Tanıyanları için hiçbir ek açıklama yapmaksızın Ekrem Işın adını anmak yeterli. Ele aldığı her sahada inebildiği kadar derinlere inen; daha önce fark edilmemiş, bakılmamış, görülmemiş şeyleri titizlikle bulup çıkaran ve karşımızdaki bulanık fotoğrafı her çalışmasıyla biraz daha netleştiren bir isim Ekrem Işın. Edebiyatçı, gündelik hayat ve tasavvuf tarihi araştırmacısı, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü kurucu yöneticisi… Peş peşe sıraladığımız bu sıfatlar çalışmalarını anlamakta ve kendisini tanımakta pek yardımcı olmuyor bize. Birbiriyle çok yakın görünmeyen bütün çalışma alanları tek bir amaca hizmet ediyor; insanı tanımak ve anlamak. Ömrünün elli yılını bu çabayla geçirdikten sonra sadece bulduğu cevaplar değil, sorduğu sorular da bambaşka anlamlar kazanıyor. Şu sıralar en zor olanla, kendinin üstesinden gelmekle uğraştığını söylüyor Ekrem Bey. Yani bu söyleşi, toplumsal meseleler kadar ‘insanın anlam arayışı’na da ışık tutuyor. İyi okumalar dileriz…
1955 Ankara doğumluyum. Aile İstanbul Fatihli, yani eskilerin deyişiyle Nefs-i İstanbullu. Dedem Bedrettin Bey 1891’de doğmuş. Darülfünun Ulûm-i Tabiiye Şubesi mezunu. Aldığı eğitimin özü pozitivist. Dolayısıyla siyasi açıdan Jöntürk hareketini, modernleşmeyi destekliyor. Öte yandan babası Ahmet Efendi, yani büyük dedem Yıldız Sarayı’nda Abdülhamit’in marangozhanesinde görevli. Padişah, her ay saray halkının çocuklarına eğitimleri için maddi yardımda bulunuyor. Dedem, “Kızıl Sultan’ın parasını istemem!” diye geri gönderiyor. Ahmet Efendi’nin içine düştüğü bu açmaz beni hep düşündürmüştür. Bedrettin Bey, bizim ailenin hemen her üyesinde bir kişilik özelliği olarak gözlemlediğim bu isyan ahlâkının tutarlı bir temsilcisiydi. Kendi kendine yetebilmeyi, kimseye yamanmadan, boyun eğmeden yaşama anlayışını oğluna miras bırakmış olacak ki ben de babamdan bugün için artık hiçbir anlamı kalmamış “kimseden ricacı olma, minnet altında kalırsın” düsturunu devraldım.
Bedrettin Bey’in Cumhuriyet’in kurucu kadrosuyla teması var mı?
CHP ve Türk Ocakları üyesiydi. Cumhuriyet’in ilk maarifçi kuşağına mensup olması nedeniyle elbette bu çevreyle ilişkisi vardı. 1969’da vefat ettiğinde ben on dört yaşımdaydım. Akıl edip yaşadıklarını anlattırmadığıma yanarım. Kardeşi Tıbbiye’de öğrenciyken silah altına alınıp Çanakkale’ye gönderilmiş ve orada şehit düşmüş. Bunu anlatırken gözleri dolar, “Bir devirdi, geldi geçti” diyerek suskunluğa gömülürdü. Savaştan sonra yeni bir ülke kurmak için kolları sıvayan idealist bir kuşak. Doktorlar, eğitimciler, hukukçular, teknik elemanlar, askerler gibi belli meslek grupları Anadolu’yu kalkındırmak için sürekli hareket halindeler. Görev yerleri kısa aralıklarla değişiyor, daha yerleşmeden tayinleri çıkıyor. Dolayısıyla bu insanların doğru dürüst bir aile hayatları olmamıştır. Dedem, Darülfünûn’u bitirdiği 1912’den emekliye ayrıldığı 1954’e kadar Erzurum, Sivas, Kastamonu, Balıkesir, Sinop ve Samsun’da öğretmenlik ve yöneticilik yapmıştı. Siyasilerden çok kültür insanlarından oluşan bir çevresi vardı. Balıkesir Muallim Mektebi’nde birlikte mesai sarfettiği edebiyat öğretmeni Abdülbaki Gölpınarlı’yla yakın arkadaştılar. Bazı sohbetlerde adı geçtiğinde ondan “Bizim Molla” diye söz ettiğini hatırlarım. Öğrencileri arasında Sabahattin Âli ve İlhan Berk vardı. İlhan Bey babama sanki bir dede mirası olarak kalmıştı. Arkadaşlıkları Sinop, Samsun ve Ankara’da aralıklı olarak devam etti.
Gölpınarlı’yı bir defa dedemle birlikte Ankara Ulus’taki Akman bozacısında gördüm. Türk Dil Kurumu’na gelmişti. Bedri Bey pozitivist, Gölpınarlı ise mistik. O zamanlar insanların arası bugünkü gibi sorunlu değil. Dönemin idealleri etrafında toplanabilme yetenekleri yüksek; bu da onlara ortak bir kültür zeminini geliştirme olanağını veriyor. Dedemin son eşi Adalet Hanım bir Kürt toprak ağasının kızıydı. Notre Dame de Sion mezunu. Kültürlü bir kadın. Maarifçi bir ailedir bizim aile. Çocuklar ve torunlar içinde ilkokul, ortaokul öğretmenleri, üniversite hocaları var. Amcam Prof. Dr. Erol Cansel, 12 Mart döneminde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanıydı.
Babanız nasıl biriydi?
Babam Nezih Cansel, 1921 doğumluydu. Onun hikayesi biraz trajiktir. 12 yaşında bir kemik hastalığı geçiriyor. Gördüğü yanlış tedavinin de etkisiyle yürümekte güçlük çekiyor. Bu nedenle düzenli bir tahsil yapamamış. Ortaokul ve lise bitirme imtihanlarına dışardan girmişti. Evde olduğu, okula gidemediği için hep kitaplarla haşır neşir. Şiire merak salmış. Halkevleri çok etkili o yıllarda. Oralarda bir araya gelen bir muhit var. Taşralı şairlerin hepsi birbirinden haberdar. Fethi Naci hatıralarında bu tanışıklığa değiniyor. Ahmet Oktay, Attila İlhan, İlhan Berk Ankara döneminde babamla ilişkilerini sürdürdüler. Babam ilk şiir kitabı Arka Sokak’ı 1946’da çıkarıyor. Garip şiiri çizgisinde yazıyor, başarılı da oluyor. Kaynak’ta, Varlık’ta şiirleri çıkıyor. İkinci kitabı Fener Bekçisi’nin yayın tarihi 1949. İlhan Berk o sırada uzun dizeli şiirler yazıyor. Galiba İlhan Berk’ten etkilenmiş, ikinci kitabında uzun dizeli, öyküsü olan şiirlerini toplamış. Ben doğduğumda artık şiir yazmayı bırakmıştı.
Erol amcam Ankara Hukuk Fakültesi’ne öğrenci olarak girince dedem 1952’de emekliye ayrılıp ailesiyle birlikte Ankara’ya yerleşiyor. Ben 1955’te yabancı elçiliklerin yoğunlaştığı Kavaklıdere’de doğdum. Annem Karadenizli, Sürmeneli. Mücadeleci bir kadındı, dirençliydi. Sonuçta babamı hayata kazandırdı. Okuma merakını babamdan almıştı.
Bizimki deyim yerindeyse bir aile kütüphanesi. Birbirini izleyen üç kuşağın okuma merakı bu kütüphanenin omurgasını oluşturmuştu. Dededen kalanlar daha çok Osmanlıca tarih kitapları, bazı vilayet salnameleri, bir miktar da hatırattan ibaretti. Tam takım olmasa da Mecmua-i Fünun ve Servet-i Fünun dergileri de vardı. Dedem vak’anüvis tarihlerini büyük bir tutkuyla okur, sayfa kenarlarına notlar alırdı. Elinde gördüğüm en son kitaplar Naima Tarihi ile Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ydi. Her ikisini de Zuhuri Danışman yayımlıyordu. Zuhuri Danışman ilginç bir yayıncıydı. Kitaplarını forma forma çıkartıyor, kurduğu abonelik sistemiyle abonelerine gönderiyordu. Formalar kalınca bir kâğıtla paketlenmiş ve eski usul sicimle bağlanmış olarak postayla gelirdi. Ciltler tamamlanınca cilt kapakları gönderilirdi; ciltleme işi babama aitti. Küçük tezgâhında bu eserleri ciltlemesini izlemek, hatta dayanamayıp ciltlemeye kalkmam benim kitapları keşfetmemin belki de sonradan farkına vardığım başlangıcıydı. Sürülen zamkın kokusunu, mengene yerine kullanılan döküm metallerin ağırlıklarını şimdi bile hissedebiliyorum.
