Türkiye’nin müzmin sorunlarından biri işsizlik. Otoriteler kendilerince çözüm üretedursun, akademik kariyerinin başındaki gençlerin ve ailelerinin en kestirme reçetesi, imkânlar dâhilinde yurt dışına açılmak. Yaygın kanaat, lise, üniversite ya da lisansüstü seviyede kazanılacak yurt dışı tecrübesinin kilitli duran kapıları ardına kadar açacağı yönünde. Bu yöntemin tamamen başarısız olduğunu iddia etmek imkânsız. Hele de işlerin niteliği sabitken icracıların kalitesi en azından görünürde yükseliyorken… Ancak az sonra tanışacağınız örnekler sanıldığının aksine yüksek nitelikli olmanın hiç olmazsa Türkiye’de hayatı dikensiz gül bahçesine çevirmediğini ortaya koyuyor. Ve tabii ülkeyi bilimde söz sahibi yapacak ‘geriye beyin göçü’ beklentisinin neden bir türlü gerçekleşmediğini de…
Neva Çiftçioğlu, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nün ardından Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Mikrobiyoloji alanında mastır ve doktora yapmış. Doktora tezi, hocası tarafından çöpe atılınca karar vermiş yurt dışına çıkmaya. 11 yıl Finladiya’da Kuopi Üniversitesi Biyoteknoloji Bölümü’nde öğretim üyeliği görevi yürütmüş. Doçentlik aldıktan sonra NASA Johnson Uzay Merkezi’nden Mars’ta Hayat Araştırma Grupları’na katılma daveti almış ve orada da 8 yıl kalmış. Bu süre zarfında imza attığı araştırmalardan dolayı Nobel Tıp Ödülü’ne aday gösterilmiş. Bir buçuk yıl kadar önce babasının rahatsızlığı sebebiyle Türkiye’ye dönmeye karar vermiş. Şimdi nerede, ne yapıyor dersiniz? Fazla yormayalım sizi. Ankara’daki evinde iş başvurularına cevap bekliyor.
Bilge Demirköz, liseyi Robert Kolej’de tamamladıktan sonra burs kazanarak Amerika’ya gitmiş. MIT’te (Massachusetts Institute of Technology) fizik bölümünü, müzik (şan) ve matematik alanlarında da sertifika alarak bitirmiş. Başka üniversitelerden de kabul almasına rağmen akademik hayatına MIT’te devam etmeyi seçmiş ve AMS (Alpha Magnetic Spectrometer) projesinde görev alarak NASA ile dört yıl çalışmış. Doktorasını İngiltere Enerji Bakanlığı’nın senede beş kişiye verdiği Dorothy Hodgkin bursuyla Oxford’da tamamlamış. Daha doktora çalışmaları devam ederken ve Türkiye üye olmadığı hâlde CERN’e (Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi) araştırma görevlisi olarak kabul edilmiş. Hâlen CERN’deki çalışmalarına devam ediyor. Hayali, akademik kariyerine Türkiye’de devam etmek; ama bunun için kiminle temas kuracak, nereye başvuracak, başvurusuna ne cevap alacak belli değil.
Her biri, dünyanın en iyi eğitim kurumlarından aldıkları burslarla yurt dışına açılmış genç akademisyenler. Türkiye’de başladıkları eğitim hayatları bir şekilde dışarı sürüklemiş onları. Gittikleri yerlerde önemli işlere imza atmış ve kaçınılmaz olarak hedef büyütmüşler. Çoğu doktora ya da post doktora seviyesinde. Akademik hayata henüz adım atıyorlar. Araştırmaları olgunlaştığında kendilerine daimi bir yol çizmeleri gerekecek. Lâkin taşıdıkları kaygılara bakılırsa Türkiye’ye dönmelerini beklemek, bunu istemelerine rağmen o kadar kolay görünmüyor. Fiilî ve psikolojik zorluklar daha yolun başında dikiliyor karşılarına. Geri döndüklerinde hayallerini ve ideallerini bir kenara bırakmak zorunda kalacaklarından endişe ediyorlar. Tanıdıkları, dinledikleri örnekler de bu kaygılarını doğruluyor.
