O nazarla bakılırsa Yeşilçam filmleri geniş bir İstanbul panoraması sunar izleyicisine. Mecidiyeköy dutluktur bir vakitler. Çatalca şehir dışında bakımsız bir balıkçı köyü, Hisarüstü âşıkların uzlet mekânıdır. Zenginler Cihangir’de apartmanlarda, yoksul ve muhafazakârlar Süleymaniye’de ahşap, müstakil evlerde yaşar. Sokaklar Arnavut kaldırımıdır genellikle. Sebzeciler, mahalle aralarında at arabalarıyla gezer.
Çocukların kapı önlerinde oynadığı, komşu kadınların camdan cama muhabbet ettiği İstanbul rüya kadar uzak bugüne. Yatay ve dikey büyümesini gayr-ı tabii bir şekilde sürdüren bugünün şehriyle mukayese ettiğimizde Attila İlhan’dan ödünç alarak sormadan edemiyor insan. Sahiden, ‘Bu şehir o eski İstanbul mudur?’ Bu yazıda sizlerde filmlerin rehberliğinde 50 yıl öncenin Salacak’ına uzanmak niyetimiz. Ne kadar yabancı, ne kadar aşina olduğuna birlikte karar vermek…
Bazı kaynaklara göre Üsküdar’ın tarihi Milattan Önce yedinci asra kadar geri gidiyor. O tarihlerde Moda Burnu’nda yaşayan Halkedonlular’ın teknelerini Üsküdar kıyılarındaki tersanelerde inşa ettikleri anlatılıyor. Tarih boyunca ulaşım ve konaklama açısından önem taşıyan bölge, İstanbul’un fethinden neredeyse bir asır önce Türklerin eline geçiyor. Mütedeyyin kimliğini de daha o günlerde inşa etmeye başlıyor.
‘Nefs-i İstanbul’dan nispeten uzakta ve kenarda kalan muhitin son 50 – 60 yılda, önceki 2 bin seneden daha hızlı değiştiğini söylemek mübalağa olmasa gerek. Zira 1950’lere kadar çehresi insan doğasıyla uyum içinde ağır ve ölçülü farklılaşan şehir, o tarihlerden itibaren hızla yabancılaşıyor kendine. Devlet eliyle cazibe merkezi ilan edilen İstanbul’un eski, saltanatlı günlerinden haberdar olmak için hatıralara, canlı hafızalara muhtacız bugün. Bir de şehri doğal bir plato olarak kullanan filmlere elbette.
Yeşilçam, ilk yıllardan itibaren maddi imkânsızlıklar sebebiyle İstanbul sokaklarına kuruyor film setlerini. Şehrin nüfus yoğunluğu da müsaade ediyor buna tabii. Tarihî mekânların, mahalle aralarının, bugün merkezde kalan o günün taşrasının değişimini bu sayede takip edebiliyoruz.
Orhan Elmas’ın 1961’de çektiği Bir Bahar Akşamı filmiyle adım atıyoruz Üsküdar’a. Başrollerini Gönül Yazar (Oya) ve Göksel Arsoy’un (Suat) paylaştığı filmde, fabrika işçisi Suat’ın mekânıdır Salacak. Sokak fotoğrafçılığı yapan arkadaşı ile aynı evi paylaşan kimsesiz delikanlı, her gün iş çıkışı uzun yürüyüşler yapar boş sahilde. Mevsim sonbahardır. Hava gri, deniz dalgalı. Kayalıkların üzerine oturup hayaller kurar. Karşısında sadece Kız Kulesi vardır. Her gün tekrar eden bu seramonide Üsküdar, Salacak kıyısından ibaret bir görüntü arz eder. Filmin neredeyse yarım saati o boş, bakımsız, taşlık sahillerde geçer ve tek bir ev ya da insan girmez kadraja. Sanki Salacak bulunduğu semtten koparılmış, uzaklara taşınmıştır.
Filmde gördüğümüz ikinci deniz manzarası Ortaköy’de çekilmiştir. Burası Salacak’a nispetle daha mamur ve kalabalıktır. Ancak bugünkü kitlesiyle mukayese kabul etmez elbette. Ayakkabı boyacıları, simitçiler, seyyar fotoğrafçıların etrafında kümelenmiş yoksul insanlar doldurmuştur kıyıyı. Ve oltalarını denize salmış balıkçılar. Zenginlik, Suat’ın sevgilisi Oya’nın yaşadığı köşkten dışarı taşmaz.
Suat, patronu olacağı bir fabrika, son model bir otomobil, şık mobilyalarla döşenmiş bir köşk hayal etmektedir Kız Kulesi’ni izlerken. Zengin olduğu halde kendini yoksul bir öğretmen olarak tanıtan Oya ise dünyayı dolaşmanın düşünü görmektedir.
Oya, Suat’la bir hayat kurmak üzereyken ilk aşkı Ercüment çıkagelir. Genç kadın kaptan sevgilisiyle nişanlanır ancak Suat’ı unutamamıştır. Bunu ikilinin birlikte dolaştığı Salacak sahillerinde bu kez tek başına dolaşmasından anlarız.