Babanız nasıl bir katkıda bulunuyor bu kütüphaneye?
Babamın kütüphanesi 1930’lu yıllardan başlar, özü itibariyle bir edebiyat kütüphanesidir. Son Osmanlı kitapçılarının bastıkları yanında Hasan Âli Yücel’in kurduğu M.E.B Klasikleri, Remzi’ler, Varlık’lar ana toplamı oluşturuyordu. Aslında bu yayınlar, o dönemde okumaya meraklı pek çok insanın kütüphanesinin temel taşlarıydı. 1950’lerden sonra yayıncılık sektörü genişlemeye başladı; özellikle 27 Mayıs’tan itibaren sol yayıncılar da devreye girmekte gecikmediler. Bu zenginlik 1965’ten itibaren bizim kütüphanemize de yansıdı. Babam neredeyse her akşam iş dönüşü, kâğıtla ambalajlanmış birer ikişer kitabı, dedemin dikkatinden kaçırarak eve getirmeye başlamıştı. Bu kitapların kapaklarında resim yoktu, yazar olarak da o zamana kadar hiç duymadığım isimlerle karşılaşıyordum: Karl Marks, Friedrich Engels, V.İ. Lenin.
Genç Cumhuriyet’in başkentindesiniz. Ankara henüz aydın sınıfın gözdesi. Nasıl bir muhit hatırlıyorsunuz?
İlkokula başlayacağım sıralarda Çankaya’ya taşındık. Adalet Partisi’nin ilk iktidar dönemi henüz başlamamıştı. Ama havanın değiştiğini hissedebiliyordum. Memurların, özellikle bürokratların altın çağıydı o yıllar. Dedem emekli maaşıyla müstakil bir ev alabilmişti. Kavaklıdere’deki müstakil ev geleneği bu defa Çankaya’da devam ediyordu. Yakup Kadri de bir Çankaya sakiniydi. Hayal meyal köpeğini gezdirdiğini hatırlıyorum. Tanımıyorum tabii, sonradan Yakup Kadri olduğunu öğrendim. İsmet Paşa’yı görürdük. Ünlü Pembe Köşk’ü, TBMM’yi Çankaya Köşkü’ne bağlayan caddenin üzerindeydi. 1960’lı yıllarda Çankaya tam anlamıyla bir Amerikan kasabasıydı. Yanımızda zenci bir astsubay oturuyordu. Amerikan filmlerinden âşina olduğumuz o ünlü, sarı renkli “school bus”lar çocukları her sabah okula götürürdü. Amerikalı askeri personel ise gri renkli ordu otobüslerine binerdi. Bugün Atakule’nin bulunduğu yerde Amerikan Subay Gazinosu vardı. Kendi çocuklarıyla beraber beni de gazinoya götürürlerdi. Elvis Presley ve Bob Hope’un gösterilerini hatırlıyorum. Bu etkinlikler kapalı devreydi ve kimsenin haberi olmazdı. Bu sanatçılar daha sonra Vietnam’a askere moral vermek için giderlerdi. Savaş Vietnam’da bütün vahşetiyle devam ediyordu ve benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Komşumuz zenci subay görevini tamamlayıp ailesiyle birlikte yurduna döndü. Bir gün aynı bahçede kendi kendine oynayan, benim yaşımda bir çocuk gördüm. Yanına gittim, tanıştık. Yeni taşınmışlardı. Babası son derece kibar bir insandı. Elinde çantası, özel şoförünün taşımasına yardımcı olduğu dosyalarıyla her sabah evden çıkıyor, akşam yine aynı şekilde biraz düşünceli, elinde alışveriş paketleriyle geri dönüyordu.
ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aptullah Kuran’dı. Benimle misket oynayan, gazoz kapağı koleksiyonu yapan oğlu da daha sonra tanınmış bir iktisatçı ve sosyal tarihçi olacak Prof. Dr. Timur Kuran. Ben o sırada, yani 1962’de ilkokula başlamıştım. Daha önce okuma yazmayı babaannemden öğrenmiştim. 1964’te Zıpzıp adlı bir çizgi roman dergisi yayın hayatına girmişti. Derginin özelliği renkli olmasıydı. Okulda da yine renkli basılmış Canlı Alfabe’yi okuyorduk. Bu belki önemsiz sayılabilecek ayrıntı bana hayal dünyasının kapılarını açmıştı. Bu kapıdan içeri girdiğimde ilk karşılaştığım yazar Jules Verne oldu. Timur çıtayı biraz daha yükseltti. 1965’te Ian Fleming’in James Bond romanları çevrilmeye başlamıştı. Bununla da kalmadı, 007 Rusya’dan Sevgilerle, Dr. No filmleri gişe rekorları kırıyordu. Timur’un “Işın sen de oku” tavsiyesiyle bu romanların çekiciliğine kapıldım. İşte kütüphanemizin bana ait olan üçüncü dönemi böylesine naif bir merakla şekillendi. O zaman daha Ekrem değilim, Işın’ım.
İsminizi mi değiştirdiniz?
Asıl adım Ekrem Işın; aile içinde ve yakın çevremde Işın olarak bilinirim, soyadım Cansel. Yazıp çizmeye başladıktan sonra kısa bir isim yaptım kendim: Ekrem Işın. Kısa, akılda kalıcı. Timur beğendiği kitapları söylüyor, alıp okuyorum. Beraber Kızılay’a inip, kitapçılardan kitap alıyoruz. Sonra pul biriktirmeye başladık. Ben beceremedim, o devam etti. O zamanlar çocuklar böyle şeylere özendirilirdi.
Hangi okullara devam ettiniz?
Mimar Kemal İlkokulu’nda başladım. Mimar Kemalettin’in 1927’de inşa ettiği bu köklü Cumhuriyet klasiğinin öğrencileri arasında Bülent Ecevit, Altan Öymen, Çetin Altan, Murat Karayalçın, Ahmet Oktay, Orhan Pamuk, Can Dündar var. Liste uzar gider. Ortaokulu yeni yapılmış olan Kocatepe’deki Mimar Kemal Ortaokulu’nda, liseyi Çankaya Lisesi’nde okudum. Bütün bu yıllara dönüp baktığımda iki öğretmenimin bende iz bıraktığını görüyorum. Züleyha öğretmenden okuma yazmayı öğrenmiş, Gülçin öğretmenden edebiyat zevkini almıştım. Bir öğretmenin öğrenci üzerindeki etkisine bu iki örnek insanın çabalarında tanık oldum. Bizi ilk defa tiyatroya Gülçin İplikçioğlu götürmüştü. Mithat Paşa Caddesi’nde bir tiyatroydu. Tahta Çanaklar adlı bir oyundu. Yıldırım Önal ve Macide Tanır’ın oyunculukları beni derinden etkiledi. Pek çoğumuz bir tiyatro oyununu ilk defa izliyorduk. Bu tecrübe edebiyata ilgimi ateşledi. Okulun duvar gazetesine yazı yazmaya başladım. İlk yazım şair Ceyhun Atuf Kansu üzerineydi. Gidip kendisiyle görüşmem gerekiyordu. Mithat Paşa Caddesi’nin Atatürk Bulvarı’yla kesiştiği noktada Şeker Fabrikaları İşletmesi vardı, bu kurumun başhekimiydi. Telefon edip kendimi tanıttım. Çok babacan, munis bir insandı. Babamın Voightländer fotoğraf makinasını, kalemi, defteri alıp gittim. Sorular soruyorum; Ceyhun Atuf Bey “Bunları nereden biliyorsun?” diye hayret ediyor.
Hazırlanırken kimseden yardım almış mıydınız?
Hayır, babamın kütüphanesindeki kitaplardan yararlandım. Yazıyı yazdım, okulun duvar gazetesine konuldu. Hocalar çok beğenmiş, burada kalmasın, herkes okusun diye Varlık dergisine göndermişler.
Hangi yıl?
