Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Sanat Penceresi - keşke hocam bugünleri görebilseydi…

    keşke hocam bugünleri görebilseydi…

    Hüseyin Kutlu, Hattat Hamid Aytaç’ın öğrencisi. 40 yıl önce yazmayı hayal dahi edemediği Mushaf’ın basımıyla ilgileniyor şu günlerde. “Keşke hocam da bugünleri görebilseydi” demesi boşuna değil…
    Şubat 13, 2015
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email
    Önünde; hakiki deri mahfazası, deri cildi içinde, aharlı kâğıda basılmış, özenle tezhiplenmiş, neredeyse bir asırdır benzeri yapılmamış yazma Kur’an-ı Kerim duruyor. Yüzünde huzur, sesinde sükûnet. Hattat Hüseyin Kutlu Hoca, ilk ‘Rabbi yessir’ini yazalı 41 sene olmuş. Sayısız esere imza atmış, onlarca mabede Allah kelamını nakşetmiş bugüne kadar. Vaktin gelmediğini düşünse gerek ki, ilahi vahyin ortaya çıkardığı sanatını, Kur’an-ı Kerim yazmak için kullanmamış onca yıl. Ve nihayet 5 sene önce diz çöküp oturmuş sehpasının başına. Şimdi önünde duran ‘Kitap’ o gün çekilen Besmele’nin meyvesi. Kâtib-i Mushaf bir hattat var karşımızda.
    Hafif bir tebessümle karşılık vermeye çalışıyor, “Bu eser hayatınızda nasıl bir yere işaret ediyor?” sorusuna. “Hattatlar için nihai gaye Mushaf yazmak. Her hattatın gönlünde bu heves, ideal yatar. Ayaklarının tozuna yüzümüzü süreriz, benimki sadece bir benzetme. Kur’an-ı Kerim nazil olduktan sonra Efendimiz vahiy kâtiplerine yazdırıyor gelen ayetleri. Ve asırlar sonra Allah kelamını bir kez de siz yazıyorsunuz, bu müthiş bir şey. Her an bu hâli hissetse yanar, mahvolur insan. İyi ki gaflet basıyor… Nasıl ifade edilir bilemiyorum.”
    Aslına bakılırsa Kitab’ın sonunda yer alan ‘ketebe’ anlatıyor, Hoca’nın ne umduğunu, nerede durduğunu: “Ketebehu fakir-ul muhtac ila rahmeti rabbihil kadir, Hüseyin el-gedai…” Kadir olan Rabbinin rahmetine muhtaç, fakir Hüseyin tarafından yazılmıştır… Sene Hicri 1430 (2009)
    Kur’an okumayı çok küçük yaşta öğrenen Kutlu; yine çocukluk yıllarında, Konya’da tanışıyor hat sanatıyla. Babasının irtibatlı olduğu bir hattat sayesinde kabiliyeti ortaya çıkıyor. O yıllarda Sönmez Takvimleri’nde Hattat Hamid’in (Aytaç) imzasını görüyor ve üniversite eğitimi için İstanbul’a gelene kadar unutmuyor bu ismi. “19-20 yaşlarındaydım. O zaman hat sanatı kimse itibar etmez, ne alınır, ne satılır bir metâ. Büyüklerimiz bizi idealist yetiştirdi. Kabiliyetimin olduğu Konya’da ortaya çıkmıştı. İdealistiz ya, ‘Allah nerede harcadın diye sorar’ derdi çekiyoruz. Bir tek hattat Hamid kalmış, bu bayrağı taşımamız lazım…” Hiçbir beklentisi yok, son usta da Rabbine kavuşmadan işi öğrensin yeter. “Hocamızın hâli perişan. Bir gün Mushaf yazacağız, bize itibar edilecek, hat sanatı revaç bulacak aklımızdan bile geçmiyor. Ayda yılda bir kişi yazı yazdırmaya gelince ne kadar sevinirdi hoca. Karnını ancak doyuruyordu. Bugünleri hayal etmemiz, rüyamızda dahi görmemiz mümkün değildi. Keşke hocamız görebilseydi.”
