Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Gündem - adalet istiyorum hakim bey!

    adalet istiyorum hakim bey!

    Türkiye'de herkes adaletten eşit ölçüde nasibini alıyor mu? Bu soruya olumlu cevap verebilmek için yargının kendini enine boyuna yargılamasını beklemek gerekiyor. 
    Şubat 11, 2015
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    Türkiye’de herkes adaletten eşit ölçüde nasibini alıyor mu? Bu soruya olumlu cevap verebilmek için yargının kendini enine boyuna yargılamasını beklemek gerekiyor. ‘Mahkemeye işim düşse, adaletin yerini bulacağına inanmam, güvenmem açıkçası. Bir kere müşteki olarak gittim. Dava sonuçlanmadı. Şikâyetimi geri almak zorunda kaldım. Hâkim bana, size de bu yakışır dedi. İnsanların içinde aptal konumuna düştüğümle kaldım.’

    Bu sözler, 30 yılını mahkeme salonlarında tüketmiş, halen görevde olan bir ağır ceza savcısına ait. Hz. Ömer menkıbeleriyle, o adalet anlayışı ile büyüdüğünü söyleyen bir hukuk adamının hayal kırıklığı. Çünkü gerçek hayat, çocukluğundaki kurguya hiç benzemiyor. Vicdanınızı tatmin etmek için gözünüzü karartıp arı kovanına çomak sokmanız gerekiyor belki. Ama bu o kadar kolay değil. Türkiye’de herkes gibi savcılar da sınırlarını biliyor.

    “Bilmeyene de öğretirler.” diyor savcı bey. “Hayatımda bir kere kahramanlık yaptım. Sıkıyönetim döneminde aldığım bir karar sebebiyle evim arandı. Boyumun ölçüsünü aldım.” “Türkiye’de adalet yerini buluyor mu?” sorusuna cevap ararken adım attığımız ilk yerdi ağır ceza mahkemesi. Bu kesinlikte ortaya konulan bir ‘yargı’ beklemiyorduk elbette. ‘Ne demek, biz buradayken’ mealinde; mekânın ruhuna uygun, ağır, tumturaklı, ‘dediğim dedik’ bir sözdü belki beklediğimiz. Biz sorunları dile getirecektik, onlarsa gerçeğin bizim bildiğimizden farklı olduğunu söyleyeceklerdi. Ama öyle olmadı!

    İkişer savcının kullandığı küçük odalarda, Türkiye’nin en güçlülerini sorguluyor, ancak parçası oldukları sistemin adalet dağıtıp dağıtmadığı konusunda ciddi kaygı taşıyorlar. Bir savcının odasında her seferinde askerî alandan geri dönen adalet tanrıçasını betimleyen karikatür asılı. ‘Neden?’ şaşkınlığına, ‘sınırlarımı hatırlamak için’ diye karşılık veriyor. Durum bu kadar açık ve netse, adalet gözlerden uzak belli sınırlılıklar içinde gerçekleşiyorsa, yargı bahsinde sadece yasaları konuşmak abesle iştigal olmuyor mu?

    Anayasa, hukuk devleti, yargı reformu gündelik hayatımızın sıradan mevzuları artık. Ancak ‘Türkiye’de adaletin tecellisi mümkün mü?’ sorusunun cevabı verilebilmiş değil. Bitmeyen davalar, 3’üncü sayfa haberlerine konu olan yargı mensupları, yüksek mahkemelerin siyasi nitelikli olmakla eleştirilen kararları…

    Herkes yargıya neşter vurulması gerektiğinde birleşiyor. Geçmiş yılların tecrübesi de ortaya koyuyor ki, ‘yasa değişecek, problem ortadan kalkacak’ iyimserliği gerçeği yansıtmıyor. Bilgi Üniversitesi Yargı Reformu Çalışma Grubu Koordinatörü İdil Elveriş, yıllardır Türkiye’nin yargı problemine sağlıklı bir teşhis koyulamamasını, bilimsel yaklaşım eksikliğine bağlıyor. Ona göre öncelikle anekdot aktarmaktan vazgeçip bazı soruları cevaplamak gerekiyor: Kaç kişi dava açıyor, bu davalar kaç günde bitiyor? Belirli dava tiplerinde mi, yoksa mahkemelerde mi sorun var? Bu talebin muhatabı resmî yetkililer elbette. Ancak bir sitemi de aktarıyor Elveriş: “Hâkim ve savcılar çözüme katkı yapamamaktan şikâyetçi. Problemi onlar yaşıyor, sistemin nerede kilitlendiğini biliyorlar. Ama bir değişiklik söz konusu olduğunda kanun çıkarmak yeterli sanılıp, yok sayılıyorlar.”

    BAĞIMSIZIZ SANIRDIM, MEĞER…

    Yeni bir hükümet, yeni adlî yıl açılışı, sivil anayasa hazırlığının verdiği heyecan, AB’ye uyum sürecinin tetiklediği demokratikleşme arzusu. Bütün bu gelişmeler mülkün temelini yani adaleti düştüğü yerden kaldırmaya vesile olabilir. Bunun için öncelikle tabloyu derli toplu ortaya koymak gerekiyor elbette. Bu dosyada, eski Adalet bakanlarından Yargıtay hâkimlerine, halen görevde olan ya da emekli yargıç ve savcılardan siyasetçilere, avukatlardan öğretim görevlilerine ‘yargı sorunu’na bir ömür vermiş kişilere kulak vereceksiniz. Her seçim öncesi siyasi parti programlarında kendine yer bulan ‘yargı reformu’nun çerçevesini değil, yıllarını hukukla şekillendirmiş kişilerin açık, bir o kadar acıtıcı sözlerini okuyacaksınız. Bütün konuşmalardan çıkan en önemli ve yeni şey, Türk adalet sisteminin kendine has ve aşılması güç bazı sorunlarla yüz yüze olduğu.

    Kamuoyunda Susurluk Hâkimi olarak ün salan, Malki Cinayeti’nden batık banka davalarına gündemi aylarca meşgul eden dosyalara bakan Sedat Karagül’ün meslek hayatı boyunca çıkardığı en önemli ders, yargı bağımsızlığının hayal olduğu. “Mesleğe yeni adım atan hâkim kendini bağımsız görür. Kanun önünde herkesin eşit olduğunu zanneder; ancak zamanla bunun böyle olmadığı ortaya çıkar.” diye anlatmaya başlıyor düşüncelerini. “Mesleğe başladığım yıllarda taşrada çalışırken ‘Allah’tan başka kimse bana hesap soramaz!’ derdim. Sonra, hele İstanbul’a gelip büyük davalara bakmaya başlayınca fark ettim ki bayağı küçükmüşüz biz. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde çalışmasam saf bir hâkim olarak emekliye ayrılırdım herhalde!”