1969 ya da 1970 olması lazım. Yayımlandı dediler ama ben göremedim. Yazarlık hayatımın başlangıcı bayağı eskidir yani. Elli yıl, yarım yüzyıl öncesinden söz ediyorum. Ortaokuldan itibaren giderek daha çok okumaya başladım. Dönemin yeni çıkan belli başlı edebiyat eserleri evimize geliyordu.
Babanız sizi yönlendiriyor muydu?
Özellikle edebiyat konusunda babamın bana hiç müdahalesi, yönlendirmesi olmamıştır. İyi ki olmamış. Çocuğun üstüne gitmeyeceksin, kendisi bulup okuyacak. O bir an, geliyor ve düğüm çözülüyor. Bana da öyle oldu. Raftan bir kitap çektim ve gerisi geldi.
Neydi o kitap?
Suç ve Ceza. Adı ilgimi çekmişti. İki ciltlik Remzi baskısıydı. Beni o kadar büyülemişti ki, okuldan gelir gelmez çantayı bir kenara atıp okumaya başlıyordum. Arkasından Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ını okudum. Rus klasikleriyle devam ediyorum. Rus dünyası benim gibi ilk gençlik çağına giren birisi için oldukça çekiciydi. Sonra Balzac’a, Flaubert’e geçtim. Ama Ruslar hep ilk sırada yer aldılar. Lisede belli başlı klasikleri okumuştum. Babamın bana ‘Şunu oku, bunu oku!’ demesine gerek kalmadı. Hatta belki okumamı da istemezdi. “Okuyup işsiz kalacaksın, bak yazarlar neler çekiyor!” diye düşünüyordu. Sonra yazı yazmaya başladığımda büyük gurur duymuştu tabii.
Edebiyat eğitimi almaya ne zaman karar verdiniz?
Çankaya Lisesi’nden mezun olduktan sonra bir süre Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu ile Gazi Eğitim Enstitüsü’nde oyalandım. Basın Yayın’a girdim. 1970’lerin ortaları. Boykotlar vardı, ortam karışıktı. Ülke 12 Eylül’e doğru hızla gidiyordu. Daha önce 12 Mart’ı yaşamıştım. Aklımda edebiyat var. 1978’de bir daha sınava girdim, ilk tercihim olan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nü kazandım. Kenan Akyüz, Gündüz Akıncı gibi iyi hocalarımız vardı. Eski Edebiyat hocam Fuat Köprülü’nün öğrencisi Hasibe Mazıoğlu’ydu. İyi bir divan edebiyatı eğitimi aldım. Tiyatro’ya Metin And, dilbilime Doğan Aksan gelirdi. Meraklıydım; eski edebiyat, felsefe, sosyoloji, tarih, arkeoloji dersleri de aldım.
Hayır, hiç angaje olmadım. Devrimciydim fakat hiçbir fraksiyona katılmadım, bağımsızlığımı korudum. Bende hayli yüksek bir biat alerjisi vardır. Bu kaos içinde bazı arkadaşlarım yitip gittiler. DTCF olayların tam ortasındaydı. Bombalama eylemleri sürüp gidiyordu.
Okuduğunuz kitapların türü değişti mi bu dönemde?
Doğal olarak sol literatür ön plandaydı, teorik kitaplar da okuyordum. 12 Mart döneminde kapatılan TİP yeniden açılmıştı. Gençlik Kolları üyesi oldum, altı ay deneme süresi verdiler. Bu sürede partinin düzenlediği eğitimlere katıldım. Behice Boran önderliğinde bir grup genç Anıtkabir’i ziyaret etmiştik. Partinin yayın organı Yürüyüş dergisinde bu ziyaret hakkında bir yazı çıktı. Behice Boran’ın etrafındaki grup fotoğrafı içinde yer alıyordum. Bir süre sonra TİP’in eski başkanı Mehmet Ali Aybar’ın “Güler yüzlü sosyalizm” çizgisine yöneldim ve bu yörüngede Kurtuluş Kayalı ve Turan Tanyer’le tanıştım. Tanışma yerimiz Zafer Çarşısı’nda Apo’nun çaycısı. Bu küçük dükkânda hasır iskemlelere ya da meşrubat kasaları üzerine oturulur, derin sohbete dalınırdı. Pek çok kişi gelir giderdi; Ahmet Arif, Cemal Süreya, Salâh Birsel, Cahit Külebi… Biri oturur diğeri kalkar, devran böyle dönerdi. Çarşı’da bir de Remzi İnanç’ın Toplum Kitabevi vardı ki, Apo’nun çaycısından daha küçük bir yerdi. On kişi zor sığardı. Füsun (Altıok), Metin Altıok, Ankara’da olmaları nedeniyle sıkı müdavimdiler. Adalet Ağaoğlu da uğrardı. Buraya bir tek kişi ilgi göstermezdi: Attilâ İlhan. Başında ünlü kaptan şapkası ve uzun kaşkoluyla âdeta nispet yapar gibi çarşıda dolaşır, daha çok etrafını çeviren gençlerle konuşurdu.
TİP’te aktif görev aldınız mı?
Benim için TİP serüveni kısa sürdü. Bunu izleyen Aybarcı sol çizgi daha verimli olmuştu. Özellikle 1965 sonrası bu çizginin kökeninde Türkiye’ye özgü bir sol anlayışı yatıyordu. 1965’te Kemal Tahir Yorgun Savaşçı’yı yayımladı. Resmi tarihin ilk defa mercek altına alındığı metinlerden birisidir bu roman. Cemil Meriç’in Jurnal’inde, yine aynı yıla ait günlük notlarda da pusulanın Cumhuriyet’ten ayrılıp Osmanlı’ya döndüğü görülür. Zaten teorik düzlemde Osmanlı toplum yapısı ATÜT olarak belirlenmişti. Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer’in, kısmen Şerif Mardin’in de katkıda bulunduğu bu grubu kültürel planda, Selahattin Hilav, Halit Refiğ, Sezer Tansuğ, Hilmi Yavuz temsil ediyordu. Karşı grup ise Niyazi Berkes ve Doğan Avcıoğlu’nun etrafında kümelenmişlerdi. 1967’de Kemal Tahir Devlet Ana’yı yayımladığında iş ciddileşti. Bu romanla Kemal Tahir, sosyalist literatüre “Kerim devlet” kavramını sokmuştu. Bu arada tuhaf bir şey oldu. Attilâ İlhan, büyük ölçüde Niyazi Berkes’in ulusalcı tezlerinden hareketle kendi düşünce sentezini geliştirmeye ve sonuç almaya başladı. Kemalist-Ulusalcı çizginin Attilâ İlhan’ın zihninde Sultan Galievciliğe kadar uzaması, sağ gruplar içinde de taraftar topluyordu. Bütün bu soyut spekülasyonlar benim üzerimde kuşkusuz etkili olacaktı; nitekim oldu da. Ayrıca bu toplumsal kimlik arayışında muhafazakâr kesimin sözcülerinden Cemil Meriç ve Nurettin Topçu’yu da izlemeye başlamıştım; yine de Attilâ İlhan etkisi belirgindi.
Attila İlhan’la tanışıyor muydunuz?
