Cumhuriyet Türkiyesi, günün şartları dahilinde, Osmanlı değillenerek kurulmuş bir bina. Son asırları gerilemeler ve yenilgilerle geçen imparatorluğun talihinden kurtulma çabası bu bir bakıma. 1920’li, 30’lu yıllarda atılan hangi adımı ele alsak bu tespiti onaylayan bir tablo çıkıyor karşımıza. Biz bu kez Payitaht İstanbul’a karşı ‘yoktan vâredilen’ Başkent Ankara’ya döneceğiz yüzümüzü.
Aslında başkentin İstanbul dışında bir yere taşınması daha 1870’lerde, Osmanlı / Rus Harbi yıllarında tartışılmaya başlanmıştı. Gerekçe, güvenlikti! İmparatorluğun haritası değişiyordu ve payitahtın konumu da buna uygun bir değişikliğe tabi tutulmalıydı. Ancak birkaç teorisyenin ortaya attığı bu tez, uzun uzadıya tartışılmaya gerek görülmeden kapandı. Savaşlar ve toprak kayıpları devam ederken devletin sırtını dayayacağı Payitaht dışında ikinci bir merkez yoktu.
Balkan Harbi ve ardından patlak veren Birinci Dünya Savaşı’nda elde edilen sonuç, üç kıtaya yayılmış asırlık imparatorluğu Anadolu’ya hapsetti. Mağlubiyet ve muzafferiyet bir kez daha el değiştirmişti. İstanbul’un kaderi bir kez daha ancak bu kez düşman tarafından tartışılmaya başlanmıştı. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral De Robeck, 4 Kasım1919 günü, Londra’ya, “Türkleri İstanbul’dan kovmak” konulu bir muhtıra sundu. Özet olarak başkenti Anadolu’ya taşımak gerektiğini savunuyordu. İstanbul, coğrafî konumu ve tarihî kimliğiyle görkemli bir şehirdi. Ancak Osmanlı, ‘Üçüncü sınıf bir Asya Sultanlığı’ derecesine düşmüştü. Şehir, bu üçüncü sınıf devlet için fazlaydı. Üstelik Türkler hala yenildiklerinin farkında değillerdi. Onları başkentlerinden mahrum etmek, burunlarının sürtülmesini sağlayacaktı…
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, teklifi 2 ay sonra kabineye taşıdı. ‘Türkiye’yi İstanbul’dan atmak, yüzlerce yıllık sürecin devamı olacaktı!’ Bunlar gizli planlardı elbette. Ancak dışarı sızması uzun sürmedi. Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal Paşa, tartışmalardan haberdar olmuştu. İngiliz Yüksek Komiserliğine gönderdiği telgrafla, İstanbul’un Türklerden alınması ve Türk başkentinin Anadolu’ya kaydırılması tasarılarını protesto etti. Devletin merkezi belliydi ve bundan vazgeçmeye niyetleri yoktu!
10 Şubat 1920’de kabul edilen Misak-ı Milli’de, “Makarr-ı Hilâfet-i İslâmiye ve Payitaht-ı Saltanat-ı Seniyye ve Merkez-i Hükümet-i Osmaniyye olan İstanbul şehriyle Marmara denizinin emniyeti her türlü halelden mâsun olmalıdır!” deniyordu. Son Osmanlı Meclisi, bu ifadelerle, İstanbul’un saldırıya uğrayacağından duyduğu endişeyi de ima ediyordu. Nitekim haksız değillerdi. Misak-ı Milli’nin kabulünden bir ay kadar sonra, 16 Mart 1920’de İstanbul İtilâf Devletleri tarafından işgal edildi. Meclis basıldı; bakanlar, milletvekilleri, komutanlar, münevverler tutuklandı ya da sürüldü. Payitaht savunulamamıştı…
İngiliz Hükümeti’nin küstahlığına tepki gösterilse de, İstanbul Hükümeti’nin savaş sonrası takındığı teslimiyet sebebiyle, Anadolu’da Mustafa Kemal liderliğinde İstanbul’dan bağımsız bir direniş hareketi başlamıştı. İşgal kuvvetlerinin planlarına itiraz eden Kuvva-i Milliye, aslında İstanbul’da gelecek görmüyordu. 13 Ekim 1923’te Ankara’nın başkent ilan edilmesiyle neticelenecek mücadele, yıllar evvel başlamıştı. Mustafa Kemal 20 Haziran 1919’da yayınladığı Amasya Tamimi’nde kendini geri çağıran İstanbul Hükümeti’ne, “İstanbul artık Anadolu’ya hakim değil, tâbî olacaktır!” diye sesleniyordu.
