Orhan Erdenen, 1920 doğumlu. Ona tarihçiden çok yaşayan tarih demek gerek herhâlde. Yaşadıklarını naklederken kitap sayfaları arasında dolaştırıyor bizi sanki. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken bir milletin kabuk değiştirmesine şahitlik etmiş. Bu ömür, 1500 sene boyunca 3 imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehirde yaşanmış üstelik. Son Naib-ül Eşref’in torunu; gün be gün, yıl be yıl değişen şehri ve hayatı anlatırken hayal kırıklıklarını ve kızgınlığını gizlemiyor. Hatırladığı kadar geriye gidip bugüne gelirken panoramik bir İstanbul turuna çıkarıyor bizi.
-Hatırladığınız kadarıyla 1920’lerin İstanbul’undan söz edebilir misiniz?
İçerik Tablosu
- 1 -Hatırladığınız kadarıyla 1920’lerin İstanbul’undan söz edebilir misiniz?
- 2 -Sosyal hayatı nasıl etkiledi bu değişim?
- 3 -Atatürk İstanbul’da mıydı o sıralar?
- 4 -Şehri selamlamadığı söyleniyor.
- 5 -Muhalefet güçlenmesin diye mi yapılıyordu bu kontrol?
- 6 -Sizin aile hayatınızın dönüşümünü anlatsanız…
- 7 -Konak ne zaman yıkıldı?
- 8 -Dağılan bu sistemin yerine ne konuldu?
- 9 -Ne zaman başladı apartmanlaşma?
- 10 -Eski eğlence hayatından bahseder miydi büyükleriniz?
- 11 -Yeni devrin sosyetesi, meşhurları kimlerdi?
- 12 -Halk nasıl tepkileri veriyor bu yeni hayata?
- 13 -O zamana kadar karma plaj yok yani?
- 14 -Toplumsal dönüşüm için çok kısa değil mi 1 – 2 yıl? Halk hemen uyum sağladı mı bu değişime?
- 15 -Herkes mi kabul etti?
- 16 -İstanbul bugünkü karakterini ne zaman kazandı?
- 17 -İlk İstanbul derneğini siz kuruyorsunuz?
- 18 -Gündeminizde neler vardı?
- 19 -Bugünün İstanbul’unu tarif etmenizi istesek…
- 20 -İstanbullu var mı?
- 21 -80 sene önce çekilmiş bir İstanbul fotoğrafına baksak gözümüze artık yerinde olmayan pek çok eserin yanında Topkapı Sarayı, Sultanahmet, Ayasofya, Süleymaniye çarpıyor. Bugün manzarayı yine aynı eserler oluşturuyor. 80 yılda başka hangi ‘kıymetli eserler’ katıldı bu manzaraya?
23’te Cumhuriyet ilan edilince ‘padişah bir günde, saray mensubu erkekler 3, kadınlar 10 günde ülkeyi terk edecek’ diye emir çıktı. Bu İstanbul’un yerleşim düzenini altüst eden bir uygulamaydı. Hadika dediğimiz saraya mensup kimselerin hepsinin çiftliği, bahçesi, serası, korusu var. Bunları 10 gün içinde ne yapabilirsiniz? Kime teslim edeceksiniz? Tarihî hatıralar, eşyalar, kitaplar, albümler… Bugün Dolmabahçe’nin yanındaki mermer Hadika Taşı’nın olduğu yer bile bahçeydi. Tabii bu çiftlik sahipleri köşklerde yaşıyor, bir o kadar da köşk var. Bugün Anıtlar Kurulu’nun tespit ettiklerinin büyük kısmı ikinci sınıf, o gün öyle değildi. İstanbul böyle bir yerdi. Kısa zamanda terk edilmiş şehre döndü.
-Sosyal hayatı nasıl etkiledi bu değişim?
Bu arada yeni yasalar yapılıyor. Laiklik ilan edildi. Hanımlarla ilgili yasalar çıktı. Kılık kıyafet yasasından sonra kadınlar sokağa çıktıklarında sanki plajda çıplaklar da herkes onları görüyor gibi hissediyordu. Yol kenarlarından, başları önlerinde, çekinerek yürüyorlardı. Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanı, Gazi’nin ona gönderdiği bir yazı var. Kadın erkek arasındaki kaçgöçü ortadan kaldırmak için danslar tertip edilsin diye. Ordudan başlasın ve yayılsın istiyor. Oradan başladı ve bütün halka yayıldı sahiden de.
