler ezberleyemiyorum. Lisede, son sınıfta bir tarih hocamız vardı. Daha çok kültür tarihi veriyordu ve başka türlü anlatıyordu. Beni tarihe o ısındırdı.
O zamana kadar bir hedefiniz var mıydı? Hangi alanda eğitim almak istiyordunuz?
Pedagoji düşündümdü. Sonra Türk motiflerine merak saldım. Ablam haberdar olmuş üniversitede sanat tarihi bölümü olduğundan. “Senin merakın var!” dedi. Bir gün çıktım, ne anneme, ne babama, ne ablama, hiç kimseye danışmadan ve nereye gittiğimi söylemeden… Doğru Edebiyat Fakültesi’ne gittim. Arka tarafta bir kayıt bürosu vardı. Sanat Tarihi’ne kaydoldum. Döndüm geldim, “Üniversiteye yazıldım, Sanat Tarihi okuyacağım.” dedim.
Ne dediler?
“Hayırlı olsun!” dediler. “Niye gittin, niye sormadın, danışmadın? Niye yaptın?” Hiç öyle bir şey yok.
Siz üzerinde düşünmüş müydünüz?
Evet, karar vermiştim ben.
Sanat Tarihi eğitiminden beklentiniz neydi? Mezun olunca ne yapacaktınız?
Merak ediyordum. Türk Sanatı nasıl bir şeydir öğrenmek istiyordum. Uzun vadeli bir planım yoktu. Son sınıfın son aylarına kadar asistan olmak bile aklımda yoktu. Hocalarımın aklına çok gelmişim.
Hocalarınız kimlerdi?
Mazhar Şevket İpşiroğlu Avrupa sanatı dersi verirdi. Profesör Kurt Erdmann İslam Sanatı anlatırdı. Asıl ondan öğrendim bildiklerimi. Beni çok iyi yönlendirdi. Onun seminerleri çok hoşuma gidiyordu. Ben de çok güzel seminer ödevleri verdim. Bir halı deseninin yarısını veriyordu mesela. Gerisini biz tamamlayacağız. En iyi ben yapıyordum. O konularda çok başarılıydım. Anadolu’ya sanat tarihi gezileri yapıyorduk. Birinde Prof. Erdmann Anadolu kervansaraylarını çalışıyordu. Bütün kervansarayları gezmiştik sırayla. Plan çıkarıyordu hoca, biz de ona yardım ediyorduk. O arada çok şey öğreniyorduk tabii. Ağabeyim Almanya’da tahsil ediyordu. Bana oradan bir fotoğraf makinesi getirmişti. O makine boynumda. Fotoğraf çekiyorum. Herkes çekiyor. Gezi bitip döndükten sonra Prof. Erdmann bizi evine çağırırdı. Hepimiz çektiğimiz fotoğrafları, çıkardığı desenleri, notlarını ortaya koyar. Herkes birbirinin notlarına ve malzemelerine bakar. Hoca enteresan bulduklarından faydalanırdı. Müthiş bir şeydi bu. Öyle bir tecrübeyi kaybettik. Yazık oldu. Yeni gelen çocukların en büyük kaybı adam gibi seminer çalışması yapılmamasıdır.
Kütüphane kullanmaya ne zaman başladınız?
Dosdoğru kütüphane yoktu. Kütüphane nasıl kullanılır onu Kurt Erdmann’dan öğrendik. Derslerimizi kütüphanede yapıyorduk. Sanat tarihi bölümünün güzel bir kütüphanesi vardı. Asistanlık yıllarımda Almanca dersi almaya başladım. Çünkü özellikle İslam sanatı kitapları neredeyse yalnızca Almancaydı. İngilizce kitap çok azdı. Osmanlı sanatı üzerine hele hiçbir şey yoktu.
Yerli çalışma var mıydı?
