Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Nadir Söyleşiler - su müzesi alanında dünyanın en zengin koleksiyonuyuz!

    su müzesi alanında dünyanın en zengin koleksiyonuyuz!

    Haziran 6, 2023
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email
    Türkiye, özel müzelerle Koç ve Sabancı ailelerinin kurduğu başarılı örnekler aracılığıyla tanıştı. Onları takip eden ve yakın geçmişte kurulan özel müzeler, ülke kültürüne önemli bir katkı sunuyor. Türkiye’nin en genç özel müzesi olma özelliği de taşıyan İstanbul Su Müzesi, geçtiğimiz Mart ayında ziyarete açıldı. Adell Armatür bünyesinde oluşturulan koleksiyon, alanında dünyanın en zengin koleksiyonları arasında yer alıyor. Doktor Ercan Topçu’nun 1980’li yıllarda, öğrenciyken başlattığı koleksiyon, ileriki yıllarda kazandığı ivme sayesinde önemli bir açığın kapatılmasına hizmet ediyor. Sektöre musluk üreterek giren Adell Armatür, bugün yurtiçine ve yurt dışına ürün pazarlayan önemli bir sanayi kuruluşu. Kendi sahasında müze kurarak diğer sektörlerde faaliyet gösteren sanayi kuruluşlarına da örnek olan Adell Armatür’ün koleksiyonunda, Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerine ait binlerce eser yer alıyor. İstanbul Su Müzesi’ni ve müzede yer alan koleksiyonu Doktor Ercan Topçu ile konuştuk. Buyurun sohbete…
    Adell Armatür’ün tarihi ne kadar geriye gidiyor? 

    Şirketi babamız kurdu. Rahmetli 1921 doğumluydu. Nalburluktan bu işe gelmiş. 1968’de Bursa’ya yerleşmiş. 2003’te muhacir olarak İstanbul’a geldik. Esas iştigal konumuz banyo ve mutfak armatürleri ve tesisat bileşenleri. Kendi markamızla yaptığımız üretimin yanında başka markalara da üretim yapıyoruz. Şu anda sektörün lider kuruluşlarından biri durumundayız. 

    Topçu ailesi aslen nereli?

    Posofluyuz. Posoflu Topçugiller ailesi. Babamız demirci ve taş ustası. Elinden her türlü iş geliyor. Gençliğinde bir kızı seviyor. Askere gidiyor, dönünce evlenecekler. İkinci Dünya Savaşı yılları. Babam dönmeden askerlik süresi dört seneye çıkıyor. Terhis olmadan önce sevdiği kızın başkasıyla evlendiğini öğreniyor. Bu haber üzerine köyde kalmamaya yemin ediyor. Menderes iktidarı dönemi. Amerikan yardımlarıyla havaalanları yapılıyor. Babam da Amerikalılara ait Hamilton şirketinde çalışıyor. Başarısından dolayı verilen takdir belgelerini saklamış. 

    Aile tarihine dair başka şeyler saklamış mı? 

    Tabii. Vefatından bir süre önce dedemin saatini bana vermişti. O zamana kadar kendisi kullandı. Saklama kültürü dedelerden geliyor. Bu koleksiyonun ve müzenin oluşmasında o kültürün etkisi büyük. Posof, engebeli bir arazide kurulmuş. Tarım imkanı yok. Bizim köy kültürümüz yok, hiç bağlantımız olmadı. Babam askerliği bitirdiği 1942 – 43’ten sonra hiç gitmemiş. Ölmeden önce 1993’te bir vesileyle bir kere gidip gördü. 1994’te vefat etti. Ondan on beş sene sonra ağabeyim gitti. Köy evi duruyor ama kullanılmıyor. Ağabeyim orada bir sandığın içinde aileyle ilgili bir yığın evrak buldu, saklamışlar. Cilavuz Köy Enstitüsü mezunu amcamın diploması, gözlem defteri, babamın millet mektebi diploması duruyor. Fotoğraflar, hoca dedenin deri kaplanmış el yazması defterleri… Ailenin soyadını taşıyan mühür var. Muhtemelen muhtarlık yapmışlar. Dedemin babasının nüfus cüzdanı, dedemin evlendiğinde babaanneme taktığı gümüş Kafkas kemeri, babamın ninesinin yüzüğü bile elimizde. O bölge 93 Harbi’nde kırk sene Rus işgalinde kalmış. O günlerde alınmış Çarlık Rusyası amblemli dolaşım belgesi de yine o sandıktan çıktı. Her aile sahip olduğu hayvan sayısına göre vergi ödüyormuş. Bu vergilerle ilgili hem Osmanlıca hem de Latin alfabesiyle yazılmış belgeler var. Böylelikle kaç hayvana sahip olduklarını bile biliyoruz. Bu kadar şeyi nasıl saklamışlar akıl alır gibi değil. 