-Atatürk İstanbul’da mıydı o sıralar?
Gazi 1922’de ayrılıyor İstanbul’dan, 27’ye kadar bir daha hiç gelmiyor. Yalova’ya, İzmit’e gittiği, komutanlarını toplayıp konuştuğu söyleniyor; ama İstanbul’a uğramıyor. Cumhuriyet ilan edildi; kanunlar, yasalar, 1924 Anayasası yapıldı. Şehir 1922’den beri Türk kumandanlarının elinde, İngilizler gitmiş. Ama İstanbul Cumhuriyet’in ilk yıllarında hâlâ Meşrutiyet yanlısı, bu yüzden Gazi soğuk duruyor. 26’da hem İstanbul’u hem de muhalifleri kontrol etmek için çok zekice bir taktik kullandı. İzmit’e kadar geldi, oradan Hamidiye gemisine binip Boğaz’a girdi. Valinin, hatta halkın da haberi var. Şile’ye kadar gitti ve geri döndü.
-Şehri selamlamadığı söyleniyor.
Selam falan yok. Burası Saltanat merkezi, muhalefetin hâlâ var olma ihtimali kuvvetli. Nitekim o sıralar Mithat Paşa’nın oğlu olumsuz içerikli bir telgraf çekti ona. ‘İstanbul’u başkentlikten çıkarmanızı kabul etmiyoruz. Halkın tezahüratına katılmıyoruz’ diyordu telgrafında. Halk çekiniyordu, Gelsin diye tezahürat yaptılar. Gazi gördü ki, halk büyük oranda onu istiyor havasında. Halâskârgazi ya o. Adını da verdiler caddeye. 1927’de büyük bir törenle geldi, halk temsilcileriyle görüşecek fakat asıl maksadı Dolmabahçe’de yapılacak Dil Kurultayı’na katılmak. Kimse “Gazi İstanbul’a yerleşiyor” diyemiyor çünkü Kurultay’a gelmiş; ama geldi ve yerleşti. Ondan sonra ara sıra gitti Ankara’ya. İstanbul’a giriş çıkışlar kontrol altındaydı. Kahvelere giriyor, yollarda kimlik soruyorlardı.
-Muhalefet güçlenmesin diye mi yapılıyordu bu kontrol?
Evet, o zamana kadar birkaç tane teşebbüs oldu çünkü. Çok isyan oldu. Gazi’nin vefatına kadar çok az göç aldı İstanbul. 1927’de nüfusu 270 bin.
-Sizin aile hayatınızın dönüşümünü anlatsanız…
Bütün aileler gibi bizim aile de dağıldı, herkes bir tarafa gitti. Eskiden pederşâhi aile vardı, bir konakta herkes birlikte yaşardı. 30- 40 hatta duruma göre 50-100 kişi. Konaklar boşalıyor, devlet sistemi değişiyor. Vazifesinden dolayı kendine tahsis edilmiş yerlerde yaşayan insanlar nereye gidecek. Babam subaydı, biz Beşiktaş’ta oturduk. Annemin babası, Naib-ül Eşref, halk Nakib-ul Eşref der. (Saltanat ve hilafetin kaldırılmasına kadar varlığını korumuş bir makam. Seyyidlerin, Peygamberimizin neslinden gelen insanların kayıtlarını tutan ve onların saltanatla arasındaki ilişkiyi yürüten kişiye veriliyor bu unvan.) Çemberlitaş’ta, şimdi ayakkabıcıların bulunduğu yerde çok büyük bir konakta yaşardı. Küçük bir cami kaldı sadece. Ben küçüktüm o zamanlar, sık sık Sultanahmet Parkı’na giderdik.
-Konak ne zaman yıkıldı?
Bu Osmanlı kurumları kapanınca aile dağıldı. Bir müddet boş kaldı orası. Dedem vefat etmişti. Önce odaları büro gibi kullanıldı. Kapılarını söküp sobalarda yaktılar, sonunda iş merkezi yapılacak yerine diyerek yıktılar konağı. Bu arada eski İstanbul’u yok eden şeylerden biri de yangınlardı tabii. Annemle babam anlatırdı; annem 2, babam 3 kere çok büyük yangın geçirmiş.
-Dağılan bu sistemin yerine ne konuldu?
