‘Tecrübeyi göğe çekmediler ya, biz de deneriz!’ Özbekler Tekkesi Şeyhi İbrahim Edhem Efendi, ebruda kullanılacak yeni bir teknik duyduğunda sarf ediyor bu cümleyi. Mevcudu aşmak bilhassa sanatkârlar için vazgeçilmez bir tutku. Ebru sanatçısı Garip Ay, Edhem Dede’den el almışçasına tecrübeyi genişletmeye gayret eden bir genç. Malzemeyi çeşitlendirmiş, mevcut motiflerin ötesinde kompozisyonlar üretiyor. Gelin görün ki Ay’ı dinlerken tecrübe göğe çekilmişhissine kapılmamak elde değil. “Ebru ile meşgul insanlar arasında mezhep ayrılıkları kadar ciddi ihtilaflar var.” diyor Garip Ay. Pek denenmemiş olanı tecrübe ettiği için çalıyoruz kapısını. Geleneğin içinde yeniye kapı aralamış, teknesini tuval gibi kullanıp resimle ebruyu buluşturan eserler veriyor. Bir çiçeği zabt u rabt altına almak bile zorken, o deve kervanları yolluyor sefere. Vahşi atlara gem vuruyor. Mü’minler haccediyor, kuşlar havalanıyor, dallar meyveye duruyor… Uçsuz bucaksız bir imkân denizine dönüştürüyor küçük teknesini. İşte tam da bu sebeple çok sert eleştirilere hedef olmuş. Taassubun da derinleştirdiği bu hassas tartışmayı teğet geçip mevzua girmemiz mümkün görünmüyor…
Hem görmek, hem dinlemek ve anlamak muradımız. Kimdir, neden ‘ocak dışı’ ilan edilmek pahasına girmiştir bu işe? 1990’ların Siirt’inde resme tutkulu bir çocuk tutuyor önce elimizden. Terör tırmanmış. Milyonlarca insan evini barkını öylece bırakıp şehre göçmek zorunda bırakılmış. 1991’de; daha 7 yaşındaki Garip, o hengâmede zayi olup gitmesin diye yatılı bölge okuluna verilmiş…
Köyden Siirt’e taşındıkları yıl ilkokula yatılı başlıyor. Sene başında tüm öğrencilere kırtasiye malzemesi dağıtılıyor. Kitap, defter, kalem… Rehberi, o yıl aynı okulda son sınıf öğrencisi olan ağabeyi. “Eşyalarımı nasıl kullanacağımı anlattı. Büyük bir defter vardı. ‘Buna da resim yapılıyor!’ dedi. İki dağ, bir bulut, bir dere. Boyaları böyle kullanacaksın falan…” Ertesi gün heyecanla ağabeyini çağırıyor, ‘Bak! Resim yaptım!’ Bütün defter dolmuş. Bu olmamış, bu daha güzel derken doldurduğu sayfaları tek tek açıyor önünde. Çocuk işte, aferin bekliyor belli ki. Ancak bütün sene idare etmesi gereken bir defteri ilk günden doldurduğu için okkalı bir tokat yiyor…
Yeteneği keşfedilmiş, okulun bütün duvarları maharetli ellerine terk edilmiş de olsa ‘sürgün’ edebiyat öğretmeni olmasa resim hep bir heves olarak kalacak muhtemelen. Aydın Hoca, “Sana yazık olacak!” diyor yaptığı resimleri gördüğünde. “Güzel Sanatlar Lisesi’ne gitsen…” 8 yıldır, okula ‘anne evi’nden gidip gelme hayali kurarken o gün karar değiştiriyor. İşin ucunda resim yapmak varsa yeni bir yatılı okulu göze alacak. İstemek yetmiyor tabii. Ailenin, hele babanın ikna edilmesi lazım. Araya okul müdürü, müfettişler girince yumuşuyor neyse ki. Yıllar geçmiş aradan. Dünya çapında işler yapmış Garip Bey, ancak içinde bir ukde. Babası hâlâ lise giriş sınavında birinci olduğunu söylediği gün durduğu yerde duruyor. “Baba, birinci oldum! Dinledi ve sadece ‘Ne zaman geleceksin?’ dedi. Başka yorum yapmadı. Hiç istemedi resim yapmamı…”
Derken İstanbul ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi… Bu kısım da zahmetsiz geçmiyor. Her fasıl yeni bir mücadeleyle başlıyor. İzmit’teki akrabaları dışında tanıdığı, kalacak yeri, maddi desteği yok… “Bizden önce İstanbul’a pek gelen olmamış. ‘Bizi zaten almazlar’ düşüncesi hâkim arkadaşlarda. Diyarbakır’da Güzel Sanatlar Fakültesi okuduğumuz lisenin karşısındaydı. Son sınıf öğrencileri ertesi sene topluca yolun karşısındaki binaya geçiyor, orada devam ediyordu eğitime.”