    Babanız nalburluğa Bursa’da mı başlıyor?

    Evet, uzunca bir süre çeşitli şehirlerde çalışıyor. 37 yaşında nihayet evleniyor. Ve 1968’de Bursa’ya taşınıyor. Askere gitmeden önce demirci ustasının yanında çalışmış, zenaati oradan. Köyünün ismi Taşkıran. Taş ustalığını oradaki ustalardan öğrenmiş. Marangozluk da geliyor elinden. İnşaat işlerinin çok olduğu yıllar. Bir arkadaşıyla birlikte ortak inşaat yapıyor. Ortağı trafik kazasında vefat edince iş batıyor. Meşhur Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan’ın da aralarında olduğu bir sürü insanın senetleri geldi bize. Ödemesi alınamamış çok senet kaldı. Organize Sanayi yeni kuruluyor. Orada bir iş yeri açıyor sonra. Elle yazılmış ilk dükkan tabelamız elimizde. Toptan nalburiye işi yapıyor. Yavaş yavaş tesisat malzemesi satmaya dönüyor. Zamanla Bursa’nın ilçelerine ve çevre illere dağıtım başlıyor. İşler büyüyünce imalata girme kararı alınıyor. 

    İmalat başladığında babanız hayatta mıydı?

    Evet, o hayattayken başladı üretim. 1997’e kadar TOPKAR firması olarak başka markalar adına imalat yaptık. 1997’de kendi markamızla üretim yapmaya başladık. Üretim başladığında İstanbul Anadolu Yakası’nda bir fabrika alıyorlar. Bursa’dayız ama yatırım İstanbul’a yapılıyor. Pazar burada çünkü. Karaköy’de de yerimiz var. Birkaç sene sonra Başakşehir’de şu anda faaliyet gösterdiğimiz fabrikanın arsası alınıyor. 

    Siz bu sürecin tamamına dahil misiniz?

    Ben o zamanlar öğrenciyim. 1982’de Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdim. Öğrenciyken bir yandan da çalıştım tabii. 2003 yılında Bursa’daki genel merkezimizi ve fabrikamızı buraya taşıdık. Babam tüccardı, biz birinci kuşak sanayici olduk. 
     
    Ercan Topçu’nun babası Abdurrahman Topçu (Soldaki)
    Su Müzesi’ne temel teşkil eden koleksiyon ne zaman oluşmaya başladı? 

    1980’li yıllarda öğrenciyken almaya başladığım objelerle başladı. İlk aldığım şey Osmanlı dönemi, Süleymaniye işi, pirinç, ev tipi bir musluktu. Sonra Bosna işi bir Osmanlı nalını aldım. Tıp Fakültesi’nde Antepli bir arkadaşımız antikacıydı. Kapalıçarşı’da dükkanları vardı. Bursa’da okuyorduk, onunla birlikte İstanbul’a gelip gitmeye başladım. Bursa’daki antikacıları da dolaşıyorduk. Başlangıçta hoşuma giden şeyleri alıyordum. Koleksiyon gibi bir kastım yoktu. Aynı şehirde okuduğum için eğitim hayatım boyunca bir yandan da babamın yanında çalışıyordum. O zaman düşünmemiştim, şimdi anlıyorum. Dükkanda musluk da satıyorduk. O yüzden musluklara ilgi duymuş olmalıyım.  

    Dükkanda ne iş yapıyordunuz o yıllarda?

    Depoda mal hazırlıyordum, malzeme gidecekse arabayla götürüyordum. Fatura kesiyordum. Afyon, Eskişehir, Kütahya, Çanakkale gibi civar il ve ilçelere mal gönderiyor, arkasından tahsilata gidiyorduk. Mezun olduktan sonra mecburi hizmet için Lüleburgaz’a tayin oldum. Görev sürem dolmak üzereyken babam çağırdı, “Oğlum bu işler büyüyor, gel sen de kardeşlerinle birlikte çalış!” dedi. Uzmanlık sınavına hazırlanmaya karar vermiştim. Hanım da tıp doktoru, bu karar hepimizi etkileyecek. Oturup konuştuk. O da kabul edince 1993’te istifa ettim. Birkaç gün içinde toparlanıp Bursa’ya döndük. Güney Marmara bölgesinde iyi bir konumdaydık. Ayrıca doğalgaz yatırımlarımız da vardı. Satışta, pazarlamada, nerede ihtiyaç varsa orada çalıştım. Şimdi düşünüyorum, istifa etmeseydim acaba İstanbul Su Müzesi olur muydu? 
     