Çok azdı. Bölüm de yeni kurulmuştu zaten. Ben ya Topkapı Sarayı Müzesi’nde ya kütüphanede olurdum. Üniversite kütüphanesini çok kullandım. Kütüphaneciler çok yol gösterirdi, fevkalade yardımcı olurlardı. Üniversite kütüphanesine gittiğimde rahmetli müdürü Nurettin Kalkandelen gelir, “Efendim, çok afedersiniz. Ne üzerine çalışıyorsunuz? Bende acaba size faydalı olacak bir not var mıdır?” derdi. Çok kibar bir beydi. Notları ve fişleri vardı. Nasıl tasnif etmişti bilmiyorum ama herkese bir şey bulurdu. Sonradan beni çok da sevdi Nurettin Bey. Babası Sabri Kalkandelen, Yıldız Sarayı’nın Hafız-ı Kütüb’ü. Saltanat kaldırılınca Saray’da yağmalamalar başlamış. Yağmacıların çoğu Arnavut. Sabri Bey de Arnavut. Kütüphaneyi yağmalamaya gittiklerinde kapının önüne yatıp canı pahasına kütüphanenin zarar görmesini engellemiş. “Benim ölümün üstünden geçin!” demiş. Yıldız arşivleri 1925’te İstanbul Üniversitesi’ne nakledilince önce Sabri Bey, ondan sonra da oğlu Nurettin Kalkandelen kütüphane müdürü yapılmış. Ben Abdülhamit’in fotoğraf koleksiyonunu o arşivden bulmuştum. Nureddin Bey zamanında kütüphanelerde bilimsel toplantılar da yapıyorlardı. Abdülbaki Gölpınarlı Nurettin Bey’in çok yakın ahbabıydı. Çalışmaya gelirdi, özel bir masası vardı. Müthiş bir alim ama ayrı bir âlemdi. Artık kütüphaneye gelemez olduğu bir dönemde beni evine götürdüler. O kadar minnettarım ki götürene, o sayede eski tip bir alimin yaşadığı ortamı gördüm.
Hâlâ hatırımda. Üsküdar’da, Harem’e yakın. Setüstü vardır ya, o setin dibinde. Kadıköy tarafına yakın bir yerdeydi. Ahşap, küçücük bir ev. Bir odaya girdik, bütün kitaplar yerde. Onların ortasında oturmuş. Bizi öyle karşıladı. Murat Bardakçı anlatırdı. Onun hocasıydı. Bir kelime sorarmış, bilemeyince kafasına kitap atarmış. Çok iyi yetiştirmiş Murat’ı. O kadar şiir ezberleten kişi o adam.
Kütüphanede gördüğünüzde konuşur muydunuz?
Kat’iyyen! Konuşulabilecek biri değildi. Amiyane konuşabilecek kabiliyette biriydi. Ufak tefek şeyler sorduğum oldu ama. Benim bir ayrıcalığım vardı. Ben çalışırken hademe çay saatinde gelir, kulağıma yavaşça, “Müdür Bey sizi odasında bekliyor efendim.” derdi. Odada Gölpınarlı gibi bir sürü alim, dehşet isimler. Hepsi oturmuş. Bir de ben…
Kaç yaşlarındasınız?
Yirmi iki, yirmi üç falan. Bir keresinde Direkler Arası’nı konuşuyorlar. Sabahtan sinemaya girer, akşama kadar seyrederlermiş. Aynı filmi iki kere seyrediyorlar ve iki film seyrediyorlar. Biri bana döndü, “Değil mi efendim?” dedi. “Evet efendim.” dedim. “Nedir o?” falan diye söylediklerini sormaya kalksam sohbet kesilecek. Bana da bir şeyler anlattırırlardı bazen. Bir seferinde büyükannemle gittiğim muhallebiciyi anlattığımı hatırlıyorum.
Kütüphanede çalışan başka gençler de varken neden bir tek sizi çağırıyorlardı aralarına?
Ben çok ciddi çalışıyordum. Merakım sağlam bir meraktı. Almanya’da da hatırlıyorum, gittiğim kütüphanelerde benimle ayrıca ilgileniyorlardı. Hepsi gelip yardım ederdi. Fotoğraf çekerdim kütüphanelerde. Bir sonraki gidişimde, “Geçen sefer çektiğiniz fotoğraflar nasıl çıkmış?” diye sorarlardı. Kütüphaneciler arasından çok dostum oldu. Asistanlığımdan itibaren ya kütüphanedeydim ya Topkapı Sarayı’nda. Sarayda eserlerle birebir çalıştım.
Eserleri çıkarıyorlar mıydı size?