Babamın eski arkadaşıydı. 1940’lı yıllardan itibaren aynı dergilerde şiirlerini yayımlamışlardı. Bir gün kendisine telefon açıp görüşmek istediğimi söyledim. “Hemen atla gel” dedi. 1970’lerin sonundayız artık. Aramızda bir çeşit ağabey-kardeş ilişkisi doğdu. O sıralarda Ankara’da Bilgi Yayınevi’nin yayın yönetmenliğini üstlenmişti. Turan Tanyer’le birlikte epeyce ziyaretimiz olmuştur. Ben ayrıca uğradığımda, akşamüstü iş çıkışı Kavaklıdere’den Kızılay’a konuşa konuşa yürüyor, sonra aynı yolu geriye dönüp tamamlıyorduk. Bu yürüyüşlerin entelektüel getirisi elbette önemliydi ama yine de eksik kalmış bir şeylerin huzursuzluğu beni rahatsız ediyordu. Dinlemekten çok konuşmak istiyordum. Yıl 1978 sonu ya da 1979 başıydı. Fakültede boykot nedeniyle dersler yapılamıyor. Bir gün Sıhhiye’den Kızılay’a doğru yürüyorum. Sakarya Caddesi’ndeki kahvelerin önünden geçerken rastgele bir tanesine girdim. Adı Taksim Kıraathanesi’ydi, meğer at yarışçılarının kahvesiymiş. Sonra müdavimi oldum. Fakülteden bazı arkadaşlar da ara sıra ders çıkışı gelmeye başladılar. Bir kış günü kapı açıldı. İri yarı, çoban kabanlı, elinde körüklü, eski doktor çantalarına benzer çantasıyla genç biri girdi. Çantada ağır bir şeyler olmalıydı ki omuzu biraz çökmüştü. Geldi, biraz ileride bir masaya oturdu. Bizim masada Yahya Kemal, Tanpınar konuşuluyor. Heyecanlıyız, sesimiz yükseliyor. O genç, çantadan kitaplar çıkardı, sigarasını yaktı. Okuyor, notlar alıyor. Pek dikkatimizi çekmedi. Sonra sık sık gelip gitmeye başladı. Biz kendi havamızda, dünyayı kurtarmakla meşgulüz. O, hep yalnız. Benim de yalnız olduğum bir gün gelip, “Amma gürültücü insanlarsınız. Şark böyledir! Laf, laf, laf. Yaz da görelim!” dedi. Sinirlendim, birbirimizin üstüne yürüdük. “Kimsin sen?” dedim. “Ben Enis Batur’um!” dedi. Fransa’dan yeni dönmüş. Adını duymuşum ama tanımıyorum. Bir iki ince kitabı var. Şiirleri çok kapalı geliyor bana. Biz Kemal Tahir, Tanpınar falan okuyoruz. Yerliciyiz. Kavga etmedik tabii. Sonra o iki masa birleşti. O bize Roland Barthes’tan bahsediyor, ben Yahya Kemal, Tanpınar anlatıyorum. Oruç Aruoba Nietzche, Heidegger ve Wittgenstein’dan kapı açıyor. Enis Karakalem Portreler’de anlattı sonra, “Ben Ekrem’e Walter Benjamin’i verdim, ondan Tanpınar’ı aldım.” dedi. Beraber dergi çıkartmaya başladık. İşte o an benim entelektüel çevrem oluşmuştu.
Derginizin adı neydi?
Oluşum dergisi, bir süredir yayımlanıyordu. Sahibi Fahrünnisa Kadıbeşegil adında, emekli bir sanat severdi. Yayın yönetmeni Cemal Süreya İstanbul’daki Darphane’nin başına tayin olunca yerine Enis geçti. Bizim takım da orada yazmaya başladı.
Kimler var?
Müthiş bir ekipti. Bence o grup incelenmelidir. Hepimiz üç aşağı beş yukarı aynı yaşlardaydık. Enis Batur, Oğuz Demiralp, Oruç Aruoba, Ekrem Işın, Levent Kavas, İsmail Ertürk. Biz kahvehane yazarlarıyız. Kahvehane demokratik bir mekandır, kürsü yoktur orada. Benim asıl okulum üniversite değil, kahvehanedir. Üniversitede kalmayı, akademik kariyeri hiç düşünmedim. 657’ye tabi olmak, ölmeden ölmüş olmaktan farksız. Emir komuta zinciri içinde kışla disipliniyle bilim yapılamayacağını hepimiz biliyorduk. Biz bir arayış içindeydik. Türkiye’nin kaotik ortamında bir yerlere kapılanıp memurlaşmayı değil, öykülerimizi birbirimize anlatmayı seçtik.
Oluşum’u çıkardığınızda öğrencisiniz değil mi?
Evet. Daha önce Enis, Oruç ve Oğuz Yazı’yı çıkarıyorlardı. Mayıs 1982’de bu defa Mehmet Taner’in maddi desteğiyle Tan dergisini yayımladık. İlk sayıda Feyyaz Kayacan, Bilge Karasu, İlhan Mimaroğlu, Orhan Duru, Tahsin Yücel, Ahmet Oktay, Ergin Günçe, Özdemir İnce, Egemen Berköz, Güven Turan, İzzet Yasar, Zeynep Aruoba, Oğuz Demiralp, Enis Batur, Tarık Günersel, Ekrem Işın ve İsmail Ertürk imzaları vardı. Bugünden kırk yıl öncesine bakıyorum da “Tıpkı bir rüya takımı” diyeceğim geliyor.
Vefatından sonra asistanlarından Mehmet Kaplan 1963’te Tanpınar’ın Şiir Dünyası ismiyle bir çalışma yayımlamıştı. Başka yayın yoktu. 1960’lı yıllar boyunca Tanpınar pek bilinen bir yazar değildi. Kaplanın kitabından on yıl sonra, 1973’de Selahattin Hilav Yeni Ortam’da “Tanpınar Üzerine Notlar” başlıklı bir yazı dizisi yayımladı. Burada Tanpınar’ın yıllar sonra yeni basımı yapılmış olan Huzur’da İstanbul’un ayakta kalabilmesi için bir “istihsal” şehri olması gerektiğini söyleyerek onun Marksçı terminolojide önemli bir yer tutan “üretim” kavramıyla toplumsal sorunlara eğildiğini vurguluyordu. Yanıt çok geçmeden Hilmi Yavuz’dan geldi. Yavuz, aynı yıl Yeni a dergisinde yayımladığı “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Marksizim” başlıklı iki yazısında Tanpınar’a atfedilen “toplumculuk” nitelemesini reddederek belki de Tanpınar’ın ikinci doğuşuna sebep olan tartışmayı başlatmıştı. O gün için bu tartışma üst seviye bir tartışmaydı ve 12 Mart darbesiyle büyük yara alan solun toparlanmasında öncü bir rol oynamıştı.
Siz okumuş muydunuz? Tanpınar’ı tanıyor muydunuz?
O tartışmadan sonra okudum. Sol ideoloji, 27 Mayıs’tan sonra kendine zemin bulmaya başlayınca iki ekol ortaya çıkmıştı. Birincisi Milli Demokratik Devrimciler, ikincisi Sosyalist Devrimciler. Türkiye İşçi Partisi Sosyalist devrimi savunuyordu. Behice Boran ve Sadun Aren ikilisinin başı çektiği Sosyalist Devrimciler, “Osmanlı feodaldir. Cumhuriyet burjuva devrimini yaptı. Şimdiki aşamamız sosyalizm” diyordu. Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim Hareketi ise “Hayır, daha burjuva ortaya çıkmadı. Önce milli demokratik devrim yapacağız. Burjuva ortaya çıkacak. Burjuvadan sonra işçi sınıfı doğacak.” diyordu. Bir yandan da Asya Tipi Üretim Tarzı konuşuluyordu ve bunu konuşanların arkasında Kemal Tahir vardı. Selahattin Hilav Tanpınar yazılarını bu tartışma zemini üzerine yazmıştı. Tanpınar sorunu tamamen Sol’un kendi iç sorunu gibi algılandığı bir dönemdi. 12 Mart’tan büyük hasarla çıkan sol, yaralarını sarmak için her imkânı kullanmaya hazırdı. Başkaları da bu tartışmaya dahil oldu ve konuşulmaya başlandı. Biz de etkilendik tabii. Dolayısıyla benim tez konum da konjonktüre uygun olarak “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romanlarında Doğu-Batı Sorunu” başlığı altında şekillendi.
Kahvehane grubu da bu tartışmaların etkisi altında mıydı?
Elbette etkisi altındaydı. Örneğin Oğuz Demiralp daha 1980’lerin başında Tanpınar üzerine Kutup Noktası başlıklı olağanüstü bir çalışma yapmıştı. Kitap neredeyse on yıl çekmecede bekledi ve ancak 1993’te basılabildi. Tanpınar’la birlikte Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Nahid Sırrı Örik de dikkatimizi yoğunlaştırdığımız yazarlardı.
Ahmet Hamdi Tanpınar, kim olduğuna karar verilememiş, paylaşılamayan bir isim. Sizce kim Tanpınar?
O günlerden bugüne benim başımın belasıdır bu mesele. İlk zamanlar büyük hayranıydım, şu anda eleştiriyorum.
Fikriniz neden değişti?