Payitaht’ın işgali ve meclisin dağıtılması, yeni meclisin Anadolu’da toplanmasını zaruri kılmıştı. Mustafa Kemal, Ankara’yı işaret ediyordu. Ankara, demiryolu bağlantısı sebebiyle ulaşım kolaylığına sahipti ve arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’un gayreti neticesinde Kurtuluş Savaşı’na destek evrmişti. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması, Ankara’nın İstanbul karşısında muzaffer olması manasını taşıyordu. Başkent’in İstanbul dışına taşınması henüz açıktan tartışılmıyordu ancak Gazi Paşa, 1921’de Le Temps gazetesi yazarı Gaulis’e “Siyasi başkentimiz Anadolu’nun ortasında kalacaktır. Batının ve doğunun temsilcileri bizimle bu başkentte temas edeceklerdir” diyordu.
Mustafa Kemal’e göre ülkenin iyi yönetilebilmesi ve ahaliye eşit hizmet götürülebilmesi için başkentin ağırlık merkezi oluşturacak bir yerde kurulması gerekiyordu. Halide Edip, Mustafa Kemal’in başkenti Anadolu’ya taşıma isteğini, ‘Anadolu’ya medeniyet taşımak’ olarak yorumluyordu.
Siyasetin ikbal kazandırdığı 1920’lerin Ankara’sının, siyasi gerekçeler bir tarafa bırakılacak olsa, tercih edilir tarafı yoktu aslına bakılırsa. Şehir; küçük ve fakir bir Anadolu kasabasıydı gönürümündeydi. 1873-1875 yılları arasında yaşanan kıtlıkta, sadece Ankara çevresinde 18 bin kişi ölmüştü. Sonuncusu 1916’da meydana gelen yangınlar, varolan ticari potansiyelini de ortadan kaldırmıştı. 23 bin kişiyi bulan müfusu, tam anlamıyla yokluk içinde yaşıyordu. Almanya Büyükelçi’si Rudolf Nadolny, 1924’te bugün Gençlik Parkı’nın bulunduğu arazinin, sivrisineklerin üzerinde karabulut gibi uçtuğu bir bataklık olduğunu belirtiyordu. Bu bataklık ancak 1940’ta tamamen kurutulabilecekti.
1908’de Ankara’ya gelen Tanin Gazetesi yazarı Ahmet Şerif de şehrin, Anadolu’nun en geri kalmış yeri olduğunu yazıyordu. Şerif”e göre Meşrutiyet buraya hiç erişmemişti. Eski ve ihtiyar bir şehir olan Ankara’da, ‘Ada gibi yüksek bir tepeyi çepe çevre örten evler düzensiz, birbirinin üzerine binmiş ve haraptı. Sokaklar dar ve pis, evler kışın soğuk, yazın tozlu ve sağlıksızdı.’
Ancak şehrin, Çağlar Keyder; “kültürel olarak mikrop bulaşmamışlık” diye tarfi ettiği hususiyeti, bütün bu olumsuzlukları görünmez kılıyordu. Cumhuriyet’in Osmanlı’dan iz taşımayan bir vitrine ihtiyacı vardı. Tüm dünyanın gözünde Osmanlı’yı temsil eden İstanbul’da yeni bir başlangıç yapmak imkansızdı. İmparatorluğun tesis ettiği toplumsal düzen ve kozmopolit yapısı sebebiyle İstanbul gözden çıkarılmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Anayasası 1921’de yazıldı. Ancak bu metinde devletin başkentinin neresi olduğu belirtilmiyordu. Anayasayı hazırlayanlar ne başkentin İstanbul olduğunu söyleyebilmişler ne de başka bir adres verebilmişlerdi.