Tabii ki. Yakın zamana kadar hep orijinallerini çıkardılar bana. Ama ben her zaman eserlere fevkalade saygılı davranmışımdır. Üniversite Kütüphanesi’nde fotoğraf albümlerinin bazılarının üstü metaldi. Sıkışık konulursa çektiğiniz zaman yanındaki kitabın cildini yırtardı. O kadar içim acıyordu ki. Kendi cebimden, asistan maaşı ne kadar olacak, gidip kalın kartonlar aldım. Onların boyutlarında kestirip aralarına koydum. Nadir Eserler Kütüphanesi’nde yazmalar masanın üstüne konuluyor. Masaya sürtünerek de bozulur ciltler. Masanın üstüne sermek için kadife alayım dedim ama elim değip alamadım. Bana hediye edilmiş siyah bir kadife pelerin vardı. Onu kesip götürdüm. Şimdi ne zaman gitsem yazma eseri getirmeden önce onu seriyorlar. Onlara bir de silindirler aldım. Yurtdışında gittiğim kütüphanelerde görmüştüm. Parmak kalınlığında başlıyor ve giderek kalınlaşıyor. Ciltler sert bir şekilde açılıp bozulmasın diye destek olarak kullanılıyor. Eserlere karşı hep çok titiz oldum. Ağa Han koleksiyonunu görmek için İsviçre’ye gittim. Ağa Han’ın malikanesinde misafir oldum. Çok büyük bir İslam eserleri koleksiyonu vardı. Bir yazma var, özellikle onu görmek istiyorum. İstediğim yazmayı banka kasasında saklıyormuş. Bir gün götürdü beni. Kasa dediği küçük bir oda! Yazmayı çıkardı. Çalışıyorum. “Bu kadar kıymetli bir eseri nasıl verdiniz elime?” dedim. “Ellerine baktım, temizdi. Onun için verdim.” dedi.
Allah’tan! Kazara kirli olsa ne olacak?
Kirli olsa eldiven verecekmiş ama yine gösterecek. Nerelerde, neler gördüm. Ne güzel değil mi?
Anılarınızı yazıyor musunuz?
Evet yazıyorum ve kendimi çok tuhaf hissediyorum. Bir yandan da çok rahatsız olduğum şeyler oluyor. “Bunları kim merakla okur acaba?” diyorum. İlk Avrupa seyahatimi yazdım. Orada gördüklerim…
Not tutmuş muydunuz?
Yok, hafızamda kalanlar. Araştırıcı olarak yurtdışındaki deneyimlerimi yazamayacağım gibi görünüyor. Çok enteresan şeyler yaşadım. Ama nasıl anlatırım bilmiyorum. Çadırları çalışırken çok zorlandım mesela.
Neden zorlandınız?
Pratik bakımdan. Çadırlar çok büyük. En küçük parçası 300 kiloydu. Önce gidip müze ya da koleksiyondan sorumlu kişileri, görmek istediğiniz örnekleri açmaya ikna edeceksiniz. Çok zor bunu sağlamak. Bazen yardım ediyorlar, bazen etmiyorlar. Onları tek başına açmam, ölçmem, çizmem, çekmem… Müthiş bir emek. Her şeyi tek başıma yaptım.
Otağ-ı Hümayun kitabı için kaç yıl çalıştınız?
Yıllarca sürdü. Avrupa’yı turladım. Kalelere, müzelere gittim.
Çalışmalarınız için nerelerden ve nasıl kaynak buluyordunuz?
Garip gelecek belki ama bana öyle geliyor ki Allah “Bu kuluma yardım edeyim.” diyor. Çünkü bu kaynakları nasıl bulabildiğime şimdi çok şaşırıyorum ve hatırlamıyorum. İnanılmaz bir şey. Çadırların bulunduğu yerler eski kaleler. Avrupa’daki eski kaleleri ben nereden bilirim? Kim söyler bana… Bir gittiğim yerde laf açılıyor. ‘Bilmem nerede!’ diyorlar. Oraya gidiyorum. Orada başka bir yer söylüyorlar. Öyle öyle tamamladım o çalışmayı. Nasıl ulaşıyordum oralara? Nasıl gidiyordum? Araba kiralamak gibi bir imkanım da yok. Her bir kitabımın araştırma safhalarında günlük tutsaydım her biri ayrı kitap olurdu.
Hiç yapmadınız mı bunu?
Hayır, çalışmayı yapmak zaten zor. Bir de böyle bir işe enerji vakit ayırmamın imkanı yoktu. İpek kitabım için Avrupa’da 70 müze ve kütüphaneye gitmişim. Her bir eser için cevaplanması gereken soruları yazıp bastırıyordum. Gittiğim her yerde neyi araştıracağım belli oluyordu böylelikle. Çünkü unuturum. Unuttum diyelim, bir daha mı gideceğim İspanya’nın bilmem neresine? Mümkün değil. Onun için gittiğim yerlerde eksiksiz çalışmaya gayret ettim. Müzecilerin çok vaktini alıyorsunuz. Bir telaş oldu mu da gözden kaçan şeyler oluyor haliyle.
Çalışma konularınıza nasıl karar veriyordunuz?