    Ergün, Ercan ve Recep Ali Topçu kardeşler (Soldan)
    Toplamaya daha erken başlamıştınız ama değil mi?

    Tabii, evlendik, Lüleburgaz’a ev açtık. Bir sürü ıvır zıvır alıyorum. O zamanlar Pazar günleri Trakya garında bit pazarı kuruluyordu. Oraya gidiyordum. Belli bir disiplin yok, neyi beğenirsem alıp eve getiriyorum. Zaman içinde onların hepsi dağıldı tabii. Başlangıçta bir hedefimiz yoktu, dağınık alım yapıyorduk. 2008 yılında koleksiyonerlik belgesi çıkardık. Sergi açmaya başladıktan sonra işin ciddiyetinin farkına vardık. 

    Bu belgeye sahip olmak için ne tür bir prosedür takip etmek gerekiyor?

    Zor bir süreç değil. En zor kısım aldığınız objelerin muhafazası. Kayda geçen eserlerin başına çalınma, kaybolma gibi bir şey geldiğinde size sorumluluk yüklüyor. Bu bağlayıcılık sebebiyle kayıtlı koleksiyonerlik çok fazla tercih edilmiyor. 2008’den beri aldığımız bütün eserler Türkiye Milli Envanteri’ne kayıtlı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlıyız. Bakanlık özel müzelere koordinatör olarak bir devlet müzesi tayin ediyor. Biz Türk İslam Eserleri Müzesi’yle koordine halinde çalışıyoruz. 

    İlk sergi ne zaman açıldı?

    2009’da Dünya Su Forumu’nda açtık ilk sergiyi. Alımları ben yapıyordum ama adını koymuştuk, Adell Armatür’ün koleksiyonuydu bu. Kardeşlerim bana “Yurt dışından gelen müşterilerimize göstereceğimiz bir sergimiz olsun ama aşırıya kaçma!” demişlerdi. Duramadım tabii. 2010’da Ab-ı Hayat Sergisi’ni açtığımızda koleksiyonun çapı epey büyümüştü. Sonuç kardeşlerimin de hoşuna gitti tabii.
     
    Koleksiyonu müzeye çevirme kararı ne zaman alındı?

    Sergi yaptıkça görücüye çıkıyorsunuz, eserler ilgi çekiyor. Kitaplar hazırlanıyor. O sergiler bizi hem cesaretlendirdi hem de ufkumuzu geliştirdi. 

    Sizin dışınızda bu sahada kim ne topluyor, elinde ne var biliyor muydunuz?

    Musluk almaya başladığımda en az beş kişinin daha topladığını biliyordum. Elginkan Vakfı, ECA bizden önce başlamıştı. Çok güzel musluklar toplamış ama musluk başlığının dışına çıkmamışlar. Türkiye’deki Sandoz fabrikasını kuran Edgar Poffet, 50’li yıllarda bir ilaç reklamında kullanılan, musluktan akan ilaç fikri hoşuna gidince musluk toplamaya başlamış. Biz de musluktan yola çıktık ama orada kalmadık. Yedi sergi açtık, dört yayın yaptık. Karma sergilere eser verdik. Bu yolda ilerlerken kırkıncı yılda elimizdeki birikimi müzeleştirme kararı gündeme geldi. Önce dışarıda bir yer arayışına girdik. Sonra fabrikanın üst katında karar kıldık. Daha önce yaptığımız faaliyetleri listeleyerek Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvurduk. İsmi önce Adell Armatür, Ab-ı Hayat Anadolu Su Medeniyeti Müzesi’ydi. Baktık ki bu isim uzun, telaffuzu kolay değil. Üstelik biz İstanbul’dayız. İstanbul Su Müzesi’nde karar kıldık. 2021 yılı Ocak ayı sonunda başvurumuz kabul edildi. O tarihten sonra eserlerin konservasyonu, basılı eserlerin bakım ve restorasyonu hızlandı. Kağıt eserler çok dayanıksız, ciddi hasar vardı pek çoğunda. Bu aşama çok uzun sürdü. Konseptin oluşturulması sene sonunu buldu. Ve nihayet 22 Mart 2022 Dünya Su Günü’nde açılış kararı aldık. Burada belli bir noktaya geldikten sonra daha geniş bir kitleye ulaşacak bir alana taşınmak hem İstanbul’un, hem Türkiye’nin hem de dünyanın menfaatine olacak düşüncesindeyiz. 

