Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Nadir Söyleşiler - türkiye hâlâ bir yazma kitap cenneti!

    türkiye hâlâ bir yazma kitap cenneti!

    Haziran 6, 2023
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

     

    Sabri Koz, halk edebiyatı okurlarının, sahaf müdavimlerinin ve yayın dünyasının yakından tanıdığı bir isim. Kendisini kitap meraklısı ve eğitimci olarak tanımlasa da aslında bundan çok daha fazlası olduğu, Sabri Bey’i tanıyanlarca bilinir. Her şeyden önce öğretmen elbette. Sonra derlemeci, makale yazarı, araştırmacı, editör… Mütevazı bir bütçeyle 50 yılda kurduğu halk edebiyatı ‘koleksiyonu’ ve ilk öğrencilik yıllarından itibaren sürdürdüğü titiz okurluğu sayesinde pek çok yayının ortaya çıkmasında büyük emeği var. Kendi ifadesiyle, çalışmakla ve öğrenmekle geçen bir ömrün semeresini, yayına hazırladığı kitaplarda cömertçe ortaya koyuyor. Eski yemek tarifleri, hikayeler, türküler ve bilmeceler gibi konularda hazırladığı derlemeler kadar sohbetine de doyum olmadığını en baştan belirterek sözü Sabri Bey’e bırakalım…
    Geri dönüp baktığımızda; araştırmaya, bilmeye ve toplamaya meraklı Sabri Koz’a dair ilk işaretler hangi yıllarda ve yaşlarda karşımıza çıkıyor?
    Çocuklukta… Küçüktüm, harçlığımı çıkarmak için komşulardan okunmuş gazete toplayıp kese kâğıdı yapıyordum. Komşularımızdan birinin okuduğu gazeteden resimli bantlar kesip evimizin “yaz odası”nın duvarındaki çok düzgün tıraşlanmış direğe, alt alta yapıştırıyordum. Topu topu iki büyük odamız vardı, yazın güneşli ve bol pencereli “yaz odası”na, kış geldi mi daha korunaklı olan “kış odası”na taşınırdık, Annem duvarlara astığım kağıtların görüntüsünün evi kirlettiğini düşünmüş olmalı ki ablalarımdan kalma eski, kullanılmış bir defter verdi. 1950’li yılların sonları. O yıllar sarı ya da saman kâğıdından defterler yaygın. Beyaz defterler varlıklı ailelerin çocuklarına göre. Bir süre bu defterleri kullandıktan sonra adı sonradan Tekel olan İnhisarlar İdaresi’nin tütün paketlerine dadandım. Eşleri tütün içen komşulardan paketleri atmamalarını istiyordum. Açılınca ince uzun, yarım dosya kâğıdı büyüklüğüne yakın bir kâğıt elde ediyordunuz. 30 – 40 yaprak birikince üstten dikmeye çalışır ve bloknot gibi ama acayip bir defter elde ederdim. Kestiğim gazete küpürlerini bu defterlere yapıştırmaya başladım. 

    Topladığınız bu bantlarda ne yazıyordu?

    Birer sütunluk çizgi bantlardı bunlar. Birtakım tiplerin kısa latifeleriydi. Bazılarında yazı da olurdu. Geçenlerde farkettim; trende, vapurda, metroda çalışmak için üzerinde durduğum yazmaların fotoğraflarını çekip çıktılarını alıyorum. Çeşitli boylarda defterlerim var. Bunların sol sayfalarına orijinal belgeyi yapıştırıyorum, sağ tarafını boş bırakıyorum. Yolculuk sırasında ne kadarını çevirebilirsem. Düşündüm, ‘Bu alışkanlık bana nereden geldi?’ Çocukluktaki o kesme yapıştırmayla çok ilgisi olduğunu kendi kendime kurguladım. Kitapların kenarlarını tamir etme, dağılmış formaları dikme, “sahte şiraze”yi düzenleme gibi işlere karşı da ilgim vardı. Kâğıtlar içinde ömür geçirdim, şikâyetçi değilim.

    Çocukluk evinizde kitap var mıydı?

    Evimizde kütüphane sayılabilecek bir oluşum yoktu. Toplasan dokuz on tane kitabımız vardı. Annem ilkokul 3’e kadar okumuş, eski yazı bilirdi. Daha çok harekeli kitapları okurdu. Bizde; Muhammediye, Ahmediye, Kerbela Vak’ası, Kan Kalesi, Yûnus Emre Dîvânı, Kerem ile Aslı ve ilmihal kitapları vardı. Bunları biliyorum. Muharrem ayında Kerbela Vak’ası, normal zamanda Muhammediye, Ahmediye ve Yûnus Emre Dîvânı okunduğunu hatırlıyorum. Hatta annem bunları kendine has bir ezgiyle okurdu. Babam ve annem bazı olaylar karşısında ağlardı. Ben de hep gözü yaşlı bir insan oldum. Sonra bu tür meselelerin konuşulduğu, müzikle, ezgiyle icra edildiği tekkelerde de bulundum. Özellikle Bektaşî, Kadirî ve Rıfâî tekkelerinde bunu gördüm. Sanatsal yanı da olan bu müzikli yarı ibadetler, bana hep dokunmuştur. Mesela Alevî cemlerindeki Kırklar semahını, Turnalar semahını izlediğim zaman, oradaki “Turna Uçuşu”nu canlandıran geçiş bende heyecan uyandırır. Annemin o manzum dinî hikayeleri ezgiyle okumasından nasıl etkileniyorsam bunlardan da öyle etkileniyorum. Hâlâ dokunaklı bir nefes, bir ilahi, bir türkü dinlediğimde ya ağlarım, ya ağlamaklı olurum. Hemen yaşarır gözlerim. 

    Saydığınız tekkelere çocukluk döneminizde mi gittiniz?

    Hayır çok sonra, İstanbul’da, Ankara’da gittim. Ben aslen Divriği merkezden eski, köklü bir ailenin çocuğuyum. O yıllarda “yerli” ve “köylü” ayrımı vardı. Babam nalbant olduğu için beş buçuk altı yaşlarına kadar baharda gidip kar yağmadan dönmek üzere Divriği’nin Kırkgöz Köyü’nde yaşadık. Bir yaz günü kadınlarla birlikte köyün arkasındaki bir tepeye çıktığımızı, orada kadınların hep bir ağızdan haykırdıklarını ve “Kıratlı” diye anılan ve orada yattığına inanılan “yatır” için iltifatlı yakarıcı sözler söylediklerini hatırlıyorum. Çocukluğuma dair hatırladığım en eski dini ritüel budur. Çocukluğumda aile ortamında namaz ve oruç gibi ibadetlerin içinde buldum kendimi. Babam ve annem abdestli-namazlı insanlardı. Dokuz on yaşlarında Kur’ân Kursu’na gittim. Hocaya okumaya gittiğim zamanlarda kullandığım cüzlerden bazılarını saklamış annem, ben de hâlâ saklarım. 