İnsanın bazı eksiklikleri görmesi zaman alıyor. Okudukça ve üzerinde çalıştıkça farkettim ki Tanpınar’ın üç ayrı dönemi var. Buna hiç dikkat edilmemiş. Darülfünun’dan mezun olduktan 1933’te Ankara’yı terk edene kadar bir dönemdir. 33’ten 53’e kadar Osmanlı üzerine yoğunlaştığı ikinci dönemi gelir. 1953-1962 arasındaki son dönemi ise ilk dönemindeki Garpçı söyleme dönüştür. İkinci döneminde kafasına göre bir Osmanlı kuruyor, kendisi de “Hülya adamıyım, kendime has bir Şark uydurdum” diyor. Tarihte onun yazdığı gibi ne bir Şark var ne de bir İstanbul. Bunu farketmek beni tarihe yöneltti. Nasıl bir toplumsal yaşama alanıydı İstanbul? Gazete taramaları yaptım, Osmanlı arşivine girdim.
Teziniz için mi yaptınız bu çalışmayı?
Hayır, daha sonraki çalışmalarım için. Bu taramaların sonuçları daha sonraki Tanpınar yazılarıma yansıdı tabii. Tanpınar çalışmayı hiç bırakmadım ama aralar oldu. Kimi zaman uzaklaştım, bir tarafa koydum, İstanbul’un mistik tarihi gibi başka alanlara girdim. Thierry Zarcone ve Arthur Buehler’le Journal of the History of Sufism’i yayımlamaya başladık. İstanbul’un kendine has tasavvuf kültürüne ilişkin pek çok belgesel çektim, konferanslar verdim, küratörlük yaptım. Sonra tekrar Tanpınar’a döndüm. Başta sıradan bir bakışa sahiptim, sonra zenginleşti. Her okuduğumda farklı bir şey keşfettim. Çelişkiler bulmaya başladım. Sonunda da Tanpınar’ın bir romancı değil aslında tipik bir denemeci olduğuna karar verdim. Bu tezimi geliştiriyorum. Üslubu bir denemeci üslubu. Huzur’da bir denemeci konuşuyor. Bütün romanlarında bir düşünce adamı tavrı var. Bu yönüyle Proust’tan çok Huxley’e benziyor. Azra Erhat’ın “Huzur nedir?” sorusuna “Meselelerin romanıdır.” diye cevap veriyor Tanpınar. Meseleler var kafasında. Roman çerçevesinde tartışıyor bu meseleleri ama çok iyi yapıyor. Kemal Tahir gibi kalın çizgilerle değil. Bu açıdan ise Huxley değil, tam anlamıyla Proust.
Okul bitti ve İstanbul’a geldiniz. Bir kariyer planınız var mıydı?
Önce Enis geldi. Ertesi sene, 1983’te Oruç, bir sene sonra da ben geldim. Hiçbir şey yoktu kafamda. “İyi bir şeyler yapacaksın. Birileri bunu görecek ve sana yer verecek.” dedim. Bu inançla hiç iş aramadım. Ansiklopediler dönemiydi. Adnan Benk ve Tahsin Yücel Gelişim Larousse’u çıkarıyordu. Daha önce Adnan Benk’in çıkarttığı Çağdaş Eleştiri’de Halit Ziya incelemem yayımlanmıştı. Adnan Benk beni tanıyordu. Çağırdı, Levent’te hangar gibi bir yere gittim. Onlarla çalışmaya başladım. Ansiklopedi’nin hazırlığını yaptık. Yüz kişi falan var, maddeler yazılıyor.
Ekipte kimler vardı?
Farsçacı Tahsin Yazıcı vardı, rahmetli oldu. Hilmi Yavuz vardı. Konur Ertop, Nermi Uygur gelir giderdi. Karşımda Tahsin Yazıcı otururdu. Dedem nasıl Gölpınarlı’ya “Molla!” diye sesleniyorsa Adnan Benk de Tahsin Bey’i öyle çağırırdı.
Sizin göreviniz neydi?
Larousse hem ansiklopedi hem de alfabetik sözlüktü. Ben sözlüğün Osmanlıca kelimelerini hazırlıyordum. Bir yıl kadar çalıştım ve askere gittim. Döndükten sonra İletişim Yayınları’ndan aradılar. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi çıkarıyoruz. Makalelerden oluşacak, sen de yaz!” dediler. Edebiyattan biraz usanmıştım. Artık hayatın kendisini merak ediyordum. Okuma eksenim de kurmacadan hayatın gerçeklerine doğru kaymaya başlamıştı. “Ne tür bir şey ansiklopedi için uygun olur?” dedim, “Sen karar ver.” dediler. Anlattım biraz, “Gündelik hayat diye bir şey var. İnter-disipliner bir yaklaşım. İçinde tarih de var, mimari de.” Teklifim kabul edildi. “Tanzimat’tan Sonra İstanbul’da Modernleşme ve Gündelik Hayat” 1985’te yayımlandı.
Daha önce bu alanda yazmış mıydınız?
Hayır, ama her şey kafamda. “Yaz, bir ay sonra getir!” diyorlar, bir anda olacak iş değil. Ben İstanbul’dayım, kütüphane Ankara’da. Gelişim’den istifa ettim. O akşam trene binip Ankara’ya gittim. Ertesi gün Milli Kütüphane’de çalışmaya başladım.
Kaynak olarak ne kullandınız?
Her şey! Esnaf almanakları, seyahatnameler, romanlar, telefon rehberleri, reklamlar. Hepsini iç içe geçirerek İstanbul’da gündelik hayatın modernleşmesini yazdım.
Mikro tarihçilik yapıyorsunuz. Türkiye’de bu tarz çalışma yapan kimse var mıydı o yıllarda? Bu modeli nasıl oluşturdunuz?
Ankara’dayken Benjamin’i, Adorno’yu, Horkheimer’i okuyorum. Paris Pasajları’nda Baudelaire anlatacak diye bekliyorsun, adam cam mimariden, çelik konstrüksiyondan bahsediyor. Ama öyle bir inşa yapmış ki pasajın mimarisinden vitrinin önündeki flaneur tipine geçiyor. Bunları okuyorum ve İstanbul’a o estetikle yaklaşmak istiyorum. O yazı yayımlandı. Birkaç gün sonra bir telefon aldım. Bir hanım, “Genel Müdürüm Çelik Gülersoy’u bağlıyorum.” dedi.
Çelik Gülersoy Turing’de mi o tarihte?
Evet, Turing’in başında. Güzel, yumuşak bir ses tonu vardı Çelik Bey’in. Hiç aklımdan çıkmaz. Kısa bir suskunluktan sonra şu cümleyle başladı konuşmaya: “Ekrem Bey, siz herkesin kalp akçe darp eylediği bir devirde altın sikke kesiyorsunuz.” “Aman efendim, estağfirullah.” desem de “Yok, yok öyle. Ben şimdi kendi vakfıma bağlı bir İstanbul Kitaplığı kurma çılgınlığına giriştim. Benimle bu mevzuda mesai sarfeder misiniz?” dedi.
Ne zaman oldu bu görüşme?
1987’de. O sırada Çelik Bey Soğuk Çeşme restorasyonlarını yapıyordu ve orada bir kitaplık kurmayı düşünüyordu. Konuşmaya başladık. “İstanbul Kitaplığı Yayınları adında bir yayınevi kuracağım. Elimde İstanbul tarihi üzerine kitaplar var, bunları çevirtelim. Yeni yazarlara kitaplar yazdıralım.” dedi. Danışman olarak o işlere bakacağım. Kütüphane bitti. Kataloğunu hazırladım. Eşim Dilek Osmanlıca’dan Celal Esat Arseven’in iki kitabını çevirdi, ben de giriş yazılarını yazdım. İstanbul Kitaplığının ilk yayınları bunlardır: Eski İstanbul Âbitat ve Mebânisi ile Eski Galata ve Binaları.
Kütüphaneye alınacak kitapları nasıl tespit ettiniz?
Çelik Bey’in zaten kendi özel kitaplığı vardı, bunu geliştirmek istiyordu. Kendi adına kurduğu vakfa bu kitapları vakfetti. Ben mevcut kütüphanenin kataloğunu hazırladım. Kütüphane herkese açıktı. Zevk sahibi bir insandı. Alelade baskıları değil de ciltli, gravürlü, en iyi baskıları seçerdi. Sık sık Avrupa’ya gider oradan kitap alırdı. Çelik Bey’in kütüphanesi gördüklerim arasında en iyilerinden birisiydi. Semavi Eyice’ninki de keza öyleydi.
Edebiyattan tarihe geçişiniz o dönemde mi oldu?
Evet. Bir yandan İstanbul yazıları yazmaya devam ettim. Elimin altında çok kaynak vardı. Ayrıca İstanbul üzerine hemen her şeyi toplamaya başladım.
