Fatih Camii, mahşeri kalabalık günlerinden birini yaşadı geçen hafta. Cami yetmedi kalabalığı misafir etmeye; geniş bir çevreye yayılmıştı cemaat. Cenazeye gelenler bir siyaset adamı için orada değildi. Zira, Necmettin Erbakan, o andan itibaren sadece siyasi parti lideri değildi, salt Millî Görüş’ü temsil etmiyordu. O, artık İslam ve Müslüman duyarlılığına sahip herkesin aynaya bakıp da kendini gördüğü bir kişilikti. Türkiye’deki İslami cereyanlar konusuna belli bir mesafeden bakan ve net eleştiriler getiren bir profesör, Erbakan Hoca’dan bahsederken, ‘kendimizi konuşuyoruz’ diyerek durumu içselleştirmişti bile. O yüzden, yurt dışından Müslüman grupların da katıldığı cenaze, çok az insana nasip olan bir kalabalıkla uğurlandı Rahmet-i Rahman’a.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı bu noktaya taşıyan, Millî Görüş çizgisiydi. Peki ya Millî Görüşneyi ifade ediyordu, neydi ve ne değildi?
Millî Görüş, bir dava hareketi olarak başlamıştı. Toplumdan gelmemişti talep; ama kendini buraya ait hissedenler zamanla çığ gibi büyüdü. Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vurdu. Sağsiyaseti de, sol siyaseti de etkiledi. Sonuçta, aradan geçen bunca zamanda herkes, bütün farklı renkleri ile bir Necmettin Erbakan hareketi ile karşı karşıya olduğumuzda hemfikirdi.
Bu dosya, Erbakan Hoca’nın vefatından önce çalışılmaya başlandı. Zira Millî Görüş, bu ülkenin bir gerçeğiydi. Kapısını çaldıklarımızın bir kısmı konuşmayı kabul etmedi. Diğer bir kısmı ise açıkça, bildiklerinin çok azını paylaştığını dile getiriyordu. Onların bazı bölümleri de ‘off the record’, yani ‘kayıt dışı’ kalmak şartıyla söylenmişti. Israr etsek de perde tamamen açılmıyor, aralanıyordu sadece.
Kendisinden beklenen dönüşümü gerçekleştiremese de, taşradan şehre gelmiş, hayatına, kültürüne, değerlerine yabancı bir dünya ile karşılaşmış milyonların sığınağı, hatta dönüştürücüsü olmuştu hareket. Bugün siyaseti belirlediği söylenen orta sınıfın hiç değilse önemli bölümünün yolu, Millî Görüş’le kesişmişti. Mehmet Bekaroğlu’nun tabiriyle Erbakan ve arkadaşları taşlık, kayalık bir patikayı buldozerlerle düzlemişti. Şimdi bizler oraya dökülen asfaltın kalitesini tartışıyorduk. Hakkı teslim edelim. Evet, bugünün Türkiye’sinde büyük bir izi, emeği ve etkisi var geçmişin. Ancak bu vefa hissi, muhasebe yapmamıza da mâni değil elbette.
İslamcı hareketin partileşme süreci, aslında daha eskilere dayanıyor. Tanzimat ile II. Meşrutiyet dönemlerinden itibaren böyle bir siyasi tartışma mevcut bu coğrafyada. Osmanlı’nın son döneminde ‘İslami parti’ tartışmaları hız kesmemişti. İslam dünyasında, ‘Batı’da farklı kaynak ve sınıfları temsil eden partiler var. Bizde de olmalı mı?’ tartışmaları yapılıyordu. Öyle ya ‘İslam tekti’, ve bir parti zaten bütün Müslümanları temsil ediyorken ikinci parti gücünü kimden alacaktı?
Araştırmacı-yazar Ali Bulaç, işte bu tartışmaların ortasında, İslamcı hareketin birinci neslinin hikâyesinin 1924’te sona erdiğini düşünüyor. 1924 ile 1947 yılları arası fetret dönemiydi. Necmi Hüneş, Mustafa Özbek ve Siya Süer’in İslam Koruma Partisi (1946) ile Cevat Rifat Atilhan’ın İslam Demokrasi Partisi (1951) ‘ara nağme’ olmaktan ileri gidemeyecekti. Hareketin 1970’ten sonra inkişaf etmesi anlamlıydı. Zaten bunun öncesinde kitlesi henüz hazır da değildi Bulaç’a göre: “3 büyük göç dalgası yaşanmıştır Türkiye’de. Biri 50’lerde başlar, ikincisi 70’lerde, sonuncusu da 1994’te. Her dalga kentleri altüst ediyor ve İslamcı siyaseti güçlendiriyor. Millî Görüş hareketi, asıl önemli çıkışını bu göçlerin de etkisiyle 1973 seçimlerinde MSP ile yapıyor. Ve tabii iktidara ortak oluyor.”
Bulaç’ın tezine göre merkez sol, yani devletin partisi CHP, göçle kente gelenleri hiçbir şekilde siyasete katmıyordu. Adalet Partisi de ithal ikamesine dayalı bir kalkınma öngörüp kentli burjuvaziyi oluşturmaya çalışıyordu ve kırsal kesimle ilişkileri aşiretler ve ağalar üzerindendi. Dolayısıyla toplumsal merkez açıkta kalıyordu. İşte Millî Görüş, 1969’da, Erbakan’ın Odalar Birliği başkanlığından polis zoruyla uzaklaştırılmasıyla yaşanan kavganın ardından kendine bir mecra açma imkânı buldu böylece: “Ne merkez sağda ne merkez solda bana ekmek var. Kendime ait bir siyasetim olması lazım.” diyerek şekil almaya başladı hareket. Böylece 1856’dan bu yana devam eden İslamcı düşünce, mirasını politik mücadeleye aktarmış oluyordu. Ancak kadrolar gerekli birikime sahip değildi, insiyaki olarak atılıyordu adımlar.
İşte, 1969’da ortaya çıkan siyaset, kökeni eskilere dayanan bu İslamcı damarın filizlenmişhâliydi. Millî Görüş hareketinin ortaya çıkması ile o ana kadar dinî mesajlar vermeyen Alparslan Türkeş’in Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) de Milliyetçi Hareket Partisi’ne evrilmiş, ‘Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ vurgusuyla çıkmaya başlamıştı kitlelerin karşısına. Millî Görüş, daha başlangıçta dönüştürücü etkisini göstermişti. Sadece kendi yaptıklarını değil, kurulması vesilesi ile rakiplerine yaptırdıklarını da hesaba katmak gerekecekti çünkü.
Erbakan’la özdeşleşen hareketin sloganları aslında Nuri Demirağ’ın Millî Kalkınma Partisi’nin kullandığı argümanlardı. Gazeteci-yazar Abdurrahman Dilipak’ın işaret ettiği gibi antisemitizm, ‘önce ahlak ve maneviyat’ vurgusu, iktisadi kalkınma, şahsiyetli dış politika onlardan devralınmış sloganlardı.
Peki, aslında yeni bir şey getirmeyen bu oluşum nasıl oldu da karşılık buldu? Toplumun hangi ihtiyaçlarına cevap vermeyi amaçladı? Ve daha da önemlisi nasıl oldu da bugüne kadar sürdürdü hayatiyetini, hem de pek çok defa oğul vererek?
Aslında partileşme fikri kafalarda 27 Mayıs 1960 darbesinden hemen sonra belirmişti. 15 Ekim 1961’deki seçimlerde, yaşını daha önce büyütmüş Hasan Aksay, Adana’dan Meclis’e girmişti. Ankara İlahiyat mezunu, öğrenci cemiyetlerinde başkanlık yapmış, Hamdullah Suphi Tanrıöver genel başkan olduğunda Türk Ocakları’nda genel sekreter olmuş Aksay, genç yaşına rağmen Adalet Partisi’nin Genel İdare Kurulu (GİK)’nda vazife üstlenmişti. Aksay, 1960 öncesinde de en az 20 kişinin ortak olması ile o ilde Gümüş Motor Şubesi açılacağından, bin lira vererek buna ortak olmuş, Erbakan’la tanışmıştı.
O yıllarda Türkiye akıl almaz olaylara sahne oluyordu. Celal Bayar’ı, Kayseri Cezaevi’nden çıktığı gün Ankara’da büyük bir kalabalık karşılamıştı. Sonrasında Meclis sabaha kadar makineli tüfeklerle taranmıştı. AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala, milletvekillerini TBMM’ye çağırmıştı. Olayları bizzat yaşayanlardan biri idi Hasan Aksay: “Gümüşpala, ‘Burada yatacağız.’ dedi. 3 gün Meclis’te, grup odasında, sandalyelerin üzerinde oturduk, uyuduk, bekledik. Çıkınca toplayacaklardı bizi. Gümüşpala’ya bile telefonda ağır küfürler ediyorlardı. Tabii bunlar subaylardı.”
Aksay, aynı zamanda Türk Ocakları Genel Sekreteri olduğu için Alparslan Türkeş, bir şey olacağı zaman kendisine haber gönderirdi: “Bu gece saat 12’de bir gürültü olabilir, sen şey yap’ derdi. Ben de arkadaşlara giderdim.” Ama bu daha çok 1970 öncesi dönemde oluyordu.
O yıllarda, AP içinde Saadettin Bilgiç ile Süleyman Demirel kanatları arasında ciddi bir rekabet söz konusu. Öğle vakti başlayan bir GİK toplantısı ikindi vaktinin geçeceği zamana kadar sürmüş, kimse namaza çıkmamıştı. GİK’te Aksay dışında namaz kılan bir de Rize Milletvekili Arif Hikmet Güner vardı. Aksay’ın kulağına eğilip ‘Bunların namazla işi yok, kalk biz gidelim.’ demiş, dışarı çıktıklarında da ‘Bu adamlarla bir yere gidemeyiz. Meclis’te başka namaz kılan varsa onlarla toplanıp kendi başımızın çaresine bakalım.’ diye konuşmuşlardı. Namaz kılan diğer vekiller, Süleyman Arif Emre ve Fehmi Cumalıoğlu. Onlar da Yeni Türkiye ve Millet Partisi’ndeler. Dirsek temasına geçiyorlar ve bir gazete o zaman manşet atıyor ‘irticai yapılanma’ diyerek.
