İnsan, gelecekle hesabı kalmadığına hükmettiğinde, geçmişle sarıyor tüm yaralarını. Hatıra defterine dönen hafıza, yâd etmiyor da elinden tutup getiriyor sanki eski dostları, mutlulukları. Ya da sizi taşıyor geçmişin sıcaklığına… Rıza Rit’le sohbet ederken defaatle şahit oluyoruz mazi ile bugün arasındaki bu gidiş gelişe. Yaşlılık cilvesiyle; anıları, isimleri hatırlamakta zorlanıyor Rıza Bey. Duruyor biraz, bakışları donuyor. Zihninin derinliklerinde o güne ulaştığında bütün mevcudiyetiyle hatırlıyor sanki.Yüzünün ifadesi, sesi, bakışı değişiyor.
Bir devrin meşhur mugannisi Rıza Rit. Münir Nurettin Selçuk’un gözdesi. Bestekârların şarkılarını rica ile okuttukları meşhur sanatkâr. Dâvûdî sesi, yılların yükü altında yorgun düşse de etkileyiciliğini koruyor. Bir şarkıdan bahsedecekken nağmesini mırıldanmaya başlıyor bazen. Biraz daha uzatsa keşke. Hiç olmazsa bir tanesini sonuna kadar okusa… Ne biz cesaret edip içimizden geçeni söylüyoruz, ne o devam ediyor…
1925 İstanbul doğumlu Rıza Bey. Anne Sabiha Hanım Cerrahpaşa’da, baba Tevfik Bey Sultanahmet’te bir konakta büyümüş. Sabiha Hanım ud ve piyano, Tevfik Bey keman çalıyor. Babasının işi için taşındıkları Ankara’da yeşil kapaklı Sahibinin Sesi marka gramofondan Münir Nurettin plakları dinleyerek büyüyor. Önceleri sesiyle eşlik ettiği aile içi meşklere lise yıllarında o tamburu, kardeşi Hilmi Rit kanunu ile iştirake başlıyor. Daha çocukluk çağında hissediyor musiki merakını. Dışarıda top oynarken kulağını radyodan ayırmadığını hatırlıyor mesela. Fasıl saatinin başladığını haber veren nağmeyle eve koşuyor. “Şarkılar hakkında not tutuyorum. Münir Bey’i, Selahattin Pınar’ı çok seviyorum. Gazinolarda, Çiftlik Parkı’nda, Ankara ve İstanbul’daki konserlerinde çok izledim Münir Bey’i. Onun haricinde her dakika plaklarıyla beraberim.”
Ankara küçük bir şehir o zamanlar. Ortak meraka sahip insanların birbirini bulması bugünkü kadar zahmetli değil. “1942’de Gazi Lisesi’nde okuyorum. Kemânî Selahattin İnal ve tambûrî Ferit Sıdal da öğrenci. Müzik arkadaşlığı yapıyoruz. Şerif İçli’nin oğluyla da bilardo oynuyoruz. Bir akşamüstü buluştuk yine. Evlerinin önünden geçerken ‘Babam içeride ud çalıyor’ dedi. Benden bahsetmiş çok meraklı diye. Girdik, tanıştım. O tanışma musikiye bir adım oldu.”
1944’te Eczacılık eğitimi almak için İstanbul’a geliyor. Şansı da yardım edince yüksek bir musiki muhiti içinde buluyor kendini. Abdülkadir Töre, Eyyûbî Alirıza Şengel, Cemal Kamil Gönenç, Necmi Rıza Ahıskan, Kemençevî Hadiye Ötügen, Dede Süleyman Erguner, Neşet Halil Öztan gibi pek çok mûsikîşinasın devam ettiği bir derneğe gidip gelmeye, Fahri Kopuz’dan ders almaya başlıyor. Bu muhitin kapıları iki dostu; Süleyman Erguner ve Necmi Rıza Ahıskan sayesinde açılıyor önüne. “Necmi Rıza’nın Beyoğlu’nda, Galatasay’dan Tünel’e giderken güzel bir kumaşdükkânı vardı. O zamanlar çok tutulan bir sanatçıydı. Ağabeyiyle birlikte işletiyorlardı mağazayı. Onlar vasıtasıyla musiki muhitlerine girdim İstanbul’da. Sanırım kabiliyetimi gördüler ve kabul ettiler.”
