Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Hoş Sada! - bana kimse müzik ısmarlayamaz!

    bana kimse müzik ısmarlayamaz!

    Kemençevî, hânende, bestekâr, araştırmacı, müzik tarihçisi, kemençe yapımcısı, programcı… Bu sıfatları bir arada, bihakkın taşımak için 40 yılını vermesi gerekiyor Fikret Karakaya’nın! Samimiyeti; asırlar öncesinde kalmış eserlerin icracılığına, minyatürlere nakşedilmiş enstrümanların yapımcılığına ve unutulmaya terk edilmiş anıların koleksiyonerliğine taşıyor onu…
    Ocak 11, 2017
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

     

    Eski zamanlarda yaşamış insanlar vardır, kitaplar anlatır. Sanat zevkini, mûsikîyi, dinî ve lâdinî ilimleri uhdelerinde toplayıp büyük işler başarmışlar… Her biri roman kahramanı âdeta. Mimaride, şiirde, müzikte ulaştıkları zirve, Kaf Dağı kadar erişilmez bizim için! Onlara bütün cömertliğiyle genişleyen zaman geride kaldı artık. Biz, dar vakitlerin insanlarıyız. Acelemiz var! Geçmişte aşılmış dağların gölgesi bile gözümüzde büyüyor…  

    Siz de geriye bakmadan yol alamayanlardansanız, ‘ümitvâr’ olmak için pek sebep yok, haklısınız! Ancak unutmamak gerekiyor ki başarıyı ardınca sürükleyen kıstaslar hâlâ aynı sonuçları doğuruyor. Samimi, kararlı ve tutkuluysanız emeğiniz zayi olmuyor! Fikret Karakaya’yla uzun saatler süren sohbetlerimiz, en fazla bu inancı beslediğinden iyi geliyor bize.

    Daha lise yıllarındayken ne istediğine karar veriyor Karakaya; müzik hep yer alacak hayatında! 40 yıl emek vererek; itibar edeni olmayan bir sazın virtüozu, asırlar öncede kalmışeserlerin icracısı, minyatürlere nakşedilmiş enstrümanların yapımcısı ve unutulmaya terk edilmişanıların koleksiyoneri oluyor… Kemençevî, hânende, bestekâr, araştırmacı, müzik tarihçisi, kemençe yapımcısı, programcı… Tüm bu sıfatları ve fazlasını layıkıyla taşıyor.

    Bakkala gönderildiği gecelerde, Kayseri’nin dar sokaklarında korkusunu bastırmak için şarkı söyleyen 5 – 6 yaşındaki çocuk neye hazırlandığının farkında değil henüz. Taş plaklardan öğrendiği onlarca şarkı var ama kimse bilmiyor müziğin onun için ne ifade ettiğini. Kimselere açmıyor sırrını. İçindeki cevher lise yıllarına dek saklı kalıyor.

    Bazılarımız ilhama daha açık sanki! Fikret Bey’e sanatla geliyor bu ilham. Müzikten uzak kaldığı yıllarda resim öne çıkıyor. Güzel sesi bilinmiyor ama ressam olarak şöhreti var ortaokul yıllarında. Nihayet lise birinci sınıfın son günlerinde, en yakın arkadaşlarının müziğe ilgisini öğrendiğinde çocukluk hafızasına can suyu veriyor. Yaz boyu babasının makaralı teybine gizli gizli kayıtlar yapıyor radyodan. Ezberledikçe yenilerini kayda alıyor. Yabana atılmayacak bir repertuara sahip oluyor birkaç ay içinde. Teneffüslerde 3 – 4 arkadaş bahçede kol kola yürüyerek birbirlerine şarkı söylüyor artık.

    Üsküdar Mûsikî Cemiyeti’nden yetişmiş diş hekimi Mustafa Bozyel’in derslerine gitmeye başladığında müziğe meraklı, ticaret erbabı baba işin ciddiyetini seziyor ilk kez: “Anlaşılan merakımın ileri boyutlarda olduğunu, amatörce bir hevesle kalmayacağını anladı ki ‘Çalgıcı mı olacaksın?’ klasik tepkisiyle çıktı karşıma. ‘Başkası çalsın söylesin, sen dinle!” Fakat ne mümkün! Mûsikî, coşkun bir ırmak gibi önüne katmış sürüklüyor Karakaya’yı: “Zevkimi, anlayışımı bütünüyle Doktor Mustafa Ağabey’e borçlu olduğumu söyleyebilirim. Erken yaşta öyle birini tanımak büyük talih. Yüksek, iyi, has mûsikî nedir bize o yaşlarda öğretti.”