1968 yapımı İstanbul Tatili filminde o tenhalık kalmamıştır artık. Ancak muhitin çehresinin bugünle alakasını kurmak hala imkânsızdır. Katras Sultanı El-Haşimi, ailesi ve maiyetiyle birlikte İstanbul’a gelir. Denizden tantanalı bir törenle şehre giren heyet, kortej eşliğinde otele gider. Kimbilir İstanbul’un hangi sarayıdır otel olarak kullanılan mekân. Sultan’ın kızı Prenses Nilgün (Filiz Akın), her adımının muhafızlar tarafından takip edilmekten çok sıkılmıştır. Bir sabah kılık değiştirerek otelden kaçar.
Gazeteci olma sevdasıyla yanıp tutuşan Ali (Kartal Tibet), Nilgün’le karşılaştığında talihinin döndüğünü düşünmeye başlar. Prenses’in özel fotoğraflarını çekip yıllardır kapıdan çevrildiği gazetede iş bulacaktır. Ali, rehberlik ettiği Nilgün’ü Salacak sahiline de götürür. Gördüğümüz manzara bizim için sürpriz değildir artık. Kıyı, taşlardan temizlenmiş, kumsal havası kazanmıştır. Ancak denizin sığ sularında insanlar ve atlar bir arada yüzmektedir. Açıklarda bir iki balıkçı teknesi ve Kız Kulesi görülür. Kabataş kıyıları ve Cihangir Camii gerilerde silüet halinde belirmektedir. Kareye giren alan, bir vakitler şehrin mutena deniz hamamlarından biri olan Salacak Plajı’dır.
Selim İleri 2007 yılında yazdığı bir yazıda, çocukluğunun Salacak Hamamı’nı anlatır. “O zamanlar Üsküdar’a hemen hep arabalı vapurla geçtiğimizde, deniz kenarındaki Şemsi Paşa Külliyesi, daha uzaklardan, bana bir masal yapısı gibi görünürdü.Üsküdar’a geçişlerimizin değişik sebepleri vardı. Oralarda oturan tanıdıklar, Üsküdar Çarşısı’nı gezişler, Kısıklı’daki park, İhsaniye’deki akrabamız, yaz gelince de Salacak Plajı… Kim bilir neleri unuttum.”
Salacak, İstanbul’un alçakgönüllü plajlarından biridir o tarihlerde. ‘Rumeli yakasında Tarabya’nın lüksü, Anadolu yakasında Moda Plajı’nın ince beğenisi, Suadiye’nin gösterişçi edası Salacak’ta yoktur.’ Denizi her zaman dalgalı, küçük bir plajdır burası. “ 1960’ların ortasına kadar gidip geldik.” der İleri, “Sonra, Salacak Plajı, İstanbul’un yiten, anılara karışan ilk plajlarından biri oldu.”
İleri, 1971’de çekilen Günahsızlar filminin senaristidir aynı zamanda. Filmin bazı sahneleri Salacak’ta ve Ayazma sırtlarında çekilmiştir. Denize inen dik bir yokuş üzerine sıra sıra dizilmiş, harap ahşap evler görürüz önce. Kemal (Cüneyt Arkın) evler kadar kimsesiz görünen bir ahşap iskeleden geçerek gider penceresinden boğaz görünen mütevazı evine. Duvarlarda, mahallede küçük bir atölyeden alınmış, Rasim Usta’nın elinden çıkma ebrular asılıdır. İleri’den, çerçevesiz, tekneden yeni çıkmış gibi duran o ebruların Mustafa Düzgünman’a ait olduğunu öğreniriz.
O yılların Üsküdar’ı masum, mütevazı ve mazbuttur. Bunu sokaklarına şöyle bir baktığımızda ve evlerin içine girdiğimizde daha iyi anlarız. Salacak ise Samiha Ayverdi’nin tabiriyle “Şehir değildir; köy de sayılmaz.”
Günahsızlar’da sadece sahili değil, Salacak İskelesi’ni de görürüz. Kız Kulesi’ne doğru uzanan ahşap iskele vapurun yanaştığı saatlerde nispeten kalabalıklaşır. Sonra yine terkedilmişçesine boşalacaktır. İleri’nin gözünde ‘denize fırlayıvermiş’ bir yolu vardır bu iskelenin. Derken sahil doldurulur. Bu, “İstanbul’u bayındır kılma adı altındaki çapaçulluklardan biriydi.” der Selim İleri. “Güzelim iskele, yol ortasında cüceleşti. Acıklı gülünç bir görünüm ortaya çıktı. Bu kötülüğü yapanlar herhalde hiç acı duymadılar. Tam tersine, yeni, doldurma sahil yolunun Fatih’i gibi böbürlendiler.”
Günahsızlar, bize Üsküdar’ı bir mahalle gibi gösterir. İskeleyi gören ahşap evler, herkesin birbirini tanıdığı insani ilişkiler. Bahçe düğünleri, mahalle bakkalı. Hatıralar, bu havayı 80’lerin ortasına kadar taşısa da o tarihlerden itibaren şehrin en kıymetli yerlerinden biri olan Üsküdar ve tabii ki Salacak, bir beton yığını haline dönüşmeye başlamıştır.
“Eğer Üsküdar’ın ikinci bir Beyoğlu gibi, ağaçsız, ufuksuz, millî karaktersiz inkişafına bir gün yol verilirse asıl İstanbul ve kendi zevkimiz gerçekten ezilir. (…) Ben öyle sanıyorum ki, Türk İstanbul’un kaybolmaması ancak Boğaz’a ve Üsküdar’a verilecek şekille kabildir.” Ne yazık ki Tanpınar’ın korktuğu olmuş, Üsküdar’ın çehresi belki Beyoğlu’ndan da çok değişmiştir artık…