Hangi alanlarda kitap aldınız?
Gündelik hayat çalışınca işin içine her şey giriyor. Spor tarihi, mimari, sanat tarihi, botanik, hatta Anadolu kent tarihleri… İstanbul’da Gündelik Hayat kitabım, daha önce dergilerde yayınlanan yazılardan bir araya geldi. Kafamda bir kitap konsepti vardı fakat dağıldım, asıl kitabımı yazamadım. Benjamin de Paris’in gündelik hayatını yazmak istiyor ama bir türlü gerçekleştiremiyor. Zor bir iş, modeli çok iyi oturtmanız lazım. Bir yerde mağaza reklamı, öte tarafta cinayet haberi var. Hayat bu çünkü! İkisini nasıl bir araya getireceksiniz? Gündelik hayat üniversitede yazılmaz. Bizim üniversitelerimizde sosyal disiplinler kendi kulvarlarında ilerler, birbirleriyle örtüşecek ortak noktaları yoktur. Sanat tarihçisi bir köşkü incelerken ‘Burada kim yaşıyordu? Paşa Fizan’a sürüldükten sonra köşkün durumu ne oldu?’ bunlarla ilgilenmez. Kısacası bir mimari yapının sosyolojisi, iktisadiyatı olabileceğini aklına getirmez. Yapının içindeki insan onun için bir şey ifade etmez. Yalnızca mermerle ahşapla uğraşır, bir de şematik üslup kalıplarıyla. Edebiyat kökenli olduğum için benim esas meselem insan. Tarih kitaplarımızda insanı bulamazsınız. Halit Ziya Kırk Yıl’da öyle bir İstanbul anlatıyor ki, açlık sefalet diz boyu! Göçler sebebiyle cami avluları dolu, hastalar yollarda yatıyor. Her yer çamur deryası. Elektrik yok. İzmir’den İstanbul’a edebiyat alemine girmek için gelmiş, tam bir şok yaşıyor. İstanbul bu! Siz bunları yazan bir tarihçiye rastladınız mı? Tanpınar’ın yanılgısı da budur işte. Çok estetize ediyor. Zaten söylüyor da, “1932’den itibaren kendime has bir Şark uydurdum.” diyor. Cumhuriyet, insanı ve sokağı keşfederken o sanki bu gerçekliğin üstünü örtmeye çalışıyor.
Bu kadar sevilmesinin sebebi de görmek istediğimiz estetik bir mazi resmetmesi olabilir mi?
Elbette! Her şey çok güzel, mükemmel ve ideal. Bizim muhteşemcilik saplantımız bugünkü yozlaşmayı yarattı. Yahya Kemal’de ise “Kanlıca’nın ihtiyarları”ndan ibaret ciddi bir insan problemi var. İnsan ilk defa Nâzım’la, Garipçilerle girdi edebiyata. Orhan Veli’yle, Sait Faik’le birlikte sokağı, bütün bir hayatı, dolayısıyla İstanbul’u görmeye başlarız.
Gündelik hayatı yazabilmek için sokaktan malzeme gerekiyor. Osmanlı’da ne zamandan itibaren sokağa ait malzeme çıkıyor?
Tanzimat sonrası. Tezkireci Latifi’nin Evsaf-ı İstanbul kitabında bir şeyler var ama Evliya Çelebivâri grotesk bir anlatımdır o. “Gittim, falanca çarşıda üç yüz tane dükkan vardı.” der. Ne üç yüzü! On tane ancak var aslında. İşlek bir yer demek istediği için acem mübalağası yapıyor. Sonra da birileri çıkıp onun üzerine “Osmanlı’da ticari hayat” diye bilgisizce konuşuyor. O dönemler için temel kaynak seyahatnameler. Yabancılara bakacaksın, onlarda daha kartezyen bir kafa olduğu için tek tek saymışlar, ölçüp biçmişler. Tabii kendi gözüyle bakıyor ama o da bir şeydir. Sokak bizde yakın zamanlara kadar tekinsiz alandı. Biz dört duvar arasında yaşamışız yani Tanpınar’ın deyişiyle, kale düzeninde.
Tekinsiz olmaktan ne zaman çıkıyor?
Tekinsizlik bugün felsefenin ve edebiyat teorisinin temel sorunlarından birisi. Sokağın farkına Garipçilerle varıyoruz. Daha önce Ahmet Mithat, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim bu sorunun farkındalar. Ama yine de bakış açıları kısıtlı. Osmanlı yazarları insanda illa bir gariplik aramışlardır. İnsanı karikatürleştirirler. İnsan adına olup biten her şey sonunda orta oyunu’na döner. Yaşama olanaklarının daraltıldığı toplumda insan da önemsizleşir. Bir başka göz tarafından algılanamaz. Zamanla her şey silikleşir ve kaybolur. Kadın erkek yan yana değildir. Arada mutlaka iki – üç adım vardır. Başınız eğik yürürsünüz; kendi içine kapatılmışlığın ruh hâlidir bu. Aile ziyareti yaygın değildir. Kadınlar haremde, erkekler selamlıkta. Erkek erkeğe, kadın kadına bir hayat. Bölünmüşlük duvarları hayli yüksek. Bu etkenler hayatı zehirliyor. Sokağı keşfeden ideoloji Cumhuriyet’tir. Ve sokağı âdeta teşvik etmiştir. Modernleşme döneminde hep eleştiri konusu yapılan balolar, danslar kadınlarla erkekler arasındaki uzaklığı asgariye indiren bir pratiktir. Modern edebiyatımızın bir çeşit züppeliğin eleştirisi şeklinde başladığını hatırlayalım. Züppeliğin bireyselleşmenin ilk adımı olabileceği, bir çeşit put kırıcılık sayılabileceği hiç akıl edilmemiştir. Osmanlı’da kahvehaneler açılana kadar erkekler arasındaki ilişki bile sorunlu.
Kahvehanelerin nasıl bir rolü var?
Osmanlı’da üç tane yaşama mekanı var. Birincisi ailenin yaşam kozası ve güvenlik dünyası olan ev. İkincisi bu dünyayı ayakta tutacak ekonomiyi temsil eden çarşı. Üçüncüsü ise çarşının maddi pratiklerini kuşatan manevi pratiklerin mekanı olan ibadethane. Geleneksel hayatın özünü oluşturan bu üçlü kurgu, Osmanlı’nın ideal yüzyılı olarak kabul ettiğimiz on altıncı yüzyılın ortalarında kahvehanelerin açılmasıyla gevşemeye başlıyor. Erkekler ilk defa bu üç klasik mekan dışında yeni bir mekanın cazibesini keşfediyor.
Hangi ihtiyaca cevap veriyor kahvehane?
Soru bu! Hangi ihtiyaca cevap veriyor? Osmanlı daima ikincil kurumlaşmalar üzerinden okunmalı! Kahvehanelerde erkekler, hamamlarda kadınlar bir araya geliyor. İkisinin de amaçları örtük. Hamamlar İslam’ın temizliğe verdiği önemle açıklanmaya çalışılıyor ama değil. Sosyalleşme mekanlarıdır buralar. Kahvehaneler de öyle. Kimse çay kahve içmeye gitmiyor kahveye. Kim, ne düşünüyor merak ediyor insanlar. Ayak divanı kuruluyor, yani siyaset yapılıyor. Mahallenin meselelerini konuşuyor. Kısacası yüz yüze ilişkiler doğal yolunu buluyor. “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane” deyişi bu tezimin özüdür. Bu açıdan kahvehane, hayatımızın en devrimci mekanıdır. On altıncı yüzyıla gelene kadar biz bir toplum değiliz aslında, toplama insan kalabalığıyız, şehirli değiliz! Maceramız bundan sonra başlıyor.
Neden?