    DÖRT SAVCIYA BİR KÂTİP

    Bir Ağır Ceza Mahkemesi’ndeyiz. Odaya adım atar atmaz üst üste yığılı mavi klasörler karşılıyor bizi. Televizyonlarda gün boyu dönen büyük bir operasyonun perde arkası o dosyalarda saklı. Eliyle, okunması gereken ifadelerle dolu klasörleri işaret ediyor davaya bakacak savcı: “Bu şartlar altında adalet yerini buluyor desem yalandır.” Yüzlerce dosyayı tek başına okuması ve konu kamuoyuna yansıdığından bir an önce dava açması bekleniyor. Küçücük odalarda zanlıların ifadelerini almak için diğer savcının işine ara verip çıkması gerekiyor. Dört savcıya bir kâtip düştüğünden odayı ve kâtibi boş buldukça çalışıyorlar. Fizikî şartlar ve özlük hakları açısından iç açıcı bir tablo yok açıkçası. 30 yıllık bir savcının en büyük merakı, yeni atandığı adliyede kâtibinin olup olmayacağı!

    Türkiye’de yargıç kadrolarının 3’te 1’i boş. 8 bin 400 civarında hâkim görev yapıyor. Nüfus olarak bize yakın olan Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde ise 40 ilâ 60 bin arasında. Avrupa ülkelerinde suç oranlarının Türkiye’dekinden daha düşük olduğu da hesaba katıldığında mahkemelerdeki yığılmayı anlamak kolaylaşıyor. Öğretim görevlisi olduğu yıllarda büyük bir bankanın danışmanlığını da yürüten eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, Almanya’da katıldığı bir davayı misal gösteriyor. “Mahkeme o gün sadece 4 dosyaya bakıyordu. Yargıç taraflara söz gelmeden önce dosyayı o kadar iyi özetledi ki sonunda, ‘tartışılmasını istediğiniz başka konu var mı dediğinde’ biz ‘hayır’ dedik.” Türkiye’de ise günde onlarca davaya bakmak zorunda kalan hâkimler kimi zaman duruşma öncesinde dosyayı inceleme fırsatı bile bulamıyor. Hikmet Sami Türk, bu yüzden davaların ertelenmesinin tesadüf olmadığını söylüyor.

    Aşırı yük sadece yerel mahkemeleri değil, yüksek yargı kurumlarını da kilitliyor. Yargıtay’a gönderilen dosyaların başsavcılığa gelmesi ile sonucun açıklanması arasında ortalama 4 yıl geçiyor. Bu süre zarfında sanıklığınız ve mağduriyetiniz sürüyor. Tutukluluk hâli devam edenlerin öncelikli dosyalarına bile ancak bir ilâ bir buçuk yıl arasında sıra geliyor. Çünkü yerel mahkemelerde bir hâkim günde 40-50 dosyaya bakarken Yargıtay aynı sürede yüzlerce dosyayı inceliyor. Her dosyaya ortalama bir iki dakika zaman ayrılabiliyor.

    YÜRÜRLÜĞE GİREN YENİ YASALAR YÜKÜ ARTIRDI

    Emekli Yargıtay Savcısı Ahmet Gündel, dava sayısının katlanarak artmasının pek bilinmeyen bir sebebine dikkat çekiyor. Türkiye’de yargı problemleri geçmişe dayansa da bunların son yıllarda derinden hissedilmesi yeni çıkan yasalar gibi bazı pratik nedenlerden kaynaklanıyor ona göre:

    “2005 yılı haziran ayında yeni ceza kanunu ve başka birtakım yasalar yürürlüğe girdi. Mahkemelerden davaları her iki ceza yasası açısından da inceleyerek zanlının lehine olan maddelere göre hükmetmeleri istendi. Ve yüksek yargıdaki yüz binlerce dosya yerel makamlara iade edildi. Zaten ağır bir yük altındaki mahkemeler şimdi bir de bu ikili yapıyla uğraşıyor.”

    Türkiye’de adalet yerini buluyor mu? Sorunun muhatabı Hikmet Sami Türk. Bakanlığı döneminde yargının töhmet altında kalmasını önlemek amacıyla kendisine ulaşan imzalı imzasız bütün ihbarları incelettiğini anlatıyor: “Sevinerek ifade etmeliyim ki yüzde 95’i asılsız çıktı. Adalet yerini bulmuyor diyen çok; ama kimse ‘haksızdım, bu nedenle kaybettim’ demiyor. ‘Avukat hâkimi satın aldı’ demeyi tercih ediyor.” Yine de bu düşüncenin hiçbir şekilde ortaya çıkmaması gerektiğini düşünüyor Türk. Çünkü yargı sistemi ne kadar sağlam olursa devletin temeli de o kadar sağlam olur. Suça karışan kişinin bağımsız mahkemede yargılanacağının bilinmesi devleti ayakta tutan temel unsurlardan biri ona göre.

    Ancak soruna yargı mensuplarının gözünden bakıldığında ‘acaba’ dememek elde değil. İmkânsızlık ve ağır iş yükü altında ezilen hakim ve savcıların asıl yılgınlığı, kanunların neredeyse sadece sıradan vatandaşa geçtiğini yaşayarak görmelerinden kaynaklanıyor. Durumu, “Şu anda bir yankesici çetesinin davasına bakıyorum. Konu basına da yansıdı. Herkes bir an önce tutuklanmalarını istiyor. Onları tutuklayabilirim; ama banka boşaltana gücümüz yetmiyor. Ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Türkiye’de imtiyazlı gruplar var.” sözleriyle özetliyor görevdeki bir savcı.

    “DEMOKRATİKLEŞİRSEK YARGI DA DÜZELİR”

    Söz ister istemez organize suç örgütlerine ve göz göre göre salıverilen zanlılara geliyor. Aslında kamuoyunun Türk adaletine güvenini de en fazla bu örnekler sarsıyor. Basına yansıyan bilgiler bile dosyalar dolusu yer tutarken savcıların harekete geçmemesini dışarıdan bakarak anlamanın imkânı yok. İmtiyazlı gruplardan kasıtları, herkesin aynı mahkemelerde aynı kanunlarla yargılanamaması. Yargıda tekliğin olmamasından yakınıyor hâkim ve savcılar. Memurun, askerin ayrı mahkemesi, kanunları var. Dosya sıradan vatandaşı aşıp imtiyazlı gruplara uzandığında davanın seyri de değişiyor. Söyleyecekleri çok şey var: “Batık banka soruşturmaları için çağırdığımız generaller ifade vermeye gelmedi. Hiçbir şey yapamadık. Susurluk soruşturması kapsamında Veli Küçük’ü çağırdım, ‘Ben yalnız askerî mahkemeye ifade veririm.’ dedi. Ama oraya verdiği ifade benim işime yaramadı.”