    O yaşlardan parçaları bile muhafaza ettiğinize göre arşivciliğiniz epey geriye gidiyor?

    Bunları saklıyorum evet. Çikolata kâğıtlarını tırnağımızla düzleyip üçgen şeklinde “sürecek” dediğimiz araçlar yapardık. Çikolata yemek o zaman için herkesin ulaşabileceği bir şey değildi. Komşulara “Çikolata yerseniz kâğıdını bana verin!” diye tembihlerdim. O Kur’ân-ı Kerîm’i anacığım elinden düşürmezdi. Varak kenarlarında babamın, ağabeyimin vefat tarihleri yazılıdır. Onu da saklıyorum. Annem okuyabiliyordu ama yazmasını geliştirmemişti. Unutmuştu demek daha doğru. Sadece adını yazardı: “Zekiye Hanım…” Bir elbise askısına kurşun kalemle yazdığı bu ibareyi hâlâ saklarım. Babam okumayı yazmayı ilkokul seviyesinde öğrenmişti. Osmanlıca yazabiliyor, alacak verecek defterini bu yazıyla tutuyordu. Millet Mektepleri’nde de yeni yazıyı öğrenmişti. Eski ve yeni yazıyla yazılmış yazıları ve Millet Mektebi’nden verilmiş okur-yazarlık belgesi bende. Evimizde okunan kitapların büyük kısmı hâlâ duruyor, saklıyorum. Bana kalsa saklayamazdım, vefatından sonra annemin sandığından çıktı. Bunlar arasında başı sonu olmayan bir Kerem ile Aslı kitabım var. Benim için çok kıymetlidir. Babam Kerem ile Aslı’dan türküler söylerdi. Kitabın kenarına da maniler yazmış… Hatıralarımı toparlıyorum, bunları ve bunlara benzer başkalarını da ekleyeceğim oraya. Kitap aşkımda annemin, babamın ve ağabeyimin katkılarını unutamam. Rahmet olsun üçüne de.

    Çikolata bulmanın zorluğundan bahsettiniz. Peki kitap bulmak kolay mıydı?

    Kitap okuma alışkanlığını resimli roman okuyarak kazandım. Fakat ilginçtir çocukluğumuzda resimli roman okumak ayıp kabul edilirdi. Bu kitapların insan ahlakını bozduğu düşünülürdü. Ben bunu o zamanlar bilmiyordum tabii. Hali vakti yerinde komşularımızın çocukları bu kitapları evlerine götüremedikleri için saklamak için bana verirlerdi. Babam rahatsız olduğu için nalbantlık yapamıyordu. Onun ahırdaki meslek dolabında küçük bir kütüphane kurdum. Texas, Tommiks, Kinova, Kartal, Pecos Bill gibi kitapları yan yana düzgün bir şekilde istifledim. Benden istedikleri zaman veriyordum sonra geri alıyordum. 

    Bu kütüphaneciliğe başladığınızda kaç yaşındaydınız?

    On, on bir ya da on iki. Benden bir iki yaş büyük bir komşu çocuğunu bu tür kitaplardan biriyle annesi yakalamış bir gün. Kitabı kimden aldığını sorunca “Kozoğlugilin Sabri’nin” diyerek benim adımı vermiş. Kadın da gelip anneme “Sizin çocuk bizim oğlanın ahlakını bozuyor.” diye çıkışmış. Bir yaşlı ineğimiz vardı. Onun altını temizlemek benim vazifemdi. Bir gün ahırda işimi bitirdikten sonra dolabı açmış kitaplara bakıyordum ki annem suçüstü yakaladı. “Bunlar ne? Nereden aldın? Bunları alacak parayı nereden buldun?” diye sordu. Bazen 25 kuruş verip ekmek almak için çarşıya gönderirlerdi. 5 kuruş para üstünü de getirmemi isterlerdi. Kıt kanaat geçinen bir aileydik. Kitapların kimin olduğunu söyledim. Komşunun oğlunun ismini söyleyerek, “Ama o bunları bize Sabri veriyor diyormuş,” dedi. “Yok, bunlar bana emanet. İstediklerinde veriyorum, okuyup geri getiriyorlar. Ben de okuyorum tabii.” dedim. Annem benim okumama kızmadı. Sadece komşu hanımın ahlak bozma meselesine takılmıştı ve derhal geri vermemi söyledi. Fakat hangi kitap kimindi bilmiyorum. Kaç kişiyse aralarında bölüştürdüm. Bu sefer de “Bunlar benim değil!” diye itiraz ettiler. Velhasıl kimseyi memnun edemedim.  

    Peki okuma ihtiyacınızı nasıl gideriyordunuz?

    O yıllarda çok az ilçede ortaokul vardı. Benim büyüdüğüm yerdeki okul 1938 yılında açılmıştı. Divriği Nuri Demirağ Ortaokulu. 1962’de oraya başladığımda, laboratuvar, sinema salonu, sinema makinesi, piyano ve kütüphane vardı. İlk siyah-beyaz kovboy filmini bu okulun salonunda izlemiştim. Kütüphanecilik koluna seçildim. Okulumuz sabahçı ve öğlenci olarak iki devreliydi. Öğlenci olduğumda sabah, sabahçı olduğumda da öğleden sonra görevli arkadaşlarla birlikte kütüphaneyi açmaya giderdim. Gürültü mü yaptık, aynı kolda görevli komşu kızlarıyla biraz fazla mı konuştuk, gülüştük bilmem; okulumuzun kâtibi Ömer Amca velime şikayet etmiş. Sonra beni kitaplık kolundan attılar. Bir daha kütüphaneye gitmedim. Hatta 3 yıl boyunca kapısının önünden geçerken dönüp içerde ne var, kim var diye bile bakmadım. 

    Kitap okumak için de mi gitmediniz?

    Hayır, korkardık biz! Biz ortaokul şapkası olmadan sokağa çıkamayan bir nesildeniz. Öğretmenlerimiz çarşıda şapkasız gördüğü zaman okul kurallarını bozduğumuz için disiplin kuruluna verirlerdi. O kütüphanede bulunduğum günlerde; 1930’lu, 40’lı yıllardan kalma kitapların çokluğu dikkatimi çekmişti. O günlerden Hayvanlar Âlemi diye bir kitap hatırlıyorum. Sonradan araştırdım, Kanaat Kitabevi’nin yayını. Eski Türkçesi de varmış. Renkli basılmıştı. O kitap hiç aklımdan çıkmadı. Ortaokula başladığım yıllarda böyle şeyleri alabilecek memur çocuklarının bazı renkli ansiklopedileri okula getirdiklerini görürdüm. Arkadaş olduğumuz için onların ansiklopedilerine de bakardım tabii. Bu arada hayatımın en mutlu hadisesi oldu. Yine benim gibi Divriğili bir ailenin iki oğlu Numan ve İhsan Bengi vesile oldular Halk Kütüphanesi’ne gidip gelmeme. 