1946’da, henüz 21 yaşında bir heveskâr. Tatil için Ankara’ya gittikçe arkadaşlarıyla buluşup çalışıyorlar. Bir gün ‘Haydi!’ diyor Rıza Bey. “Radyoya gidelim. Neşriyat isteyelim.” Vefatlarına kadar ayrılmayacak üç arkadaş; Selahattin İnal, Fahri Sıdal ve Rıza Rit TRT Ankara Radyosu Müzik Yayınları Şefi Cevdet Kozanoğlu’nun karşısında buluyor kendilerini. Radyonun müdürü Mesut Cemil o yıllarda. “Cevdet Kozanoğlu’na çıktık, dedik ki ‘Biz meraklıyız. Para istemiyoruz. Bir neşriyat imkânı verin!’ “Geçin karşıya, dinleyeyim” diyor Müdür Bey. Stüdyoya gidiyorlar birlikte. Tambur ve keman eşliğinde başlıyor okumaya; “Bağı hüsnün o güzel günleri…’ der demez kesti. ‘Yeter! Yarın gelin. Akşam size 25 dakika yayın veriyorum.’ dedi. Okuduğumuz şarkıları hiç unutmuyorum. 2 tane Rast; Senin Aşkınla Çâk Oldum ve Hâtırımdan Çıkmaz Asla Ahd ü Peymânın Senin. 2 Uşşak; Esîri Zülfünüm, Hastasın Zannım Vefâ Mahzûnusun. Bir de Münir Bey’den öğrendiğim Odasına Girdim Fincan Elinde… 1946’da bu 5 şarkıyla ilk neşriyatımı yaptım. Canlı yayın. Hep canlı çalıştık, senelerce…”
Müzik bir tutku. Profesyonellik yok aklında. Nitekim okul bitiyor. Askerlikten sonra Ankara’da bir eczanede mesul müdürlük yapmaya başlıyor. Radyo neşriyatı devam ediyor tabii. Haftada birkaç canlı yayına çıkıyorlar bazen. Rit ailesi 1953’te İstanbul’a taşındığında iş daha da ciddileşiyor. Bir yandan babasının kurduğu RİT sabun ve çikolata fabrikasında çalışırken öte yandan üniversiteden arkadaşı Nevzat Atlığ’ın tavsiyesiyle İstanbul Belediye Konservatuarı İcra Heyeti’ne gidip gelmeye başlıyor. “Hiç ses eğitimi almamıştım. Plaklardan Münir Bey dinleyerek eğittim kendimi.” Ve birkaç ay sonra mucize gerçekleşiyor. Plaklarıyla büyüdüğü o yıldız sanatkâr, Münir Nurettin, İcra Heyeti şefliğine getiriliyor. “Sonra tabii İcra Heyeti’nde Münir Bey’le 30 sene birlikte çalışmak nasip oldu. O öldükten bir müddet sonra da aynı koronun şefliğine beni getirdiler. Üzerimde en fazla emeği olan kişi Münir Bey’dir. Mesut Cemil’le de çalıştım. O da destek olmuş, yol göstermiştir. Ama icra mevzuunda üstadım Münir Nurettin’dir. Çocukluğumdan itibaren onun tavrını benimsedim. Babam çok plak dinlediğim için uyarırdı beni. ‘İğne değiştiriyorum her seferinde, plaklara zarar vermiyorum!’ der, devam ederdim.”
Sesinin gücü ve ustalıklı icralarıyla kısa sürede tanınıyor Rıza Rit. Hemen her konserde solo icrası oluyor. Münir Bey solo icra verdiği sanatkârlardan kendileri için eser seçmelerini istiyor. Prova öncesi seçtikleri eserleri kontrol edip gerekirse müdahale ediyor. “Benim seçtiğim eserlere hiç itiraz etmedi!” diyor Rıza Bey. Hemen her konuda olduğu gibi repertuar seçiminde de titizliği giriyor devreye. Her şarkıyı okumuyor. Sesine uygun makam ve eserler arasından seçtiği şarkıları yorumlamayı tercih ediyor. “Birbiriyle uyumlu, sesime giden, icrasına yaklaşabileceğim, içine girebileceğim eserler seçmeye gayret ettim.” Sanattaki muvaffakiyetini de kimilerinin eleştireceği bu tercihe bağlıyor. “Benim kanaatime göre her sanatkâr her eseri okuyamaz. Sesine gitmez, dik perdeleri vardır. 4 ses, 5 ses aşağı okur. Benim repertuarımda Uşşak, Kürdîlihicazkâr, Hicaz, Nihavend, Hüseyni, Sultaniyegâh öne çıkar.”