Aksay, Demirel’in bütün engellemelerine rağmen 1965 seçimlerinde de Meclis’e girmeyi başarıyor. Bu arada Maraş’ta ticaretle meşgul olan Ahmet Tevfik Paksu da arkadaşlarının ısrarları karşısında seçimlerde aday olmaya karar veriyor. Ama öncesinde, devrin müftüsü Hafız Ali Efendi’ye danışıyor. Hoca Efendi’nin; “Devirler geçer, siyasette kötülük menfaat için çalışmaktan olur. Suyun gözüne varıp orada çalışmak lazım.” sözü ile ikna olan Paksu, 1965 seçimlerinde olmasa da bir yıl sonraki senato ara seçimini kazanıyor: “Bize ‘Meclis’te İslami açıdan kuvvetli arkadaşlarla bir arada olun, memlekete iman hizmeti edersiniz’ diye tavsiyede bulunuyorlardı. Bize uymayan hadiselerle karşılaşınca memleketten aldığımız manevi damarla arkadaşları birkaç sefer bir araya getirdim ve müşterek hizmet etme gayretine girdik.”
Paksu’nun topladığı arkadaş çevresi 14-15 kişiyi bulmuştu. Hepsi namaz kılıyordu. Her partiden olan vardı aralarında; umumiyetle AP’liler, bir-iki kişi de CHP’dendi, ama onlar gelmiyordu. Paksu anlatıyor: “Sonra parti içinde duyuldu bu ve dağıldık. Demirel’den korktu bir kısmı. Bundan sonra ‘Acaba Meclis’te partileşebilir miyiz?’ diye düşündük. 1967 idi herhâlde. Memnun olmadığımız hadiseler cereyan ediyordu.”
Paksu, AP’nin içinde iken en büyük eleştirisini, partide kürsüye çıktığı ilk toplantıda dile getirmişti: “Muhyiddin Arabi’nin kitabından bir şey aktardım. Sonra da dedim ki; bu seçim sistemi içinde daha uygun bir yer bulamadığım için Adalet Partisi’nde bulunuyorum. Fikriyat itibarıyla burayı tamamen kabul ettiğimiz anlamına gelmemeli. Daha iyisini gördüğüm zaman oraya dönerim.”
Bu hoşnutsuzluğu duyanlar zamanla bir araya gelmeye başlamıştı. Saadettin Bilgiç’in de içinde olduğu muhaliflerin sayısı 35’i bulmuştu. Hasan Aksay’ın anlattığına göre ‘Ya partide doğru dürüst masonluğu tasfiye edebilecek bir güç olacaklardı ya da kendileri tasfiyeye uğrayacaktı.’ Osman Turan hazırlanmış, parti kurulmak üzereydi. Paksu’dan dinliyoruz: “Ogünlerde Celal Bayar haber saldı. Kim olduğunu bilmiyorum ama Uzanların babası, Kemal Uzan olması ihtimali kuvvetli. Bayar diyor ki ‘Partiyi kursunlar, bütün masrafı ben yaparım. Sadece iki-üç isim vereceğim, onları da alın.’ Osman Bey’e ‘Ne oldu?’ dedim. Anlattı. ‘Parti kurmak kolay değil, masrafı çok. Bilmiyorum.’ dedi. Ben dedim ki ‘Cebimizdeki 5 kuruşu verelim ama işimize haram katmayalım.’ Sonra ondan vazgeçtik.” Bu girişim, sonraki yıllarda Ferruh Bozbeyli’nin genel başkanlığında kurulan Demokratik Parti’ye dönüşür.
Bu arada Tevfik Paksu’nun Ankara’daki evinde önceden beri düzenlenen hadis okuma ve sohbet toplantıları siyasi partileşme sürecinde de işlev görüyordu. Necmettin Erbakan’ın da bulunduğu bir toplantıda Kemal Cabioğlu, Paksu’ya şunları söylemişti: “Bak Hacı Bey, vaktiyle beni Türkeş’in partisine Erbakan götürdü, kendi girmedi, beni orada bıraktı. Şimdi de parti kurmaya çağırıyor.”
Hasan Aksay da o günleri şöyle anlatıyor: “Arif Hikmet Güner’le hak ve batıl ölçüsüne göre değerlendiren bir sistem istiyorduk. Böyle olunca ‘Biz çok sağlam bir parti kuralım.’ dedik.” Güner, avukat olması hasebiyle Hasan Aksay’ın ağabeyi Ali Haydar’ın ismini gündeme getirir önce. Sonraki isim Merve Kavakçı’nın dayısı Turan Bilgen olur. Ahmet Tevfik Paksu, Rasim Hancıoğlu ve Necmettin Erbakan’ı dâhil ederler aralarına. Erbakan Hoca, başta ‘yok’ demez ama ‘tamam’ da demez. Daha pek çok profesör ve başka isimlere de gidilir o süreçte, ancak ciddi bir karşılık alınamaz.
Ağır ceza reisinin oğlu, Gümüş Motor projesini başlatmış, Almanya’da savunma sanayii üzerine çalışmalar yapmış, 27 Mayısçıların Devlet Başkanı Cemal Gürsel’le arası iyi, darbecilerin sanayi bakanı yapmayı düşündüğü, fakat ‘takunyalı’ diye sonradan vazgeçtikleri Necmettin Erbakan, siyasi mücadele için, Dilipak’ın ifadesiyle ‘Önce paramız olsun, Anadolu esnafını örgütleyelim’ düşüncesindeydi. Bu çerçevede önce TOBB genel sekreteri oldu. Oğuzhan Asiltürk’e göre ise Erbakan Hoca, döviz yetkisini elinde bulunduran TOBB kanalı ile sermayeyi Anadolu girişimcisine yönlendirmeye başlamıştı. Sonra Odalar Birliği başkanlığına adaylığını koydu ve kazandı. Bunun üzerine Demirel de ithalatta ihtiyaç olan dövizin nereye verileceği karar yetkisini Odalar Birliği’nden alıp ilgili bakanlığın yetkisine devretti. Sonrasında polis zoruyla TOBB’dan uzaklaştırılan Erbakan, işlerin böyle yürümeyeceğine kanaat getirmişti. Bu hadise, hem Millî Görüş diye bahsettiğimiz damarın oluşmasına hem de Erbakan figürünün böylesine kuvvetlice ortaya çıkmasına imkân vermişti.
Erbakan, partileşme aşamasında Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’yi işaret ederek “Hocama sormadan olmaz.” diyordu. Paksu’nun anlattığına göre, Hasan Aksay ve Arif Hikmet Güner ile birlikte Zahid Kotku Efendi’ye gittiler. Paksu, bir gece önce rüyasında Bediüzzaman’ı görmüştü: “İnandım ki Üstad razı. Ertesi gün gittik. Dedim ki ‘Hocaefendi, particilik hoş bir şey değil. Biz de böyle düşünüyoruz. Ama bakıyoruz, bir ehl-i iman, bir de ötekiler var. İki parti var. Birinden çıkan ötekine gidiyor. Hiç olmazsa biz manevi bir baraj kuralım da arkadaşlar burada toplansın. İnanmış insanlar bir arada durmadıkça bunların içinde erir giderler, meydana çıkamayız.’ Allah rahmet eylesin, dedi ki ‘Hacı Bey iyi söylüyor. Onun dediğine gidin.”
Sadece Kotku Hocaefendi’yle değil, fikrinden istifade edecekleri manevi bakımdan ileri gelen pek çok zatla görüşülür o günlerde. Aksay, siyasi arkadaşlardan epeyce kişinin bu işe girişmemeleri gerektiğini söylediğini, ancak hocaefendilerden hayır diyen olmadığını ifade ediyor: “Evet diyen de olmadı ama hepsi dua etti. İstişareye dikkat edin meselesi hepsinin ortak nasihatiydi.”
Fakat Kotku Hocaefendi’den önce Gümüşhanevi Şeyhi Abdülaziz Bekkine’nin bizzat Necmettin Erbakan’ın sorduğu ‘Müslümanların partisi ne zaman kurulacak?’ sualine verdiği cevap da biliniyordu: “İslam’ı ve İslam cemaatini politikanın dışında ve üstünde tutmak gerekir. Dini politika dışında tutmak onu ayakta tutar, politikaya dahil etmekse batırır. İslam hiçbir zaman siyasi teşkilatlanma yoluna gitmemiştir ve gitmemelidir.” Bu konuşmanın şahitlerinden biri Nurettin Topçu’ydu. Ve MNP kurulduğunda Topçu en ağır makaleyi kaleme alan kişi olmuştu. Paksu bu düşünceye karşı “Hakikaten ciddi Müslümanlar bir parti kurmuş olsa ve biz dışında kalsak bize ne derler? Müslümanız diye geliyorsunuz, size inanıp seçiyoruz ama Müslümanlarla beraber olmuyorsunuz demezler mi? Buna inandık biz.” diyordu.
1969 seçimlerine girebilmek için bir sene öncesinden hareket edilmesi gerekiyordu. 15 ilde, ilçeleri ile beraber teşkilat kurulacak, kongre yapılacaktı. Seçimlere girebilmek için kongrenin üzerinden 6 ay geçmesi gerekiyordu. Ayrıca mali konular da kurucuları zorluyordu. Paksu, ilk seçime giremezlerse ikinci seçime kadar dayanacak ekonomik durumlarının olmadığını söylüyordu: “Mutlaka bu seçime girmeliyiz diye düşündük. Fakat bir türlü yetiştiremedik.”