Garip Ay’ı birkaç kelimeyle anlatmak istesek bunlardan biri kararlılık olmalı herhâlde. Diğerleri heyecan ve anlama çabası… Lisede resim sanatına dair etraflıca malumat edindikten sonra üniversitede tekrarın içine düşünce içine çekildiği inziva, hayatının geri kalanını şekillendirecek adımlar attırıyor. “Geleneksel sanatlar öğrencisiydim. Hat çalışmaya karar verdim. Yan dal olarak da cilt öğreniyorum. Susup dinliyordum neden bu farkları gözetmişler, böyle kriterler gütmüşler diye. Anlama süreci üç sene kadar sürdü. Hiçbir şeye el atmadan kaldım öylece.” Ebru cilt bölümünün seçmeli derslerinden biri. Cilt zaten kimsenin gitmediği bir bölüm. Öğrencilerin haberi bile olmuyor böyle bir dersin varlığından. Olsa da belli kalıplara sıkışmış kalmış imajı, ilgi duymalarına mâni oluyor.
Hikmet Barutçugil’le tanışıp zaman içinde kendi kendine çalışmaya başlayana kadar Ay’ın kanaati de aynı. Ebru’da yeni bir şey üretilemez. Dolayısıyla heyecanını yitirmemiş bir sanatçının bu alanda yapabileceği bir şey yoktur! “Ben de her sanat öğrencisi gibi biraz öteleyerek bakıyordum ebruya.” Gelenek çizgisi dışına çıkmak hesap edilmiş bir davranış değil. Bir arayışın sonucu belki. Ya da teknede biriken renklerin davetiyle başlayan bir macera. “Ebru vesilesiyle çıktığım ilk yurtdışı seyahatlerimden birinde insanlar beni izlerken aklıma kuş yapmak geldi. Denedim. İlk parazit davranışlarımdan biriydi bu.” Kıvrım kıvrım karanfiller, yaprak yaprak güller, boynu bükük laleler dururken kuşu daha çok beğeniyor izleyiciler. Şaşırıyor Garip Bey. “Bir dakika! Bu benim günahım, neden bu kadar seviyorsunuz?’ demek geldi içimden. Sonra bir dene dedim kendime. Belki daha güzel şeyler yaparsın!”
Gerisi geliyor. Bazı çalışmalarda ebru zemin üzerine resim yapıyor. İstek üzerine Mevlana, Mehmet Akif, Yunus Emre portreleri oluşturuyor teknede. Malzeme konusunda da serbest bırakmış kendini. Gerektiğinde cam boyası ya da yağlı boya kullanmaktan çekinmiyor. “Temelde suyun üzerinde hareket edebilen bir resim yapıyoruz, malzemenizi değiştirmeniz mümkün. Çeşitli malzemeler farklı etkiler oluşturma imkânı veriyor.” Fakat neredeyse bin yıllık bir sanat söz konusu olan. Tüm geleneksel sanatlar gibi ebrunun kalıcılığı da net sınırlar içinde tutulmasıyla mümkün olmuş. Bu sınırların zinhar esnetilmemesi gerektiğini savunanlar bu açıdan haklı elbette. Ancak yeninin hiç olmazsa denenmesine müsamaha gösterilmemeli mi?.. “Büyük bir tartışma konusu bu. Reddeden sert bir çizgi var. Sanatçılar arasında mezhep ayrılıkları kadar ciddi ihtilaflar var.”