Temel yaşam alanımız mahalle; tıpkı kent kozmosunda hepsi ayrı bir yörüngede dönen, farklı atmosferlere sahip gezegenler gibi. Müslüman mahallesi, Yahudi mahallesi, Hıristiyan mahallesi, Ermeni mahallesi… Hep bir ayrım var, arada gerçek anlamda insani ve kültürel temas sınırlı. Mahalleye kefille giriyorsun. Kapalıçarşı’da dükkanın var diyelim. Orada da çarşılar sokaklar halindedir. Ayakkabıcılar, kuyumcular, halıcılar, marpuççular… Müslüman esnaf Hıristiyan meslektaşıyla ancak çarşıda yüz yüze ilişki kurabiliyor. Eski metinlerde mahalle kapılarından söz edilir. Bu sosyal tahkimat düzeni Tanzimat’tan sonra giderek önemsizleşiyor ve ortadan kalkıyor. Yahudi bir komşunuz da olabiliyor artık. Yalnız şunu eklemek lazım; geleneksel dönemin mahallesinde sınıfsal ayrım yok. Bölünme etnik ve dini kriterlere göre gerçekleşiyor. Bu da zenginle fakiri aynı potada eritiyor. Bir aradalar, sadrazamın konağının yanında Bâbıâli’de bir kalemde çalışan memurun iki katlı ahşap evi var. Sadrazam onu himaye ediyor. Bir nevi sosyal sigorta. Yoksul biliyor ki başına bir iş geldiğinde en azından çorbasını verecek biri var. Biat sistemidir bu. İktisadi ilişkiler modernleşip daha çetrefilli noktalara gidinceye kadar bu sistem iş görüyor. Ancak modernleştikçe bu sistem içinde yetişen insanlar hayatla uyum sağlayamıyor. Çünkü ‘yamanarak yaşama’ya alışmışlar. Bunun sıkıntıları Abdülhamid öncesinde ortaya çıkmaya başlıyor. Buradan hareketle “Osmanlı insansız bir toplumdur!” diyorum ben. Bu trajedi yazılmadı. Farkına bile varılmadı. Osmanlı ile Cumhuriyet’in sağlıklı bir yorumu için bu sorun, kilit altında tutulmuş hayatımızın kapısını açabilecek yegâne anahtardır.
Önemli çalışma konularınızdan biri de ilahiyat çalışmalarının alt dalı olan tasavvuf ve tekkeler. Bu konu nasıl ilgi alanınıza girdi?
Çelik Bey’den sonra Tarih Vakfı’na geçtim. Vakfın mütevellisiyim. 1988 – 89 yıllarında arkeolog Aksel Tibet’le İstanbul’un tarihsel topografyası üzerine çalışıyorum. Haliç Fener’de dolaşırken bir yıkıntı gösterdi. “Burası Sirkeci Tekkesi. Dedem buranın şeyhiydi.” dedi. Sümbülî tekkesiymiş, mezar taşlarını okudum. İlginç geldi, araştırmaya başladım. Tarih Vakfı’nın İstanbul dergisinde Mevlevilik üzerine birkaç yazı yazdım. İran’daki Fransız Araştırmaları Enstitüsü kapanmış, oradaki ekip İstanbul’a gelmişti. Dergideki yazılarımı okumuşlar. Telefon ettiler, tanıştık. Thierry Zarcone’la dostluğum böyle başladı. Tekke hazireleriyle ilgili bir proje yapıyorlardı. Yenikapı Mevlevihanesi çalışmasına ben, eşim Dilek ve Fransız Anadolu Araştırmaları’nda görevli rahmetli dostum Aksal birlikte katıldık. Bu kapsamlı çalışma Türk Tarih Kurumu’nun geleneksel uluslararası kongresinde “Stelae Turcicae” dizisinin 7. volümü olarak yayımlandı. Vaziyet planı çıkardık, mezar taşlarını okuduk. Orada medfun insanlar arasındaki ilişkiyi, aileleri tespit ettik. Muazzam bir çalışma oldu. Literatürümüzdeki bilimsel modern metodolojiyi kullanan ilk çalışmadır diyebilirim.
Tarikatleri ve tekkeleri sizin için cazip bir çalışma konusu yapan neydi?
Kahvehaneleri neden merak ettiysem tekkeleri de aynı sebeple merak ettim. Zenginle fakir kol kola girip zikrediyor, nasıl oluyor bu iş? Yalıda yaşayanla meşrutada yaşayan yan yana. Farklı sosyal tabakalardan insanları bir araya getiren ne? Daha çok sosyolojik ve siyasi açıdan yaklaştım meseleye.
Osmanlı toplumunda tarikatların başat bir rol oynamasını nasıl açıklamak gerekiyor? Sebep toplumun dindarlığı mı, başka dinamikler mi söz konusu?
Althusser, devletin ideolojik aygıtlarından söz eder. Devlet, bazı şeyleri kendi ideolojisini yerleştirmek ve pekiştirmek için kullanır. Tasavvuf ve tekkeler de devletin ideolojik aygıtıdır. Hepsi birer yerel güç odağı. İmparatorluk’ta yetmiş iki millet yaşıyor. Telefon yok, televizyon yok, ulaşım ağı yok. Halep’te bir ayaklanma oluyor, aylar sonra duyuluyor. Osmanlı’nın en korktuğu şeydir ayaklanma. Devletin insanları kontrol altına alabilmek için kılcal damarlara girmesi lazım. Bu yüzden tekkelere göz yumuluyor. Orada toplanan insanların ne yaptıklarını biliyor. Ahlak eğitimi adı altında insanlar üzerinde hakimiyet kuruyor.
Ne zamandan itibaren devletin güdümüne giriyor tekke yapılanması?
II. Bayezit’ten itibaren. Fatih döneminde tarikatlar İstanbul’da faaliyet gösteremiyor. Padişah müsaade etmiyor. Hocası Akşemseddin, Bayrami şeyhidir ama İstanbul’da tekke kuramamıştır. Fetih’ten sonra toplumu beylik konağından idare etmek mümkün değil. Devletin kalifiye insana ihtiyacı var. Onlar da medreseden yetişiyor. Fatih’in ideal insan tipi tekke dervişi değil medreselidir. Fatih öldükten sonra Bayezid’le Cem arasında iktidar kavgası yaşanıyor. Bayezid babasının şehre gelmesine icazet vermediği tarikatlardan bir kısmını kendi yanında topluyor. Cem de diğer kısmın desteğini alıyor. Bayezid’i destekleyen tarikatlar o tahta oturduktan sonra İstanbul’a geliyorlar.
Tasavvufi kurumları siyasi tarihle paralel okumak lazım yani?
Tabii, onlar da yayılabilmek için İstanbullu olmak zorunda. Yani iktidara hem siyasi hem de iktisadi açıdan bağlanmak söz konusu. Buraya geldikten sonra hepsi merkezi iktidarın bir uzvu artık. Tekkeleri yaptıran, merkezi otorite. Kasımpaşa Mevlevihanesi hariç bütün Mevlevihaneleri saray yaptırmıştır. Bu çift yönlü ilişki geleneksel düzenin ürettiği bir çözüm.
Özellikle öne çıkardıkları, destekledikleri bir tarikat var mı?
Osmanlı pragmatikti. Nakşibendiyye, Halvetiyye gibi Türk kültür havzasının mistik yapılanmalarına öncelik vermişti. Üçüncü Selim Mevlevi’dir ama Konya Çelebilerinin hışmını üzerine çekmiştir. Sorun, Padişahın desteklediği modernleşmenin merkezileşmeyi getirmesi ve bunun da vakıf sistemi üzerinde tehdit oluşturması. Toplumu kontrol edebilmek için hepsinden istifade edilmiştir. Daha Bektaşilik ortada yokken İkinci Bayezid Balkanlar’dan Balım Sultan’ı getirtiyor.
Neden?
Gezgin dervişleri bir araya toplasın diye. Bektaşilik kurumsallaşırken bekarlık yani mücerretlik erkanı konuluyor. Tıpkı Katolik papazlar gibi evlenmiyorlar. Bektaşilik Yeniçeri ordusunun içine yerleştiriliyor. Amaç, devşirme Hıristiyan çocuklarını İslamlaştırmak. Buna karşın Sipahi Ocağı’nın içinde de Melamiler var… Tekkeler kapatılana kadar İkinci Bayezid’in bu politikası devam etmiştir.
Tasavvuf tarihi çalışmalarınıza devam ediyor musunuz?