Kısa zamanda Avrupai bir hava yayılmaya başladı, ona göre dükkânlar, apartmanlar çıktı. Saltanatın bütün makamları düştü, onlara ait konaklar, köşkler ortada kaldı. Bu bomboş yerlerin bir kısmı atölye hâline getirildi. Savaşlarda dul ve yetim kalan kadın ve kızlara oralarda eğitim verilmeye başlandı. Her yerde açıldı bu atölyeler. İki gün önce geçtim Serencebey’deki Gazi Osman Paşa’nın sadece kapısı kalmış, orası tütün imalathanesiydi.
-Ne zaman başladı apartmanlaşma?
27’de, Gazi buraya geldikten sonra yavaş yavaş başladı. “Balat’ta mı yaşacağım?” diyordu insanlar, ibtidai buluyorlardı o hayatı. Fatih, Sultanahmet geleneksel hayatı temsil ediyordu. Nişantaşı, Mecidiyeköy, Harbiye, Şişli canlanmaya başladı. Garba dönük yaşam buralarda daha hızlı yayılıyordu. 38’e kadar pek cazibesi yoktu İstanbul’un. O tarihe kadar zanaat erbabı geliyordu. Askerî yerleşmeler başladı. İstanbul’un o elit havası 1923’ten sonra bitmişti. Pastaneler, gazinolar açıldı.
-Eski eğlence hayatından bahseder miydi büyükleriniz?
Tabii. Konaklarda, köşklerde toplanır, sohbet edilirdi önceden. Bu toplantıların hepsinde müzik vardı. Her evde enstrüman çalan var, her evin kütüphanesi var. Lisan zengin. Kadınlar haremde toplanıyor, erkekler selamlıkta. Yemek kültürü çok zengin. Paşa babanın her akşam yemeğe misafiri var. Padişah bile geliyor. Bahçeler zaman zaman halka da açılıyor. Cumhuriyet’ten sonra sosyal hayat genişlemeye başladı. Bunlar sönüp kaybolurken kadın ve erkek yavaş yavaş aynı mekânları ortak kullanmaya başladı. Aynı sandalda bir erkek ve kadını Gazi buraya geldikten sonra görüyoruz.
-Yeni devrin sosyetesi, meşhurları kimlerdi?
Bir defa gayrimüslimlerin Yahudi takımı o tarihlerde ağırlığını koymaya başladı. İş hayatında onlar öne çıktı. Yeni zenginler, herkesin gözü onlarda. Eğlence hayatında da o tarihlerde Rusya’daki devrim üzerine ülkelerini terk eden Beyaz Ruslar ağırlık koydular. Onların çok büyük kısmı İstanbul’a geldi; belki de Gazi bilhassa ‘gelin’ demiştir, buradaki eğlence hayatı gelişsin diye. Beyoğlu o zaman hareketlenmeye başladı. Boğaz gelişti. Her tarafta Beyaz Ruslar vardı. Prens adam Beyoğlu’nda garsonluk yapıyordu. Neredeyse 100 bin kişiydiler. Oteller hareketlenmeye başladı. Tokatlıyan ve Pera Palas’ta sosyete için partiler düzenleniyordu. Gazi’nin akşam keyfinin olduğu biliniyor. Belediye bugünkü Ceylan Oteli’nin yerine Taksim Meydanı’na bir gazino yaptı. Kristal Gazinosu. Hemen her akşam ya Tokatlıyan’a ya da Pera Palas’a giderdi Atatürk.
-Halk nasıl tepkileri veriyor bu yeni hayata?
Zevkler değişiyor. Özel olarak Gazi kendi toplantılarında Rumeli havaları ve alaturka istiyor. Halk da alaturka dinliyor ama bu sosyetik yerlerde alafranga başladı artık. Orkestralar var. Bütün orduevlerinde haftada 2-3 kez danslı toplantılar olurdu. Biz de giderdik, babam subaydı. Halkın değişmesinde bu toplantıların çok etkisi oldu. Gazi’nin huyunu biliyorlar ya, her gittiği yerde bir çilingir sofrası hazırlıyorlar. Büyükdere’ye gitmiş bir gün. Beyaz Park denilen yere. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da arkasında. O tarihlerde Beyaz Park plajı belirli günlerde erkeklere açık, diğerlerinde kadınlara. Sene 1932 falan. Eski emniyet amirlerinden biri almış orayı. O gün yaklaşıyor Şükrü Kaya’ya, “Efendim bir maruzatım var” diyor. “Hanımlar bizim parka, plaja gelmek istiyor; ama bazıları engel oluyor. Ben de müşkül mevkide kalıyorum, ne yapayım?”