Karşımızda mütevazı bir adam var aslında. Beraber çalıştığı arkadaşlarını methederken kendini istisna ediyor. Gördüğü teveccühü iltifat sayıyor. Fakat mesela düzgün telaffuzuyla iftihar ettiğini gizleme gereği duymuyor. Hatta bu hususta zaaf sahibi icracıları duydukça hem üzülüyor, hem kızıyor. “Telaffuzum iyidir. İstanbul lehçesi konuşurum. Bu da etkilidir şarkı icrasında. Neşriyattan döndüğümde annem eleştirirdi beni. Bir gün ‘Yalnız Bırakıp Gitme Bu Akşam Yine Erken’i okumuşum. Eve geldim, annem, ‘akşamı böldün Rıza!’ dedi. Nefesim yetmemiş demek ki.”
Türk müziğinde bir gerileme varsa sanatkârların lâkaydisi sebebiyle var Rıza Bey’e göre. Son senelerde besteye ve bestekâra saygısızlık yapılıyor. Okuyuş tavrı, kelimelerin telaffuzu… “Bizim devrimizde çok dikkat edilirdi icranın inceliklerine. Bizden evvelkileri dinledik, onlardan etkilendik. Mesela ben çok fasıl dinlerdim. Fasıllarda Tahsin Karakuş, Safiye Tokay, Celal Tokses okurdu. Hakkı Derman, Necati Tokyay fasılları vardı. Bugün bakıyorsunuz bir klasik eser okuyor, arkasına Arabaya Taş Koydum’u ekliyor. O zamanki gençlerden muayyen bir seviyenin üstünde eser istenirdi. Bu çizgi son senelerde çok bozuldu. Biraz evvel Şevki Bey’den bir eser okumuş, Sonra İndim Havuz Başına’ya geçiyor. Olacak iş mi?” Kulağa küpe bir nasihat geliyor sonra; “Eser nota değildir. Notadan ezbere alınır ve yorumlanır. Doğru nota basmakla bitmiyor işiniz. Şarkı söylemek kolay değil!”
Sesinin kıvrımlarında Münir Nurettin, Necmi Rıza, Mesut Cemil, Selahattin Pınar, Sadettin Kaynak… bir görünüp bir kayboluyor. O konuştukça mazi özlemiyle dolu bir şarkı çınlıyor kulaklarımızda. “Hatırla mazi-i mes’udu sen de ben gibi yan / Tulûa bak beni yâd et gurûba bak beni an”… Çok sevdiği İstanbul’un bugününe küseli hayli olmuş. Şehrin hanımefendi ve beyefendilerle anıldığı günlerin hatırasına ihanet sayıyor belki de bu kimliksizliğe teslim olmayı. Haftada bir Eczacılar Odası Korosu’nun çalışmalarına katılmak için çıkıyor dışarı, hepsi o. Hatıralarıyla yaşıyor Rıza Rit. Hayatındaki insan sayısı azaldıkça anılara daha çok yer açılıyor…
Merakı, kabiliyeti ve usta sanatkârlar arasında yetişmesi sayesinde devrinin mühim birkaç icracısı arasında yer buluyor kendine. Adına şarkılar ithaf ediliyor. “Meşhur klarnet Şükrü Tunar bana bir şarkı yapmıştı. ‘Bir kadeh mey olup dudaklarında sürünsem’. Yeşilköy’e gideceğiz, bunu okuyacaksın. Plağını çıkaracağız dedi. Gittik, plağı yaptık ama çıkaramadık. Neden bilmiyorum…” Bestekârlar eserlerini okuması için ricacı oluyor, imzalı notalarını yolluyorlar. Udi Hrant’ın (Kenkülyan) 1969’da gönderdiği mektubu saklıyor hâlâ; “Değerli ses sanatkârı Bay Rıza Rit. Benim, ‘Hastayım, yaşıyorum’ şarkısını okuduğunuzu dinledim. Çok teşekkür ederim. Ondan cesaret alarak sizlere bu notalarını gönderiyorum. Umarım ki bunları da sizlerden dinleyeceğim. Eğer bizzat benden dinlemek isterseniz emrinize hazırım. Lütfen notalarımız elinize geçtiğini bana bildirmenizi rica ederim…” Melahat Pars beste yaptığında önce Rıza Rit okusun istiyor. Onun sesinden duyulsun, sonra başkaları yorumlasın…