Onları yakından tanımak, Türkiye’nin neyi kaçırdığını daha iyi anlamaya da yarayacak. Nihal Adsız Okan, 31 yaşında. Fatih Fen Lisesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Biyoloji Bölümü mezunu. Aynı okulda mastır öğrencisiyken bir yandan da Erciyes Üniversitesi’nde asistanlık görevi yürütmüş. Üniversitenin araştırma laboratuvarları kalabalık öğrenci grubuna yetmediğinden 2000 senesinde yaz stajı için kendi imkânlarıyla Amerika’ya gitmiş. Kısa sürede imza attığı projelerle dikkat çekince kalması teklif edilmiş. Mastır eğitimi ve üniversitedeki görevinden vazgeçerek teklifi kabul etmiş. Geri dönme planlarını, Türkiye’deki araştırma şartları ve üniversitelerdeki mevcut pozisyonlara göre ileride düşünmek üzere ertelemiş. Aradan geçen 9 yılda önce Baylor College of Medicine’de ‘hücrelerin yaşlanması’ üzerine araştırmalar yapmış. Ardından New York Eyalet Üniversitesi (SUNY- Stony Brook) Genetik Bölümü’nde doktorasını tamamlamış. Şimdi aynı kurumda bulaşıcı hastalıklar konusunda post doktora eğitimini sürdürüyor.
Cömert Kural, bir devlet memurunun çocuğu. Ankara Atatürk Anadolu Lisesi ve Bilkent Üniversitesi Fizik Bölümü mezunu. Daha üniversitenin ilk yılında karar vermiş eğitiminin bir aşamasında yurt dışına gitmeye. Yedi yıldır Amerika’da yaşıyor. Illinois Üniversitesi’nde Biyofizik doktorası yapmış. Fizikten hayli uzaklaşıp tıp alanında araştırmalara kayan Kural, bulaşıcı hastalıklar ve insan vücudunun bağışıklık sistemi üzerinde yoğunlaşmış bir enstitüde araştırma görevlisi olarak çalışıyor.
Murat Köseoğlu da Fatih Fen Lisesi mezunu. Onun hikâyesi daha lise yıllarında TÜBİTAK’ın Bilim Adamı Yetiştirme Programı’na seçilmesiyle başlıyor. Türk Millî Takımı olarak 1995’te Uluslararası Biyoloji Olimpiyatları’nda üçüncülük kazanıyorlar. Geri döndüklerinde devlet ricalinden aldıkları ‘geleceğimizi siz belirleyeceksiniz’ mealindeki iltifatların bilim adamı olma hayalinde etkisi büyük. Türkiye’de moleküler biyoloji ve genetik bölümü ilk kez Köseoğlu’nun liseden mezun olduğu yıl açılıyor. Üniversite sınavında iyi bir derece yapıp Boğaziçi Üniversitesi genetik bölümünün ilk öğrencilerinden oluyor. Ve okulu üçüncülükle tamamlıyor. Aynı üniversitede Harvard Üniversitesi’yle ortak yürütülen mastır programına kabul edilerek Harvard’da görev yapan Prof. Mehmet Toner’in laboratuvarında mastır yapıyor. “Hayalim memleketimin kalkınmasına katkı sağlamaktı.” diyor Köseoğlu. “Herkes ‘Türkiye’de bilimle uğraşılır mı, geçinemezsin. Türkiye’nin imkânları, hocaların maaşları belli’ diyordu; ama kararımdan vazgeçmedim.”
Kanser biyolojisi ile ilgilenen Köseoğlu, Hollanda’da dünyaca ünlü bir kanser enstitüsüne kabul edilmiş. Çalışmalarını orada sürdürüyor. Doktora eğitimi esnasında annesini kanserden kaybeden Murat Bey’in babasına da kanser teşhisi konulmuş. Yurt dışında aynı acıyı ikinci kez yaşamamak için geri dönmek istiyor. Hollanda’daki araştırmalarına bir süre ara vermiş, birkaç aydır Türkiye’de iş arıyor.