    Sizi müze kurmaya iten düşünce neydi?

    Firmamızın, kendi sahasında bir müze kurarak diğer sektörlerde faaliyet gösteren sanayicilere de örnek olduğunu düşünüyoruz. Ebru Turhan isimli bir arkadaşımız, dünyada ve Türkiye’de şirket koleksiyonlarını Köklere Yolculuk ismiyle kitaplaştırdı. Kendi sektörüne dair bu nitelikte çalışma yapan kurum sayısı çok çok az. Adell Armatür muslukçuydu, İstanbul Su Müzesi’ni kurdu. Bizden sonra el aletleri üreten Kanca firması El Aletleri Müzesi kurma kararı aldı. Keşke her sektörün öncü firmaları kültüre de yatırım yapsa. 

    Çerçeveniz ne?

    Adımız İstanbul Su Müzesi ama koleksiyon; İstanbul, Anadolu ve Osmanlı coğrafyasında yaşamış eski medeniyetlere ait su konulu objelerden oluşuyor. Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerine ait eserler var. Objelerle birlikte onları destekleyen belge, gravür, fotoğraf, kartpostal, resim gibi malzemeleri de topluyoruz. Günümüz çağdaş resim ve hat sanatçılarının suyla ilgili eserlerini de alıyoruz koleksiyonumuza. Gündelik yaşamda suyla ilişkinin aşamalarını sergilemeye çalışıyoruz. Su ve şifa, temizlik kültürü, hamam kültürü, meşhur içme suları, kullanma suları… Tematik bir ihtisas müzesi burası ama hem arkeolojik hem de etnografik eserler barındırdığı için genel müze kapsamında değerlendiriliyor. Bizim en önemli özelliğimiz banyo mutfak armatürleri üreten bir fabrika olarak bir yandan günümüz ihtiyaçlarına uygun üretim yaparken diğer taraftan üç bin yıl öncesinin materyallerini topluyor oluşumuz. Bu malzeme bize binlerce yıl içinde nereden nereye gelindiğini görme imkanı da veriyor. Bu müzeyi gezenler, Anadolu’da yaşamış farklı medeniyetlerin suyla nasıl bir ilişki kurduklarını görme imkanına kavuşacak. 

    En eski parçalar hangi döneme ait?

    Helenistik döneme kadar gidiyor. Ve bu bize çok önemli bir analiz ve yorum imkanı veriyor. Öyle çok detay var ki! Roma ve Selçuklu döneminde musluklarda daha çok güçlü hayvan motifleri kullanılmış. Osmanlı döneminde herhalde dini inançların da etkisiyle stilize hayvan motiflerinden kaçıp daha çok bitkisel motiflere yönelmişler. Ama yer yer hâlâ hayvan figürleri de çıkıyor karşımıza. Birkaç yorum yapılabilir, zayıflayarak devam etti deriz ya da hayvan figürlerinin gayri Müslimler tarafından tercih edildiğini düşünebiliriz. Osmanlı dönemi haç motifli musluklar da var. Figür seçiminin mitolojiyle doğrudan bağlantısı var. Kanuni dönemine kadar devamlı akan, lüle denen musluklar var. Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle lüleler açıp kapamalı musluklara çevriliyor. 
     
    Açma kapama mekanizması ilk ne zaman kullanılmış?

    Roma ve Selçuklu’da var ama Kanuni bir fermanla bunu zorunlu hale getirmiş. Müzede geçmişte günlük hayatın bir parçası olan ve günümüzde artık pek kullanılmayan çok sayıda obje var. Su kapları, güğümler, ibrikler, hamam tasları… 

    Koleksiyonunuzdaki hangi objeler arkeolojik eser kapsamında değerlendiriliyor?