    “Kur’an-ı Kerim; Mekke ve Medine’de nazil oldu, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü Hattat Hamid’e ait. Üstat, bu sanatın ve icracılarının en itibarsız günlerine şahitlik etmiş ne yazık ki. Ve elbette onun gibi başkaları da. Ali Ulvi Kurucu’nun naklettiği bir hatıra geliyor Kutlu’nun aklına. Yazının yasaklandığı, tek parti, şeflik dönemi. Arnavut hattatlardan biri İstanbul’a geliyor. Herkes piyasadan çekilmiş, kimi ölmüş, kimi bırakmış gitmiş… Nihayet hattat Hulusi Efendi’nin Yavuz Selim Camii’nde olduğunu duyup oraya gidiyor. “Hulusi Efendi, gelmiş geçmiş belki de gelecek talik hattatlarının en büyüğü. Üstad… Vakıflardan bir kayyımlık yani hademelik görevi vermişler, öyle geçiniyor. Arnavut hattat kapısını vurup ‘hele şükür birinizi bulabildik’ deyince Hulusi Efendi’nin cevabı; ‘Yaa, ben geberemedim de bu günleri gördüm işte’ oluyor…” Hâline hamdediyor ya, o yılları hatırladıkça yaşadığı hüzün de yüzünden okunuyor Kutlu’nun. Derin bir iç çekiyor: “Oysa heykeli dikilecek adam dedikleri cinsten biri o. Hademelikle karnını doyuruyor.”
    Hattat Hamid’in biri tevafuklu, diğeri yarım kalan iki Mushaf’ını saymazsak neredeyse 60 yıldır; Hafız Osman, Hasan Rıza, Kadırgalı, Şekerzâde gibi Osmanlı dönemi hattatlarının artık orijinalleri elimizde olmayan yazmalarından basılıyor Kur’an-ı Kerim. Biz anlamasak da ehli için üzüntü sebebi bu hâl: “Vav’ların, mim’lerin gözleri kapalı, tırnaklar yok, yazı şişmiş. Hasan Rıza Efendi kalkıp bunu görse yeniden ölür. O kadar kötü olmuş, aslından uzaklaşmış.” Tek sorun bu da değil. “Yayınevleri, bir an önce dağılsın da insanlar yenisini alsın diye Mushaf’ı bile bile kötü ciltletiyor.” diyor Hüseyin Hoca. “İslam Medeniyeti, yazı üzerine inşa edilmiş ve yazı için bir medeniyet inşa etmiş. İnsanlık tarihinde sanat olabilmiş tek yazıya sahibiz. Elimizde bu kadar malzeme, tarih içinde olgunlaşmış imkânlar varken kendi kitabımızı en güzel şekilde yazıp özel tekniklerle basıp, ciltleyip dünyaya takdim edemiyoruz.” Sebep imkânsızlık değil, bu açık. Çok şükür hattat, müzehhip, ciltçi sayısı yavaş yavaş da olsa artmaya başlamış. Problem ne o hâlde?
    “Zevk-i selim kayboldu. İnsanlar ayakkabı, elbise alacağında araştırıp zevklerine uygun olanı seçiyor. Fakat bedii sanatlardan uzaklaşmış onu anlamıyor. Çünkü o bir seviye, altyapı istiyor. Altyapı kaymış, seviye kaybolmuş. Bilhassa mütedeyyin, mutaassıp kitlede kaybolmuş. Bizim mütedeyyin camia cami yapar ama projesiz, nispetsiz yapar. İçine ses düzeni kurar, ahengi yoktur bam bam bağırır. En kötü çevrilen, en kötü basılan kitaplar dinî kitaplardır. Mushaf’ını kötü basar, bir şey söylediğinde de ‘okunuyor’ der. Okunmanın ötesinde beklentisi yok. Bu Allah kelamı, okurken zevk almalıyım, gözüm de bayram etsin zevki kaybolmuş.” İtham etmek için değil, hakikati hatırlatmak için konuşuyor, belli. Zira estetik duygu kayboldu mu sadece hayatın bir alanında değil, her tarafta hissediliyor yokluğu.
    Kâinatın yaratılışındaki sanatkârane yaklaşımı hatırlatıyor Hüseyin Hoca, “Bu seviyeyi yakalamak en fazla Mümine, Müslüman’a yakışır.” derken. Zira Allah-ü Teâlâ hiçbir şeyi sanatsız yaratmamış. Kurdu, böceği, sürüngeni bile. Böylesine sanatlı ve hikmetli yaratan Rabbe kul olma davası güden bir Mümin’in bu zevki en fazla tadan kişi olması lazım. Bu seviyenin zamanla kazanılacağına dair ümidini muhafaza ettiğini de ekliyor arada. “Müslüman âlemi epey bir zillete duçar oldu, malum. Esaretler, zulüm, kıtlık, açlık, geri kalmışlıktan yakasına kurtarınca aslına döneceğini ümit ve temenni ediyoruz.”