    Aynı sene Kayseri Mûsikî Cemiyeti’ne gitmeye başlıyor. Orada da İstanbul Üniversite Korosu’nda yetişmiş Ahmet Keçecigil ders veriyor. Bir yandan Üniversite sınavlarına hazırlanan Fikret Bey’in hedefi belli artık. İstanbul’a gelecek! “Üsküdar Mûsikî Cemiyeti’ne ve Üniversite Korosu’na devam etmek istiyorum. Kemal Batanay’a gitmeliyim!”

    -Kemal Batanay’ı nereden tanıyorsunuz?

    “Hem Mustafa ve Ahmet ağabeyler anlatıyor, hem de dergilerde çıkan haberlerden biliyorum. Babası Kayserili. Kayseri’deki akrabalarının benimle yaşıt çocukları da İstanbul’da üniversite eğitimi almak istiyor. Beni Kemal Batanay’la tanıştıracaklar.”

    Üniversite, İstanbul’a gelmek için vasıta sadece. 1973’te, -hayatının sonraki yıllarında ismi sık sık geçen- arkadaşı İlhan Özkeçeci’yle (Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi Dekanı) birlikte giriyorlar Güzel Sanatlar Akademisi sınavına. Üniversite sınavında tıp fakültesine yetecek puan almasına rağmen babası da rıza gösterince tekstil desinatörlüğü eğitimini seçiyor. Artık İstanbul’da. Hayallerini gerçekleştirmek için önünde engel yok. Okulla birlikte haftada iki gün Üsküdar Mûsikî Cemiyeti’ne, iki gün Kemal Batanay’a, bir gün de Üniversite korosuna devam ediyor. Emin Ongan’la, Süheyla Altmışdört’le çalışıyor. Mevlevî Mûsikîsi meşk ediyor.

    -Mûsikî’nin seyri belli oldu ama kemençe girmedi henüz bahse?

    “Bir gün Kayseri’de arkadaşımla bilardo oynamaya gidiyoruz. Bir plakçının önünden geçerken durdurdu beni. Çok güzel bir taksim… Ne olduğunu anlayamadım. Eski bir şarkı girecek diye bekliyor insan. Ama hayır! Barış Manço başladı. Dağlar Dağlar! Barış Manço’yu da ilk kez o gün duydum yanlış hatırlamıyorsam.”

    Diş hekimi Mustafa Bey gideriyor merakını: “ ‘Kemençe’ dedi ‘sazlarımızın en güzelidir!’ Radyoda kemençe taksimi aramaya başladım sonra. Meğer çok dinlemişim ama ne olduğunu bilmiyormuşum.” İstanbul’a gitmek için bir sebebi daha var şimdi. Kemençe çalmayı öğrenecek. İstanbul’daki ilk aylarında babasının sergileyeceği tepkiyi tahmin etse de, -bir öğrenci için çok büyük bir rakamı gözden çıkarıp- bin 500 liraya kemençesini sipariş ediyor Hadi (Eroğluer) Usta’ya: “Çok büyük para!”

    Bedelini taksit taksit ödediği sazını teslim almaya gittiği gün, ustanın karşısında oturan bir kadın “Kâmulan’ı bul!” diyor, “İstanbul’da en iyi çalan odul!”: “O hanım tanbûrî Laika Karabey’miş. Kâmuran Erdoğru da Karaköy’de bir gümrük komisyoncusu. Çok güzel çalarmış. Zihnimin bir kenarına yazdım. Kemençemi alıp yurda gittim. Bildiğim basit melodileri çalmaya çalışıyorum ama nasıl tutulur, hangi parmak nereye gelir? Hiçbir şey bilmiyorum.”