Haklarında söylenebilecek daha çok şey olsa da bu kısa özgeçmişler karşımızdaki örnekler hakkında yeterince fikir veriyor. Eğitimleri, başarıları ve potansiyelleriyle bambaşka bir ufka işaret ediyorlar. Tahminlere göre Türkiye, önümüzdeki 5-10 yıl içinde sadece genetik alanında yüzlerce uzman birikimine sahip olacak. Peki, tüm bilim sahalarında yetişen bu kitle için nasıl bir plan yapılıyor?
YÖK’ten cevap alamadığımız bu kritik soru, ülkenin kendine çizdiği hedefi ve iddiayı da sorgulaması gerektiğini ortaya koyuyor. Şu aşamada yurt dışında kariyer yapan genç bilim adamları, Türkiye ile aralarındaki mesafenin büyüdüğünü düşünüyor. Zira bugüne dek karşılaştıkları muamele, Türkiye’deki kurumların mevcut bilimsel potansiyele rağmen henüz gerekli vizyona ulaş(a)madığını ortaya koyuyor.
Cambridge Üniversitesi adına CERN’de görev yapan Bilge Demirköz, üniversite eğitimi dâhil tüm akademik kariyerini yurt dışında ve önemli burslarla tamamlamış. Bilim dünyasında kabul görmek için başarılı olmak önemli fakat yeterli değil Demirköz’e göre. “Yurt dışında bilimle uğraşmak sanıldığı kadar kolay değil. Çalıştığınız üniversitenin akademik kriterlerine uymanız, sahip olduğunuz bilgiyi kanıtlamanız, bunları anlatabilmek için yabancı dile hâkim olmanız gerekiyor. Yabancı araştırma ortaklarınız sizi anlıyormuş gibi davransalar da ön yargılarından kopamıyorlar. Bu noktada insan kendini yapayalnız, hatta terk edilmiş hissediyor. İstiyorsunuz ki Türkiye’de bazı kurumlar, size destek versin ve sahip çıksın. Manevi olarak hatırlanmak ve onurlandırılmak yeter.”
Ancak beklentiler genellikle hayal kırıklıkları ile neticeleniyor. Nitekim doktora denklik belgesini aldıktan sonra ‘gelecek kuşaklar da yararlanabilsin’ diye tezinin bir kopyasını YÖK’ün Ulusal Tez Bankası’na göndermek isteyen Demirköz, ‘sadece ulusal üniversitelerde yapılan tezlerin kabul edildiği’ cevabını alınca kendini ‘öksüz’ hissettiğini söylüyor.
Neva Çiftçioğlu, Finlandiya’da ve Amerika’da kireçlenmelerin oluş mekanizmaları ve tedavileri üzerine değişik nanoteknoloji metot geliştirmiş. Nanobakteri olgusunu bilim literatürüne kazandıran iki isimden biri. Araştırmalarının boyutları büyüyüp patent aşamasına geldiğinde Türkiye’deki bazı üniversitelere lisans başvurularını ortak yapmak teklifiyle gitmiş. “Sonucu ne siz sorun ne ben söyleyeyim.” diye kapatıyor konuyu. İrtibata girdiği kurumlar para istediğini sanarak hiç düşünmeden ret cevabı vermiş bu teklife. Tavır sonraki yıllarda da değişmemiş. Onca uluslararası başarı, ödül ve patente rağmen iş başvurularına ‘kadro yok’ cevabı almış. Hâlâ bekliyor: “Ülkenizin en çok ihtiyacı olan bir konuda uzmansanız çalışmak istediğiniz hâlde çaldığınız kapıların yüzünüze kapanmasını hazmedemiyorsunuz.”
Özellikle son birkaç yılda TÜBİTAK’ın verdiği araştırma destekleri Türkiye’nin cazibesini artırmış görünüyor. Amerika’da ekonomik krizin de etkisiyle bilimsel katkı fonları giderek daralırken Türkiye’nin her iki başvurudan birine olumlu cevap vermesi muazzam bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Cömert Kural bu adımın önemini teslim ettikten sonra başka bir soruna işaret ediyor. “Üniversitelerde araştırmaların sorunsuz yürümesi için iyi bir kadroya ve daha da önemlisi samimi ve iyi niyetli yöneticilere ihtiyaç var. Bence bizdeki en büyük problem vizyon eksikliği. İşin içine egolar ve ideolojiler karışıyor. Türkiye’nin en ileri araştırma merkezlerinde bile öğretim görevlileri kamplaşmış. Yurt dışında çalışan Türk bilim adamlarının en önemli endişesini bu tavır oluşturuyor.”