    Yine ortaokul yıllarında mı?

    Evet, ortaokul yılları. Binlerce kitap! Asıl kitap aşkını orada tattım. Kütüphanenin, kitapların konulduğu bir dolaptan ibaret olmadığını öğrendim. İlk okuduklarım; Esat Mahmut Karakurt’un Çölde Bir İstanbul Kızı ve Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Yavuz Sultan Selim Ağlıyor kitapları. “Ne okudum, ne anladım?” bunu bilmiyorum. O kadar çok okunmuşlardı ki, tek rakamlı sayfaları tükürükle açılmaktan kararmıştı. Nem aldıkları için üst kısımları ince, altı kısımları kalındı. Memur Sururi Baykal uzaktan akrabamızdı, kitapları eve götürmemize izin verirdi. Orada kitap künyesi çıkarmayı da öğrendik, mecburen! Sururi Amca yaşlıydı. Biraz da tembeldi galiba, bizi çalıştırırdı. Devletin gönderdiği kitapları demirbaş defterine kaydederdik. O kitaplar, ‘Devlet Kitapları Mütedavil Sermayesi Müdürlüğü’ tarafından gönderiliyordu. Demirbaş defterine kitabın türü, adı, yazarı ve fiyatından sonra nereden geldiğini de yazmak gerekiyordu. “Devlet Kitapları Mütedavil Sermayesi Müdürlüğü.” Ben galiba uyanık olduğum için en üsttekine yazıp diğerlerine “den den” koyuyordum. Sururi Amca bunu görünce çok kızdı. Sonra tek tek yazdım hepsini. Yıllar sonra bu “mütedavil sermaye”nin döner sermaye olduğunu öğrendim. O yaşlarda yaramazlık yapıyorum diye annem beni terzi çıraklığına, marangoz çıraklığına gönderdi. Bunların ikisi de “Bu çocuk okusun, mesleğe vermeyin!” dedi. Elektrikçi ve badanacı çıraklığı bile yaptım. 11-12 yaşlarında tuğla ocağında çalıştım, briket döktüm.

    Bu işleri yaparken okulu bırakmak gibi bir düşünceye kapıldığınız oldu mu?

    Hayır, başka bir şansım yoktu. Ortaokul son sınıfa geldiğimde sınavına girmediğim parasız yatılı okul yoktu. Haziran mezunuydum. Haziran mezunu olmak bir meziyetti. Bütünlemeye kalmadan orta dereceyle mezun oldum. Derslerimize ilkokul öğretmenleri de gelirdi. Onlardan öğrendiğim imla kurallarını asla unutmuyorum. Fransızca öğretmenimiz de yoktu. Bir defasında Sivas Lisesi’nin öğretmeni Behice Başar Hanım geldi tatilde, kurs verdi bize. Eğitim Enstitüsü’nde onun yaz tatilinde bir ayda verdiği temel Fransızca bilgileriyle idare ettim. Ortaokulu bitirince ailem beni Ankara’ya, küçük ablamın yanına gönderdi. Erkek Sanat Enstitüsü’nün tesfiye bölümüne yazıldım. Eğe tutmayı ve demir parçalarını düzeltmeyi öğrendim. Sonra rahmetli ağabeyim öğretmen okulunun “seçme” sınavını kazandığımı bildiren bir telgraf gönderdi. Hemen memlekete dönüp öğretmen okulunun “giriş” sınavına girdim. İlk kez otelde kaldım, ilk kez kuru fasulye yedim o günlerde. Eskiden Ajanstürk Takvimi vardı. Bir şiir takvimiydi bu. Sayfanın bir tarafında takvim, diğer tarafında ve arkasında şiir olurdu. Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları”, Kemalettin Kamu’nun “Bingöl Çobanları”, Mehmet Âkif Ersoy’un “Küfe” şiirini ve daha birçok şiiri o takvimden öğrendim. İki aşamalı olan sınava bu birikimle girdim. Edebiyattan 10, matematikten 0 almışım. “Bu çocuk başımıza bela olur.” diye beni kabul etmek istememişler. Sonra bir öğretmenim kefil olmuş, onun sayesinde okula girmişim. 

    Nasıl haberdar oldunuz bu durumdan?

    Okulun ilk günü öğretmenler odasına çağırdılar. Bana kefil olan öğretmen, “Söz ver, bütün derslerine çalış!” diye öbür öğretmenlerin huzurunda benden söz aldı. Hocamı mahcup etmedim. Okuma, yazma, var olan kütüphane müdavimliği, şiir ve kompozisyon yazma gibi becerilerimin hepsini orada geliştirdim. Hatta tamamlayamadığım bir roman bile yazdım. Oradan da orta dereceyle ve Haziran’da mezun oldum. O yıllarda neredeyse Türk edebiyatının belli başlı bütün eserlerini okumuştum. Okuyamadıklarım hakkında da bilgim vardı. 

    Okulda sizi yönlendiren, merakınızı besleyen kimse oldu mu?

    Bizden dört beş yaş büyük bir ağabeyimiz vardı, Yasin Savaş. Şairdi. İlkokula geç başlamış, birinci sınıfta çıkan boykota katıldığı için de sınıf tekrarı cezası almıştı. Onunla aynı sınıfa düşmüştüm. Okumam için o veriyordu kitapları. Öğretmenlerimizden de kitap alabiliyorduk. Sivas Öğretmen Okulu’nda, on bin cilde yakın kitabı olan bir kütüphane vardı. Akşam yemeğinden sonraki etüd saatlerinde sınıf başkanına isim yazdırıp kütüphaneye gidip kitap okuyabilirdik. Türk ve dünya edebiyatına ait eserleri orada tanıdım. 

    Halk edebiyatı ne zaman gündeminize girdi?

    Öğretmen okulunun kütüphanesinde, dolapların birinin dibinde Türk Folklor Araştırmaları adında bir dergi gördüm. 1949’dan itibaren yayımlanmış, 366 sayı çıkmış çok kıymetli bir dergi bu. Üst kısımları açılmamış olurdu. Cebimde taşıdığım küçük Sivas çakısıyla açardım. İkinci ve üçüncü sınıflarda, “Burada yayımlanmış olan masalları, halk edebiyatıyla ilgili konuların birçoğunu, benzerlerini ben de biliyorum. Acaba bir gün ben de bu dergiye yazı gönderebilir miyim?” diye hayal kurardım. 

    Bu hayal gerçekleşti mi?