    Helenistik dönem, Roma, Bizans ve Selçuklu dönemi eserler arkeolojik kabul ediliyor. Bu evrelere ait eserler taşınır, tescile tâbî kültür varlığı kapsamında. Koleksiyonunuzda bu eserlere yer verebilmek için belgeniz olması gerekiyor. Öteki türlü alınıp satılması yasak. Osmanlı dönemi eserleriyle ilgili böyle bir sınırlama yok. Müze üç bölümden oluşuyor. Eser içeriği çok fazla. Birinci bölümde madeni eşyalar var. İkinci bölümde pişmiş toprak, cam, seramik eserler ve belge, doküman sergileniyor. Üçüncü bölüm, geçici sergileme bölümü. Rezerv alan olarak tutup konuyla ilgili sempozyum, konferans ve geçici sergilere ayırmayı düşündük. Suyun çeşmeden alınıp eve getirilme aşamalarını sırasıyla sergiliyoruz. 

    Teşhirde nasıl bir düzen takip ettiniz? 

    Kronolojiye bağlı kaldık. Teşhire musluklarla başlayıp objeleri çeşitlendirdik. Biz Anadolu kültürleri olarak şifa taslarında çok güçlüyüz. Başka kültürlerde farklı isimlerle şifa tasları var ama bizdeki kadar zengin değil. Hristiyanlıkta ayazma suları şifalı kabul ediliyor. İstanbul’daki Balıklı Rum Ayazması bunlardan biri. Kutsal olduğuna inanılıyor. Ayazmanın bulunduğu yere bir de hastane kurmuşlar. Müslüman ahali de şifa bulmak için gidiyor o ayazmaya. Özellikle İstanbul’daki kozmopolit yapı sayesinde kültürlerarası etkileşim ve geçişi de görebiliyoruz. Eski Anadolu medeniyetlerindeki bir eser biçim değiştirerek, stilize edilerek diğer medeniyetlere aktarılmış. Kültürler böylelikle devam etmiş. Musluklarda bakırı çok kullanmışlar, bakır kutsal kabul edilmiş. İki bin sene önce yapılan muslukla bugün bizim yaptığımız musluklarda aynı bakır alaşım kullanılıyor. Hiçbir şey değişmemiş! İki bin yıldır sadece formlar, esin kaynakları değişiyor. Biz artık suyu kontrol edebilen musluklar yapıyoruz. Fark bu! 

    Güdelik hayatta suyun dahil edilemeyeceği başlık yok. Siz nasıl formülize ettiniz?

    Belli alanlara yoğunlaştık. Bir reyonu su ve inanç ilişkisine ayırdık mesela. Bu bölümde abdestle ilgili objeler yer alıyor. Evlerde ibrikler kıbleyi gösterecek şekilde konurmuş, bize de öyle sergilemeye çalıştık. Gündelik yaşantıda hamam önemli bir yer tutuyor. Roma’dan beri hamam var, sadece uygulamalar farklı. Tesisler bile aynı kaynakları kullanmış. Osmanlı’da işlev değiştirerek bir sosyalleşme alanına dönüşmüş. Osmanlı döneminde bir erkek eğer eşini haftada iki kez hamama gönderemiyorsa kadına boşanma hakkı verilmiş. Erkeğin eşinin hamama gitmesini sağlaması bekleniyor. Haliyle hamam malzemeleri de çok çeşitlenmiş. Aynalar, nalınlar, taraklar, peştemaller… Osmanlı’da sebil kültürü de çok önemli. Çeşme, sebil, şadırvan gibi su yapılarının fotoğraflarını, buralarda kullanılan objeleri topluyoruz. Sebiller kaybolmuş ama tasları duruyor. Üzerinde hangi sebile ait olduğu yazıyor, böylelikle yok olmuş sebilleri de tespit edebiliyoruz. Bunların günümüze ulaşması, burada bir araya gelmesi çok çok önemli. 

    Bu koleksiyonu oluştururken ve müzeyi kurarken amacınız neydi? 

    Bu topraklardan çıkan medeniyetlerin eserlerini korumayı, bir arada sergilemeyi önemsiyoruz. Daha önce hiç görülmemiş, kaybolmaya yüz tutmuş pek çok şey var bu alanda. Bir kısmının varlığından bile haberdar değiliz. Su denilince kaç kişinin aklına su taşıma ağacı gelir? İbrik kelimesi bile günlük dilden silinip gidiyor. Bunları korumak ve insanlarla buluşturmak önemli bir misyon bizim için. Su saygın bir şeydir, “Su gibi aziz ol!” diye dua eder büyükler gençlere. Su isteyenden suyun esirgenmemesi evrensel bir kaidedir. Su, insanlığın ortak değeri ve dilidir. Bütün canlıların yaşamak için suya ihtiyacı var. Bu yönüyle hepimiz su kardeşiyiz. Su deyip geçmemek lazım. Biz bunu göstermek ve su kullanımı bilincini geliştirmek istiyoruz. 