Örneklerle de desteklenen endişeler gösteriyor ki bilim adamlarının geri dönmek istemesi tek başına yeterli değil. Üniversitelerin bu insanları kabul etmeye ve araştırmalar için uygun ortam sunmaya hazır olması gerekiyor. Nihal Adsız Okan’a göre, yerli bilim çevrelerinin dönecek insanları tehdit olarak algılamaktan vazgeçmesi gerekiyor.
Tüm bu endişeleri geride bırakıp dönen biri Murat Köseoğlu. Önünde iki alternatif var. Ya moleküler biyoloji ve genetik bölümü olan bir üniversiteye kabul edilip orada kendi araştırmalarını yürütebileceği bir laboratuvar kuracak. Ya da herhangi bir üniversitenin biyoloji bölümünde hoca olup hayallerine veda edecek. O ideallerini kovalamayı seçmiş. Üniversitede iş bulmak için nasıl bir yol takip etmesi gerektiğini bilmediği için kendi yöntemini geliştirmiş. Bölüm başkanlarına kendini tanıtan bir mail yazıyor. Özgeçmişini de ekleyip ‘bu alanda pozisyonunuz varsa gelmek istiyorum’ diyor. Bazıları cevap veriyor. Olumlu yaklaştıkları takdirde üniversiteye gidip bilim adamlarına bir sunum yapıyor ve performansını değerlendirip geri dönmelerini bekliyor.
Pek çok ülke yurt dışındaki bilim adamlarıyla ilişkilerini büyükelçilikler ve konsolosluklar aracılığıyla yürütüyor. Özellikle belli projelerde çalışmış bilim adamları, sanatçılar, mühendisler dıştemsilcilikler tarafından ülkeye bildiriliyor. Bu insanlar ülkelerine dönmek istediklerinde kiminle muhatap olacaklarını bilerek yola çıkıyor. Öteden beri Türkiye’nin bilim politikalarına kafa yorduğunu söyleyen Murat Köseoğlu’nun teklifi, stratejik alanlarda çalışan bilim adamlarıyla ilişkilerin doğrudan başbakana bağlı bir kurul tarafından yürütülmesi: “Türkiye bursla yurt dışına araştırmacı gönderiyor ama yetiştirdiği adamları verimli kullanamıyor, patinaj yapıyor. Ülkenin emeği, hayali boşta kalıyor.”
Köseoğlu’na göre ülkenin dış politikada, ekonomide bir iddiası olacaksa bilimsel sahalarda da kalkınmak zorunda. Özellikle stratejik alanlarda bir planlama yapıp kritik kitleyle yani yurt dışındaki yetişmiş elemanlarıyla ilişki içine girmesi lazım. Birebir temas hem bu öğrencilerin psikolojilerini yükseltir hem de istihdam sorununu çözer.
Görüştüğümüz bilim adamlarının tamamının işaret ettiği şey aynı: “Herkesin geri dönmesi şart değil. Dünyanın bilimsel zirvesi Amerika, orada bir damarın bulunması önemli ama Türkiye’de onların bilgi ve birikimlerini akıtacakları kurumlar olmalı. Aksi takdirde Amerika’da artan gücünüz Türkiye’yi diriltmeye yetmez. Gittikleri yerde geri kalmış ülkenin dâhi çocukları olurlar.”
Velhasıl muhtelif vesilelerle gündeme gelen beyin göçü sorunu, karşı taraftan böyle görünüyor. Meseleye biraz yakınlaşınca ortaya çıkıyor ki tarihten tıpa, müzikten fizik ve kimyaya pek çok alanda dünya çapında başarılara imza atmış Türk bilim insanlarının ‘kaybedilmişliğine’ hayıflanmaktan daha anlamlı şeyler yapmak mümkün.
28 aralık 2009