    Eski İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, mesleğe başladığı 1964’ten beri hukuk sisteminin sorunlarını dinlediğini anlatıyor. Aradan geçen yıllar pek bir şeyi değiştirmemiş. Şikâyetin birini giderseniz başka bir şey çıkıyor ortaya. Yeni binalar yapılıp personel açığı kapansa da problemler sürecek ona göre. Çünkü sorunun kaynağını yanlış yerlerde arıyoruz. Asıl mesele demokrasi kültürünün yerleşmemesi. “Devlet demokratikleşirse adalet sistemi de demokratik bir yapıya kavuşma imkânı bulur. Sorun örgütlenme yapısından kaynaklanıyor aslında.” diyen Sayman’a göre adalet sisteminin yapısı dinamizmden mahrum. Savunma hakları var ama savunma diye bir kurum yok. Davasına bakacak avukat arayan insanların yönelttiği ‘Hâkimi tanıyor musun?’ sorusunu doğru okumak gerekiyor ona göre. Adalet sistemi avukata bir işlev yüklemiyor. Yücel Sayman’ın kulağı AK Parti’nin yürüttüğü Sivil Anayasa hazırlığında. Görüşü çok net; demokratikleşirsek yargı da düzelir.

    “TANIK OLARAK BİLE MAHKEMEYE DÜŞMEKTEN KORKARIM”

    Ahmet Gündel, emekli Yargıtay savcısı. Adalet mekanizmasının üst kurullarındaki problemlerin aşılamayacağına kanaat getirince genç yaşta emekliye ayrılmış. Yargının her kademesinde sorun olduğuna dair teşhisini, “Tanık olarak bile mahkemeye düşmekten korkarım.” diye ifadelendiriyor. Yargının sisteme bağlı sorunlarına kısaca işaret edip geçmesi, asıl probleme temas etme isteğinden kaynaklanıyor. Yüksek mahkemelerin sebep olduğu sorunları ancak içinde olanlar görebiliyor Gündel’e göre. Vatandaşın özgürlüğü ve mal varlığı üzerinde son sözü söyleyen yüksek yargı, hâkim ve savcıların geleceğini ve nasıl karar alacaklarını da belirliyor: “Geçmişte kanunlarda gösterilen asgari cezanın dışına çıkıldığında dosya üst mahkemede bozulabiliyordu. Böylece asgari haddin üzerinde ceza vermeme eğilimi yerleşti.” Hâkimlerin tayin ve terfilerinde, bozulan dosyaların olumsuz rolü hesaba katılınca yargıçların önünde Yargıtay eğilimi dışında çok seçenek kalmıyor. Gündel, Yargıtay’ın birkaç yıldır asgari ceza isteminden vazgeçmesine rağmen yargı mensuplarında yerleşen alışkanlıkları değiştirmelerinin kolay olmadığını söylüyor. Ve bunun aslında ne tür problemlere sebep olduğunu da “Bazen önümüze dosyalar gelirdi. Adamın kabarık bir sabıka listesi var ama hâkim alt sınırda ceza vermiş. 50 tane suç işlemiş birini, 51’incisini işlesin diye sokağa salıyorsunuz.”

    Yasama organı her dönemde pek çok kanun çıkarıyor ve bunların büyük kısmı yargıyı ilgilendiriyor. Ancak aşırı iş yükü burada da problem olarak çıkıyor karşımıza. Yasa koyucu yargının önünde gidince hukukçular değişen kanunları takip etmekte, amaçları üzerine kafa yorup geniş yorumlar yapmakta zorlanıyor. Hikmet Sami Türk bu noktada, meslek içi eğitimi sağlayan Türkiye Adalet Akademisi’nin önemini hatırlatıyor. Türkiye Yargıçlar ve Savcılar Vakfı (YARSAV) Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ise adaletin özveriyle de olsa tecelli ettiğini düşünüyor. Yargı mekanizmalarının ağır işlemesinden yakınan Eminağaoğlu, kurulacak uzmanlık mahkemelerinin bu problemi ortadan kaldıracağına inanıyor. Şu anda yargı mekanizmalarının yapılanması gereği hukukçuların uzmanlık alanlarına bakılmaksızın her alanda istihdam edildiğini hatırlatıyor YARSAV Başkanı: “Yargıç ve avukatlar bir alanda uzmanlaşamıyor. Bu durumda davalara bakarken hem vakit kaybediyorsunuz hem de sorunu adalete uygun biçimde halletmeniz zorlaşıyor.” Aynı problemin yüksek yargı açısından da gündemde olduğuna değiniyor Eminağaoğlu. Hukuk davalarında başarılı bir savcı, Yargıtay’a seçildiğinde ceza dairesine verilince geçmiş tecrübesi tüm anlamını yitiriyor.

    POZİTİVİST EĞİTİM, TOPLUMDAN UZAKLAŞTIRIYOR

    Yargı mekanizmasını hukuk fakültelerinden yetişen hukukçular işletiyor. Peki, yargının kademelerinin ilk basamağı olan eğitim kurumlarında tablo nasıl? Prof. Dr. Turgut Tarhanlı, Türkiye’de hukuk eğitimini pozitivist olmakla eleştiriyor. Anayasal tarife göre hâkimler anayasaya, kanuna, hukuka ve vicdanî kanaatlerine göre karar verirler. İlk üç kriter için pozitivist bir eğitim yeterliyken vicdanî kanaat oluşturmak toplumsal gerçeği görmekle, adil davranmak da yine büyük ölçüde vicdanın sesini dinlemekle mümkün. Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı da olan Tarhanlı, gündelik hayatın her zaman mevzuat açısından denetlenemeyeceğini hatırlatıyor: “Adil karar vermek toplumu iyi tanımakla mümkün. Yargıç fildişi kulede yaşamaz. Öyle de olmalı. Nerede yaşadığını bilmeyen bir yargıcın vereceği kararlardan korkmak gerekir.” Bu bilincin eğitim hayatı içerisinde oluşturulması önemli. Çünkü devletin anayasada sayılan nitelikleri, herkesi olduğu gibi yargı mensuplarını da bağlıyor. Devlet adına hüküm veren hâkimler de demokrat ve insan haklarına saygılı olmak, sosyal devlet ilkesini ve hukukun üstünlüğünü gözetmek durumunda Tarhanlı’ya göre.

    Hukuk, Türkiye modernleşmesinin başlıca aracı. Yeniden inşa edilen topluma Batı’dan alınan yasalarla şekil verilmiş. Turgut Tarhanlı, şimdi yukarıdan gelen taleplerin dışında toplumsal bir modernleşme yaşandığını düşünüyor. “Toplum, yasaların araçsallığından bağımsız modernleşiyor ve dönüşüyor. Değerlendirmelerin bu yeni analizler ışığında yapılması ve üniversitelerde hayatla bağlantılı eğitim verilmesi gerekiyor. Aksi takdirde bir fiili, kâğıt üzerinde suç olmaktan çıkarmanızın manası olmayabilir. Dünyadan ve toplumundan kopuk bir yargıcın zihninde suç olarak kodlandıysa, hüküm de ona uygun olacaktır.”