    Yıllar sonra… Lise’den 1968’de mezun oldum. 17 yaşındaydım. Annemle mahkemeye gittik, yaşım 6 ay kadar büyütüldü. Bir ay içinde Sakarya’nın Geyve ilçesine bağlı Pamukova Bucağı’nın Akçakaya köyüne tayinim çıktı. Eskiden devletimiz okuttuğu insanlara sahip çıkardı. O prensip yok oldu şimdi. Akçakaya’ya gittim. İlk maaşımla kitap da aldım tabii. 

    Ne aldınız?

    Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları kitabını. Şairin üvey oğlu Memet Fuat tarafından yönetilen “De Yayınları” kalınca bir kitap halinde çıkarmıştı. O dağ köyünün tek sınıflı okulunun önündeki verandada, geceleri lüks lambası ışığında çay içiyor, bu kitabı okuyordum. Köylüler beni çok sevmişti. İlk yazma kitabımı da, Osmanlıca okumam yazmam yok iken köyün imamı hediye etti bana. İstiklal Savaşı Hatıraları… Enstitüyü kazandığımı, o köyde öğretmenlik yaparken yine ağabeyimden öğrendim. Öğretmen okulundan bir arkadaşımla beraber İstanbul’a gidip sınava girdik, kazandık. İstanbul Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’nde iyi bir hoca kadrosu ve sistem vardı. Birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiğim yıllarda Halk Edebiyatı diye bir türün var olduğunu hem derste, hem de kitap okuyarak öğrendim. Tam bir kitap okuma canavarı oldum o yıllarda. Şiir de yazıyordum. Hocalarımdan özellikle birinin uyarısı üzerine şiir yazmayı bıraktım ve yazı yazmaya karar verdim. Kendimi Halk Edebiyatı konusunda yetiştirmeye gayret ettim. Henüz okulu bitirmeden ilk yazım Türk Folklor Araştırmaları Dergisi’nde yayınlandı. 

    Sizi Halk Edebiyatı çalışmaya teşvik eden kimse oldu mu?

    Aşağı yukarı bütün hocalarım. Mesela şiiri bırakmamı söyleyen Hocam Behçet Necatigil’di. Bu konulara ve Osmanlıca öğrenmeye olan ilgimi görüp beni takdir eden hocalarımdan bir tanesi Orhan Şaik Gökyay’dı. Hocalarımız Çağatay Uluçay, Cemil Yener, Enver Naci Gökşen gibi çok değerli insanlardı. Hepsi rahmetli oldu. Onlardan çok şey öğrendim. Bana hayatımın sonraki dönemlerinde farkında olmadan uygulayacağım bazı alışkanlıklar verdiklerini de gördüm.

    Ne gibi?

    “Bir şeyi biliyorsan paylaş! Bilmediğin şeyi sor!” Orhan Şaik Bey bir ikileme söylerdi bize: “Bilse sorardı, sorsa bilirdi / Bilmez ki sorsun, sormaz ki bilsin!” Çok sıkı bir eleştirmendi Hoca. Destursuz Bağa Girenler eleştiri yazılarından oluşan bir “kült” kitaptır. Adını duyduğum kitapları hocalarımdan isterdim. Çankırılı Ahmet Talat Bey’in Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev’i diye Osmanlıca bir kitabı vardı. Onu Behçet Necatigil’den alıp okumuştum.

    Osmanlıca dersiniz var mıydı?

    Hayır, Eğitim Enstitüsü’nde Osmanlıca dersimiz yoktu. Küçük yaşta Kur’ân okumayı öğrendiğim için harfleri biliyordum. Kafasını gözünü yara yara, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kaynanam Nasıl Kudurdu? kitabını herkesten bir saat önce gidip yatakhanede ışığın altında okudum. Okurken uyuyakalırdım. Beni seven arkadaşlar kitabı yastığımın altına koyar, üstümü örterlermiş. İnsan daha ilerisini öğrenmek istediğinde yardıma ihtiyaç duyuyor. O zaman Allah rahmet eylesin Orhan Şaik Gökyay ve Cemil Yener’e gittim. Cemil Yener çok iyi bir denemeciydi. Fuzuli’nin Dünyası diye bir kitabı vardı. Şeyh Bedrettin’in Varidat’ını da çevirmişti. Refik Halit’in Kirpinin Dedikleri kitabını okuttu bize. Ama ilk baskısını. Çünkü ilk baskısı sansürsüzdür. O zaman bilmiyordum bunu. Bir kitapçının deposu patlamıştı. “Deposu patlamak” bir sahaf tabiridir. Piyasaya külliyetli miktarda kitap çıktı haliyle. Bana “Kitap al da kursta okuyalım” dediler. 18 tane aldım. 

    O tarihlerde sahaflara gidip gelmeye başlamış mıydınız?

    Sahaflara 1968’de gitmeye başladım. Beni ilk götüren ve tanıtan rahmetli ağabeyimdi. Arkadaşlarımın, öğrencilerimin isimlerini unutuyorum ama o dükkân sahiplerini ve hangi dükkândan ne aldığımı hiç unutmuyorum. Hepsi dün gibi aklımda… Oldum olası sahaflarla iyi geçinmişimdir. 

    Özellikle mi dikkat ettiniz buna, yoksa kendinizi yakın mı hissettiniz?

    Hem özellikle dikkat ettim, hem de bir yakınlığım vardı şüphesiz! Alım gücü zayıf bir insanım. Öğretmen maaşı belli. Sevdikleri için hep indirimli verirlerdi bana. Bugün de öyledir. Mesela Bahtiyar İstekli Bey, pahalı kitapları alamayacağımı bilir. Bu yüzden sık sık kitap hediye eder. Turkuaz’ın sahibi Nedret İşli, Müteferrika’nın sahibi Lütfü Seymen beyler de ilgileneceğimi bildikleri şeyleri ayırır ucuza verirler. Birçok insan “Bu Sabri Abi’nin ilgileneceği bir malzeme!” diye düşündükleri şeyleri şu ya da bu şekilde bana ulaştırır. Eski sahaf müdavimlerinin sıkça kullandığı bir söz vardır: “Alamadığıma değil göremediğime yanarım” Ben ikisine de yanarım…

    Sahaflar Çarşısı’nı ilk ziyaretinizden neler hatırlıyorsunuz?

    Sahaflar Çarşısı’nı müşteri ya da meraklı olarak tek başıma ziyaretim 1969 ya da 1970 yıllarına rastlar. Çarşı’nın dışında Çınaraltı diye anılan bir yer vardı. Çınar yoktu, at kestaneleri vardı ama öyle derlerdi. Orada cami duvarının dibinde sergi açılacak genişlikteki sekilerde seyyar tezgâhlar kurulur; küçük antikalar, eski kitaplar satılırdı. Bugün kütüphanemdeki “1” numaralı cönk oradan satın alınmıştır. 

    Fiyatını hatırlıyor musunuz?