    Sanatın icra edilmesi kadar değerinin takdir edilmesi de elzem. Bunun için bir hattat hangi ruh hâliyle yazar biraz bilmek gerek: “Kur’an-ı Kerim’deki 114 sureden birine Kalem adı veriliyor ve kaleme kasem edilerek başlanıyor. Yalnız kaleme değil, satıra dizilenlere yani yazıya yemin ederek başlıyor Cenab-ı Hakk.” Hattatlar, bu yemine mazhar olan kalemi kutsal kabul ediyor. Ayrıca güzel yazmanın sünnet olduğunu, Allah Rasulü’nün vahiy kâtiplerine birtakım tavsiyelerde bulunduğunu belirtiyor Hüseyin Kutlu. Okuma yazma bilmeyen, ümmi Peygamber “Mim’in gözünü kör etme, sin’i uzat” diyor yazıcılara. Ve tabii vahyin ve ilmin taşıyıcısı olan yazıyı meydana getiren diğer aksam da saygıdeğer kıymet bilenler indinde. İmam-ı Azam Hazretleri’nin kâğıt imal edilen atölyeye karşı saygı gereği ayaklarını uzatmadığını naklediyor Kutlu. Bu geleneği devam ettiren eskiler, çocuklarına ‘yerde bir kâğıt görürseniz boş bile olsa alın ve yüksek bir yere koyun’ nasihatini vermeyi sürdürüyor. Kutlu da bu öğütlerle büyümüş. Kâğıda ve kaleme hakkını teslim eden eski hattatlar mürekkebi de hacca gönderirmiş. Şaşılacak şey. Nasıl mı? Dinleyelim: “Mürekkep is ve zamk-ı Arabi’den yapılıyor. İkisinin karışması çok zor, uğraşmak ister. Eskiden develerle, kervanlarla hacca gidiliyor. Mürekkepler tenekelere doldurulup develerin denklerine yükleniyor. Deve sağa sola yalpalanarak gittiği için tenekelerdeki sıvı çalkalanıyor. Hem is ve zamk birbirine karışıyor hem de mürekkep hacca gidip gelmiş oluyor.” Bu kadar mânâ yüklenen kalem, kâğıt ve mürekkeple de ancak Allah adıyla başlanan yazılar yazılıyor. Kutlu, bu düşüncelerle yazılan Kitab’ın diğerlerinden daha fazla feyiz verdiği kanaatinde. “Fark etmiyorsak, bizden kaynaklanan bir eksiklik sebebiyledir. Ecdadın yaptırdığı bazı camiler vardır, içinden çıkasın gelmez. Bir hâl çöker üstüne. Bazı camilerden de namaz kılar kılmaz kaçarsın. Niye? Medeniyeti, bu incelikler teşekkül ediyor.” diyor Hüseyin Hoca. Gözümüze basit detaylar gibi görünen hususiyeti yitirdikçe aşınıyoruz. Geriye bir şey kalmıyor…
    İçindeki üzüntüyü ifade etmek, medeniyetimizi meydana getiren unsurların yerli yerinde durduğunu göstermek ve İslam dünyasının sanıldığı gibi aciz olmadığını ortaya koymak için diz çöktüğü sehpanın başından 5 yıl sonra hasene-i cariye kabilinden bir Mushaf’la doğruluyor Hüseyin Kutlu. 114 sure için 14 ayrı sure başlığı kullanılmış. Ayet sonundaki durak noktalarını 99 çeşit yapmışlar. Örneklerin bu kadarla sınırlı olduğu sanılmasın, bin taneden fazla tasarım içinden seçilmiş bunlar. Bugünlerde emsalini görmediğimiz bir eser duruyor önümüzde. Ama o, “İstediğimin onda biri bile değil.” diye baştan söylüyor sözünü. Hayalinde değişik sayfa tasarımı, tezhip üslupları hatta sadece nesihle de değil bütün hatları kullanarak sanatlı Mushaf yazmak var. Şimdiye kadar geliştirilmiş bütün hat ve tezhip formlarının kullanılacağı o Mushaf’tan heyecanla söz ediyor. Hazır elindeki işi bitirmişken yenisine başlamak için fırsat kolluyor olmalı. Gülüyor bu yorum karşısında: “Sinan var da Süleyman yok. Bir Süleyman bulsak Süleymaniye yapacağız inşallah.”
    Related Posts

    hezar gıpta o devr-i kadîm efendisine…

    Mayıs 24, 2017

    münir nurettin selçuk

    Ocak 12, 2017

    roman kahramanı olarak peyami safa

    Ocak 12, 2017
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.