Hayır! O defteri kapattım, artık uğraşmıyorum. Farkettim ki bahsettiğim insansız toplumun mimarı bu sistem. Anlattım, televizyon programları yaptım. İnsanlar sivil toplum kuruluşu sandı tarikatları. Batı’da da tarikatlar var ama onlar da Descartes’ı, Spinoza’sı sürekli eleştirmiş bu sistemi. Ciddi bir mücadele verilmiş. Bizde bu olmamış. Kim ne derse desin tarikatların pek çok yaptırımı dinle uyumlu değil. Doğrudan beyni kontrol altına alıyor. Hareketsizlik, donukluk, yoksunluk, içe kanma, hayata sırtını dönme, otoriteye kul köle olma, aklı hor görme, dolayısıyla düşünememek, bir türlü ayağa kalkamamak, koltuk değneklerine muhtaç olmak. İnsanın hayat içindeki pozisyonunu her bakımdan sınırlandıran bir müesseseye dönüşüyor zamanla. Bunu gördüm. İnsan, kendi yolunu bulmak üzere yaratılmıştır. Ben hatasıyla, sevabıyla özgür insanı savunuyorum ama insanlar özgür olmaktan korkuyor. Osmanlı’dan devraldığımız tek miras özgürlük korkusudur!
2005 yılında Yapı Kredi Yayınları’nda kurum danışmanıydım. Suna ve İnan Kıraç Pera Müzesi’ni kurmuşlardı. Tepebaşı’nı bir kültür adası haline getirmek istiyorlardı. İkinci adım bilimsel araştırmalara yönelik bir enstitü kurmaktı. Bu arada enstitüye tahsis edilen binanın restorasyonu devam ediyordu. Ben enstitünün kuruluş raporunu yazdım. Bürokratik müdahaleye açık olmayan, özgür, çağdaş, dinamik, yaratıcı bir kurum modeli önerdim. Kabul edildi ve işe başlandı. Planım İstanbul’u insan merkezli üç kültürel katman üzerinden araştırmaktı. Dolayısıyla bu üç farklı katman üç farklı araştırma merkezini gerekli kılıyordu. Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet araştırmaları bölümleri bu plan doğrultusunda şekillendi. Ayrıca her bölümün kendi içinde bir ihtisas kitaplığı vardı. Araştırmacının böylece kaynaklara doğrudan ulaşması amaçlanmıştı.
Bir ihtisas kütüphanesi kurdunuz. Alınacak kaynakları nasıl belirlediniz?
Tek tek kitap almakla olacak iş değildi. Yapı Kredi Yayınları’nda çalışırken her hafta Semavi Eyice’nin evine gidip hatıralarını kayda alıyordum. Kütüphanesini görmüştüm, güven duyduğu bir kuruma satmak istiyordu. İnan Bey’in onayı doğrultusunda bu önemli kütüphane enstitüye kazandırıldı. Ayrıca İnan Bey’in zengin Atatürk ve Cumhuriyet kitapları da Cumhuriyet Araştırmaları bölümünün omurgası oldu.
Başka büyük kütüphane aldınız mı?
Şevket Rado’nun yazmaları alındı. Eşsiz nüshalar. Asıl kitapları yurtdışına gitmişti maalesef. Ayrıca harita ve fotoğraf, gravür ve kartpostal gibi belgelerden oluşan koleksiyonlar oluşturduk. Hâlâ malzeme alınıyor. Ben emekli oldum, artık sadece danışmanlık ve küratörlük yapıyorum.
İlgi alanlarınız itibarıyla zengin bir kütüphaneniz olmalı. Şahsi kütüphanenizde neler var?
Dedemin ve babamın kütüphanelerine değinmiştim. Sıra benim üçüncü kuşak kütüphaneme geldi. Ortaokuldan itibaren düzenli kitap alırım. Yani yuvarlak hesap elli yıllık bir kütüphaneden söz ediyorum. Ama durum biraz farklı. Nasıl zaman hızla akıp gidiyor ve insan zihinsel olarak değişiyorsa, benim kütüphanem de sürekli değişmiştir. Son kullanım tarihini doldurmuş okuma alışkanlıklarımı tasfiye ettikçe kütüphanenin iç dengesi yeniden kuruluyor. Yani bir çeşit deri değiştirme söz konusu. Yakın zamana kadar tasavvuf kitaplarım oldukça geniş bir yer tutuyordu. Şimdi ise bazı başvuru niteliği taşıyanları koruyup diğerlerini kolilere kaldırdım. Koliler fazlalaştıkça kütüphane kavramı ortadan kalktı, evimiz bir kitap deposuna dönüştü. Elbette hoş bir şey değil, ama bir zorunluluk. Bana kalırsa bir kütüphanenin belli konularda uzmanlaşması lazım. Ben bunu yapamadım çünkü gündelik hayat çalışırken her konuya ihtiyaç duyuyorsunuz. Şöyle bir tasnif yaptım: Antik tarih ve arkeoloji, Bizans ağırlıklı ortaçağ, Rönesans, aydınlanma ve hümanizm, ardından modern dönem. Asıl ağırlık Orta Asya, Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde. Sonra Cumhuriyet dönemi geliyor. Bu genel sınıflamadan sonra üzerinde çalıştığım konularla bağlantılı ayrıntılı bölümler oluşturdum. Cumhuriyet dönemi deneme, edebiyat eleştirisi ve incelemeleri, hepsi birinci baskı olmak üzere eksiksiz elimin altında. Şiir, roman, hikaye, tiyatro aynı şekilde. Sanat tarihi, mimarlık, plastik sanatlar, kitap ve katalogları ayrı bir bölüm. Kent tarihleri, yerel tarihlerde de yine ayrıca bir başka bölümü oluşturmakta. Felsefe, sosyoloji, siyasetbilim, teorik araştırmalar da giderek zenginleşen bir envanter durumunda.
Sol gelenekten geliyorsunuz. Çalışma alanlarınız itibarıyla tarih ve gelenek konularına çok hakimsiniz. Batı’yı biliyorsunuz ama eleştirseniz de Şark’ı seviyorsunuz. Bu ikilikler arasında bir denge kurmak mümkün mü sizce?
Şark’ı seviyorum çünkü Şarklıyım ama yanlışlarını da görüyorum ve eleştiriyorum. İkilik meselesi önemli ve bence çözümsüz bir mesele. Osmanlı’da yaşanan hayatla Cumhuriyet’in kurmak istediği hayat tarzı taban tabana zıttır ve bu zıtlıklar insanımızı çok etkilemiştir. Bu meselenin çözüleceğini zannetmiyorum… Tanpınar bu problemi Huzur’un sonunda gündeme getirir. Roman, yirmi dört saat içinde geçer. İhsan hastadır, Mümtaz ona doktor bulmak için evden çıkar. Doktoru yerinde bulamaz, başka yerlere uğrar, o arada geriye dönüşler olur. Sonunda yeniden muayenehaneye gider. Doktor gelmiş, Beethoven’in keman konçertosunu dinlemektedir. Hazırlanana kadar sohbet ederler. Mümtaz, Doğu-Batı ikilemi arasında kalmış bir tiptir. Doktorun ona söylediği, aslında Tanpınar’ın kafasındaki düşüncedir. “Biz tarih boyunca Doğulu ve Batılı olmayı tecrübe ettik. Fakat her tecrübemiz iki çehreli insan verdi.” der.
Şizofrenik bir durum…
Evet! İki çehreli insan başarı değildir. Tanpınar da yaşar bu ikiliği. İstanbul’u Paris gibi yazmıştır. Bach’ı çok sevmektedir, onun yerine Itri’yi yüceltir. O dönemde iki kültürün karşılaştırılması çok yaygındır. Batı bizi rencide etmiştir. Buna bir ahlaki karşılık verme kaygısıyla Cumhuriyet döneminde “Sizin Bach’ınız varsa bizim de Itri’miz var!” savunması yapılır. Osmanlı’da pek yoktur bu, bizzat Cumhuriyet yapmıştır. Yunus Emre’yi keşfeden de Cumhuriyet’tir…
Artık emeklisiniz, yazmaya ayıracak daha çok zamanınız olmalı. Masanızda hangi konular var?
“Ters Takla” adını verdiğim kitabımın son düzeltmelerini yapıyorum. Tarih ve edebiyat alanında bugüne kadar doğru bildiğimiz yanlışları anlattığım, biraz sinir bozucu bir kitap. Lirik denemeler alt başlığıyla yayımlanacak. Ayrıca neredeyse otuz yıldır aralıklı olarak üstünde çalıştığım bir Tanpınar projem var: “Tanpınar: Bir Enkaz Toplayıcısı”. Defalarca eksen değiştirdi ve daha bitmedi. Bunlar dışında yüz sayfayı aşmayacak kısa deneme kitaplarımı tamamlamak öncelikli hedefim. Daha çok edebiyat ve felsefe eksenli bir çizgide ilerliyorum. Artık en zor olanın üstesinden gelmeye çalışıyorum, yani kendimle uğraşıyorum.