    YARGI İKTİDAR SAVAŞI VERİYOR

    Hâkimlerin, hakkında hükme vardıkları toplumu tanıması, mahkeme kararlarının kamu vicdanını tatmini açısından önemli. Ancak yargı mensuplarının içinde yaşadıkları halkla ilişkilerinde ciddi mesafe olduğu biliniyor. Mesailerini adliyelerde yapıyor, lojmanda yaşıyorlar. Çevreden birkaç kişi ile selamlaşmaya başladıklarında çevresi genişledi endişesi ile görev yeri değiştirilenlerin sayısı az değil. Tarafsızlığı sağlamak maksadıyla yapılan bu soyutlama, adalet sorunu kadar sınıf kavramını da gündeme getiriyor. Tarihsel hafıza içinde kendini cumhuriyeti kuran bürokrasinin parçası gören yargı mensupları, bir sınıf gibi hareket ediyor. Meclis Adalet Komisyonu Başkanı AK Parti’li Ahmet İyimaya, söz konusu mesafenin sınıf farkının da ötesinde anlamlar taşıdığı görüşünde. Ona göre şu anda Anayasa Mahkemesi, yasama organına karşı tarifi yapılmamış hâkimler devletini temsil ediyor. Sahip olduğu yetkiyi iktidar vesilesi kılıyor. Türkiye’de topluma ve siyasete verilen anayasa yapma hakkını adeta mahkemeler kullanıyor tecrübeli siyasetçiye göre. Bu da yargının iktidara oynadığının en büyük ispatı. İyimaya, “Anayasa Mahkemesi yasa koymaya kalkarsa orada hâkimler iktidarı olur. Meslekî suçlarda soruşturma mekanizmasını sizi içermeyecek biçimde oluşturduysanız yine hâkimler iktidarından söz etmek gerekir. Falancanın iktidara gelme ihtimaline göre onun işlemlerini uzunca dönem denetlesin, erken emekli edilmesin kaygısıyla yargı organlarına atama yapmak yargı iktidarına zemin hazırlar.” diye sıralıyor gerekçelerini.

    Yüksek yargı organlarının hükümetle girdiği çatışmanın gündeme taşıdığı yargı iktidarı tartışması Türkiye’ye has değil. Son yıllarda İsrail’de yaşanan benzer bir problem ülkeyi rejim krizinin eşiğine getirmiş görünüyor. Tartışmanın mazisi çok gerilere, Biblikal dönemde İsrail’in kuruluş yıllarına kadar uzanıyor. Kutsal topraklara ilk kez yerleşen İsrailoğullarının krallarını seçene kadar hâkimler tarafından yönetildiği ve Tevrat’a ‘yargıçlar kitabı’ anlamına gelen bir bölüm ekledikleri biliniyor. Mücadele o gün bugündür sürüyor. Özellikle kriz dönemlerinde kendini hissettiren bu kapalı ilişkiler ağı, çatışmaları iktidar savaşı şeklinde okumayı mümkün kılıyor.

    YARGI YARGIYA BASKI YAPIYOR

    Aralıklarla beş kez Adalet Bakanlığı yapan, halen yargı sorunlarını yakından takip eden Oltan Sungurlu’ya göre de yargı mercilerinde bir iktidar talebi söz konusu. Sungurlu, yargı bağımsızlığı ve bunun garantisi kabul edilen hâkim teminatı ile ilgili farklı yaklaşımlar getiriyor. “Kanunen siyasi iktidara karşı bir yargı bağımsızlığı ve hâkim teminatı var. Ancak bu bağımsızlık bütün iktidar biçimlerine karşı söz konusu olmayabilir.” İktidar biçimlerinden öncelikli kastı yüksek yargı mercileri. Sahip oldukları gücü, “Allah’tan başka hesap verecekleri kimse yok.” diye tarif ettiği Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) 5 üyesi, yargı mekanizmaları nezdinde siyasal iktidardan daha muktedir ona göre. Yargıyı, yargının üzerinde son derece baskıcı buluyor Sungurlu. Ve yüksek yargı mercilerine talep ettikleri yetkiler verildiğinde Danıştay Adalet Bakanlığı, Yargıtay Adalet Bakanlığı gibi kıymeti kendinden menkul birimler oluşturulacağından endişe ediyor. Yargının siyasallaştığı suçlamasını da reddediyor. “Siyasi iktidar ne vaat ederek kendinden yana karar aldırabilir. Eğer bir şeyler vererek ikna etmek mümkünse hükümetin verdiğinden daha fazlasına sahip çok insan var Türkiye’de.” Sonra da çok net bir tespitte bulunuyor: “Bugün yargı dâhil herkes elini yargının içine sokmuş durumda. Diğer kurumların müdahalesi fark edilebilir ve önlenebilir belki ama yargının müdahalesi fark edilemez. Yargı mensupları bir etkiye maruzsa bu onların zaaflarından kaynaklanır. Yargı mercilerinde zaaf zuhur edince bazı iktidarla iyi geçinir, bazılarının da iflahını keser.”

    Tartışma HSYK’ya gelince ilk itiraz, Adalet Bakanı’nın kurul üyesi olmasından kaynaklanıyor. Geçmişte bakan sıfatıyla yüksek kurula başkanlık yapan Sungurlu, bir gerçeğin gözden kaçırıldığını düşünüyor. Ona göre bakan, ülkesindeki sorunlardan haberdar olmak için kurulda bulunmalı. Ancak kimse Adalet Bakanı yoğun gündemi içinde her gün toplanan kurula nasıl katılıyor diye sormuyor. Gerçekte bakan yılda ancak bir ya da iki toplantıya katılabiliyor. Sungurlu, yargı bağımsızlığının önündeki en büyük engelin yargının kendisi olduğu kanaatinde. “Hâkim ve savcı atamaları Yüksek Kurul’da yapılıyor. Sicili Yargıtay, cezaları HSYK veriyor. Asıl problem kararların bu kadar dar bir alandan çıkmasında. Türkiye’de bu yetkinin sebep olduğu çok acı örnekler yaşadık. Bir savcı iddianamesinden dolayı meslekten uzaklaştırıldı ama iddianameyi kabul eden hâkimler kaldı. Bunların hepsini HSYK yaptı.” YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ise yargıç ve savcıların Adalet Bakanlığı’na idarî bağımlılığının kaldırılmasını yargı bağımsızlığı için şart görüyor. HSYK kararlarına karşı etkili başvuru yolları oluşturulmasının da hâkim güvencesini pekiştireceğini düşünüyor.