    Buna yönelik çalışmalarınız var mı?

    Tabii. Konferanslar yaptık, sempozyumlarda makale sunduk, sergiler açtık, dört kitap çalışmamız var. Buraya okullardan öğrenciler geliyor, onlara sunum yapıyoruz. Bu faaliyetler on beş, yirmi yıldır devam ediyor. Müzeleşme, bunların sürdürülebilir olmasını sağlayacak. 

    Buradaki eserler araştırmacılara açık mı? Dışardan gelip çalışma yapmak mümkün mü?

    Elbette. Bu şekilde yapılmış yayınlar yanında özel ilgi alanım olduğu için benim yazdığım ve sunduğum, hakemli dergilerde yayınlanmış makaleler var. 
     

     

    Dünya üzerinde başka su müzesi var mı?

    Dünyada elli civarında ismi Su Müzesi olan müze var. Türkiye’de biz tekiz. Bırakın Türkiye’yi dünyada bile bizim gibi obje, belge ve geçmiş medeniyetlerin eserlerini bir arada sergileyen bir müze yok. Su Müzesi alanında dünyanın en zengin koleksiyonuyuz diyebilirim. Bizim gibi köklü bir geçmişleri yok çünkü. Son iki yüz yılı, musluk suyunu ya da deniz suyunu çalışıyorlar. UNESCO bu müzeleri bir araya getiren bir birlik kurdu. Kurdukları dijital müze için fotoğraf istediler. Bizim gönderdiklerimiz karşısında hayrete düştüler. Böyle bir şey görmemişler. 

    Müzenin bir kütüphanesi olacak mı?

    Evet, alanı hazır. Üç ayrı yerde dağınık haldeki kitapları bir araya getireceğiz. Genelde sanat, özelde de su kitaplığı olacak. Ayrıca koleksiyonumuzda çoğunluğu çeşme olmak üzere bütün su yapılarına ilişkin yaklaşık 1300 kartpostal var. Koleksiyondaki pek çok başlıkta akademik çalışma yapılabilir. İşlenmemiş bakir çok konu var. 

    Müze açmak büyük ve önemli bir adım. Bundan sonraki hedefleriniz neler?

    Bir sonraki adımımız interaktif müzecilik olacak. Öyle bir niyetimiz var. Burası bir geçiş lokasyonu, hepimiz bunun farkındayız. Vakti geldiğinde müstakil bir müze binasına geçeceğiz. 

    Profesyönel bir ekibiniz var mı müze için?

    Elbette. Müzeleşmenin gerisinde ciddi bir emek ve ekip çalışması var. “Ben müze açıyorum” demekle olmuyor. Ben kurucu başkanım. Danışmanımız Güner Liman, küratör Seracettin Şahin. Osmanlıca eserlerin çevirilerini Fuat Recep ve Yıldırım Ağanoğlu yaptı. Ermenice yazılı eserleri Murat Bilir okudu. Fotoğraf çekimlerinde yine profesyönellerle çalıştık. En önemlisi; özellikle madeni eserlerde yılların getirdiği bir yıpranma oluyor. Konservasyonları Mimar Sinan Üniversitesi’nden konservatör Dr. Raksana Hasanova gözetiminde yapıldı. Böylelikle eserler geleceğe taşındı. Uzmanlar tarafından denetlenmeyen her parça riskli. Bir gün müzayede kitapçığında bir hamam tası gördüm. Üzerinde Hamam Ağası bilmem ne kadın yazıyor diye bilgi vermişler. Ağanın tası alınır tabii. Bir başkasıyla kapıştık, fiyat üç katına çıktı, aldık. Bizde her alınan eser mutlaka kontrolden geçer. Uzman geldi, okudu. “Halil Ağanın kızı bilmem ne kadın” yazan şeyi Hamam Ağası … Kadın diye okumuşlar. Tabii ki iade ettik. Uzmanla çalışmak lüks kabul ediliyor ama koleksiyonere çok şey kazandırıyor bu ihtisas. 

    Ne zamandan beri profesyonellerle çalışıyorsunuz? 