Bunun üzerine ikinci bir plan yürürlüğe kondu. Erbakan ‘bir bölen’ olmamak için önce AP’den adaylık başvurusunda bulunacaktı. Demirel’in veto edeceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Beklenen oldu. Gelecek 40 yıla damgasını vuracak, başbakan yardımcılığı ve başbakanlık yapacak Necmettin Erbakan Hoca’yı halkın zihnine kazıyacak süreç böylece başlıyordu.
Mağduriyet üzerine kurulu bir siyaset mi güdülmüştü? Aksay gülüyor önce: “Mağduriyetten ziyade Adalet Partisi’ni bölme iddiasını ortadan kaldırmak için öyle bir müracaatta bulunduk. Veto edeceği çok net belli idi.” 5 Ekim’de müstakil adaylığını koyan Erbakan, 8 Ekim’de Konya’da İmanlı Büyük Türkiye Mitingi’ni düzenledi. Hoca, “Memurun masasına, solcuların kafasına, masonların locasına, Hak Yol İslam yazacağız.” diyerek yola çıkıyordu.
Ahmet Tevfik Paksu ve Süleyman Karagülle’nin de aralarında bulunduğu 35 müstakil aday katıldı 1969 seçimlerine. Konyalı seçmen Erbakan’ı, üç milletvekiline yetecek kadar oyla Meclis’e gönderdi, diğerleri seçilememişti. Parti seçimlerden sonra da kurulamıyordu. Erbakan’a hatırlatmada bulunmak maksadıyla Kalamış’ta bir toplantı düzenlendi. Parti kuruluncaya kadar Hasan Aksay’ın başkan seçilmesi karara bağlandı, imzalar atıldı.
Eski Kahramanmaraş Senatörü Paksu’nun anlattığına göre, partileşmeden önce Erbakan Hoca konusunda şöyle bir hadise yaşanmıştı: ‘İstanbul’dayım, parti kurulacak. İdare heyeti seçecek başkanı. Bir kısım arkadaşlar imzalamıyor. Neden? Necmettin Bey başkan olmak ister, o gelmesin diye. Beni aradılar. Gittik. Saffet Solak falan da var. İki adam gönderdik Hoca’ya. ‘Başkan olmaya geleceksen seni seçmeyeceğiz, geleceksen ona göre gel.’ dedik. Bu sefer Necmettin Bey, ‘Başkan olacağım demiyorum. İdare heyetine alsanız da olur; almazsanız nefer olarak da çalışırım. Katiyen ısrar etmem.’ demiş. Arkadaşlara söyledim. Partinin kurulması için imzaları aldık. Ancak 17 kişi bulduk, iyi insanlar olsun diye. 3 kişinin ismini de nasılsa razı olurlar diye sormadan yazdık. Türkiye sathında buraya münasip adam bulamadık.’
Erbakan Hoca, 1969’da Müstakiller Hareketi ile siyasete baş koyup, işaret parmağını kaldırmış sağ elden müteşekkil amblemi ile 26 Ocak 1970 tarihinde kurulan Millî Nizam Partisi’nin başkanlığına böyle oturmuştu.
Hasan Aksay, Hulusi Özkul ile birlikte kuruluş beyannamesini kaleme alan kişiydi. Ancak ilk cümleyi bir türlü yazamamışlardı: “Besmele ile başlayalım istiyoruz. Ama öyle olursa birtakım kimseler çok rahatsız olacak. O zaman biz Allah’ı zikrederek başlayalım ama bu işten rahatsız olacaklar da fazla rahatsız olmasın diye düşündük. Yazdık yazdık bir türlü olmadı. Matbaa bekliyor. Sabah 10’da bildiri verilecek. Her şey yazılmış, bir başlık konacak. Neticede ‘Allah’ın, hakkı tutma, iyiyi emretme, kötüyü nehyetme yolunda seçtiği aziz ve mümtaz milletimiz’ diye bir cümle koyduk oraya.” Ve böylece Millî Nizam Partisi (MNP) 26 Ocak 1971’de resmen kuruluyor .
Toplum, 1950 ve 1960’lara göre değişmişti. Oruç tutan, namaz kılan insan sayısı artmış, cemaatle sabah namazı organizasyonları bile yapılıyordu o yıllarda. Dış etkenler, Türkiye’de askerî darbelerin getirdiği ortam ve halkın dönüştürücü gücü, İslami siyasete böyle bir ivme kazandırmıştı. Partinin ismindeki ‘Millî’; din, tarih, kültür, medeniyet referansı olarak alınıyordu. Millî Görüşpartinin gündemine girince de kastedilen aynı olacaktı.
Hasan Aksay’ın 1973’te, bu sefer Millî Selamet Partisi saflarında milletvekili seçilip grup toplantısında dile getirdiği, aynı zamanda partinin de söylemi olan şu ifadeler, pekâlâ Millî Nizam için de geçerliydi; aynen ondan sonra kurulacak Refah, Fazilet ve Saadet partileri için geçerli olacağı gibi…: “Önce ahlâk ve maneviyat, sonra maddi kalkınma… Manevi kalkınma, şahsiyetli dış politika ve yeniden büyük Türkiye.” Diğerleri gibi ‘Büyük Türkiye’ sloganı da tutmuştu. Aksay’a soruyoruz: ‘Peki neydi kafalardaki büyük Türkiye?’ Cevap: “Büyük Türkiye ama nasıl? O belli değil. Ama eskiden büyüktük. O insani değerlerle yeniden büyük Türkiye olmak. Tarihimize, o değerlere atıf yapmak üzere yeniden büyük Türkiye diyorduk.”
‘Toplumun böyle bir talebi var mıydı?’ Ali Bulaç’a göre yoktu. “Ama” diyor Bulaç, “toplumun kendinden bulduğu, dindar, CHP ve AP ile mukayese ettiğinde yakın hissettiği bir parti vardı ortada. Bakıyor ve ‘bu benden’ diyordu. Destek ondan sonra geliyordu. ”
Bulaç’a göre, yıllar sonrasında Refah Partisi’ni birinci parti yapan süreç de aynıydı: “Adil Düzen diyorlardı. Gelirden hak ettiği payı almadığını düşünen geniş kesimler, ‘Bunlar gelince adil davranacak’ diye düşünüyordu. Ahlâk ve maneviyata vurgu yapılıyordu. Siyaset kirlenmişti, yolsuzluk, rüşvet ayyuka çıkmıştı. Bunlar namaz kılıyor, oruç tutuyor; dürüst insanlar, haram yemezler diye düşünüyordu seçmen. ‘İslam kardeşliği’… Kürt’ün aklında ‘Benim sorunlarıma hassas yaklaşacak’, Türk’ünkinde ise ‘Buna destek verirsem Kürtler ayrılmayacak’ vardı. Kürt’ ile Türk, Millî Görüş şemsiyesi altında bir araya gelebiliyordu. Kimliğim net diyordu. Avrupalı değilim. Batıcı değilim, AB’ye ihtiyacım yok. Müslüman’ım, Doğuluyum, Osmanlı mirasını temsil ediyorum. Devamlı biçimde kimlik krizi yaşanan bir ülkede rahatlatıcıydı bu netlik. Biz kimiz? Hâlen buna karar vermiş değiliz. Doğulu mu, yoksa Batılı mıyız? Müslüman mıyız, yoksa laik miyiz? Dışpolitikada da netti. İslam Birliği diyor, Türkiye’nin liderliğinde bir İslam Birliği’nden söz ettiğinde millî gururu da okşuyordu.”
Bir başka görüş, HAS Parti kurucularından Cevat Özkaya’ya ait. Ona göre bizler sömürgeye maruz kalmamış ama kendi kendimizi sömürgeleştiren bir süreçten geçmiştik. Bu süreçte devletin oluşturduğu kurumlar yükselirken, milletin oluşturdukları gerilemiş ve köhnemişti. Geleneğe bağlı bir gelişmeyi savunanlar iktidardan uzak düşmüşlerdi. 1900’lü yılların başından beri Müslüman kimlikleri ağır basan ve Müslümanlıklarını önceleyenler 70’li, hatta 80’li yıllara kadar iktidar erkinden uzak kalmıştı. Merkezin hep dışında tutulmuş, hatta asla müdahale edemeyecekleri noktalarda bırakılmışlardı. Tabii ki nimetleri itibarıyla cazip olan iktidardan uzak kalmanın verdiği bir susamışlık da vardı.
İslami motifleri kullanan oluşumun topluma bir heyecan getirdiği kesindi. Mehmet Bekaroğlu’na kulak verelim şimdi de: “Millî, yerli, bizim, modernleşip farklılaşanlara değil, bize ait sınıfsal bir içerik vardı sanki. Buradan bakınca ezilmiş, öğretmen değil de odacı olan insanın partisi. Her şey Batı’dan geliyordu, oradan söylüyorlardı her şeyi. Öfkeliydik. Ciddi bir Batı karşıtlığı vardı. Antiemperyalizmi solcular kullandığı için çok kullanmıyorduk ama öyle düşünüyorduk. İslamcılığın yüzyıllık yol haritası vardı; düşmanın fennini, teknolojisini alacaksın, kendi ahlakını koruyacaksın. Biz iyi insanlar ağır sanayi kuracağız. Türkiye büyüyecek, gelişecek, kalkınacak, medeniyetimizi diriltip düşmanı yeneceğiz. Ama bir problem vardı o zaman göremediğimiz. Sistemin otoriter, totaliter yapısına itirazımız yoktu. İçeriğine, insana itiraz ediyorduk. Biz iyi insanlar oraya gittiğimizde sorun kalmayacaktı.”
Cevat Özkaya’nın anlattıkları da beklentilerin yüksekliğine işaretti: “Bizim gençliğimizde, 70-80 arası yıllarda ağabeylerimiz pozisyonundaki insanların bir gün namaz kılan bir dışişleri bakanımız, cumhurbaşkanımız olursa bu ülkede meselelerin çoğu halledilir dediklerini net hatırlıyorum. İktidar marifetiyle toplumu değiştirebileceklerine inanıyorlardı.”