    Kemençe yapımcılığı bahsini de tam burada açmak gerekiyor. Zira ilk sazını hemen o sene, daha çalmayı öğrenmeden yapıyor. Sonra ikincisi, üçüncüsü. Hiçbiri zayi olmuyor, ilkinden itibaren hepsini satıyor. Ve ‘tuhaf bir şekilde’ ertesi sene kemençe taleplerine yetişemez oluyor. Üstelik ne biliyorsa Hadi Usta’yı izlerken öğrenmiş, “Kemençemi yaparken her gün gidip geldim. Yapım safahatını gün be gün takip ettim. Eski ustalar gizli saklı çalışır, göstermezlermiş kimse öğrenmesin diye. Hadi Usta, herhalde bu çocuk üniversitede okuyor, kemençe yapacak değil ya diye düşündü. Görmeme müsade etti!”

    Bir hocaya ihtiyacı var! Cüneyd Orhon, Nihat Doğu, Ekrem Erdoğru, İhsan Özgen, Mübeccel Çetin ve Kâmuran Erdoğru. Hepsi bu kadar. Kemençe çalan yedinci bir isim yok. İhsan Özgen ve Cüneyd Orhon Ankara’da. Nihat Doğu ve Ekrem Bey’den ders alma teşebbüsleri hayal kırıklığı ile neticelenmiş. Kâmuran Bey’e gidecek ama ‘ders vermiyor’ diyorlar kime sorsa. Çaresiz, şansını deneyecek. Yaptığı kemençelerden birini gösterme bahanesiyle çalıyor yazıhanesinin kapısını. 50’li yaşlarda ak saçlı bir bey, ‘Birine mi bakmıştınız?’ diye sesleniyor içeriden. “Kâmuran Bey’i görmek istiyorum dediğim anda ayağa fırladı. ‘Tanışmış mıydık?’ Adamın kibarlığı çok etkiledi beni. Daha kibarını tanımadım.”

    Kemençe çok seviliyor ama kimse çalmaya heveslenmiyor, çok zor çünkü. Niyetlenen olursa daha yolun başında korkutuyorlar gözünü. Fikret Karakaya’nın kararlı karakteri burada da giriyor devreye. Vazgeçmiyor; “Bana da çok söylediler; kemençeyle uğraşılır mı, demir leblebidir o! Kemal Hoca ‘terlik kadar saz, nasıl çalınır yahu!’ diyor.”

    Ama Kâmuran Bey dünyayı unutuyor kemençeden bahsederken… Korktuğu gibi de olmuyor üstelik, daha tanıştıkları gün evine davet ediyor, derse başlayacaklar. İlk buluşmalarında, eve gitmeden sabahtan bıraktığı makaraları sormak için fotoğraf stüdyosuna gidiyorlar birlikte. Fotoğrafçı yanındaki genci görünce ‘mahdum mu?’ diye soruyor. Hocasının verdiği cevabı hiç unutmuyor Karakaya. “Hayır!” diyor Kâmuran Bey. “Ama o kadar yakın…” O anda karar veriyor, daha duymamış olsa da bu adam nasıl kemençe çalıyorsa o da öyle çalacak.

    Bir buçuk sene kadar kısa bir sürede kemençe gibi zor bir sazı çalıyor artık. Bunun için bazen haftada üç akşam Çapa’dan Moda’ya gitmesi ve son vapuru kaçırdığı için sabahçı kahvelerinde sabahlaması gerekse de…

    Müfredat ve hocaların seviyesi onun kadar meraklı, gayretli ve sorgulayan bir öğrenciyi tatmine yetmeyince Güzel Sanatlar Fakültesi’ni bırakıp lisedeki bir diğer tutkusu felsefeye geçiyor. Ama bu karar babasıyla bir kez daha karşı karşıya getiriyor Fikret Bey’i. Başta Kayseri’de bir oto yedek parça dükkanı açıp oğlunu başına geçirmeyi düşünse de nihayet maddi desteğini kesme şartıyla İstanbul’da kalmasına müsaade ediyor. Maddi zorluk yeni bir kapı açıyor önünde. Yayınevleri için yaptığı tashih ve tasarımla başlayan yayıncılık hayatı, 80 ve 90’lı yıllarda hemen herkesin evine giren ansiklopedilerle devam ediyor. Meydan Larousse, Büyük Larousse da dahil olmak üzere o tarihlerde yayımlanan pek çok ansiklopediye madde yazıyor, Fransızcadan tercüme, redaksiyon ve tashih yapıyor. Seyfettin Turhan, Cemal Süreya, Selahattin Hilav gibi önemli isimleri tanımak da cabası.