    Yüksek yargı organları, hukukun tecellisi açısından başvurulacak son adres. Ancak anayasaya uygunluk denetimi yapan Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlar ‘yargı’ konulu tartışmaların en başında anılıyor artık. Tıpkı cumhurbaşkanı seçim sürecinin kilitlenmesi ile sonuçlanan 367 kararı sonrasında olduğu gibi. 2007 yılı içinde tartışmalı bulunan yargı kararlarından sadece biriydi 367. Neticede ihtilaf giderici ve birleştirici rol üstlenmesi gereken yargı mekanizmaları toplum içindeki bölünmeleri tahrik eden bir pozisyona kaydı. Yargı makamlarının İngilizcedeki kazan kazan ilkesine uygun hareket etmeleri gerekiyor Turgut Tarhanlı’ya göre: “Öyle bir sonuca varırsınız ki taraflardan her ikisi de kazanır. Bu, istenilen bir şeydir. Türkiye’de son aylarda yaşanan tartışmaların kazananı olduğunu söylemek zor. Prof. Dr. Ergun Özbudun, Anayasa Mahkemesi’nin de içinde bulunduğu süreci çok isabetli şekilde, ‘kaybet kaybet’ diye isimlendiriyor. Hukukun maksadı bu olamaz.”

    “DEVLET MENFAATLERİNİ KORUMAK İÇİN VARIZ”

    Siyasallaşma Türk adalet sisteminin bugün en önemli sorunu nitel      iğinde. Bu kavram, siyasi iktidarın yargı üzerinde oluşturduğu baskıyı anlatmak için de, yargı mensuplarının kendi siyasi görüşlerini hesaba katarak aldıkları kararlara dikkat çekmek maksadıyla da kullanılıyor. İddianamelerinde kişisel görüş ve tavsiyelerine yer verdiğini özellikle belirten bir ağır ceza savcısı “Kişinin kararlara kendi görüşlerini yansıtması siyasallaşma sayılmaz.” diyor. Ona göre asıl siyasallaşma siyasilerin davaları ve yargı mensuplarını yönlendirmeye çalışması. Hatta yeni yasa yapmayı bile siyasallaşmanın parçası kabul ediyor. “Yasaları eleştirme lüksümüz olmasa bile” diye başladığı cümlesine ağır eleştiriler getirerek devam ediyor: “AB yolunda çıkan yasalar nedeniyle birçok terörist serbest kaldı ve dağa çıktı.” Anlaşılacağı üzere biraz devletçi bir yaklaşım söz konusu. “Biz devlet menfaatlerini korumak için varız.” cümlesi de ona ait.

    Devletin bekasını esas alan anlayışı tehlikeli bulan Turgut Tarhanlı, yargıçların cübbe giyen 3 meslek mensubundan biri olduğunu hatırlatıyor. Diğerleri din görevlileri ve akademisyenler. Bu üç meslek erbabının ortak özelliği kimlik ve kişiliklerini işlerine yansıtmama zarureti. Kendi ideolojisini, siyasi görüşünü kararlarına yansıtan bir hâkim cübbesini çıkarmış kabul edilebilir. “Bu manada devletin bekası dâhil hiçbir etken hukukun tecellisinin önüne geçemez.” diyen Tarhanlı’ya göre mahkemeler Milli Savunma Bakanlığı’ndan farklıdır ve onun üstlendiği sorumlulukları yerine getirmek zorunda değildir: “Bir yargıcın ülke menfaatinden yana takınacağı yegâne tavır, hukuka uygun hareket etmektir. Yargının sisteme yönelik risk sorgulamasından da uzak durması gerekir. Çünkü demokrasi her zaman bir parça riski göze almayı gerektirir.”

    Yargının bağımsız olmadığı görüşünü savunan bir diğer savcı ise siyasal iktidarı ya da güç merkezlerini ilgilendiren konuların hâkim ve savcıların uykularını kaçırdığı görüşünde. Fiilî bir baskı olmasa da olması ihtimali bu tedirginliği yaşamalarına yetiyor. Ama ilginçtir ki medya yargı mensuplarını siyasal iktidardan daha fazla korkutuyor. “Medya her şeyi şeffaflaştırdığı için kontrol mekanizması gibi işlev görüyor ama farklı maksatla yayın yaptığı da oluyor. Sadece basından korkulduğu için karara bağlanmayan davalar var.” diye anlatıyor görevli bir savcı. Bahsi geçen tek iktidar hükümet değil tabii. Bir de paranın iktidarı var. Zengine söz geçirmek de askerî ve sivil bürokrasiyi hukuk sınırları içine almak kadar zor.

    “ASKERÎ MAHKEMELERDEN İSTEDİĞİMİZ BİLGİLERİ ALAMIYORUZ”

    İktidar ilişkileri denince yargının çiftbaşlılığı ve sorgulanamayan ya da dokunulamayan insanlar gündeme geliyor doğal olarak. Askerler yasal olarak sadece askerî yargıya çıkarılabiliyor. Ama ordu hiyerarşisi gereği hâkim ve savcıların üstleri hakkında yaptıkları işlemlerin yegâne sınırının kanun ve hukuk olduğu tartışma götürür bir mevzu. Eski bir askerî savcının itirafı şüpheleri doğruluyor: “Savcı ifade almak için çağırıyor ama komutanı gelip ağzına geleni sayıyor, sonra ifade vermeden çıkıp gidiyor.” Özellikle askerlerin de adının karıştığı çete davalarında sivil yargı ile askerî mahkemelerin birlikte çalışması gerekiyor. Ele geçirilen askerî malzeme ya da delillerin niteliği dava sonucunu etkileyeceği için askerî makamlardan cevap bekleyen savcıların kaderi de aynı oluyor. Susurluk, Şemdinli, Danıştay, Atabeyler… bir dizi skandalın bir türlü açığı çıkmamasına hep aynı gerekçe gösteriliyor: “Askerî mahkemelerden istediğimiz bilgileri alamıyoruz.”

    Yargının siyasallaşması geniş bir bahis, pek çok yargı mensubu yaşanan siyasallaşmayı yargıcın ideolojisini ya da siyasi görüşünü kararlarına yansıtması şeklinde algılıyor. Hikmet Sami Türk’e göre hangi gerekçeyle olursa olsun mahkemelerin siyasî birtakım düşüncelerle karar vermesi de çok tehlikeli. “Anayasa, hâkimin anayasaya, kanuna, hukuka ve vicdani kanaatine göre karar vereceğini söyler. Kriterler arasında siyasi kanaat yok. Aksi takdirde adaletin toplumun ihtiyaçlarına cevap verebileceğini kim iddia edebilir?”

    YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, siyasallaşma kavramını ‘siyasi iktidardan gelen baskı’ şeklinde yorumlamaktan yana. Ona göre sorunun kaynağı yargı mensuplarının memurlaşmasında yatıyor. Memurlaşmamış bir yargıç ve savcının etkiye açık olması mümkün değil. Memurlaşmanın ilk adımı olarak da yargı mensuplarının koruma kalkanından mahrum bırakılmasına işaret ediyor. Aynı zamanda Yargıtay Savcısı da olan Eminağaoğlu, siyasetin nüfuz alanına girmek manasında yorumladığı siyasallaşmanın yargı mensuplarının devlet karşısında dirençsiz kalmalarından kaynaklandığını düşünüyor. Öncelikli teklifi, hâkim ve savcıların yasamaya, yürütmeye ve kamuoyuna karşı bağımsızlığının sağlanması. Yargıcın kendinden bağımsızlaşmasını da ekliyor tabii.

    UÇURUMUN KENARI METAFORU

    Yücel Sayman ise güncel yargı sorunu bağlamında birinci sıraya yargının siyasallaşmasını koyuyor. Örgütlenme, yargının kendine devleti koruma misyonu yüklemesine imkân veriyor Sayman’a göre. Hâkimin yargılama sürecindeki yegâne karar ve uygulama mercii olması antik demokratik anlayışın ya da siyasallaşmanın önünü açıyor. Ahmet İyimaya ise yargının siyasi içerikli kararlarına gerekçe olarak sunulan ‘uçurumun kenarı’ metaforunu ciddiye almıyor. Son yıllarda kendini adeta taraf ilan eden yüksek yargı kurumları, kendilerini uçuruma doğru giden ülkenin emniyet supabı addediyor. Kamuoyu ile de paylaşılan bu mevzilenme, tartışmanın sağlıklı bir zeminde yürümesini büyük ölçüde engelliyor. Anayasa Komisyonu Başkanı, ‘Enver Paşa zamanından beri kullanılıyor’ dediği uçurumun kenarı metaforunu siyasallaşmanın göstergesi kabul ediyor. “Memleketi uçurumun kenarına getirdiniz” diyenlere; “Ne kadar uzunmuş bu uçurumun kenarı” diye karşılık veriyor. “Ülke neredeyse yüz yıldır uçurumun kenarında, ama bir türlü düşmüyor.”

    İyimaya’ya göre Türkiye’de yargı sorunları sistemden ve adalet mekanizmasını yürüten yapılardan kaynaklanıyor. Sistemin sebep olduğu problemler zaman içinde normalleşirken hâkim ve savcı sorunu aşılamıyor. Çünkü mesele yargının tepesine yani HSYK, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi’ne kadar uzanıyor: “Probleme kalıcı çözüm üretmek yeniden yapılandırmayla mümkün. Ancak bu kurumlarda reform yapmak zordur. Çok büyük dirençle karşılaşabilirsiniz. Bu türden bir yeniden yapılanma için toplumsal konsensüs yanında siyasal konsensüse de ihtiyaç var.” diyor İyimaya. Yani önümüzdeki sorunların daha ne kadar gideceği siyasetin takınacağı tavırla yakından alakalı.

    SİSTEMSİZLİK KÜLTÜRÜ OTURMUŞ

    İdil Elveriş, üniversite için yaptıkları araştırmalardan yola çıkarak Türkiye’de işlerin bilimsellikten uzak yürüdüğünü söylüyor. Aylar süren saha araştırmasının sonuçlarına göre problemlerin tek sorumlusu sistem değil: “Asliye Hukuk Mahkemeleri’nde bir araştırma yapıp ara kararların yerine gelip gelmediğine ve bunun sebeplerine baktık. Vardığımız sonuç şu: Bizde gecikmeler, sarkmalar hep alışılmış şeyler. Kurumsal kültür haline gelmiş. Şimdi hangi kanunu yazarsanız yazın uygulamayı değiştiremezsiniz.” İşlerini iyi yürüten, örnek içtihatlarda bulunan hukukçular da var elbette. Ama yargı mensuplarının kendi aralarında örgütlenmesi yasak olduğu için tecrübelerini aktarmaları ve problemlerine birlikte çözüm üretmeleri de mümkün değil.

    Meselenin bir tarafında yargı mensupları varsa diğerinde vatandaşlar bulunuyor elbette. Sorunlarına mahkeme kapılarında çözüm arayan vatandaş açısından bakıldığında başka saptamalar yapmak da mümkün. Öncelikle insanların yüzde 80’i avukatlık hizmetlerinin pahalı olduğunu düşünüyor. Bu yüzden savunmaya avukatsız çıkan kabarık bir kitle var. Elveriş genel tablonun kendisine içinde adalet kalmayan bir adalet sistemini tartıştığı hissi verdiğini itiraf ediyor.

    Genç hukukçuların yaklaşımına gelince. Üniversite öğretim üyeleri son yıllarda öğrencilerin niteliklerinde gözle görülür bir iyileşme olduğuna dikkat çekiyor. 10 yıl önce yabancı dil bilen hukuk öğrencileri parmakla gösterilirken bugün rekabet hayli kızışmış görünüyor. Ancak bu nitelikli genç hukukçular yargıya karşı mesafeli bir duruş içindeler. Elveriş, maddi ve sosyal açılardan cazip bulunmayan yargı mekanizmalarının bir de bu gözle değerlendirilmesinin de yararlı olacağı kanaatinde.

    Son yıllarda gazetelerin ‘entelektüel bakış’ sayfalarında yargı sorunları üzerine yer alan makaleler dikkat çekiyor. Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde ya da Ankara’nın üst yargı kurumlarında görevli genç yargıçların, yargı problemlerine dair yaklaşımları yeni dönem için ümit verici. Ama her şeye rağmen Goethe’nin Faust’undan mülhem şöyle bir cümle kurmak mümkün. “Ey siyasetten ve ideolojisinden kurtulamayan yargıçlar! Bizi hangi hak ve yetkiyle yargılıyorsunuz.”

    ADALET Mİ, GÜÇ MÜ?

    “Yargı kurumlarının yegâne dili kararlarıdır. Yargıçların genel birtakım ahval ve şerait hakkında görüş açıklamaktan kaçınmaları gerekir.” Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turgut Tarhanlı, son yıllarda Türk yargısının unuttuğu bir kriteri hatırlatıyor öncelikle. “Adli yıl açılış konuşmaları eskiden meslekî çerçevede kalırdı. Son yıllarda buralarda yapılacak açıklamalar merak konusu. Bir çeşit siyasi tirad okunuyor. Oysa yargı kurumlarının yegâne dili kararlarıdır.” Yargı mensuplarının bu tür yüksek sesli çıkışlarını en az siyasetin yargıya müdahalesi kadar tehlikeli buluyor. Tarhanlı’ya göre birbiri ile başka şekilde iletişim kuramayanlar için ‘bağırmak’ bir tercihtir. “Teşkilatlanma biçimi, iş yükü, Yargıtay’ın yılda 500 bin davaya bakmak zorunda kalması önemli sorunlar. Bunun ötesinde adlî yıl açılışlarında anayasal ilkelere, demokrasiye bağlılık gibi makro düzeyde hukuk devleti ilkelerinin altı çiziliyor. Ama bu sorunlar bir atımlık barut değil. Yılda bir kere söylüyorsunuz ve diyalogu sürdürmüyorsunuz.