Ancak MNP’nin öncelikli yapması gereken, kendini Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nden ayrıştırması idi. Bunu başaramayan Ferruh Bozbeyli’nin Demokratik Parti’si, seçimlerde başarılı olamadığı gibi kalıcı da olamamıştı. Erbakan daha baştan işi sıkı tuttu. MNP ve MSP dönemlerinde, ayrımı belirginleştirmek için dilini daha da sertleştirdi. Hatta ‘Bu seçim Müslümanların sayımıdır’ sloganını bile kullandı. Ama sert söyleme parti içinden karşı çıkanlar da vardı. Paksu, bunlardan biriydi: “Kendisine de söyledim. Düşmanını tanı, milletin içinde konuşma. Bir gün gücün yeterse yap. Şimdi konuşursan onlar vesilesiyle başka düşmanlar da edineceksin. Şimdi böyle bir imkânın yok. Sonunda da gördük, başvekil oldu, Çevik Bir istediği için Yahudilerle anlaşma imzaladı.”
Oğuzhan Asiltürk ise konuya şöyle bir değerlendirme getiriyor: “Bir topluluk çıkar da insanlara inandığı gibi yaşama hakkı vermek için hayatlarını ortaya koyar, diğer insanlar ona yardım etmezse, sabaha kadar namaz da kılsalar onların Allah katında kıymeti o kadar olur. Allah, peygamberleri, toplumda kötülüklerin ortadan kalkması, iyiliklerin hâkim olması, insanların, Allah’ın ‘Sizin için seçip beğendim’ dediği şekilde yaşama haklarını elde etmeleri için göndermiş. Şimdi gelip ‘Peygambere ben katılmıyorum’ demek nasıl mümkün değilse, o insanların kendi inançlarını yaşamak için mücadele etmeleri de aynı manadadır. Ve buna uymayan insan da ‘Benim de dinim var’ der, ama o cümle Hoca’nın ağzından çıkmış mı bilmiyorum, fakat ‘Sen de patates dinindensin’ diyen adamın yerden göğe kadar haklı olur.”
Gelin görün ki Meclis’te, Necmettin Erbakan ile AP’den ayrılan Isparta Milletvekili Hüsamettin Akmumcu ve Tokat Milletvekili Hüseyin Abbas’ın temsil ettiği MNP, daha bir genel seçim göremeden “laikliğe aykırı çalışmalar yürüttüğü” gerekçesiyle 20 Mayıs 1971’de kapatıldı. Hasan Aksay’ın yeğeni Abdurrahman Dilipak, MNP davasında mahkûm olan birkaç kişiden biriydi. Dilipak’a dava, Afyon Millî Nizam Gençlik Teşkilatı’nın yayımladığı bir bildiri sebebiyle açılmıştı. Seyyid Kutup’tan alıntı bir pasajda ‘Bu dava İslam davasıdır, Allah isterse esbabını da kendisi oluşturarak Müslümanlara zafer verir.’ deniyordu. Dilipak, Yargıtay’dan olumsuz karar çıktığında yurt dışına kaçmak için hazırlanmıştı. Fakat 74 affı onu da kurtarmaya yetişti.
O günlerde askerler, bazı partililere mesaj getirmişti. Eski Kahramanmaraş Senatörü, MNP kurucusu Ahmet Tevfik Paksu anlatıyor: “(Hasan) Armutçuoğulları’nın evinde toplantı vardı. 2 ya da 3 asker geldi. Dediler ki ‘Parti kapatılabilir fakat sizin kılınıza dokundurmayız. Haberiniz olsun.’ Biz 3 kişiydik.”
-Tanıdığınız isimler miydi?
“Tanıdıklar da vardı aralarında.”
-Ne düşündünüz o zaman?
“O gün bize verdikleri intiba, ‘askerde biz varız’ gibiydi. ‘Sizin aleyhinize olamazlar.”
MNP yöneticileri hakkında herhangi bir ceza davası açılmaması da bunu doğrular nitelikte idi aslında. Erbakan Hoca’nın, parti kapatılınca sağlık sorunları nedeniyle İsviçre’ye gitmesi farklı yorumları beraberinde getirmişti. Aynı teklif başkalarına da gelmişti. “Bana da geldiler. MİT’tenmiş, tanımıyorum. ‘Sizin arkadaş bulunmayacak insan, bunun gibiler Türkiye’de kalırsa belki başına bir iş gelir. Dışarı gitseler bir müddet iyi olur’ dedi. Sanki beni de kastediyor gibi bir havası vardı. Dedim ki “Kardeş, seni tanımam. Memleketimin hapishanesinde ölmek mukadderse ölürüm ama gitmem. Necmettin Bey’in böyle bir teklifi kabul edeceğini de zannetmem.” Ama kısa süre sonra Erbakan Paksu’nun zannının aksine üstelik kendisine gitme denilmesine rağmen gidiyor. “Yakasından tutacak değildik.” diyor Tevfik Paksu; “Sonra Muhsin Batur getirdi dediler. Orada ne yaptı, nasıl oldu bilmiyorum.”
Hasan Aksay ise aynı tekliflerin siyasi çevrelerindeki dost ve arkadaşlarından kendisine de geldiğini paylaşıyor bizlerle: “Tabii AP zamanında böyle çok muhtıralar atlattığımız için… Erbakan Hoca nasıl gitti onu bilemiyorum. Onu hiç konuşmazdı Hoca, ‘Ben sır tutmasını bilirim, noktasında idi. Tabii bunu söylemedi ama ben bütün hareketlerinden onu biliyorum. Çünkü en yakınındaydım çoğu zaman. Ben o konularda hiç konuşmadım. Bunu çok duydum. Bana çok soran oldu.”
Oğuzhan Asiltürk ise “O uydurma. Kalp rahatsızlığı için gitti. Belli bir tedaviden sonra döndü. Ama utanmadan, sıkılmadan ‘derin devlet getirdi’ diyenler de çıkıyor. Ne edeceksin. Derin devletin mahvetmek istediği adamı derin devlet getirdi!” diyor gülerek.
Bu hususta yapılan yorumlar, AP’nin değil de CHP’nin iktidar olması, dolayısıyla AP’nin oylarının aşağı çekilmesi için MSP’nin kurulmasına izin verildi yönündeydi. Dilipak, “Ama CHP yeteri kadar oy alamadığı için CHP-MSP koalisyonu kurulmasına ihtiyaç duyuldu. Dolayısıyla o davalar da sürdürülmedi. Sonradan siyaset yasağı gelmemesi nedeniyle söyleniyor bütün bunlar. 12 Mart derin devletin içinde bir hesaplaşmaydı. Herkes farkında olarak ya da olmayarak sistemin bir ucunda. Sadece MNP, MSP üzerinden gidersek haksızlık etmiş oluruz. Yapıyı anlamak lazım öncelikle.” diyor.
Gizli ya da derin yapıların bu tür oluşumları boş bırakmadığı bilinen bir gerçek. Gazeteci Faruk Mercan’ın Susurluk Prensleri adlı kitabında kod adı Ahmet Yeşil-Mehmet Kırmızı şeklinde ifade edilen Mahmut Yıldırım hakkında 10 sayfalık bir bilgi notundan bahsediliyor. Nota göre, ‘Ekim 1973-Kasım 1975 arasında askerde olması nedeniyle temas kurulamayan adı geçenden (Mahmut Yıldırım’dan) askerliği sonrası Millî Görüş konusunda istifade edilmeye başlanmıştı. Ancak Mayıs 1989’da yaratmış olduğu çeşitli komplikasyonlar nedeniyle teşkilatla ilgisi yeniden kesilmişti.’
Hasan Aksay, “MSP’yi bırakın, Millî Nizam’da iken bile bizimle ilgilenen öyle 6 ay eğitilmişbir sürü adam vardı. Sonradan itiraf edenler olmuştu.” diyor. Gösterişe dayalı ‘sofuluk’, özellikle İslami bilgi gerektiren alanlarda kendini çabucak ele veriyordu. Paksu, “Çok güvenemeyeceğimiz insanlar vardı içimizde. İnançlı değil de kendisinin ya da tanıdıklarının parti içinde nüfuzu olabileceğini düşündüğümüz kişiler vardı. İsimlerini söylemeye lüzum yok.” diyor bu konuda.
Ali Bulaç da Saadet Partisi’nde son yaşananlara dikkat çekiyor: “Kongre olayı, iftar skandalı, Kurtulmuş’un başına gelenler, Ergenekon’un Saadet’in içerisinde etkili olduğunu ortaya koyuyor. Bu olaylar yapıyı deşifre etti. İsim bilmiyoruz tabii. Derin yapı Saadet’in bölünmesinde etkili oldu.” Bulaç, 12 Eylül referandumunda SP’nin hayır diyeceğini, ‘iyi saatte olsunların’ partiyi bu yönde doktrine ettiğini iddia ediyor: “Güçlülerdi de. Erhan Göksel son iki senede SP içinde çok etkiliydi. Kurtulmuş evet vereceklerine dair erken bir açıklama yaparak Erbakan’ı da ilzam etti. Bu çok stratejik bir adımdı. Erbakan Hoca’nın bu aşamada yüzde yüz ve güçlü bir inisiyatife sahip olduğu kanaatinde değilim.”
Asiltürk ise ‘Partiye bu tür sızmalar tespit ettiniz mi?’ sorusuna “Yok, bize sızamazlar.” cevabını veriyor. Asiltürk’ün tezi şu: “Bize aşağı yukarı bizim gibi olan insanlar gelir. Çünkü şimdi ezan okununca namaza gideceğiz. O da bizimle gelecek. Bir aldatır, iki aldatır…” Asiltürk’ün anlattığına göre Erbakan Hoca da bu hususta iyi niyetliydi hep: “Hoca ‘bizim içimizde düzelir’ diyordu. (Gülüyor) Düzelen de düzelmeyen de oluyordu.”