    Türk İslam Eserleri Müzesi’ne başvurup koleksiyonu şirket adına tescil ettirdiğimizden beri profesyonel bir ekibimiz var. Sergi yapacağınız zaman ekibin önemi ortaya çıkıyor. Bir gün yine bir esnaf arkadaş geldi, “Bir tombak tas buldum. Üzerinde Tanrı’nın güneşi doğdu, Agop’un çocuğu oldu yazıyor.” dedi. Hemen talip olduk. Ermenice yazılı tombak tas hiç görmemişim. Üzerinden beş sene geçti, her gelene anlatıyorum o tası. Bir iki sene önce Yapı Kredi Müzesi müdürü ortak bir tombak sergisi açmayı teklif etti. Memnuniyetle kabul ettik. Yirmi eser seçtik, bu tası da koyacağız. Gelen bilgiye güvendiğim için okutmamıştım. “Bir uzman baksın da öyle koyalım.” dedim. Hacı olarak Kudüs’e giden biri oradan getirmiş. Üzerine de oradan alındığına dair bir ibare yazdırmış. Söylenen ibareyle alakası yok. Alıcı olduğunuz biliniyorsa böyle şeylerle karşılaşabiliyorsunuz. Sahtecilik mevzusuna hiç girmeyeyim zaten. Deri matara lazım diyorum mesela. O güne kadar bir tane bile yokken bir anda on tane koyuyorlar karşınıza. Bunlardan korunmanın yolu uzmanlarla çalışmak. 

    Sahafiye malzeme toplamaya nasıl karar verdiniz?

    2008 yılından itibaren sahafiye malzeme de toplamaya başladım. Başlarda “Bu tematik bir iş, sadece objeyle olmaz!” dediğimde itiraz edenler oldu ama zaman beni haklı çıkardı. İşin sahafiye kısmında ilişkilerinden çok faydalandığım iki isim oldu, Ömer Faruk Şerifoğlu ve rahmetli Yusuf Çağlar. Onların vasıtasıyla sahaflarla tanıştım. Zamanla müzayedelere katılmaya başladık. Zaman, emek ve para harcadım ama tek başına bu noktaya gelemezdim. Antikacılardan, koleksiyoner arkadaşlardan, piyasayı bilen isimlerden çok destek aldım. İş yoğunluğu sebebiyle çok fazla sahaf ve antikacı dolaşamıyorum ama iş seyahatlerimde mutlaka gittiğim yerlerdeki antikacıları, sahafları ve müzeleri ziyaret etmeye çalışıyorum. 

     
    Yayın yapmaya nasıl yöneldiniz? 

    Eşya toplarken mecburen literatürü de topluyorsunuz. Sonra konunun eksiklerini farketmeye başlıyorsunuz. Her araştırmacı bir süre sonra yazara dönüşür ve konunun önemli isimlerinden biri haline gelir. Ben de koleksiyonumuzu merkeze alarak altı tane uluslararası konferansta bildiri sundum. Bildirilerden bir tanesi Water Sience’e girdi. Şimdiye kadar 23 makalem yayınlandı. İki kitapta bölüm yazarlığı yaptım. Yazılarımın bir kısmı koleksiyon kültürünü anlamaya yönelik çalışmalar. Avcı olan koleksiyoner bir süre sonra ava döner. Koleksiyonerin Psikolojisi ve Gizemli Dünyasına Bir Bakış’ta bu meseleyi ele aldım. Bir başka yazıda sahaf dünyasında kullanılan ıstılahları derledim; Usta İşi Antikacı ve Koleksiyoner Deyişleri. Uluumay müzesi kurucusu Rahmetli Esat Uluumay’ın eskilerden aktardığı bir sözü var mesela, “Koleksiyoncu ömr-i Nuh, mâl-ı Kârun, sabr-ı Eyyûb olmalıdır.” Bir koleksiyon için gerekenler daha iyi ifade edilemezdi herhalde. Bir de müze koleksiyonundaki eserlerden hareketle tek başına ya da ekipten arkadaşlarla yazdığımız bilimsel makaleler var. Selçuklu ve Osmanlı Musluk Başlıklarının Karşılaştırılması, Kadınlar Hamamı ve Gelin Hamamı Âdetleri, Şifa Tasları, İstanbul Sebillerinin Önemi ve Sebillerde Alınan Koruyucu Sağlık Önlemleri… 

    Ne tür önlemler alınmış?