    Tarhanlı hukukî kararların gerekçelerine de dikkat çekiyor. Gerekçeli kararın hükümle birlikte açıklanmaması yargının temel zaaflarından ona göre. “Bir kararın neden öyle alındığı özlü, zengin, güçlü hukukî temellere sahip gerekçeyle ortaya konulmazsa hükme güven duyulması sağlanamaz. Ancak Türk yargısının zaaf noktalarından biri de bu. Bazen gerekçenin açıklanması için yıllarca beklemek gerekebiliyor. Hatta kararı veren heyet değiştiği için gerekçenin başka hâkimler tarafından kaleme alındığı da vâkî. Oysa kamuoyunun, tarafların ve gelecek nesillerin neden o kararın alındığını bilmesi gerekir.” Son yıllarda bir kısım adî suç şebekeleri ile yakınlığı ortaya çıkan yargı mensupları adaletin yerini güç mü alıyor sorusunu gündeme getiriyor. Tarhanlı’ya göre bir hukukçu ne kadar iyi eğitim almış ve hassas sınavlar sonucunda o göreve gelmiş olursa olsun mesleğini icra süresince bağımsızlığına halel getirmeksizin mercek altında tutulması gerekir. Adalet kurumlarının lonca zihniyetiyle ‘kol kırılır, yen içinde kalır diyemeyeceğini hatırlatan Tarhanlı, bu mekanizma kurulmadığı takdirde kamu vicdanını tatmin eden bir adalet sistemi tesis etmenin zor olduğunu düşünüyor.

    YARGIDA SİYASALLAŞMANIN MÜSEBBİBİ, SEZER

    Ahmet Gündel yaklaşık bir yıl önce kendi isteği ile Yargıtay savcılığından emekli olarak avukatlık yapmaya başladı. Adalet mekanizmasının en tepesinden görünen aksamaları görevdeyken olduğu gibi emeklilik günlerinde de dile getirmekten kaçınmıyor. Yargının siyasallaşması ifadesini diğer muhataplarımızdan farklı değerlendiriyor Gündel. Geçmişte Nuh Mete Yüksel’in tavrı, Anayasa Mahkemesi’nin geçtiğimiz aylarda vardığı 367 kararı, yargı mensuplarının kendilerini bir tarafın mensubu gibi gördüklerinin işareti ona göre. “Bizde hem tarafın siyasi kimliğine hem de olayın mahiyetine önem veren çok sayıda yargıç var.” diyen Gündel’e göre, siyasallaşma probleminin asıl müsebbibi 10’uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer. “Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) üyelerini atama yetkisi cumhurbaşkanında. Siz devletin başındaki isim olarak hukukî değil siyasi nitelikleri ağır basan kişileri görevlendirirseniz onlar da elbette bu özelliklerini ortaya koyan kararlara imza atacaklardır.”

    HSYK, yargının temel sorunlarına değinen herkes gibi onun da gündeminde. Adalet Bakanı ve müsteşarı kurulda olduğu için HSYK siyasal tasarruflarda bulunuyor tespitini kesin bir dille reddediyor: “HSYK’da Adalet Bakanı ve onun aslında yargıç olan müsteşarı dışında Yargıtay’dan 3, Danıştay’dan 2 yüksek hâkim var. Sadece iki üyenin kurulu siyasallaştırması mümkün değil.” Gündel’e göre Yargıtay ve Danıştay HSYK’yı, yüksek kurul da Yargıtay ve Danıştay’ı etkiliyor. Bu iddiasını yüksek mahkemeye üye seçiminin nasıl yapıldığını anlatarak açıklıyor: “Danıştay ve Yargıtay üyelerinin seçilmesinde HSYK üyesi 5 hâkime kontenjan verilir. Yargıtay’a 30 üye seçilecekse bunların tamamına yakınını 3 Yargıtay kökenli üye alır ve kendi aralarında paylaşır. Seçim Danıştay için yapılacaksa inisiyatif Danıştay’ı temsil eden diğer iki üyenin elindedir. Herkes kendine ayrılan kontenjanı dilediği gibi kullanır. İdeolojik, etnik, bölgesel unsurlar ya da akrabalık ilişkileri dikkate alınıyor. Normal bir hâkim ve savcının çok gayret gösterip iyi bir meslekî kariyere ulaştığı için Yargıtay ve Danıştay’a seçilme imkânı yok. Bu anlattığım kadar kesin ve nettir. Bunun özeti şu: Türkiye genelinde 8 bin küsur hâkim ve savcının tüm kaderi 5 tane hâkimin iki dudağı arasında.”

    Gündel’in yargı reformuna oradan başlanmalı dediği HSYK’nın yeniden yapılandırılması için anayasal değişiklik gerekiyor. Yüksek kurulun bu yapısı sanıldığının aksine sadece yargı mensuplarını etkilemiyor. Ahmet Bey, “Yüksek mahkeme ağırlaştırılmış müebbet hapis cezanızı onayacaksa ya da trilyonluk servetinizi elinizden alacaksa hakkınızı kesinlikle alabileceğinize inanmanız gerekiyor. Bu ancak o kurumlarda çok iyi hâkimlerin görev yapması ile mümkün. Atama kriterleriniz meslekte yetkinlikle değil, ideolojik, dinî ilişkiler ya da akrabalık ilişkileri içinde şekilleniyorsa yüksek mahkemelerin karar yetkinliği zayıflar.” diye özetliyor meseleyi.

    İstanbul 8’inci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Mustafa Akın’ın görev değişikliğini de Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın ihracını da içine sindirebilmiş değil: “Mustafa Akın, dosyaları kısa sürede sonuçlandırması ve dürüstlüğü ile tanınan, bankalarla ilgili suçlar yönünden yetişmiş bir hâkim. Bir uzmanın sebep gösterilmeden yerinden uzaklaştırılması bu iddiaları doğrular nitelikte. Van Cumhuriyet Başsavcısının görevden alınması da yargı mensuplarına verilmiş bir gözdağı.”