    5 lira ya da 7,5 liraydı. Satan adama “Bilet param kalmıyor!” dediğimi hatırlıyorum. Eminönü’ne yürüyerek inmiştim. 

    Sizi cönklerle kim tanıştırmıştı? Aldığınız şeyin kıymetli, önemli olduğunu kimden öğrenmiştiniz?

    Her aldığınız şey kıymetli değildir. Bu yanılgıdan hepimizin, özellikle de sahafların kurtulması lazım. 15 – 20 liralık kitaba 2000 lira fiyat koymaktan vazgeçerler böylelikle. Sonradan öğrendim ki bu bir hakimiyet duygusu. Piyasayı bu hale getirenler de kısmen koleksiyoncular. Bu yüzden her vesileyle “koleksiyoncu değilim!” diyorum. Diyelim ki 50 varaklık bir mecmua, defter. Esnafın dükkânında ne kadar bakabilirsin ki? “Kaç para?” diyorsun. “Abi senin için 500 lira!”, “Kardeşim içinde 500 lira edecek bir şey var mı?” Bunu herkese söyleyemezsin. Söylersen bir dahaki sefere, eline başka malzeme geçtiğinde sana göstermez. Yazmalarla ilgili, neredeyse benimle özdeşleşen bir sözüm var: “Türkiye hâlâ bir yazma kitap cenneti.” Ama böyle olumsuz tarafları da var.

    Bu sözünüz bugün için de geçerli mi?

    Tabii, bugün de geçerli. Onun için sahafları kırmak, incitmek istemem. Onlarda her zaman işimize yarayacak malzeme çıkar. Ama siz benim sergilerden sahaflardan aldığım kitapları görseniz elinizi sürmezsiniz. Bakımını yapıyorum, yan kâğıdı olarak ve kapaklarda ebruları, sırtlarında deri konfeksiyoncularından dilendiğim parçacıklarını kullanarak ciltletiyorum. Rahmetli Ali Alparslan Hoca’nın Türk Hat Sanatı Tarihi kitabının editörlüğünü yapmıştım. Mimar Sinan Üniversitesi’nde ebru hocalığı da yapmıştı. Kendisinden işe yaramayan ebrular istemiştim. ‘Agam’ diye konuşurdu, çok samimi bir insandı. “Agam ne yapacaksın bu kâğıtları?” diye sordu. “Sahafların sergilerinden, başı sonu olmayan yazma kitaplar, cönk ve mecmua parçaları topluyorum. Bazılarını saklamak gerekiyor. Onlara basit ciltler yaptırıyorum…” dememe kalmadan “Anladım, anladım, anladım…” dedi. Hâlâ bitmedi verdiği ebrular… 

    Cönk ne demek?

    Pratik olarak şöyle izah edeyim: Bloknot şeklinde, aşağıdan yukarıya doğru açılan bir kitap çeşididir cönk. Açılışı normal defter gibi olanlara mecmua deniyor. Ancak her ikisi de aslında mecmuadır. Yani her cönk mecmuadır, her mecmua cönk değildir. 

    Bu isimlendirmenin içerikle ilgisi yok, öyle mi?

    Evet, içerik ne olursa olsun! İçinde divan şairlerinin şiirleri de olabilir, Karagöz fasılları, dualar, ilahiler, türküler, âşık deyişleri, ilaç reçeteleri de. 
     

     

    Cönk almaya ne maksatla başlamıştınız?

    Halk edebiyatı kaynaklarından biri olduğu için alıyordum. Cami duvarının dibindeki sergiden aldığım ilk cönkte Köroğlu’nun bir şiiri vardı. Beni almaya heveslendiren oydu. Cönk ve mecmuaları çok seviyorum, içeriği beni ilgilendirmese de gördüğüm her örneği almak isterim. Her biri bir ya da birçok insanın elinden çıkan, farklı dünyaları yansıtan, beklenmedik bilgilere, beklenmedik metinlere rastlarız bunlarda.

    Cönklerdeki bu şiirlere ve deyişlere kaynaklarda rastlanıyor mu yoksa daha önce yayınlanmamış şeyler mi?

    Bunu alırken bilemezsiniz. Genelleme de yapılamaz. O anda anlayamazsınız, sonra da anlayamazsınız aslında.

    Neden?

    Çok tecrübeli olmanız lazım. Çok okumuş, çok görmüş, şairleri ve şiirlerini tanımış olmanız lazım. Bu tür malzemeyi satın almak bir tür kumardır. Verdiğiniz para boşa da gidebilir. Bunu eve gelince anlarsınız fakat iş işten geçmiştir. Götürüp veremezsiniz. Esnaf arasında, “Abi fiyatı bu. Al götür, işine yararsa yarın gel, parasını ver!” diyen de çok olmuştur. Ama sonu gelmez. Bu yüzden koleksiyoncu olmak istemedim. Hem her gösterileni almaya gücüm yetmedi. Hem de ‘her gördüğümü almak isterim’ demiştim ya, bu durum yıllar içinde değişti biraz. Yaşım ilerleyince bunları almanın lüzumsuz olduğunu anladım. Yine de ‘koleksiyon’ üstüme kaldı. Koleksiyon demeyeyim de meraklarım ve araştırmalarım sonucu ihtiyaç duyduğum nesneler, birike birike 50 yılda bir varlık oluşturdu. Bu bir koleksiyon mudur? Koleksiyona nasıl baktığınıza bağlı. Ama ben kendime “koleksiyoncu” demiyor, denilmesini arzu etmiyorum…

    Türkiye bugün bile bir yazma kitap cennetiyse, 1970’li yıllarda neler oluyordu sahaf tezgâhlarında?

    Eğitim Enstitüsü’nü bitirip Türkçe öğretmeni olarak Elbistan’a atandığımda sömestr tatillerinde İstanbul’a gelirdim. Geldiğimde 5-6 dükkân benim için çok önemliydi. Birincisi Aslan Kaynardağ’ın Elif Kitabevi. İkincisi Nizamettin Amca’nın (Aktunç) dükkânı.

    Nizamettin Bey’in dükkanının ismi var mıydı?

    Hiç dikkatimi çekmemiş, bilmiyorum. Kendisine “Koltukçu Nizamettin” derlerdi. İstanbullu bir ailenin çocuğuydu. Şehri iyi bilen bir esnaftı. Sevdikleriyle dükkânının önünde tavla oynamayı, at yarışlarını sever, birinci sigarası içerdi. Sigarası hiç dudaklarının arasından eksik olmazdı. Külhanbeyi ağzıyla konuşurdu. Eski, yıkılan evlerden, konaklardan bütün eşyaları alıp cinslerine göre ayırdıktan sonra ilgili esnafa devreder, kitapları kendi dükkânında satardı. Dükkânına uğrar, cönk var mı diye sorardım. Bir gün bana, “Evladım, senin için bir parti yazma ayırdım. Cebine çok para koy, gel!” dedi. Birkaç gün sonra uğradığımda bir deste yazma uzattı; “Ne kadar?” dedim. “Başkasına 250-300 liraya vermem ama sen 125 lira ver, al götür.” 125 liram yoktu. 100 liram ve biraz da bozukluğum vardı. “Ya hu, beni de hep baldırı çıplaklar buluyor!” dedi. Bozukları bıraktı, 100 lirayı aldı. “Al götür, gözüm görmesin.” dedi.