Bir konuyu çalışırken öyle çok şey görüyordum ki birkaç tane daha konu çıkıyordu. Kütüphanede çalışmanın avantajı bu. Her şeye dikkatle bakıyordum. Mesela Donanma kitabı için minyatürlere bakıyorum şimdi. Ama sadece o konuyu aramıyor gözlerim. Enteresan bulduğum şeyleri not ediyorum. Daha sonra ya bir çalışmamda kullanıyorum yahut da tek başına yeni bir çalışmanın konusu oluyor. Çalışılmayı bekleyen bir sürü konu olmuştur hep. Tesadüfen bir tanesi öne çıkar ve kitap olur.
Çadırlar, ipek, oyalar, Padişah gömlekleri… Bunlar kitap yaptığınız konulardan sadece birkaç tanesi. Bu kadar detaylı çalışmalar için nerelerden veri buluyorsunuz?
Daha önce hiç çalışılmamış konular çalıştım ben. Kaynak yoktu bunların çoğuyla ilgili. Araştıra araştıra kendim ürettim bilgiyi. Olmadık şeyleri karşılaştırdım. Selçuklu Kıyafetleri’ni öyle hazırlamıştım. Daha sonra o konudan başka yerlere atladım. Divanu Lugati’t Türk’ü birçok eserimde kaynak olarak kullandım.
İkisi de. Müthiş bir kütüphanem oldu. Şimdi Batı dillerinde yazılmış kitaplar kaldı elimde. Çok güzel kitaplar aldım. Öyle bir kütüphane oluştu ki dışarıdaki kütüphanelere gitmeye çok az ihtiyaç duymaya başladım. Şimdi bir de kaynaklara online erişim imkânı var. Bilgisayar kullanmaya çok erken tarihlerde başladım. Her şeyi fişliyordum. Bütün dolapların içi fişler için düzenlenmişti.
O fişler bilgisayara aktarılabildi mi?
Hayır, hepsi atıldı gitti. Kıyamadım ama çok azı kaldı. Oradan bile çok şey çıkar. O kadar çok şey toplamışım ki. Ne kadar aç gözlüymüşüm… Çocuklara bazen diyorum ki, “Mezar taşıma çalışmaya doyamadan gitti!” yazın. Hakikaten bir 30 kitap daha yazmak arzu etmişimdir. Sağolsunlar asistanlarım çok destek vermeye hazır. Onlarla çalışmak da garip geliyor. Bildiklerimi hep paylaştım. Sordukları her soruya bildiğim kadarıyla cevap vermeye çalıştım. Allah rahmet eylesin Süheyl Bey’den öğrendim bunu da.
Tanıdınız mı Süheyl Ünver’i?
Tabii, büyükbabamın arkadaşıydı. Her karşılaştığımızda elimi öperdi. Ben öptürmek istemez, onun elini öpmeye çalışırdım. Bir halimiz vardı… Allah rahmet eylesin, derdi ki, “Bilgi verdikçe çoğalır.” Hakikaten bir verdimse beş aldım. Gittiğim kütüphane ve müzelerde de yeni bir şey gördüğümde etrafımdaki insanları çağırır onlara gösterirdim. Müzeciler not alırdı söylediklerimi. Konferans vermiş gibi olurdum. Hâlâ sürüyor o bağlantımız. Avrupa’dan o kadar çok mail alıyorum ki. Nasılsın? Ne çalışıyorsun? diye soruyorlar.
Ne çalışıyorsunuz? Şu anda masanızda hangi konu var?
Sanat Tarihi’nin Işığında Osmanlı Donanması. Donanma kitabı yazıyoruz.
Anılarınız hangi aşamada?
Çok yazdım ama daha çok var. Her şey kısmet.
Günümüzdeki Osmanlı algısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tamam, Osmanlı’yı tanıyalım, bilelim, çok sevelim ama dedemiz gibi sevelim. Dedemizin zamanında yaşamıyoruz. Bugün Osmanlı’dan doğmuş bir Cumhuriyet var. Onun getirdiği bütün nimetlerden faydalanalım. Ben dedem gibi çok seviyorum Osmanlı’yı. Atatürk’ü anlamak için galiba bizim gibi Atatürk devrinin arkasında bıraktığı sıkıntılı dönemi yaşamış olmak gerekiyor. O sıkıntılı dönemden onun izinde gelen büyükbabam gibi insanların fedakarlığıyla çıktık.
Büyükbabanız Atatürk’ü tanımış mı?