Avantajlarla dezavantajlar iç içe geçmiş durumda. Resim eğitimi alması, klasik ve modern sanat akımlarına dair bilgileri çalışmalarına katkı sağlıyor olmalı, diyoruz ilk bakışta. Sonuç itibarıyla öyle de oluyor. Ancak biraz da bu akademik bilgi çekiyor onu tartışmaların içine; “Rönesans’la başlayan bir çizgi var, biz sonradan eklemlenmişiz. Yerli gelenek, yolunda devam etmiş. Neredeyse hiç temas etmemiş Batı sanatıyla. Ben kendi geleneğimle bağ kurmak istiyorum ama bazı realiteler var. Rengi doğru kuracaksın, çerçevede belli boşluklar bırakacaksın… Bu kuralları gelenekte de görmek istediğinde eleştiriler başlıyor. ‘Madem resmin kurallarını ebruya uyarlayacaksın, git resim yap!’ diyorlar.”
Aracın önemini çok büyütmemek lazım derken haklı bir yorgunluk içinde Garip Bey. Zira insanın heyecanını yitirmesine sebep olacak kadar etkili bu tartışmalar. Devam etme kararlılığını yurtdışı bağlantılarıyla ilişkilendiriyor. Yüzü dışarı dönük olmasa, hele de maddi açıdan içeriden kazanacağı gelire bağlı kalsa ne bu kadar cesur olacak ne heyecanını muhafaza edecek belli ki. “Bırakalım tarih karar versin. Bir iddiam yok ama birileri çıkıp ille ‘Bu ebru değil!’ derse o zaman ‘teknik olarak su yüzünde yapılan her şeye ebru denilebilir’ derim. Ha! Klasik geleneksel ebrudan söz ediyorsak asla! Ona ben de itiraz ederim.”
Eskisi kadar olmasa da yine münzevi bir hayatı var. Atölyesinde gecenin geç saatlerine kadar çalışıyor. Yetmiyor şafakla birlikte teknenin ya da tuvalin başına geçiyor yeniden. Renklerin ve desenlerin ‘tesadüfiliği’nin verdiği ilhamla çalışıyor. O yüzden tekne başına geçtiğimizde çıkacak figürler bizim kadar onun için de sürpriz. “Bugün ebru sanatçılarına 40 yıl sonra ne yapacaklarını sorsanız tahminî bir şeyler söyleyebilirler. Ya ikinci bir çiçek ekleyecek ya da 10’uncu çiçeklerini yapacaklardır. Ama ben ebru geleneğini yaşamayan birisi olarak gece, ertesi gün ne yapacağımla ilgili kaygılar duyarak uyuyor, bunları düşünerek uyanıyorum. Ne yapacağımı bilmiyor, bilmek için çabalıyorum.”
Kastını tam olarak anlayabilmek için Garip Ay’ı çalışırken izlemek gerekiyor. Bir portreyi neden tuvalde değil teknede yapıyor mesela? Çünkü o portre biraz sonra kuş olup uçuyor ve bu imkânı sadece su veriyor. İzlemek, sanatçının duyduğu heyecana ortak ediyor sizi. Garip Bey de teslim ediyor şimdiye kadar işin lezzetinin yapan kişiyle sınırlı kaldığını. Nasıl yapıldığını bilmediğinizde kâğıt üzerindeki bir çiçek çok da ilgilendirmeyebiliyor sizi. Bu tespitten ve yurtdışındaki workshoplarda edindiği tecrübeden hareketle ebruyu performans sanat alanına taşımaya çalışıyor. Televizyon için hazırladığı 3-4 dakikalık videoları izledikten sonra ebruyu daha çok ama gelenek tartışmalarını daha az ciddiye almaya başlıyorsunuz…