18 Eylül 1922’de Anadolu’daki tüm düşman kuvvetleri tahliye edildi. Kurtuluş Savaşı kazanılmıştı. Ankara’daki meşru hükümet artık daha net adımlar atabilecekti. Mustafa Kemal, 1923 yılı Ocak ayında İstanbul gazetelerinin yazarlarıyla bir basın toplantısı düzenledi. Bu görüşmede başkent meselesi de gündeme gelmişti elbette. Cevabı netti; “Bir hükümet merkezi her türlü hücum ve saldırıdan kolayca etkilenmeyecek kadar güvenli bir yerde, örneğin ülkenin merkezinde bir yerde olmalıdır. Bir geminin topundan telaşa düşülecek bir konumda hükümet merkezi olamaz!” Devlet merkezini seçerken iki noktayı gözönünde tutmak icab ediyordu. Biri “Her nevi tecavüze karşı yerinden kıpırdamayacak kuvvet ve sükûnetini muhafaza edecek bir yer olmalı!” Ve ikincisi, “Hükümet merkezi öyle bir yerde olmalı ki, hükümet, nazarını memleketin bütün muhitlerine müsavi surette atfedebilsin…”
Asırlardır medeniyetlerin vitrinini teşkil eden İstanbul’un böylesine gözden düşüşünün tek sebebi güvenlik zaafiyeti değildi elbette. Şehir, Cumhuriyet rejiminin tesis etmek istediği değerlerle uyuşmuyordu. İstanbul, hala tarih sahnesinden çekilen Osmanlı’nın ruhunu yansıtıyordu. Üstelik kozmopolit yapısı, ulus devlet kimliğini yerleştirmek için uygun bir zemin değildi. Ve yeni Cumhuriyet’in buna tahammülü yoktu… Yeni devletin hikayesi, boş beyaz bir sayfa kabul edilen Ankara’da yazılacaktı…
Ancak Meclis’in de, basının da bu fikre ikna edilmesi kolay olmuyordu. Mustafa Kemal öfkesini gizlemiyordu: “İstanbul’daki kafasızları bir tarafa bırak, şu gözle görülecek ve elle tutulacak kadar aşikar olan hakikatı kendi arkadaşlarıma dahi anlatamadım… O kadar söyledim yahu bu şerait içinde kabil değil, İstanbul’da Meclis olmaz, memleket bizim değil mi? Onu en emin gördüğümüz herhangi bir noktada kurmak hakkımız değil mi?”
Tartışmalar aleniyet kazandıkça ‘İstanbullu’ muhaliflerin itirazları da sertleşmeye başlamıştı. Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin (Yalman), ‘Ankara şerait-i maişeretinin, mevki ve nüfuz sahibi bir adamı cezbedemeyeceğini’ kaydederek, tüm dünya için cazibe merkezi olan İstanbul gibi bir şehirden vazgeçip ortaya suni bir idare merkezi çıkarmanın altından kalkılamayacak bir külfet olduğunu söylüyordu. Ankara kültürden, medeniyetten, şehirleşmeden nasibini almamıştı. İstanbul karşısında alternatif oluşturması söz konusu bile olamazdı.
Ancak İstanbul’dan vazgeçilmişti ve geri dönüş söz konusu değildi. Mustafa Kemal, Ankara’yı insana boşluk hissi veren bir çöle benzeten Yunus Nadi’ye verdiği cevapta, “Öyle görünür Nadi Bey, öyle görünür.” diyordu. “Zaten bu büyük işin zevki de işte buradadır. Bu çölden bir hayat çıkarmak, bu inhilalden bir teşekkül yaratmak lazımdır. Mamafih sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o saha doludur, Çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli bir hayat vardır. O millettir, o Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır, işte şimdi onun üzerindeyiz.”
Sonbahara doğru tartışmaların dozu yükselmiş, dili epey sertleşmişti. Mustafa Kemal artık daha net cümleler kuruyordu. Eylül 1923’te Le Temps gazetesi muhabirine verdiği beyanatta; “Payitaht meselesi yoktur.” diyordu. “Türk payitahtı bizzat hâdisât tarafından tayin edilmiştir. Ankara, Türkiye Cumhuriyeti’nin makarrı [karar merkezi] dır.”
Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla ulus devletin önünde engel kalmamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleriyle masaya oturan Türk heyeti, uzun yıllar tartışılacak bazı kararlarla geri dönmüştü. İstanbul da bu kapsamda, 23 Eylül 1923’ten itibaren tahliye edilmeye başlandı. İşgal kuvvetleri 2 Ekim’de şehri tamamen boşalttı. Sıra, devleti inşa etmeye gelmişti. Muhalifleri dışarıda bırakan İkinci Meclis, bunun için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı. Başkentin tayini, en önemli kararlardan biriydi. Nitekim Başkent’in tespiti, devletin rejimi resmiyete geçirilmeden önce gündeme geldi. Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, hükümet merkezinin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasına yönelik 15 imzalı teklifi 9 Ekim’de Meclis’e sundu. Onay alınabilirse ‘Türkiye Devleti’nin makarr-ı idaresi (başkenti) Ankara’ olacaktı. İnönü şu sözlerle izah ediyordu teklif gerekçesini; “Lozan’da, Batı dünyasının murahhasları, mütehassısları, diplomatları ile görüşüyorum. Bunlar İstanbul Hükümeti’ni, İstanbul muhitini tanıyan insanlar ve yeni devletin o muhitin insanlarına göre kurulmasını arzu ediyorlar. Bunu her hallerinden anlıyorum. Bizim bakımımızdan meselenin daha ehemmiyetli ve değişik cepheleri var. Bir defa Boğazlar askeri bakımdan tamamıyla açık, tamamıyla emniyetsiz. Bu vaziyetteyiz. Lozan Antlaşması’yla elde edebildiğimiz neticeler ve tarihi şartlar bizi endişeye sevk ediyor. Ayrıca Anadolu’nun ortasında bulunarak ve bir Anadolu hükümeti olarak yeni devleti çalıştırmak istiyoruz.” Tek maddelik bu kanun, 13 Ekim 1923’te oylanarak karar bağlandı. Bundan böyle Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara olacaktı…
Tasarının gerekçesinde, İstanbul’un halifelik merkezi olarak kalacağı söyleniyordu. Sadece Gümüşhane Mebusu Zeki Bey itiraz etmişti. “Baylar!” diyordu Zeki Bey, “Başkenti yalçın kayalarda, izbe ovalarda kurma çağları çoktan geçmiştir. İstanbul’a iğbirarınız nedir?” Ancak yalnız kalmıştı. Gelibolu Mebusu Celal Nuri Bey, “Biz Ankara’nın yazın tozuna, kışın çamuruna tahammül etmeliyiz ki, Anadolu’nun bütün levazım ve ihtiyacatını anlayalım, ona göre derdine devasaz olalım!”
Batılılaşma, modernleşme ve medenileşme hedefinin şantiyesi kabul edilen Ankara’da sıra artık halkın vatandaşa dönüştürülmesine gelmişti…
İsmet Paşa ve 14 arkadaşının meclise sunduğu teklif
Riyaset-i Celileye
Lozan muahedesinin mütemmimlerinden olan tahliye protokolünün tatbikatı hitam bulmuş ve baştan başa ecnebi işgalinden kurtulan Türkiye’nin fiilen tamamiyeti tahakkük eylemiştir. Milletimizin en kıymettar mallarından İstanbul’umuz hilafet-i İslamiyye’nin makkarı olan vaziyetini âlem-i İslam içinde tahsisen ve hasren Türk milletinin vesait-i müdafaasına mevdu olarak ilel-ebed muhafaza edecektir. Diğer taraftan Türkiye Devleti’nin makarrı idaresi için Büyük Millet Meclisi’nde karar vermek zamanı gelmiştir.
Bir devletin merkezini tayin için esas olacak mülahazat, yeni Türkiye’nin makarr-ı idaresi Anadolu’da ve Ankara şehrinde intihab edilmek lüzumunu âmirdir. Mülahaza-i mezkure muahedename ile Boğazlar için kabul edilen ahkam, yeni Türkiye’nin esas-ı mevcudiyeti memleketin menabi-i kuvvet ve inkişafını Anadolu’nun merkezinde tesis etmek lüzumunu, vaziyet-i coğrafiyye ve sevk-ül ceyşiyyenin müsaadesi, dahili ve harici emniyet ve istidadı hususunda mesbuk olan tecarüb ile hülasa olunabilir. Bu mülahazatın her biri başlı başına bir ehemmiyet-i katıayı haizdir.
Devletin makarr-ı idaresinin yeni bir şekilde tesis ve inkişafına bir an evvel başlamak ve dahili ve harici tereddütlere nihayet vermek için âtideki madde-i kanuniyyenin kabulünü arz ve teklif ederiz.
9 Teşrinievvel 39 (1923)
Madde-i kanuniyye – Türkiye Devleti’nin makarr-ı idaresi Ankara şehridir.
Aralık 2016