    1980’de üniversiteden mezun oluyor. Darbe günlerinde Isparta’ya öğretmen olarak tayin edildiğini öğrenince başlamadan bitiyor memuriyet hayatı. İstanbul’dan ayrılmak yok planları arasında. Hep hobi olarak kalacağını düşündüğü müzik çehre değiştirecek artık. Başvurabileceği adresler belli. Öğrenciyken Devlet Korosu’nun açtığı ilk ses sanatkârlığı sınavını kazandığı halde devam etmeyince 1980’de açılan ikinci sınavdan, diğer jüri üyelerinin ısrarına rağmen, bu kez koro şefi Nevzat Atlığ geçirmiyor. 1981’de sazı giriyor devreye ve TRT’nin açtığı yetişmiş sanatçı imtihanını kazanıyor. Artık bir kemençe sanatçısı…

    Hep söylenir ‘TRT bir okul!’ Sanatkârların sesi, sazı burada kıvam tutuyor. El-hak, öyledir de, Fikret Bey’de bununla izah edilemeyecek, sair müzisyenlerde olmayan bir şeyler var! Kendini bugünden çok maziye, geleneğe ait hissediyor sanki… “Kültür değerlerimizin sürekli erozyona uğradığını görüyorum. Bunların bir kısmını telafi etmeye çalıştım. Kaybolan sazları geri döndürmek, varlığından haberdar olunmayan bir repertuarı bugünün dinleyicisine sunmak bu hayıflanmanın bir sonucu.”

    Kaybolan sazlar ve asırlar öncede kalmış eserler Bezmârâ demek elbette. 90’lı yılların ortalarında tek bir konser için başlıyor Kantemir koleksiyonu çalışmaya. Bir parça tanıyoruz artık Fikret Bey’i, orada bırakmayacak tabii. “Owen Wright’ın hazırladığı Kantemir Koleksiyonu kitabını 1993’te gördüm. Daha önce Yalçın Tura bu kitabı yayımlamıştı ancak usullerin geçirdiği değişimi dikkate almadan yazdığı için eserleri çalmak zevk vermemişti. Oysa Wright değişimi notalara yansıtmıştı. Önce kendim çalışmaya başladım. Sonra birkaç arkadaşımı topladım ve bir konser yapmaya karar verdik.”

    Bezmârâ ilk kez 1995’te Fransız Sarayı’nda uluslararası bir topluluk karşısında çıkıyor sahneye. Asıl önemli adım da orada atılıyor. “Konser sırasında kendi kendime dedim ki dinleyiciler elimizdeki sazların bu eserlerin dönemine ait olduğunu düşünüyordur. Halbuki öyle değil. Bir bakıma sahtekârlık yapıyoruz.” Bir nevi çılgınlık bu! Ama 17’nci asır sazlarını yapacak.

    -“Daha önce denenmiş miydi? Hakkında kaynak, bilgi, belge olmayan enstrümanları nasıl yapacaksınız?”

    “Hayır, sadece minyatürlerde görünüyorlar. Ama kendime güveniyorum. Öncelikle o resimleri iyi okumak lazım. Resimden anlıyorum, resim çizebiliyorum, dünya sazlarını tanıyorum. Yapımcılığım var, müzisyenim, çalıyorum…” Bir senenin sonunda bir kısmını kendisinin yaptığı  çeng, kopuz, şehrud, eski santur, eski ud, eski tanbur, kemânçe (rebap) ve mıskal’le çıkıyorlar sahneye. Ve Tanburî Necdet Yaşar söylüyor söylenmesi gerekeni: “Yaptıklarını tarih yazacak!”