-O zamana kadar karma plaj yok yani?
Gazi buraya gelince sefaretlerde bir canlanma oldu. Onlar zaten başlamışlardı karma toplantılar yapmaya. Gayrimüslimler ve onların aileleri de katılıyordu, birlikte denize girmeler falan vardı onlarda. Harp devam ederken ilişkiler iyi değildi. Artık Gazi onlarla görüşme hâlinde. Modernleşelim; ama bunu nasıl yapalım diye konuşuyorlar. Bu adam Şükrü Kaya’ya gelince o diyor ki “İki aşamalı bir geçiş yapın. Önce plajın bir bölümünü erkeklere, diğerini kadınlara ayırın. Bir süre sonra bu ayrımı kaldırın, birlikte girsinler denize.”
-Toplumsal dönüşüm için çok kısa değil mi 1 – 2 yıl? Halk hemen uyum sağladı mı bu değişime?
Bir acelecilik vardı bütün olaylarda. Bir profesör diyor ki, ‘bir yere gidiyorsanız arkanıza bakar, ne kadar yol aldığınızı görür, sonra devam edersiniz.’ Önünüzü görmek için arkanıza bakmanız gerekir. Ama Cumhuriyet tarihinde bu kontrol yok. Bir acelecilik, bir telaş. Gazi bir şeyi yapmaya karar verdiğinde şartları hazırlıyor. Onun istediği yönde hareket edenleri yüreklendiriyor, gazeteleri ona göre hazırlıyor. İnsanlar hem korku hem saygıyla beraber uyuyorlar kurallara. Tek parti dönemi, parti teşkilatı destekliyor. Devlet arkasında. Sene 1936, lise talebesiyiz. Gazi hayatta, İstanbul’da. Nereye gitsek dans. Hiç tanımadığımız kızı elinden tutup kaldırıyoruz. Biz de girmiştik o havanın içine. Toplum 1-2 sene tereddüt geçirdi ama kabul etti değişiklikleri.
-Herkes mi kabul etti?
Dayım Şemsettin Yazıcı valiydi, çok sertti. Şükrü Kaya döneminde Bursa valisiyken görevden alındı. O tahammül edemiyordu, eleştiriyor, müdahale ediyordu. Devlet arkasında olmadığı için tek kaldı. Devleti arkana alırsan ihtilal de yaparsın, biliyorsun ki arkan sağlam.
-İstanbul bugünkü karakterini ne zaman kazandı?
50’ye kadar böyle gelindi. Ondan sonra rezalet oldu. Bir çılgınlık havası esti. Anadolu’ya yol ve traktör girdi, 20 tarla işçisinin 19’u işsiz kaldı. ‘Köyün itişi’ diyorlar buna. Bir de İstanbul’a sanayi getirdi Menderes, kim akıl ettirmişse. Nazım planını da ona göre yaptı. Kamyonlarla, takalarla insanlar İstanbul’a yığıldı. Sanki Rumeli’deki büyük işgalden kaçıyorlar. Öyle kötü şartlara geldiler ki, bir tuvalet büyüklüğünde yerlere yerleştiler. Alelacele yapılmış gecekondulara. Gecekondulaşma o zaman başladı. Önce Beşiktaş’ın alt tarafları, Zincirlikuyu’nun ilerisine, Edirnekapı’nın dışlarına, Eyüp sırtlarına. Taşlı Tarla ismi o zamanlardan kalmıştır. O zamanlar taşlı bir tarlaydı orası. Menderes ses çıkarmıyordu maalesef. Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’nde diyor ki, “Tophane ile Beşiktaş arasında 34 tane tarihî eser gitti. Bunun 14 tanesi Fatih dönemine ait, 5’i de Mimar Sinan eseri…” Türkiye böyle devirler geçirdi. Hâlâ arkasına bakmadan yürüyor. Bu gökdelenlere bakın. Şehir anatomisi diye bir şey var. Ben bu konunun birkaç uzmanından biriyim. Bu gökdelenler şehrin anatomisini mahvediyor. 50’den sonra muazzam bir yapılaşma tabii. O tarihlerde bir slogan atıldı ortaya, her mahallede bir milyoner. Herkes ‘ne kaparsam kârdır’ diye düşünecek noktaya geldi. Sade arazi, çiftlik meselesi değil. Bin senelik ağaçları buldozerlerle söktüler. Maslak tarafındaki Ferah Evler Mahallesi o abide ağaçların yerine dikildi.