    Ziyaret ettiğiniz diğer dükkânlar hangileriydi?

    Sahaflar şeyhi diye anılan, Aşkî mahlasıyla şiirler yazan Cerrahî Şeyhi Muzaffer Ozak da benim için çekmecesinde yazma parçaları, cönk ve mecmua parçaları bulundururdu. “Gözümün nuru, ne istersen ver!” derdi. Sonra tabii rahmetli İsmail Akçay’a uğrardım. Eskişehirli Ali Amca vardı (Ali Ütük). Ondan da taş baskılar alırdım, o da rahmetli oldu. İbrahim Manav’dan yazma alırdım. Turan Türkmenoğlu, şimdi Elif Kitabevi’ni işletiyor. Ondan da bazı şeyler almışlığım var ama onun dükkânı daha çok muhabbet için gittiğimiz bir yerdi. 

    O malzemeyi nasıl değerlendirdiniz? Topladığınız bu halk edebiyatı yazmaları ne işinize yaradı?

    Bu soruya “Bilmem…” diyerek başlasam doğru olur mu? Tam anlamıyla verimli olmadığımı düşünüyorum. Kısalı uzunlu bin kadar yazı, elli kadar kitap yazdım, hazırladım. Yine de büyük projelerim için kendimi iyi yönlendirdiğim söylenemez. Bundan şikayetçi değilim ama kendimden çok başkaları için çalışmak; hayatımın insanı paramparça eden tecrübeleri, benim gibi akıldan çok duygularının hakimiyeti altında, günübirlik yaşamayan birini gerilere düşürdü. Yaşım ilerledi, ölüm Allah’ın emri ama kendime ayıracak çok az vaktim var. Kendimi başarılı saymıyorum, sözün kısası…

    Kitap ya da yazma almak için başka şehirlere gittiniz mi?

    Hayır, kitap için yaptığım bir seyahat yok. Ama bulunduğum her yerde eski kitap da satan kitapçılardan alışveriş yapmışlığım vardır. 1973’te Elbistan’da dini kitaplar satan bir satıcıdan, o şehirde yazılmış bir Nasreddin Hoca yazmasını ve orada yaşamış Mevcî Baba’nın küçük yazma divanını satın aldım. 1975’te askerlik sonrası arkadaşlarımı ziyaret etmek için Nizip’e gitmiştim. Gezdirmek için Antep’e de götürdüler. Antepli olduklarından emin olduğum kimseler tarafından yazılmış üç cönk aldım bir kitapçıdan. Feneryolu’nda oturduğum evlerden biri düz ayaktı. Balkondan atlayıp hurdacı arabalarındaki kitaplara bakardım. İki ay kadar önce Afyon’dan bir öğretmen aradı. “Sizin bu konularla ilgilendiğinizi biliyorum. Elimde yazmalar var, alır mısınız?” diye soruyor. “Böyle bir alışveriş mümkün değil. Görmeden olmaz. Gönder, beğenmezsem iade ederim.” dedim. Kitaplar geldi, paramparça ama ilginç olduğu için iade etmedim. Bazen böyle şeyler de oluyor. Görmeden alıyoruz. Bu bir kumar! İçinde üç beş tane işe yarayan şey çıkarsa mutlu oluyorum. 

    En büyük kumarınızı ne zaman oynadınız?

    1975’te… Elbistan’dan Birinci Milletlerarası Türk Folklor Kongresi’ne dinleyici olarak davet edilmiştim. Toplantı Galatasaray Lisesi’ndeydi. Beni davet eden kurumun yöneticilerinden biri “Yarın bir yere ayrılma, yolluklarınızı vereceğiz.” dedi. Cebimde 100-150 lira para var. Ne kadar vereceklerini sordum. Seninki “1100 lira! dedi. Maaşım 1200 lira falan. İbrahim Aslanoğlu Hocamızla birlikte bir boşluk yaratıp Sahaflar Çarşısı’na gittik. İbrahim Manav’a uğradık. “Üç tane cönk var. Çok para istiyorum. Her biri 500 lira. Paran varsa al!” dedi. İbrahim Hoca da cönk topluyordu. Hiç sesini çıkarmadı. Baktım, üçü de çok güzel. Bir tanesinde tamamıyla halk hikâyeleri, diğerinde âşık deyişleri var. Her biri 150 yaprak, kalınca defterler. Biraz yorgunlar ama… Üçüncü cönk de 17. ya da 18. yüzyıldan kalma. Denizci âşıkların şiirlerini içeriyor. Nedense o pek ilgimi çekmedi. Rahmetli İbrahim Hoca’ya döndüm. “Cebinde kaç para var?”
    “Ne yapacaksın?” dedi. 
    “Kitap alacağım.” 
    “1200 liram var.” dedi. 1000 lirasını istedim. “Yolluk verilecekmiş, öğrendim. Onu alınca ödeyeceğim.” dedim ve o iki yazmayı aldım. Yolda dönerken İbrahim Bey bana çok kızdı. 

    Neden?

    “Bunlara bu kadar para veriyorsun ve insanları şımartıyorsun.” dedi. Hâlâ kullanıyorum o cönkleri. Birçok makale, bildiri yazdım onlardan. Bizimle aynı toplantıda olan Halk Edebiyatı araştırmacısı Cahit Öztelli de o yazmalardan haberdarmış. Bizden sonra gitmiş İbrahim Manav’a, ikisini benim aldığımı öğrenmiş. Sadi Yaver Ataman Bey’in konuşma yaptığı salondayım, bildirisini dinliyorum. Cahit Ağabey yanıma geldi. “Bakıyorum da çıraklar ustalarını geçiyor.” diye takıldı bana. Yazmaları görmek istedi, gösterdim. Baktı, baktı; “Verdiğin paranın 3 katını vereyim, bana sat.” dedi. Daha borcunu ödememişim, çok cazip… “Hocam bunları ticaret için almadım, bakacağım içlerinden bir şey çıkar mı.” dedim. “Ama en kıymetlisini almamışsın. Sana yakıştıramadım.” dedi. 

    Alamadıklarınız içinde içinizde ukde bırakan özel bir şeyler oldu mu?