    ‘Eski usul sanatkâr’ benzetmesine karşı çıkmasa da bir düzeltme ihtiyacı duyuyor. Geleneğin muhafazası için çalışmak, bugünü görmezden gelmek değil: “Başlangıçta eserin bestekârı eski olsun, eser eski üslubun özelliklerini taşısın yetiyordu. Ama 80’lerin ortalarında eleştirel bakmaya başladım. Günümüz toplumunun ihtiyaçlarına cevap verecek bir mûsikî problemi vardı. Klasik Türk mûsikîsiyle sinema, reklam, tiyatro, gerilim müziği yapamazsınız. Ama böyle bir ihtiyaç alanı var. Bugünün insanı ne yapacak, üslubu ne olacak?”

    Nasıl bugün şiir Fuzuli, Nabi, Şeyh Galib tarzında yazılmıyorsa, yazılamazsa, mûsikîde de yenilik gerekiyor. Bugünün sesine duyulan ihtiyaç ortada ama branşlaşmadan yana olduğundan işin bu tarafıyla ilgilenmiyor. Klasik eserleri tedkik ederken denenmediğini fark ettiği yapılardan hareketle terkip ettiği 4 makam var; ilki, ‘O günlerde yaptığı her şeye ismini vermek istediği’ Bezmârâ’nın adını taşıyor. Diğerleri, Sabâvend, Sûzidil-aşiran ve Dil-beste. Makamlarda besteler de yapıyor elbette.

    Bir medeniyet bütünlüğünün özlemini çektiği her cümlesine yansıyor. Sadece mûsikî zevki değil; mimarî, edebiyat ve hatta adab-ı muaşeret de derin yaralar almış… Hâl böyleyken yalnızca müzisyenleri eleştirmek olmaz elbette. Kötümser değil. 70’li yıllara kıyasla çok daha fazla gencin ‘iyi, yüksek’ mûsikîyle meşgul olmasından heyecan duyuyor. Ancak orta yerdeki hakikatin altını çizmeden edemiyor. Müzisyenler tıpkı sipariş üzerine iş yapan sair zanaatkârlar gibi müşteri memnuniyetine endekslenmişler. Ve bu gidiş tasvip edilemez: “Mûsikîde de birtakım taleplere kendi iradesini ortaya koymadan cevap veren müzisyenler var. Profesyonel denir bunlara. İşimin ehli miyim? Bunun cevabını ben veremem ama amatör ruhluyum! Bana kimse müzik ısmarlayamaz. Geçmişte üstad dediğimiz insanlar da amatördü. Bizde mûsikî hep aziz tutulmuştur…”

    İşine hak ettiği ciddiyet ve samimiyeti göstermesi taşıyor Fikret Karakaya’yı bugün eriştiği noktaya. Tevazuunu muhafaza etse de biliyoruz ki, böyle insanların varlığından haberdar olmak dahi işine taze bir besmeleyle başlama arzusu aşılıyor insana… Kemençe, 40 yıl önceyle mukayese edilemeyecek kadar tanınan ve talep gören bir saz bugün. Umulur ki Karakaya’nın temsil ettiği değerler de öyle olur…

    Mûsikî üstadı yok bugün

    Bir geleneği üstadlar temsil eder. Şu anda üstad yok. Niyazi Sayın, Necdet Yaşar bir zamanlar bu mûsikînin üstad temsilcileriydi. Ama artık çalmıyorlar. Bekir Sıdkı  Sezgin hayatta değil. Alaeddin (Yavaşça) Bey, Allah uzun ömür versin hayatta ama 60’lı yıllardaki gibi aktif değil. Onların yerine koyabileceğimiz insan yok! Çok şükür ki Tanburî Cemil Bey, Hafız Sami, Münir Nureddin Selçuk gibi büyük üstadların kayıtları var elimizde. Bu kayıtlar olmasaydı, mûsikî geleneğimizin cenaze namazını kılmak gerekirdi.

    20 ocak 2015

    Related Posts

    münir bey devrin atatürk’ü gibiydi!

    Mayıs 2, 2020

    belgeler cemil bey’i anlatıyor!

    Mayıs 2, 2020

    hezar gıpta o devr-i kadîm efendisine…

    Mayıs 24, 2017
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.