“Perdeci derlerdi bana. Çok sağlam perde basıyormuşum. Malum Türk musikisinde perdeleri doğru basmak mühimdir.” Klasik geleneği devam ettiren bestekârlar, sanatkârlar hayatta. Seviyesi hayli yüksek bir muhitin içinde varlık gösteriyor Rıza Rit. İcra Heyeti’nde Muzaffer Birtan, Ahmet Şahan, Kasım İnaltekin, Mefharet Yıldırım, Hakkı Derman… gibi meşhurlarla birlikte. Refakat sazlarının her biri virtüöz. Sadi Işılay, Vecihe Daryal, Cüneyt Kosal, Vecdi Seyhun, Yorgo Bacanos, Hilmi Rit, Ferit Sıdal. “Ruşen Kam liseden hocamdı. Sonra Radyoda bana kemençesiyle refakat etti. Mesut Cemil viyolonselini alıp gelirdi…”
Yakın arkadaşlarını, eşini ve kardeşini kaybettikten sonra iyiden iyiye yalnız kalmış. Bir ay önce taşındığı huzurevindeki kalabalık da giderememiş bu yalnızlığı. Estetik zevki yüksek bir İstanbul Beyefendisi, öyle iki çift kelam ile gönül eğleyemiyor işte. Odasının dışına takım elbise ve kravatsız çıkmıyor, tabağına aldığı yemeklerin renk uyumuna, okuduğu şarkının ve makamın sesiyle uyumuna bu kadar titizlik gösteriyorken çevresindeki boş vermişlikle barışmaya gönüllü değil. Müzik de dinlemiyor pek, bazen eski sesleri arıyor elbet kulağı. O zaman da Necmi Rıza, Sadi Hoşses, Radife Erten, Mualla Mukadder… düşüyor aklına. Yanında getirdiği albümlerle gideriyor hasretini.
“Kendimi çok bahtiyar addediyorum. Türk musikisinin büyük üstatlarını tanıdım, onlarla çalıştım. Sadettin Kaynak, Rakım Elkutlu, Lemi Atlı, Selahattin Pınar, Necdet Çağla, Emin Ongan, Refik Fersan, Yesari Asım, Şerif İçli… Bunların büyük kısmıyla tanıştım. Eserlerini okudum. Birinci sınıf muamelesi gördüm, layıkmışım demek ki. Şimdi seviye çok düştü.”
Sohbet etmiyoruz da birlikte maziye doğru yol alıyoruz sanki. Bugünün eksikliklerinden söz ederken yine 50 yıl öncesine gidiyoruz işte. Bir eczacı dostunun laboratuvarındayız. Ev sahibi; ziyaretçileri Ferit Sıdal, Selahattin İnal, Rıza Rit ve İzzettin Ökte’yle sohbet hâlinde. “Takıldık İzzettin Ökte’ye. Saz sanatkârları taksim ediyoruz diyor ama herkes aynı şeyi yapıyor.’ Yaylı tambur çalıyordu. ‘Verin tamburumu!’ dedi. Bir taksim yaptı. Ağladık…”
Ses sanatkârlığı ve şefliğinin yanında âyinhanlığı var Rıza Bey’in. Süleyman Erguner ve Bekir Sıtkı Sezgin’le Türkiye ve yurtdışında pek çok konsere katılmış. Hatta Bahariye Mevlevihanesi son şeyhi Selman Tüzün Dede’ye intisap ettiği söyleniyor. Mevlevihaneye gidip geldiğini, Selman Dede’nin sohbetlerinde bulunduğunu hatırlıyor. Sikkesi, hırkası duruyor hâlâ. İntisap? Hayır, hiç değilse hatıralar arasında böyle bir kayıt yok. Herkes ayin okuyabilir mi peki? Cevap yine ‘Hayır!” oluyor. “Biz büyüklerimizden geçtik. Süleyman Erguner’le çalıştık. Özel meclislerde meşk ettik. İstanbul Sema Topluluğu’nda bizden evvel yetişmiş hocalarımız vardı. Sema etmeyi, ayin okumayı, semanın adabını onlardan öğrendik.”
İlk karşılaşma anından itibaren sergilediği nezaketi koruyor sohbetin sonuna dek. Geçeceğimiz kapıları açıyor. Çayı önce bize ikram ediyor. Azıcık mültefit olsak, ‘estağfirullah’la mukabele ediyor. Ve vakit gelip söz nihayete erdiğinde yola kadar refakat ediyor… Haksız değil, hayır hiç haksız değil yalnızlık çekmekte ve bu yalnızlığa herkesi ortak etmek istememekte. İstanbulluluk bir kimlikse Rıza Bey tüm zarafetiyle taşıyor onu…