12 Mart 1971 muhtırası ile Süleyman Demirel şapkasını alıp gitmişti. Bu arada Millî Görüşhareketi, MSP ile yola devam edecekti. 11 Ekim 1972’de kurulan partinin genel başkanlığına, MNP Genel Sekreteri Prof. Dr. Süleyman Arif Emre getirilmişti. Erbakan’ın partiye girip girmeyeceği tartışmalı görünüyordu. CHP’deki İsmet İnönü-Bülent Ecevit çekişmesinin neticesinde, İnönü, Ecevitçileri partide etkisizleştirmek için Siyasi Partiler Kanunu’nda bir değişiklik yapmak istiyordu. Değişiklik gerçekleşirse eski MNP’liler MSP’ye katılamayacaktı. Bunun üzerine alelacele Erbakan’ın tartışmalı durumu açıklığa kavuşturularak Hüsamettin Akmumcu, Hüseyin Abbas ve Erbakan’ın MSP’ye geçişi sağlandı. Genel başkanlığa Necmettin Erbakan geldi ve 14 Ekim 1973’te yapılan seçimlerde MSP yüzde 11,8 oyla 48 milletvekili çıkararak Meclis’teki yerini aldı. CHP 185, AP 149 milletvekili çıkarmıştı aynı seçimlerde.
Mühendis ağırlıklı kadro ile yola çıkmıştı MSP. Erbakan’ın verdiği bilgilere göre, bütün partilerdeki toplam mühendislerin yarısı MSP’de idi. Bu vurgu boşuna yapılmıyordu. Ali Bulaç’ın dediği gibi ikinci nesil İslamcılar bütün dünyada mühendisler arasından çıkmıştı: “Mühendisler hakikatte toplum mühendisidirler. Toplumu bir makine gibi de görürler.” Bekaroğlu da hareketin karakterini mühendislerin belirlediğini düşünüyor: “Bu hareket ve klasik İslamcılık bu anlamda meselelere Kartezyen (Descartes felsefesi) bakar ki bu çok ciddi bir problemdir.”
Partideki ilk büyük çatlak hemen seçim sonrası baş gösterdi. Erbakan kanadı Ecevit’le koalisyon yapmak niyetindeydi. Paksu gibi bazı isimlerse koalisyonu istemiyordu. Bu tartışma 3 ay sürmüş hatta Mehmet Zahid Kotku’ya da danışılmıştı. Hicaz’da olan hocaefendi ‘bir araya gelmeyin’ diye haber göndermişti. ‘Aman ha bu adamlarla bir araya gelmeyin’ diyerek hacca giden Paksu, döndüğünde, Oğuzhan Asiltürk, Deniz Baykal’la toplantılara başlamıştı bile.
Tartışma krize dönüşmüş, Paksu’nun talebi ile 48 milletvekili ve bir senatörün katılımıyla oylama kararı alınmıştı. 11 kişi katılmazken koalisyon istemeyenler 24, karşı taraf ise 14 rey almıştı. Bunun üzerine Paksu, konunun gizli kalmasını istedi arkadaşlarından: “Dedik ki ‘Necmettin Bey gitsin, arkadaşlarımız razı değil’ desin. Kendini de bizi de kurtarsın. Bütün bunlara rağmen bize hayır demediler. ‘Bizim dediğimiz olacak. Onların istediği adamları veto edebileceğiz. Ama onlar edemeyecekler.’ dediler bize. En son Necmettin Bey’e dedim ki ‘Sana rey vereceğiz ama şunu bil ki buna inanmıyorum ve bana vebal getireceğini de biliyorum. Ne hâldeyiz biliyor musun? Hani bir fukara defalarca gelir gider ister, vermezsin; en son istemeye istemeye verirsin ya aynen öyleyim.”
Erbakan’ın, koalisyon istemeyenlere karşı savunması ‘Biz bunlarla olursak, kapatamazlar. Yanlarında olmazsak iki taraftan yerler bizi.’ üzerineydi. Karşı cephedeki Aksay ‘İşin ağırlıklarını düşünmeye yanaşmadı bazı arkadaşlar.’ diyerek “Kuralım, mühim olan bizim anlaşmamızdır. Biz milletimize birtakım iyilikleri getirme imkânı bulalım.” inancındaydı. 26 Ocak 1974’te koalisyon hükümeti kuruldu. Kıbrıs Barış Harekâtı bu dönemde gerçekleştirildi. Bazılarına göre koalisyon, MSP’nin gayretinin ötesinde sonuçlar doğurmuştu. Ancak Hareket’in kadro bakımından iktidara hazırlıklı olduğu söylenemezdi. Koalisyonda devlet bakanlığı yapan Aksay, 1280 olan Kur’an kursu hocası kadrosuna 4 bin 500 ilave almıştı: “Yarısına hoca bulamadık. Sıfırlanmış, yetişmemiş yeni kimse. Politikada çok geniş bir kadro lazım. Yani bütün milleti hareket ettireceksiniz…”
Koalisyondan sonra partide bir kriz daha yaşanacaktı. CHP’nin genel af teklifi konusunda milletvekilleri arasında fikir birliği yoktu. Sadece fikir suçlularının affedilmesi uygundu bir kısmına göre: “Af tartışılırken Necmettin Bey’in yakını bir arkadaş söz aldı. Dedi ki ‘163, 141, 142 birlikte kaldırılacak.’ Biz daha beter olduk. ‘Başka neye söz verdiniz?’ dedik. Bize sormadan, istişare etmeden nasıl söz veriyorsunuz? İçeride inançsızlık başladı. Haberimiz olsa karşı çıkacaktık, biliyorlar. ‘Nasılsa onları ikna ederiz’ diye düşündüler herhâlde. Biz geçmez diyorduk ama inanmadılar bize. ‘Siz 5-6 kişisiniz. Oy vermeseniz de geçer’ dediler.” Ertesi gün oylamada 22 kişi aleyhte oy verdi. Toplantıya katılanların çoğu reddetti. Mesele istişare etmeden söz vermişolmalarıydı. Ecevit, meseleyi Anayasa Mahkemesi’ne götürünce ‘eşitlik ilkesi gereği’ diğer suçlular da salıverildi. Öcalan da o afla çıkanlar arasında idi. Üniversiteler başta olmak üzere Türkiye bir anda gergin günlerin eşiğine gelecekti aftan sonra.
Oğuzhan Asiltürk ise aynı kanaati taşımıyordu: “Bizim çıkardığımız düzenlemede fikir suçları affedildi. Ben çok yakından biliyorum. Bir muhterem hocaefendinin idrarından kan geliyordu, hastaneye bile göndermiyorlardı. Bu tatlı su kahramanlarının sözleri bir değer ifade etmez. Onu çıkarmak zorundasınız. Sizin tek başına gücünüz onu çıkarmaya yetmez. İnançlarınıza ters olmayacak biçimde bir düzenleme yapacaksınız, komünizmi savunan da çıkacak.”
CHP ile koalisyon 8 ay kadar sürdü. Bundan sonra hareket yoluna, Erbakan’ın, 1969’daki milletvekilliği adaylığı başvurusunu reddettiğinden beri hedef aldığı Demirel’in AP’si ile Türkeş’in MHP’sinin de içinde bulunduğu I. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti ile devam edecekti. Parti, II. MC Hükümeti dâhil 1978’e kadar iktidar ortağıydı. Parti içinde uyuşmazlıklar sürüyordu. 1977’de 16 milletvekili Necmettin Erbakan’a maddeler hâlinde bir uyarı metni ileterek desteklerini çektiklerini duyurdu. Erbakan, eleştirileri haklı buldu. Ancak geri dönüş yapmak yerine işi zamana yaydı. Erken seçim kararı alınınca onun açısından mesele hallolmuştu. Böylece I. MC koalisyonundan önce MSP kendi içinde çatırdamıştı. 1977’de bu kanat partiden ayrıldı.
Erbakan Hoca, başından beri damgasını vurduğu harekete bütün renklerini de verecekti bundan sonra. Peki, karşımızda nasıl bir Erbakan portresi vardı? Millî Görüş’ü Erbakan’dan ibaret, geri kalanları da PR çalışması olarak gören Abdurrahman Dilipak’a göre Erbakan Hoca oranın sadece kurucusu değil, her şeyi idi. “Etle tırnak gibi iç içe geçmiş, dinî ritüelleri de kullanan bir hareket. Yarım asır geçmiş, baştan sona Erbakan tarihi.”
Partileşmeye yönelik ilk girişimleri başlatanlardan Hasan Aksay da gerek sloganları gerekse partiye hâkimiyetiyle Millî Görüş’ün giderek Erbakan’ın başlattığı bir hareket olduğunu düşünüyordu: “Yani onun koyduğu umdeleri oldu. Atatürk’ün koyduğu gibi. Bunu tabii çok çeşit çeşit anlamak mümkün. Laikliği bugün çeşitli anlayan var.”
Erbakan Hoca’nın kendine has birçok özelliği vardı. Bülent Arınç’ın, Yavuz Selim’in hazırladığı Yol Ayrımı kitabında da belirttiği gibi Hoca’nın kimliğini çözmek çok kolay değildi. Biraz ipucu elde etmek isteyenler çocukluğuna bakabilirdi. Uğur Dündar’ın İşte Hayatınız programına konuşan bir çocukluk arkadaşı “Amiral battı oynayamazdık. Çünkü oyunun kurallarını kendisi koyardı.” diyordu rahmetli Erbakan Hoca için.
Erbakan üzerinde herkesin ortak fikri ‘çok zeki, çok kabiliyetli, zehir gibi bir kafası olduğuydu.’ Paksu da “Çok zeki, kabiliyetli. Bir kitap ver 3-4 saat sonra gelsin konferans versin. Ama bir hayalci tarafı vardı ki bulunmazdı.” diyordu. Adı geçmese de sinemaya uyarlanan Devrim arabasının mimarlarındandı Erbakan. Ancak onun için üzerinde damgası olmayan hiçbir şeyin önemi yoktu. Menderes Çınar’a göre, Erbakan’ın özelliklerinden biri, meseleleri basitleştirerek sıradan insanların anlayacağı şekilde anlatmasıydı. Bu, inkâr edilemeyecek bir başarıydı.