-İlk İstanbul derneğini siz kuruyorsunuz?
1950’de bazı profesörleri davet ettim. Dedik ki ‘İstanbul terbiyesini koruyacak bir dernek kuralım.’ O zaman belediye sarayında iktisadi murakabe bölümünde çalışıyordum. O toplantıya Darülfünun Reformu’ndan sonra Türkiye’ye gelen Musevi Profesör Gerhard Kessler, Vedat Nedim Tör, Ragıp Çalapala, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Vahdet Gültekin, Orhan Tuna ve Aynîzâdelerden eski Maliye Nazırının oğlu katıldı. Tabii Burhan Felek de var. O başkan olsun istiyoruz. ‘Olmaz’ diyor. “Yarın Londra’ya gidiyorum, çok meşgulüm. Millî Spor Komitesi’ndeyim, gazetelerim var, Gazeteciler Cemiyeti’ndeyim…” Israr ettik. Ertesi gün vapurda yakaladım. Erenköy’de oturuyordu. ‘Sizi seçtik’ dedim. Çok etkili, çok tatlı konuşmalar yapardı. Hep ‘eski İstanbul terbiyesinin geri geldiğini görebilecek miyiz’ derdi.
-Gündeminizde neler vardı?
İstanbul terbiyesi, İstanbul’un disiplinini falan konuşuyorduk. İstanbul’un hemen her yerinde toplantılar, konferanslar yapılıyordu. Burhan Felek de konuşuyordu. Muazzam kalabalıklar geliyordu. Aşağı yukarı bir senede 1500 kişiyi buldu üye sayımız. İstanbul’un ilk şûrasını da biz oluşturduk, 1951’de. 52’de de tekrar ettik. Tüm siyasiler katılıyor tabii, tek derneğiz o zaman ve Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak etkili bir isim Burhan Felek. İstanbul’un önemli sorunlarını masaya yatırıyorduk. Bakanlar, vali, belediye başkanı bu konuşmalardan hisse alıyor. Şimdi o derneğin başkanıyım, hâlâ aynı konuları konuşuyoruz. Çok zaman geçti, kaybettik. O zaman 4- 5 problem vardı, şimdi 100 oldu.
-Bugünün İstanbul’unu tarif etmenizi istesek…
Yolları, araçları, gökdelenleri, siteleri, marketleri olan yeni, modern fakat kimliksiz bir İstanbul.
-İstanbullu var mı?
Var. İstanbul’un eski nostaljisini sayıklayarak ve biraz da kabuklarına çekilerek yaşıyor o insanlar. Mallarının, mülklerinin çoğunu sattılar, satmaya da mecburdular. Şimdi ekonomik açıdan çok iyi seviyede değiller. Boğaz’da yaşayanlar var hâlâ. Eskiden kalma bağ, bahçe evlerinde, yalıların yanında kalan müştemilatta kendi imkânlarıyla yaşıyorlar. Kendi sandalıyla balıkçılık yapan var.
-80 sene önce çekilmiş bir İstanbul fotoğrafına baksak gözümüze artık yerinde olmayan pek çok eserin yanında Topkapı Sarayı, Sultanahmet, Ayasofya, Süleymaniye çarpıyor. Bugün manzarayı yine aynı eserler oluşturuyor. 80 yılda başka hangi ‘kıymetli eserler’ katıldı bu manzaraya?
Maalesef yok, pek bir şey yok, gidenleri söyledik ya ‘yerine ne konuldu’ diye bakıyoruz, oteller gökdelenler dışında bir şey yok. İstanbul kimliğini kaybetti, Boğaziçi’nin yüzde doksanı gitti bana sorarsanız. Yerine ne konuldu, bir şey yok işte. Bizim gençliğimizde yalıların rıhtımından kovayla balık tutulurdu. Öyle sandalla açılmaktan söz etmiyorum. Bir insanın ömrüne sığdı bunlar. Bülbül mevsimini bilir, beklerdik. Şimdi çöplüklere gelen martılardan başka neyimiz var.
25 mayıs 2009