    Bunun sonu yok! Bir yerde katılaşmak zorundasınız. Esnafın yaşadığı, “ucuza gitti” pişmanlığı, meraklı için “keşke almasaydım, pahalı aldım” ya da “ohh kandırdım, çok ucuza aldım” gibi hislerin hepsi aldatıcı, uçucu. Alan da satan da bir hizmet için yapıyor bunu. Böyle düşünmek gerekir. Ben bu halleri çok gerilerde bıraktım. 

    1970’lerde ve bugün sizin dışınızda halk edebiyatı yazması ve cönk toplayan kimler vardı?

    İbrahim Bey’i, Cahit Bey’i söyledim. Bakırcılık yapan rahmetli İ. Gündağ Kayaoğlu da toplardı. Ancak o 1980’lerin sonlarına doğru başladı. Daha başka birçok insan vardı. Çoğu üzerinde çalışmak için değil, yatırım ya da kütüphane zenginleştirmek amaçlı topluyordu. O yüzden kendilerini belli etmezlerdi. Bugün de etmezler. Bir gün yakından tanıdığım bir arkadaş, isim de vererek gazeteci ve araştırmacı bir ağabeyimizin elindeki cönkleri satmak istediğini, kıymetini bilecek birine gitmesini arzu ettiğini söyledi. “Göreyim, gücüm yeterse alayım” dedim. Birkaç gün sonra arkadaşın bulunduğu yere davet edildim. Bir poşet içinde on kadar cönk, istenen para da makul, kitaplar temiz. Aldım neticede. Şu ana kadar onlarla ilgili bir çalışma yapamadım ama gençlik yıllarımın şehri Elbistan’dan yetişmiş Derdiçok’un hayatı ve şiirleriyle örülmüş bir metin var ki onu bulmuş olmak beni mutlu ediyor. Onun gibi bu dönemde toplayan insanların çoğunu da bilmiyorum. Temizini, gösterişlisini seçiyorlar. Ben çoğu zaman yığınların içinden seçiyorum, yaprak yaprak topladığım da oluyor. O yığınların içinde enteresan şeylerle karşılaştığım da oluyor. Yıllar önce Kadıköy’de sevdiğim bir sahaftan 8-10 parça cönk almıştım. Yanı sıra yeni harflerle yazılmış derleme defterleri, cönk ve mecmua yaprakları da getirdi. Yazmalardan koparılmış sayfalar çok ilginçti. Malzemeyi toplayan rahmetli, ilgilendiği âşıklarla ilgili yaprakları koparı koparı vermiş. Benim gibi ama işi gereği yazmalara meraklı, çok sevdiğim öğretim üyesi genç bir arkadaşım var, M. Fatih Köksal. Onun yazmaları arasında Kastamonulu İshakzâde Hasan Fevzî Efendi’nin gayet güzel bir yazıyla kaleme alınmış mecmuası var. Bir makalesinde bahsediyordu bundan. Merak edip istedim, sağ olsun esirgemedi. İncelerken Erzurumlu Emrah bölümünde bazı parçaların eksik olduğunu gördüm. Mecmuadaki eksik yapraklar, bendeki yaprak yığıntısı arasındaydı. Fotoğraflarını gönderdim. O da eksiği fark etmiş ama çaresizlik içindeymiş. Niyetim kendisine sayfaları göndermekti aslında, ama pelür gibi bir kâğıt! Kimbilir nereye koydum, yerinde yok… Böyle parçalanmış yazmaları severim…

    Öğretmenlikten emekli olduktan sonra da yine yoğun bir temponun içine girdiniz. Yayın dünyasıyla temasınız nasıl oldu?

    İlk editörlüğümü 1969 yılında yaptım. Öğretmen okulunda kitap okuma alışkanlığı kazanmama, şiirle, düzyazıyla ciddi olarak ilgilenmeme vesile olan ağabeyimin, dostumun şiirlerini yayınladım. Üstünde “Hazırlayan” olarak adım var. 2019’da editörlüğümün 50 yılı doldu! Öğretmenlik, maaşı çok az bir meslektir. İstanbul’a geldikten sona ek gelir elde etmek için yayınevlerine işler yaptım. Birçok ansiklopedide çalıştım, madde yazarlığı ve bölüm editörlüğü yaptım. Ömrüm çalışmakla geçti. Emekli olduktan sonra birkaç üniversiteden teklif aldım fakat istemedim. Kütüphanelere gitmek, sahafları gezmek, araştırmak, yazı yazmak, okumak, her gün yeni şeyler öğrenmek beni daha çok sardı. Emekli olduktan sonra öğrenme aşkımı tetikleyen işler yaptım. Tarih Vakfı’nda, Pertev Naili Boratav Arşivi’nin tasnifinde çalıştım. Rahmetli, halk edebiyatı sahasının duayenlerindendi. Sonra birçok özel yayınevinin editörlüğünü yaptım. 1999’da da Yapı Kredi Yayınları’nda çalışmaya başladım. 22 yıldır oradayım. Kendi konularımın dışına çok çıkmıyorum. Bu konularla ilgili kitapları yayına hazırlıyorum. Bir kitabı müsvedde halinden alıp üç beş defa okuyarak baskıya hazırlıyorsunuz. Bu, anlayan için bir okuldur. Benim tahsilim çok ileri değil, yüksek okul mezunuyum. Ne olacak! Ama hayat tahsilim, âmiyane tabirle söyleyeyim, çok okumak, çok tanımak ve öğrenmek sayesinde insanları şaşırtmıştır. On yıl Ermeni okulunda çalıştım, orada Ermenice harfleri öğrendim. Ermenice basmalara, yazmalara da aşinayım. Mesleğimizin, işimizin, bilgimizin büyük bir kısmı da görmek ve tanımakla gelişiyor. 

    Sadece Osmanlıca yazma mı topluyorsunuz?

    Ermenice bilmiyorum, Ermeni harfli Türkçeyi okuyabiliyorum. Karamanlıca okurum, Kiril harflerini okurum. Yazma olarak Karamanlıca, Ermeni harfli Türkçe ve daha çok Osmanlıca bulursam, işime yararsa alırım. Sovyet döneminde Türk Cumhuriyetleri’nde, daha çok Azerbaycan’da basılmış folklor ve halk edebiyatı kitaplarını da alıyorum.

    Librarie de Péra’da çalıştığınız yıllar da merakınızı beslemiş olmalı!

    Orada çalışırken de sahaflara devam ediyordum. Librarie de Péra’da daha çok Anadolu’da basılan kitaplar ve bazı yazma eserler konusunda ihtisas sahibiydim. Bir nadir kitabın kaç sayfa olduğunu tespit etmek kitapçılar açısından çok önemlidir. Müteferrika baskılarını çok sevdiğim için birkaç defa bana Cihânnümâ tespiti yaptırmışlardı. Kaç harita var, kaç yaprak var. İki defa Cedit Atlas geldi geçti dükkândan. Ona da baktım tabii. Orada da çok şey öğrendim. Bir şeyler öğrenmediğim yer yok. Her yer “mektep” benim için. 