Erbakan, Çınar’ın deyişiyle, “tarikat lideri imajı, tartışılmaz lider duruşu” ile hareketin kavramsallaşmasını sağlayan kişiydi. Hareketteki doğurganlığın sebebi de Erbakan’ın bu özelliğiydi. Bu düşünce, parti içinde yer alanların da dile getirdiği bir husustu. Hoca’nın kimliğini çözmek kolay değil diyen Arınç, aynı kitapta şunları anlatıyordu: “Erbakan’la birlikte çalışmak, mutlak itaati gerektirir, akılların iptal edilmesini gerektirir. Hiçbir şey soramaz ve hiçbir şeyin cevabını alamazsınız. O, canı isterse bir şeyler söyler.” Arınç “Hoca bir şey yaptığında ‘ya onun bildiği ya da benim bilmediğim bir şey vardır’ diye düşünürüm.” diyordu.
O zamanlar Fazilet Partisi’nde yer alan bir başka isim, şimdi Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül ise “Her şey mutlak kontrolümde olsun. Erbakan Hoca’nın zaafı buydu.” diyerek onun siyasi portresini resimliyordu. Kontrol altına alma işletilemediğinde de Hoca yan örgütler kuruyordu. Menderes Çınar, MÜSİAD’ın ayrılmasından sonra ASKON’u kurdurduğunu örnek veriyor buna: “Korporatist bir bakış açısı var, kendisine biat edecek yan örgütler kuruyordu.”
Erbakan’ın bir özelliği de çok aceleci olmasıydı. Bekaroğlu, “Hoca’nın oldubittiye getiren bir yanı vardı belki ama öyle de olmasaydı hiçbir şey yapılamayacaktı.” düşüncesinde: “Hoca kendi mühendis kafasında çözdü mü problemi, konu kapanmıştı. Başka kimseye ve fikre ihtiyacı yoktu.” Bekaroğlu, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Öteden beri saltanat arzusu vardı. Taban da bundan rahatsızdı diye düşünüyorum. Bir yönüyle kendi zamanındaki siyasilere, Türkeş’e, Demirel’e, Ecevit’e benziyordu. Tek adam olmasıyla, karizmasıyla, tarzıyla… Çok zeki. Hayalci falan diyorlar ya görece bir şey bu. Zihni öyle çalışıyordu ki gerçek hayatta olanları aşıyordu. Zaten bu hayalleri olmasa Türkiye gibi bir ülkede böyle bir noktaya gelemezdi. Mühendisliği de pratik iş yapma konusunda işini kolaylaştırıyordu. Ayrıca sebep sonuç ilişkisine çok dikkat ederdi, bu anlamda modernistti. Erbakan’ın dili bu kadar basitti. İnsanlara çok inandırıcı geliyordu bu sadelik.”
Hoca’nın İslam dünyası ile yüksek temasına vurgu yapan bir başka isim Ali Bulaç. Ona göre Hoca’nın öne çıkmasıyla İslam dünyasının dikkatleri Türkiye’ye yönelmişti: “Millî Görüş hareketi tabii ki görünürde siyasi bir oluşumdur. Siyasi partiler yasasına bağlıdır, siyasetin dilini ve araçlarını kullanır. Fakat aynı zamanda dinî bir cemaattir de. Cemaatin siyasi örgütlenmesi gibidir. Erbakan o yapı içinde bir karizmaydı. Onu sevenler, ona büyük ve yüce bir misyon da atfediyorlardı. Erbakan bir İslam âlimi değildi fakat İslami ilimlerden haberdardı.”
Çok nazik, her konuşmasına kadınları selamlayarak başlayan, bulunduğu yerde bu zarafeti hissettiren özellikleri ile Sibel Eraslan’ın dikkatini çekmişti Erbakan. Sonra kendine inancı…: “Zaten ancak öyle kişiler lider olur. Tayyip Erdoğan’da da benzer bir şey var. O inanç olmasa partileri devamlı kapatılır, mahkûm edilir, etraflarında tanklar dolaşırken nasıl ayakta duracaklar? Ağaçlar ayakta ölür denir. Hoca siyasetten çekilmedi. Son nefesine kadar bir şekilde siyasetin içinde olmaya devam etti.”
Bulaç, her şeye rağmen, genel olarak Müslümanların, dindar muhafazakâr insanların kolektif hafızalarında Erbakan’a saygı duyduklarını düşünüyor: “Eleştirirler fakat ihtiram da gösterirler.” Yani kısaca Bülent Arınç’ın dediği gibi “Hoca da bir beşerdi ve bizim kaderimizdi.”
Tekrar harekete dönersek… 1978’de, II. MC Hükümeti’nden sonra parti artık muhalefette idi. Ancak hareket, kurulduktan kısa süre sonra iktidar ortağı olmuştu. Ali Bulaç’ın, aynı zamanda Millî Görüş partilerinin en büyük kusuru gördüğü bir husus vardı. Hareketin başındakiler, soğuk savaş döneminin siyasi literatürüne sahip çıkıp ulus devleti sorgulamıyor, ‘ulus devletin veri olarak doğru olduğunu düşünüp iktidar yapısını sorgulamadan iktidarı elde etmeye çalışıyordu. Ama sistemle barışık olmaları anlaşılan yeterli değildi. Zira sistemin onlarla barışık olmadığı ortada idi. Ve 12 Eylül 1980… Darbenin tarihi. Partiler kapatıldı. Erbakan’ın cezaevi günleri başladı. Sonuçta beraat etti ancak siyasi yasaklıydı artık.
Abdurrahman Dilipak, 1980 öncesi Millî Nizam ve MSP tecrübesini ‘el yordamıyla siyaset’ şeklinde yorumluyor: “Çok erken dönemde iktidar ortağı oldu. Talep eden ve eleştiren bir söylemden vadeden ve örgütleyen bir mekanizmaya dönüştü. Bunu da ekonomiyle temellendirdi. Çünkü solla iktidar işbirliği gerçekleşmişti. Ekonomi politik formatına dönüştü siyasetleri. Erbakan siyasetin ruhu olarak ekonomiyi merkeze aldı. Şahsiyetli dış politika, önce ahlak ve maneviyat gibi şeyler ağır sanayi hamlesi, millî kalkınma politikaları arasında kaldı.”
12 Eylül’den sonra, 1983’te Refah Partisi kurulmuştu. Erbakan, siyasete ve partinin başına ancak Eylül 1987 referandumu dönebilmişti. 1980 sonrasında hareket, başka bir söylem geliştirmişti. Önce Millî Nizam’ın tercümesi olarak Millî Görüş kullanılmaya başladı. Millî’den kasıt değişmemişti. Dilipak, bunun çok sistematik bir program olmadığını, ekonomi programına dönüştürmek amacıyla Adil Düzen’e ihtiyaç duyulduğunu söylüyor. Ayrıca bu program geleneğin eseri değil, Süleyman Karagülle’ye aitti. Karagülle parti programı olarak değil, bütün partilerin kabul etmesi gereken evrensel bir kaideler bütünü olarak ortaya koymuştu üstelik. Çünkü ona göre Adil Düzen, fıtratın gereğiydi.
İsmail Kara 12 Eylül’den sonraki sürece başka türlü bakıyor. MSP, MNP çizgisinin 12 Eylül’le bittiğini düşünüyor Kara. Hareket yeniden organize olduğunda ortaya çıkan bambaşka bir şeydi. Yani Refah Partisi artık MSP değildi, 12 Eylül sonrası şartların partisiydi. Adil Düzen de kesinlikle Millî Görüş değildi.
Adil Düzen bir üniversite tez projesiydi. Ve ortaya çıkmasına vesile olan da ceza hukukçusu Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’di aslında. Süleyman Akdemir, adil düzen ile ilgili bir tez hazırlamış, fakat tezi kabul edilmemişti. Jürideki Dönmezer, Akdemir’e, tezini kendi kürsüsünde yapmasını teklif etmişti. Süleyman Karagülle “Dönmezer bunu düşünüyormuş ama yaptıracak adam bulamıyormuş. Akevler’i çalışarak Süleyman Akdemir’le beraber hazırladık Adil Düzen’i.” diyor. Tezi göz atıp incelemesi ve eksikleri bildirmesi için, Mamak’tan çıkmış, Altınoluk’ta bulunan Erbakan’a vermişlerdi. Bir hafta boyunca tezi okuyan Erbakan, onu siyasete uyarlayacaktı daha sonra.
Adil Düzen, İslam düzeni demekti, Karagülle’ye göre: “Erbakan adını duyurdu ama uygulamasını yapmadı, yapamadı. ‘Adil Düzen’in kokusu geldi.’ diye Erbakan’ın kendisi söylüyordu. Son zamanlarda uygulayacağım diyordu, o başka. Yine uygulayamazdı. Zamanı gelmemişti çünkü.”
Refah Partisi’nin söylemine girdiği gibi iş dünyasında pek karşılık bulmamıştı anlaşılan Adil Düzen fikri. Millî Görüş’ün iş dünyasındaki temsilcisi gözüyle bakılan MÜSİAD, sistemi eleştirenlerin başında geliyordu. MÜSİAD Kurucu Genel Başkanı Erol Yarar, Refah Partisi’nin en güçlü döneminde, 1990’lı yılların ortalarında eleştirilerini kapalı kapılar ardında sakınmadan yapıyordu: “Bir üniversite tez projesini Türkiye’ye uygulayamazsınız. Bugünün şartlarında ne yapmak lazım sorusuna cevap aramalısınız. Teorinizi bugüne indiremezseniz elinizde uygulanamayan bir model kalır. Adil Düzen’le daha ziyade 1960-70 üretim modelleri, 90’larda söylem hâline getiriliyordu. Adı çok güzel. Bence bu isme patent almak lazım. Ama eleştirilecek çok tarafı var ve ben kapalı kapılar arkasında bunları açık şekilde dile getirdim. Hatta bir arkadaş, ‘Ben 20 senedir bu hareketin içindeyim, kimse en üst seviyeye böyle bir eleştiri iletmemişti’ yorumunu yapmıştı bana. Çok kızdılar bize, Adil Düzen’i savunmamakla suçladılar. Sonra da farklı oluşumlar gündeme geldi zaten.”