    Sedat Karagül* EN BÜYÜK BASKI ÇETE DAVALARINDA OLUYOR

    Sedat Karagül, görev süresi boyunca Türkiye’nin en ses getiren davalarına baktığı için kamuoyunun aşina olduğu bir isim. Ağır ceza reisliğindeki görevinden alınarak İstanbul Adliyesi’ne hâkim olarak atanmasına tepki olarak emekliye ayrılsa da kendisine yöneltilen sorulara görev başında imiş gibi dikkatle ve kimi zaman kapalı cevaplar veriyor. Uyuşturucu davalarından batık bankalara ve organize suçlara kadar geniş bir dava koleksiyonu olan Karagül, baktığı büyük davalarla ilgili kendisine pek çok dayatmanın yapıldığını söylüyor, daha doğrusu isyan ediyor: “İtiraz ettiğim zaman böyle olacak dediler. Sonra da kendi kanaatlerini dayatmaya başladılar. Bana dosyadaki delillere göre karar vermiyor muydun diyorlar. Hangi delillerden bahsediyorsunuz Allah aşkına. Açık delile karşı bile rahatlıkla beraat verilebilir. Yargıtay bile görmezden geliyor. Dava büyüdükçe şaibe de büyüyor.”

    Bazı olaylar örtbas edilirken tam tersinin de vaki olduğunu anlatıyor Susurluk Hâkimi. Kamuoyunca çokça bilinen bir davayla ilgili hatırasını aktarıyor sonra. “Basın davayı yakından takip ediyordu ama elimizde yeterli delil olmadığı için adamı serbest bırakmamız gerekiyordu, fazla bile tutmuştuk. Bu kararımı açıklayınca heyetteki diğer hâkimler, ‘aman ha, medya ne der’ dediler.” O gün olmasa da kısa süre sonra zanlı salıverilince eşi ve kardeşi dâhil çok kişi eleştirmiş Karagül’ü.

    Yargının baskı altında tutulmasından söz ederken çok önemli terör ve uyuşturucu davalarına bakmasına rağmen onlardan hiç tepki almadığını söylüyor. Ama organize suçlar için geçerli değil bu rahatlık: “Çünkü onların içinde her şey var. Asker, bürokrat, siyaset, emniyet Susurluk önemli bir dava deniyor. Hayır, bilakis ben oyalandım o davada. Elimde hiçbir şey yoktu ki. Ne belge veriyorlardı, ne de ifade. Ömer Lütfü Topal davasında cinayet deniliyordu ama savcı beraat istedi. Doğru, çünkü dosyada hiçbir şey yok. Delil de toplayamıyorsun çünkü kimse vermiyor.” Susurluk davası esnasında yaşadıklarını anlatırken Ankara’dan istedikleri bir belgenin aylarca gelmediğini hatırlıyor. Anlatırken yine sinirlendiği hissediliyor emekli hâkimin. Zira aylar sonra adı geçen belgeyi resmî makamlardan değil, bir gazeteciden alabilmiş. Sedat Karagül’e göre Türkiye’de temiz eller operasyonu yapılabilir mi diye soruyoruz. Siyasi iradenin belirleyici olduğu karşılığını veriyor: “İşin ucunun nereye gideceği bilinmeyeceği için her türlü imkânın sağlanması ve davadan dolayı kimsenin hesap soramaması gerekir. Türkiye’de iyi savcılar var ama iş yaptırmıyorlar. Ferhat Sarıkaya denedi ama ve çarpıldı.”

    *Susurluk davasının emekli hâkimi

    ADALETİN ÖNÜ NASIL AÇILIR?

    Yargı sorunlarını geniş bir çerçevede ele aldıktan sonra bir dizi öneri de şekilleniyor haliyle. Ahmet İyimaya’nın zihninde uzunca bir liste var: Devletteki sır tariflerinin amaçlarına ve sınırlarına uygun tasnif edilmesi ve yargının hassas noktalarında görevli kişilere yapılan resmî ziyaretlere kota koyulması gerekiyor. Ayrıca mahkeme tutanaklarının dijital kayda alınması da şart. Görevi ihmal, yolsuzluk suçlarında hiçbir zaman, zaman aşımı olmamalı. Barolar ve sivil toplum kuruluşları da davalara müdahil olabilmeli. Yargıya müdahale kabul edilebilecek bu öneriyi şöyle savunuyor İyimaya: “STK’lar savcının elinde olmayan büyük imkânlara sahip. Diyelim ki 7 sene sonra çete davasıyla ilgili bir delil ortaya çıkıyor. Savcının bundan haberi olması mümkün değil. Soruşturmanın yeniden açılması ve derinleştirilmesi ile ilgili taleplerle sivil toplum adalete yardımcı olur.” Bir şekilde dokunulmazlık söz konusu olsa da savcının delil toplamasına izin verilmeli, ilgili kurum başkanının soruşturma iznine öyle başvurulmalı. İyimaya’ya göre gerçekten suça bulaşmış kamu görevlilerine dokunulması böylelikle mümkün olacaktır.

    Hikmet Sami Türk, mevzuatta yapılan değişikliklerin işleyişi yavaşlattığını düşünüyor. Bu nedenle yargı mensuplarına meslek içi eğitim verilmesini önemli buluyor. Adalet kurumları arasındaki veri paylaşımını ve diğer kurumlarla hızlı belge iletişimini sağlayacak e-devlet sisteminin aciliyet taşıdığını düşünüyor. Söz konusu projeye bütçeden yeterli pay ayrılmayınca iki kez bakanlıktan istifa ettiğini de aktarıyor arada. Ayrıca kurulan ama hâlâ işlevsellik kazanmayan bölge istinaf mahkemelerinin bir an önce yapılandırılması gerektiğini de dile getiriyor.

    Hukukçular Derneği Başkanı Kamil Uğur Yaralı ise yargı mekanizması üzerinde millet iradesini sınırlayan hükümlerin kalkmasından yana. Yargı mensuplarının atanmasında Meclis’i etkili hale getirmek gerektiğini vurguladıktan sonra ortaya çıkacak yanlış anlamaların da önünü alıyor: “Mahkeme kararlarının başına ‘Türk milleti adına!’ şeklinde bir ibare yazılır. Mahkemeler Türk milleti adına yargı yetkisini kullanıyorsa millet iradesini yargı mekanizması üzerinde etkin hâle getirmek gerekir.” Yaralı, Batı ülkelerindeki uygulamalardan hareketle Meclis’e yüksek yargı mensuplarını seçme yetkisi verilmesi fikrini savunuyor. Zira devletle bireyin yargı organları önünde eşit muamele görebilmesinin en önemli adımı, millet temsilcilerinin yargıç seçiminde söz sahibi olması.

    Yetki ve sınırların açıkça tanımlanması için yargıç ve savcılara mesleki yönden yaptırım öngören maddelerin somut biçimde düzenlenmesi de YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun talebi.

    17 eylül 2007

     
    Related Posts

    etyen mahcupyan; batı devletten, doğu örgütten özgürleşmeli!

    Şubat 13, 2015

    türkiye çözümü konuşuyor!

    Şubat 13, 2015

    kat karşılığı şehirler…

    Şubat 13, 2015
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.