    Hocalarınızın kütüphanelerinden kitap aldığınızı söylemiştiniz. Siz kitap veriyor musunuz?

    Hayır, kitaplarımı paylaşmam. Hocalarımızın bize nasıl kitap verdiklerini biliyor musunuz siz?

    Nasıl veriyorlardı?

    Cuma günü alıyorsak Pazartesi geri götürüyorduk. Ya da en fazla bir hafta kalabiliyordu. Kiril harflerini, Azerbaycan Türkçesiyle yazılmış kitapları okumayı Eğitim Enstitüsü’nde öğrenciyken öğrendim. Son sınıfta bir arkadaşım Köroğlu Destanı üzerine bir bitirme ödevi hazırlıyordu. Orhan Şaik Hoca ona kitabı verdi, ben de o arkadaşımdan öğrendim harfleri. Onun işi bitince öğretmenler odasının kapısında bekleyip Hoca’dan kitabı istedim. Çok meşhur bir Azerbaycan folklorcusu vardır; Mehemmed Hüseyin Tehmasıp, onun Köroğlu Dastanı adlı kitabını yedi günlüğüne verdi! Sekizinci gün götürdüm. Böyle bir okuyucu bulsam ben de veririm. İkinci bir nüshası kütüphanelerde bile bulunmayan çok nadir, küçük baskı bir risaleyi sevdiğim bir gence verdim. O konuda doktora yapıyordu. Yirmi yıldır geri vermedi. Aldığım gün “Bir bakayım” deyip kitabı elimden alıp birkaç defa istememe rağmen getirmeyen ağabeylerim, arkadaşlarım oldu. Anlı şanlı bir öğretim üyesi, benden aldığı bir dergi cildini yıllarca vermedi. İstedim ama güldü geçti, oyaladı… Bir beyit vardır; “Dest-i kadr-i müstaîreden ziyânım bî-hisâb / Ahdim olsun kimseye ariyet vermem kitâb” İnsanlar bu beytin yazılı olduğu levhaları kütüphanelerine asıyorlarmış. Ben de ödünç kitap vermeye tevbe ettim. 

    Turan Türkmenoğlu’nun dükkânının sizin için bir sohbet mekânı olduğundan bahsettiniz. Cumartesi günleri Müteferrika Sahaf’ta düzenlenen sohbetlere de katılıyorsunuz. Bu sohbet meclislerini biraz anlatır mısınız bize?

    Sahaflar Çarşısı’nda Şeyh Muzaffer Efendi’nin dükkânında her zaman sohbet meclisi olurdu. Söze karışmadan saatlerce otururdunuz orada. Çay, mevsimine göre kayısı, kiraz gibi meyveler ikram edilirdi. Oradaki sohbet meclislerinde çok insan tanıdım. Çok şey öğrendim. Turan Bey’in dükkânında da çok insan tanıdım. Her iki dükkânda alışverişlerim de oldu. Sami Önal Bey’in dükkânında da sohbet olurdu ama çok kısa süreli meclislerdi onlar. Böyle sohbet meclislerine ev sahipliği yapmak ayrı bir terbiye ve yetişme gerektiriyor. Lütfü Seymen; terbiye, yetişme ve yaratılış itibarıyla bu iş için biçilmiş kaftan. 1990’lı yılların başından beri oraya gideriz. Cumartesi günleri çıktığımız gezmelerdeki hedef oraya gitmektir. Devamsızlık yapanlar merak edilir. 

    Neler konuşuluyordu bu meclislerde?

    Bizim olduğumuz yerlerde ne konuşulabilir? Kitap tabii ki. Yeni çıkan kitaplar, eski insanlar, eski kütüphaneler, eski yazarlar. Kim ne demiş, kim ne almış. Çantalardan çıkarılıp gösterilir. Ben fazla göstermeyi sevmem ama…

    Neden?

    Ne olur ne olmaz! 

    Meclisin müdavimleri kimler?

    Dönem dönem değişiyor tabii. En başta çok eski arkadaşım Nuri Akbayar’la birlikte giderdik Lütfü Seymen’in yanına. Lütfü’yü öteden beri çok severim. Şimdilerde “Cumartesi Yârânı” diye anıyoruz meclisimizi. Ev sahibimiz Lütfü Seymen’i saymazsak Ferda Anaoğul, Necmettin Hilav, Erol Üyepazarcı, A. Turgut Kut, Cüneyt Kut, Raşit Çavaş, Aydın Oy, İ. Gündağ Kayaoğlu, Dr. Mustafa Duman, Mehmet Ö. Alkan, Emin Nedret İşli, Necdet Sakaoğlu… Bunlardan bir kısmı dünyasını değişti, bir kısmı artık gelmiyor, gelemiyor. Yeniler de var. Bu saydıklarım Akmar’daki dükkân’a gelenler. Sonradan taşındığı yerdeki meclisimiz salgın hastalık çıkıncaya kadar ve genişleyerek devam etti. Önceden haber vererek geldikleri için hüsnükabul görenler, fırsat buldukça, yol düşürdükçe uğrayanlar da vardır: Eray Canberk, Fahri Aral, Ali Birinci, Yahya Erdem, İsmail Kara, Mehmet Bilgin arada bir uğrayan meclis müdavimlerimiz. Nazar boncuğu Hatice Aynur kardeşimizi unutmayayım… Eskilerden var olan bir çekirdek kadro hep geliyor. Müteferrika Kitabiyat Dergisi bu toplantılardan doğdu. 1993’te gün yüzü gördü. Salgın döneminde Mehmet Ö. Alkan kardeşimizin yönetiminde, Tarih Vakfı’nın imkânlarıyla üç kez ekran toplantısı da yaptık. Hoştu, otuz yıllık anılar birikimimize o üç toplantıyı da eklemiş olduk.

    Adına koleksiyon demeseniz de bir ihtisas kitaplığınız var. Yıllar içinde büyük bir emek ve fedakârlıkla oluşan bu kütüphanenin geleceği için ne düşünüyorsunuz?

    Kendi kendime tekrar tekrar sorsam da çok dar muhitlerde bazı kaygılarımı dile getirsem de bu konuda konuşmak beni geriyor. Herkes gibi ben de biriktirdiklerimin benden sonra bir arada korunmasını ve adımla anılacak bir koleksiyon halinde araştırmacılara sunulmasını isterim. Bu son zamanlarda daha sık meşgul ediyor beni, ama bir çare bulamıyorum. Herhalde bu sözlerim bir vasiyet gibi algılanır, benden sonrakiler gereğini yaparlar. Tabii, geride kalanlara haklarının verilmesini, kitaplara bir ödeme yapılmasını da isterim. Cesaret bulsam bunu sağken yapardım…

     

    Related Posts

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.