Yarar’ın, farklı oluşum dediği, MÜSİAD’ın yerine ASKON’un kurdurulması idi. Yarar, “Siyasi partiler, derneklerin organik olarak kendilerine bağlı olmasını isterler. Refah Partisi tabanının MÜSİAD’ı çok sevdiğini biliyorum. Problem üst seviyede fikir farklılıklarından oluşuyordu.” diyor. MÜSİAD’ın Millî Görüş’le kesiştiği nokta, Yarar’a göre şuydu: “Kuruluş maksadımız işimizi büyütmek ya da para kazanmak değildi. Biz medeniyet projesini gerçekleştirmek isteyen işadamlarıydık. Yıllarca işlerimizden büyük fedakârlık yaparak çalıştık. Bırakın büyümeyi, küçüldük.”
Refah Partisi, uzun aradan sonra 1991 seçimlerinde, Alparslan Türkeş’in başında bulunduğu Milliyetçi Çalışma ve Aykut Edibali’nin Islahatçı Demokrasi partileriyle ittifak yaparak Meclis’e girdi. İsmail Kara’nın İsmet Özel’den naklettiğine göre, RP bu ittifakla bitmişti. Zira ‘kendisine mahsus bir varlığının olmayacağını deklare etmişti’. “Peki nasıl oldu da ondan sonraki 95 seçimlerinde oyu yükseldi?” sorusu aklınıza geliyorsa Kara, onun için de “Elbette, yükseliş böyle bir şey işte. Kendini terk ederek yükseliyorsun.” cevabını veriyor. Erbakan’ın 91 seçimleri öncesinde Günaydın gazetesine verdiği bir röportaj Kara’nın dikkatinden kaçmamıştı. Erbakan, orada ‘Bizi iktidara getirip tüketmek istiyorlar’ diyordu.
Hareketin 1990’ların başında yaşadığı sıkıntılardan biri de cemaatlerle ilgiliydi. Özellikle Esat Coşan Hocaefendi ile Erbakan arasına mesafe girmişti bu süreçte. Asiltürk, cemaatlerin hepsine aynı sıcak yakınlığı hissediyoruz dese de “Birtakım cemaatler bizi kendileri idare etmek istediler, geçmişte. Biz ona açık değiliz. Bunu yapamazlar da zaten, bilmezler de bu mücadeleyi. Onun için biz onlara hissi yakınlığımızı bozmadan, kimsenin de emrine, güdümüne girmeyiz.” diyordu.
1994’teki yerel seçimlerde Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere Millî Görüş’ün belediyecilikte yakaladığı başarı, 1995 genel seçimlerinde RP’yi yüzde 21,38’le en büyük parti yaptı. Bu başarının arkasında, hareketin daha geniş kitlelere ulaşma gayreti de çok önemliydi. Özellikle kadınlar üzerinden çok aktif bir siyaset de izleniyordu. Sandık teşkilatlarındaki kadınlara kadar herkes ‘uyuyan devi harekete geçirmek’ için çalışıyordu. Önce kadınlar partilere üye olamazken, Tayyip Erdoğan ve Bahri Zengin’in projesi ile muhafazakâr kadın değişim-dönüşüm geçiriyor, sokağa taşınıyordu.
Refah Partisi’nin 1995’e kadar 6 yıl boyunca İstanbul Kadın Kolları başkanlığını yapmışgazeteci-yazar Sibel Eraslan’a söz vermek gerekiyor burada: “Benim 90 km’yi aşan yerlerde verdiğim konferanslar çok ciddi tartışılmıştır. Bu mesafenin ötesine nasıl ve kiminle geçeceğim? Neredeyse hayatın kendisiyle ilgili, aynı zamanda sorunlarla yüzleşme imkânı da verdi. Kendi varoluşunu siyasetin içinde deneyimlediği, hayata çıkış dâhil bu yol üzerinden olduğu için parti, sadece parti değildi, çok şeydi. Dindar kimliğimizle toplumsal hayatın içinde var olacaktık. Bütün bunları üstlenmiş bir hareketti.”
Bu kadarla da sınırlı değildi: “Temsil kabiliyeti kazanıyorduk. Büyük bir ülkümüz vardı. Türkiye’ye Adil Düzen getirecektik. Soykırımlar, işgaller, haksızlık bitecekti. Yoksulun, şehirde yer bulamamış kimsesiz insanın sesisiniz. Bunlarla kendinizi donatarak yararlı olduğunuzu düşünüyorsunuz. Boşa geçmiyor zamanınız.” Ayrıca Eraslan’a göre gidişat her şeyiyle iyiydi: “Hakça bir nizam, adil bir düzen, adil gelir dağılımı, yoksulluğun giderildiği, dış dünyayla rekabet eden bir Türkiye bekliyorduk. Bunların hepsi cesaret veriyordu bize. Özellikle 94’ten itibaren mahallî yönetimlerde Hoca’nın söylemlerinin yavaş yavaş hayata geçirilmeye başladığını da görüyorduk. Tayyip Erdoğan ‘kimsesizlerin kimsesiyiz’ diyordu. Kadınlara yönelik sanat kursları, iş edindirmeye, insanları üretmeye teşvik eden teklifler vardı.”
Erbakan, yine önceki yıllarda olduğu gibi çok eleştirdiği, Amerikan vatandaşlığı ile vurmaya çalıştığı DYP lideri Tansu Çiller ile 1996’da Refah-Yol’u kurarak uzun siyasi hayatında ilk kez başbakan olmuştu. Koalisyon ortağı olduğu için Adil Düzen’i uygulama çabasına bile girmemişti. Erol Yarar’ın ifadesiyle ‘realite, programı out etmişti.’
Bulaç, partinin taktiklerinde, dilinde, retoriğinde fecaatler olduğunu söylese de havuz sistemi, denk bütçe ile ekonomide bir disiplin sağlanmıştı. Batı’dan izin almadan D-8 ile İslam Birliği’ni oluşturmaya çalışıyordu. Ancak 3 Kasım 1996’daki Susurluk ve akabindeki 28 Şubat süreçleri, tamamıyla Millî Görüş’ü, yani Erbakan’ı hedefliyordu. Ama teşkilattakilerin söylediği gibi Hoca, devletçiliğinden ödün vermemiş, askere ve orduya gerçekten güvendiğini ortaya koymuştu bu süreçte de. Askerin kendisine hep iyi baktığını düşünüyordu.
28 Şubat sürecinde Erbakan Hoca’ya yöneltilen eleştirilerden biri, istifa etmemesiydi. Asiltürk, istifa etmeme kararının hep beraber alındığını söylüyor: “Cenab-ı Allah bize bir sorumluluk yüklemişse kendi kendimize o sorumluluğu üzerimizden atamayız. Allah, Yunus (as)’a bile (vakti gelmeden vazifesini bıraktığı için) ceza verdi. Biz İslami davranışın gereğini yaptık. Müslüman böyle davranır. Bırakıp gidemez. Ölürsen ölürsün ne yapalım. Hoca’yı efendim kurşuna dizerlerdi. E dizselerdi! En büyük makama ulaşırdı. İstifa etse idi bunlar memnun olacaktı. Ama Hoca direndi. Kendi aramızda konuştuk, Allah ne takdir ederse o olur. Gerekirse birçok peygamberi bile öldürmüşler. Ne yapalım? Bizi askerî hapishanede bir sene yatırdılar. Vazgeçtik mi söylemlerimizden, çizgimizden, Millî Görüş’ten?”
1997’de, Ankara, Sincan’da düzenlenen Kudüs Gecesi, partiyi hedef seçmek isteyenlere bahane olmuştu. Geceyi organize eden aslında Abdurrahman Dilipak’tı. O gün sesi kısıldığı için yerine Nurettin Şirin gitmiş ve 7 buçuk yıl hapis yatmak durumunda kalmıştı.
Bulaç’a göre, 28 Şubat öncesinde uluslararası enstitüler gidişatı doğru okumuştu. Çünkü bir sonraki seçimlerde yüzde 35-40’la gelebilirdi RP. Ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, kapatma davası açarak ‘postmodern darbeyi’ taçlandırıyordu. RP’nin kapatılma ihtimaline karşı da Fazilet Partisi kurulmuştu. Refah Partisi’nin kapatılması kısa sürede ciddi bir infiale yol açmıştı.
Kayıp trilyon davası, hareketin en sıkıntılı konularından biri olarak Erbakan’ı takip edecekti. RP’nin kapatılmasından dolayı 2003’e kadar siyasi yasaklı olan Erbakan, kayıp trilyondan dolayı da ev hapsinde tutuluyordu. Davayı kapatmak için teşkilattan yardım toplanmasına rağmen borç eski para ile 12 trilyon liraya ulaşmış, taksitlendirildiğinde faiziyle birlikte 15 trilyon lirayı bulmuştu. Buna rağmen Hoca’nın cihat yaptığı düşünülerek trilyon davası içeride çok tartışılmayacaktı.
Refah ile Fazilet birbirinin devamı gibi algılanmasın diye çoğu ANAP kökenli Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu gibi milletvekilleri partiye dâhil edilmişti. Fazilet Partisi dönemi, Millî Görüşhareketinin ‘fetret dönemi’ olarak görülüyordu. Ancak bu dönemde özellikle AB’ye tarafgir çıkış pek çoklarını şaşırtmıştı. Değişiklik, Refah Partisi’nin hukuk dışı gerekçelerle kapatılması, buna karşın savunmasını AB literatürü üzerinden yapmasından kaynaklanıyordu. Aynı zamanda, yeni kurulan Fazilet Partisi’nin slogan ve söyleminin de bu mantığın üzerine oturtulması uygun bulunduğu için Millî Görüş hareketinin söylemi de genişletilmiş oldu. Ancak en büyük kopuş bu süreçte geldi. Fazilet Partisi’nde ‘yenilikçiler’ ile ‘gelenekçiler’ ayrımı, Millî Görüş’ün yeni bir oğul vereceğinin habercisiydi.