Bilmiyorum. Hiç söylememişti, tanımamıştı herhalde. Ama o devir öyle bir devir ki bütün entelektüeller Atatürk’ün verdiği heyecanı taşıyorlardı. Müşterek bir dertleri vardı. Büyükbabam benim saham değil dememiş, nereye, nasıl hizmet ederim diye araştırmıştır hep. Kendi sahasında da çok büyük işler yaptı. Bir tane kitabı vardı. Şark çıbanına ilaç ve tedavi usulü bulmuştu ve onun hakkında kitap yazmıştı. Büyükbabam, “Yaptığınız iş namuslu bir iş ise ondan hiçbir zaman utanmayın!” derdi. Kendisi hep böyle yaşadı. Meslek hayatım boyunca unutmadım o sözünü. Güzel Sanatlar Bölümü başkanı oldum. Kuyucu Murat Paşa Medresesi’ni kullanıyoruz. Bir etkinlik yapacağız. Medresenin içi temizlenmiş ama kapının önü, sokak pis. Bir tane hademe var. “Temizlik yaptın mı?” dedim. “Yaptım.” dedi.
“Kapının önünün hali ne?”
“Orası dışarısı!”
Süpürgeyi istedim. Çıktım, süpürmeye başladım. Orada esnaf çoktur. Hepsi bana bakıyor. Bütün okutmanlar, hademe geldi. “Ne olur bize ver.” “Hayır!” dedim. “Size ceza. Burayı gördünüz ve temizletmediniz. Hepiniz durup seyredeceksiniz.” Hiç utanmadım ben. Büyükbabamın verdiği terbiye.
Büyükbabanızın Hasan Paşa araştırması kitaba dönüştü mü?
Amcam çalıştı ve o notlarla kitap çıkardı. Amcam da büyükbabamın suyunda gitti. Ben, benden sonra Gül var. Gül’den sonra birisi çıkacak mı bakalım.
Hatırladığınız ve sizi en çok etkileyen şahsi kütüphaneler kimlerindi?
Oktay Bey’in (Aslanapa) büyük bir kütüphanesi yoktu ama sanat tarihi kütüphanesinin kurulmasına çok yardım etmişti. Mazhar Bey’in (İpşiroğlu) evinde de bir kütüphane yoktu. Köprülü kütüphanesini gördüm. Büyükannem götürürdü, çocuktum. Köprülü’nün annesiyle görüşürdü.
Evi neredeydi?
Sultanahmet’te, sahil yolundaydı. Köşk duruyor hâlâ. Evden surlara doğru bir yol açarak Bizans burçlarından birinin içini kütüphane yapmıştı. Müthiş bir kütüphanesi vardı. Bir de Semavi Eyice’nin çok büyük bir kütüphanesi vardı. Çok düşkündü kitaplarına. İnanılmaz kitap severdi. Kimseye kitap vermezdi. O bakımdan çok hasisti. Bunu anlıyorum ama.
Siz veriyor musunuz?
Ben kıyamam, veririm. Vermemeye kıyamıyorum ama sonradan çok üzüldüğüm şeyler de oldu. Çok kitabım gitti.
Kütüphanenize duygusal bir bağınız var mı?
Olmaz mı! Birkaç sefer dağıttım ama çok ağlayarak verdim her seferinde. İnanılmaz zor oldu ayrılmak. Başka kütüphanelere vermek teskin etti beni. Bir de kızıma verdim ama o insafsızca alıyor. Ona bile zor veriyorum doğrusu. Sanat ansiklopedisini ve Develioğlu’nun sözlüğünü istedi. “Ben de kullanıyorum ya hu!” dedim. Ama üzüldüm de biraz. Vereceğim galiba.
Sizin için vazgeçilmez olan, koleksiyon değerine sahip eser var mı?
Koleksiyonluk şeyler değil ama ayrılmak istemediğim kitaplar var. Kütüphane katalogları var mesela. Onlardan ayrılamam. Çalışmalarımda kullanıyorum. Bulamadığım, çok ihtiyacım olduğu için fotokopi yaptırdığım kitaplar var. Maddi değeri yok ama benim için çok kıymetli.
Sahaflardan yazma, evrak vesaire aldınız mı?
Hayır, hiç almadım. Çok kitap aldım ama koleksiyon malzemesi toplamadım.
Akademik açıdan çok önemli işlere imza attınız. Pek çok talebe yetiştirdiniz. Geri dönüp baktığınızda mutluyum diyor musunuz? Yaşadığınız hayat ve aldığınız karşılık sizi tatmin etti mi?
Çok… Ben doğrusu umduğumdan ve layık olduğumdan çok takdir gördüm. O kadar değerli bir insan değilim. Çok ödül verildi bana. Benim için çok güzel şeyler söylendi. Çok güzel arkadaşlıklarım, dostluklarım oldu. Hiç çocuk doğurmamış olduğum halde yeğenlerim kendi çocuklarımdan daha fazla çocuğum oldular. Çok sevildim. Daha ne isterim…