    Sebillere su günlük getiriliyor. Kullanılan tasların temizlenmesi için özel bir görevli var. Kışın ılık, yazın karlı su veriliyor. Salgın hastalık durumlarında kaynatılmış su verilmiş. Bundan daha iyi koruyucu sağlık hizmeti olur mu? 

    Koleksiyonerler dahil pek çok insan koleksiyonculuğun bir hastalık olduğun kabul ediyor. Siz bir hekim olarak buna katılıyor musunuz?

    Aslında iyi yönetilirse koleksiyonerlik bir ruhsal iyilik hali. Bununla beraber kişiyi gündelik yaşamından, ailesinden, işinden alıkoyar hale gelirse o zaman hastalık denebilir işte. Koleksiyonuyla evlenmiş insanlar vardır. Denge içinde hareket etmek lazım ama itiraf ediyorum bu dengeyi kurabilmek de hiç kolay değil. 

    Siz kurabildiniz mi?

    Ben de zaman zaman ailemi ihmal etmişimdir. Haftasonları çoluk çocuk bir yere gitmek varken o sahaf senin bu sahaf benim dolaştığım çok olmuştur. Bu noktaya kolay gelinmiyor, başkaları gezip tozup eğlenirken siz bu işlere vakit ayırıyorsunuz. Ankara’ya ödeme almaya gitmiştim, önemli sahaflardan biri olan Korkut Erkan’a da uğradım. Bana Osmanlıca ve Fransızca yazılı “Ferahoğlu Remzi Türk Musluk İmalathanesi ve Mikelaj Fabrikası” yazan bir fatura verdi. Aradan en az beş sene geçti, bir gün bir antikacı arkadaş aradı, “Bir musluk parçası bulduk, üzerinde etiket var ama tam okuyamadık.” dedi. Uçarak gittim çünkü üzerinde yazı olan musluk parçası bulmak kolay değil. Aldım getirdim, uzman arkadaşlar okudu, “Ferahoğlu Remzi Türk Musluk İmalathanesi ve Mikelaj Fabrikası” Fatura ve musluk 90 sene sonra eşleşti böylelikle. Esnafa uğramasam, dükkanlarına gidip gelmesem bu malzemeyi bulmamın imkanı yok. Bir başka antikacıdan üzerinde stilize ejder başlığı olan bir tulumba aldık. Boyalı, “Ben uğraşamam. Boyasını temizleyip öyle verin.” dedim. Temizlediler, altından bir yazı çıktı. 1810, Trabzon işi. Rum ustalar tarafından yapılmış. Temizlenmiş olarak satışa koysalar, yazıyı önceden görseler fiyatı ikiye, üçe katlardı. 

    Başka koleksiyonunuz var mı? 

    Her koleksiyonerde kendi ana konusu dışında şeyler toplama merakı da vardır. Hilye ve hat eserleri alıyorum. Küçük kutular topluyorum. Tahta kaşıklarım var ama bunlar koleksiyon olarak değerlendirilir mi bilemem. O maksatla toplamıyorum. Kültür ve sanatla iç içe olmak, işte ve aile ortamında bu havanın koklanması çok güzel.

    Aile üyelerinize de bulaştırdınız mı?

    Kaçınılmaz olarak. Oğlum mühür ve yarı değerli taşlardan yapılmış stilize hayvan figürleri topluyor. Bir kızım baykuş figürlü eserler topluyor. Diğer kızım kahveyi çok seviyor. Benim de teşvikimle kahve malzemeleri almaya başladı. Bütün koleksiyonerlerin en büyük kaygılarından biri ‘benden sonra ne olacak?’ meselesidir. Ancak yeni kuşakları da işin içine katarak devamı sağlanabilir. Koleksiyonunuz gündelik yaşamınızın bir parçası haline gelmişse çocuklarınızla beraber esnaf dolaşıyorsunuz, müzelere gidiyorsunuz ve onlar da yavaş yavaş ilgilenmeye başlıyor. Sonuçta hepimiz biliyoruz ki koleksiyonerler gönüllü kültür elçileridir. Topladıkları malzeme bir şekilde piyasaya dönse bile büyük bir hizmet verdikleri inkar edilemez. Dünya müzelerinin pek çoğunun kurucu unsurları hep şahsi koleksiyonlar olmuş. O yüzden koleksiyonerlerin kıymetini bilmek lazım. Marifet iltifata tâbîdir.

     

    Related Posts

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.