Ayrıca Vural Savaş’ın açtığı kapatma davasıyla Fazilet Partisi dönemi sona erecek, Saadet Partisi dönemi başlayacaktı Millî Görüş hareketinde. Saadet döneminde göze batan bir değişiklik vardı parti söyleminde. ‘İlkelerden taviz vermemek esastır. İktidar olmak zorunda değiliz’ gibi takdir-i ilahiye vurgu yapılıyordu. Aynı vurgu Oğuzhan Asiltürk’ün ifadelerinde bugün bile hissediliyordu. Sanki iktidar iddiası yoktu partinin.
Millî Görüş hareketi verimli bir yerdi. 1977’de Turgut Özal, MSP’den milletvekili adayı olmuş, kazanamamıştı. Sonuçta Özal, 1983’te ANAP’ı kurdu. Bazıları ANAP’ı da Millî Görüş’ün içinden çıkmış sayıyordu. Adil Düzen’in mimarlarından Süleyman Karagülle’nin Adil Düzen Partisi de Mehmet Bekaroğlu’nun girişimi gibi akîm kalmıştı. Bekaroğlu, Erbakan’la Saadet Partisi’nin tüzüğünü hazırlarken eski Zonguldak Milletvekili Necmettin Aydın, yarı şaka yarı cidi şunları söylüyordu: “Sen hocadan ayrıl. Yüz tane milletvekili var. Bunları üçe bölelim. Saadet geleneksel çizgisini korusun. Zaten ANAP benzeri bir parti kuruluyor. Hocayla konuş, bir grubu da sana versin. Git, Millî Görüşçü sol parti kur.” Bekaroğlu, bir ara teşebbüs de ettiklerini söylüyor.
Millî Görüş Hareketi’nden kopan en büyük kitle partisi Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül’ün önderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi ile ortaya çıkaracaktı. Abdüllatif Şener de AK Parti’den ayrılarak Türkiye Partisi’ni kurmuştu. En son Numan Kurtulmuş’un ayrılıp Halkın Sesi Partisi’ni kurmasıyla, Sibel Eraslan’ın deyimiyle Millî Görüş hareketinin çizgisi romantik denebilecek bir noktaya kaymıştı: “Daha içe dönük, kabuğuna çekilmiş, hatıralara dayalı bir daralma ve dargınlığa sebep oldu. Bu da bir değişimdir.” Yani hareket, Menderes Çınar’ın söylediği gibi inanç siyaseti izlemenin bütün zorluklarını yaşıyordu. Bu da bölünmeleri tetikleyen sebeplerin başında geliyordu. Ayrılanlar da zaten mekanizmaların iyi işlemediğini, işletilmediğini söylüyordu.
AK Parti ve Has Partililer ‘Millî Görüş gömleğini’ çıkardıklarını söyleseler de hareketi yorumlayanlar yine de bu çizginin devamı sayıyor bu partileri. Hasan Aksay “Meseleyi temel değerlere göre düşünenleri ayırmamak lazım.” diyerek arada fark olmadığı fikrini dile getiriyor. Hatta Bekaroğlu, Hoca’nın çevresini kızdırma pahasına “AK Parti, Millî Görüş’ün zirvesidir” bile diyor: “Siyonizm diyorsunuz, alın size ‘one minute’. Zirve mi, değil mi? Mavi Marmara’dan sonra yaptığı konuşma zirvedir.”
Partililere göre AK Parti ile ayrışmadan sonra Saadet Partisi tabanı, Erdoğan ve beraberindekileri ikbal peşinde koşanlar olarak görüyordu. Ancak Erdoğan’ın, 28 Nisan’dan sonra tabanın gönlünü yeniden kazandığı söyleniyordu.
Beş yıllık siyaset yasağının ardından Mayıs 2003 ile Ocak 2004 tarihleri arasında SP genel başkanlığını üstlenen Erbakan, kayıp trilyon davasıyla kesinleşen hapis cezasından dolayı istifa etmek durumunda kaldı. Numan Kurtulmuş ile son yaşanan olayların ardından 84 yaşında aktif siyasete geri dönen Hoca, yeniden SP genel başkanı olarak herkesi yanılttı. Artık, 85 yaşında, Saadet Partisi’nin başında, genel başkan olarak vefat etmesi ise kimseleri şaşırtmadı.
Peki, bunca yıllık siyasi hayatında Millî Görüş hareketinde özeleştirinin yeri neresi? Erbakan’ın ‘karakutusu’ Oğuzhan Asiltürk, “Bile bile bir hata yapmadık. Onu doğru olduğuna inandığımız için yaptık. O yanlış olabilir bak.” diyerek bu hususa da nokta koyuyor.
Millî Görüş çizgisi sadece siyasette değil medya ve iş dünyasında da faaliyet gösterdi. Hareket, ekonomik sahada bilinen-bilinmeyen dev büyüklüklere ulaştı. Son dönemlerde Millî Görüş’ün artık ‘bittiği’ yönündeki tartışmalar kamuoyunu hayli meşgul etti. Ali Bulaç ve Ali Ünal, bu düşüncelerini yazarak da açıklamıştı. Erol Yarar, önce ‘Bitmemesi gerekir’ diyor. Bitti demeye dili varmıyor, böyle giderse çok marjinal kalacağından endişe ettiğini ise gizlemiyor. Abdurrahman Dilipak ise bitmediğinden, zira sosyolojik olarak Erbakan’ı seven, bu şekilde davranılması gerektiğini düşünen bir kitlenin varlığından bahsediyor.
Millî Görüş çizgisinin handikapları da vardı. Bizzat teşkilattan yetişme isimlerin anlattıkları, genel başkanlığın dinî bir misyonu da olduğu ve o vazifeyi Hoca gördüğü intibaı veriyor. Taban çok az şey biliyor, olumsuzlukları duysa da inanmıyor. Hoca’nın evliya, âlim olduğuna inananlar mevcuttu. Nihai olarak Millî Görüşçülük duygusal bir algı. Bu anlamda bitti demek kolay değil.
Üçüncü şahlanış dönemini başlatan Millî Görüş, her şeye rağmen Müslüman topluluklarda bir dalgalanma meydana getirmiş büyük bir siyasi girişimin adı olarak bilindi. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Avrupa’dan Türki cumhuriyetlere, sahip olduğu tecrübe büyük bir dikkatle izlendi, izleniyor. Sibel Eraslan’ın tespitleriyle ‘Fas’tan, Cezayir’den, Tunus’tan, Bulgaristan ve Romanya’daki Müslümanlara kadar adını bile aynı koyan partiler var artık. AK Parti var, Refah Partisi var, Millî Selamet Partisi bile var.’
Müslümanların sosyal hayatın içinde varoluş kurguları da oldu hareket. Sibel Eraslan’ın dikkat çektiği gibi pek çok paralel gelişmeye de sahne oldu Millî Görüş: “Önce belediyeler kazanıldı, sonra iktidara doğru yürünmeye başlandı. Anadolu sermayesi güçlendi, televizyonlar, gazeteler, finans sektörü oluştu… Yarım asra yaklaşan deneyimi ile bu çizgi cumhurbaşkanı, başbakanlar, bakanlar çıkardı. Şu anda da Türk siyasetinde hem iktidarda hem muhalefette temsil ediliyor. Yaptıkları ve yapmadıkları bir yana bugün Türkiye’nin dünya çapında bir ülke olmasındaki özgüvene dayalı dış politika ve açılım politikalarının altında hep o medeniyet algısı ve bakışı var.”
Ekonomide ise Müslümanların gündemine, İslam ülkelerinde olmayan iktisadi kalkınma modeli diye bir tartışmayı sokması en büyük başarısı idi Erol Yarar’a göre. Doç. Dr. Menderes Çınar da bugünkü iktidar kadrolarını yetiştirmiş olmasını öne çıkarıyor hareketin başarılarından biri olarak. Bu görüşü dile getiren başkaları da var. Zaman gazetesi yazarı Mümtaz’er Türköne, Erbakan’ın ardından kaleme aldığı köşe yazısında “Şayet bizim bugün ayaklanan Arap halklarından faklı bir tarihimiz, farklı bir siyasi tecrübemiz oldu ise Erbakan bu binanın ana mimarlarından biri olduğu içindir. Türkiye’nin Erbakan üzerinden tecrübe ettiği yanlışları bile bugünün doğrularının varlık sebebidir.” diyordu, açık açık.
Günahıyla sevabıyla Millî Görüş, Erbakan’la özdeşleşmiş, Türkiye’deki en kalın siyasi damarlardan biri. Hareketin; her ihtiyaç duyulduğunda meşgalesini bırakıp koşan, yetmezmiş gibi cebinden para koyan, buna mukabil kimseden zerre miktar bir fayda ummayan, bilakis bütün bunları sadece Allah rızasını kazanmak için yapan samimi, çilekeş, 1969’dan beri hayatını davaya adamış, kendini ‘69 Model Millî Görüşçü’ olarak tanıtan şoför Kadir Özyurt Amca gibi insanların sırtında büyüdüğünü de unutmamak gerekiyor.
1 Mart Salı günkü cenaze merasimine Genelkurmay Başkanlığı’nın çelenk göndermesi, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu ile birlikte bazı askerlerin de orada bulunması bir özür mü yoksa mesaj mı içeriyordu, bilmiyoruz. Bildiğimiz, rahmetli Necmettin Erbakan’ın cenazesine katılan binlerce insanın, artık Millî Görüş’ü bir siyasi partinin görüşü olarak görmedikleri için orada toplandıklarıydı, herhâlde.
7 mart 2011