Bugünüyle geçmişi birbirine girmiş bir adamın aksi var karanlık aynada. “Bir şair ağlasın mı bakıp kendi haline?” diye haykıran Yahya Kemal’i tasdik edercesine aynadaki hayali karşısında kalakalmış kederli bir adam. Her gün ayrı yerinden baltalanan bir çınarın incecik dalı. Ardından coşkun kahkahalarla kadeh kaldırılan Osmanlı’nın bîçare evladı… Adı Galip Tahiroğlu. Darülfünun Reformu’nda kapı önüne konulmuş bir üniversite hocası. Osmanlı bakiyesi bir ailenin son fertlerinden. Okuduklarımıza inanacak olursak roman kahramanı o, hayal mahsulü. Ama yine de eski mezarlıklar arasında dolaşırken dikkatli olun deriz. Belki bir mezar taşında ismine rastlarsınız…
Beşir Ayvazoğlu, son dönem Türk edebiyatı külliyatından söz edildiğinde ismi mutlaka zikredilmesi gereken bir muharrir. İncelemeleri, biyografi ve deneme kitaplarıyla üslubuna da, birikimine de aşinayız. Geçen günlerde ustalıklı, titiz, tarihî arka planı güçlü onlarca çalışmasına en az öncekiler kadar kıymetli bir yeni eser kattı Ayvazoğlu; Ateş Denizi.
Yazarın ikinci romanı Ateş Denizi, öyle çantada taşınıp yollarda okunabilecek cinsten değil. Not çıkarmak, satırların altını çizmek ve kimi zaman kitabın arkasındaki eklere müracaat etmek ihtiyacı duyuyorsunuz. Ayvazoğlu ‘roman’ demese, biz belgesel vasfını tercih edeceğiz. Kahramanımız hayal mahsulü, evet. Ancak Galip Tahiroğlu dışında herkesin ve her şeyin hakikatine tarih şahit.
Beşir Bey’in biyografi yazarı olarak ilgilendiği bütün isimler ve fazlası var sahnede. Bunca yıldır yaptığı her çalışmada, araştırmada cümle cümle bu kitabı toplamış âdeta. Herkesin söyleyecek hiç değilse bir çift sözü, sarılacak bir yarası var. Mesud Cemil, Florinalı Nazım, İbnü-l Emin Mahmut Kemal, Mükrimin Halil, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Peyami Safa, Necip Fazıl, Süheyl Ünver, Nazım Hikmet, Şeyh Galip, Selim-i Salis, Abdülhamid, Vardakosta Ahmet Ağa…
Yer yer 250 sene geriye gitse de, esasında 80 sene öncesinin İstanbul’unu anlatıyor kitap. Yan yana akan iki hikâye var Ateş Denizi’nde. Biri; Darülfünun Reformu’yla işini, itibarını, varlık sebebini yitirmiş bir gencin; diğeri 1700’lerin sonlarından itibaren göz göre göre çöken koca imparatorluğunki. İkisi de hazin, ikisi de sarsıcı ancak vakur…
Baba tarafından Mevlevi, İstanbullu köklü bir aileye mensup Galip Tahiroğlu. Devletin geçirdiği bütün aşamalar ailenin üzerinden de geçmiş teker teker. Bir dayı Balkan Harbi’nde, öteki Çanakkale’de şehit düşmüş. Küçük dayı Nezih Bey, Lübnan’da sürgünde.
Bir biçare Didar Kalfa kalmış geriye, bir de genç kahramanımız. Galip Tahiroğlu, Tanburî Cemil Bey hayranı, yeğeni Hikmet Bey’den tanbur dersleri de almış ‘musikişinas sayılmasa da iyi musikiyi kötüsünden ayırt edebilen, literatüre az çok vâkıf’ bir genç.
Yaşıtları, devrin ikbal kaygısı çeken okumuş yazmış taifesi geçmişi reddederek var olma telaşında. Galip Bey’se köklerindeki suyun çekilişini yüreğinde hisseden bir çınar dalı. Bu yüzden yalnız, çok yalnız bir adam. Hızını alamamış devrimciler, İstanbul kütüphanelerindeki tüm kitaplar Beyazıt Meydanı’nda ateşe verilmedikçe tatmin olmayacak. Küçük el arabalarıyla sokaklarda dolaşan eskiciler, meşhur hattatların elinden çıkmış Kur’an-ı Kerim’leri, elyazması kitapları küçük bedeller karşılığı topluyor korku içindeki halktan. Osmanlı ruhu bohçasını toplamış. Kalacak bir evi yok artık, gidecek yeri de… Akıntıya kürek çekiyor Galip Beyimiz. Eski eser topluyor. Evden çıktığı nadir günlerde eski adamlarla hemhal oluyor. Ruhu daraldıkça gramofona bir Tanburî Cemil Bey plağı koyuyor. Acıları bir nebze hafifliyor böylelikle. Tercihleri ağır bedeller ödetiyor delikanlıya. Önce ailesini sonra işini en son asrî babasının ve yaşadığı devrin baskısına itiraz edemeyen nişanlısını kaybediyor. İstanbul sokaklarında ayakları geleceğe, zihni maziye doğru yürüyor.
Yazar, birbirinden farklı zamanları öyle ustalıkla iç içe geçiriyor, bir hikâyenin parçası kılıyor ki bu sağlam çatı yer yer edebî dilden, hiç taviz vermediği doğruluktan daha ziyade etkiliyor okuru. Kâh yangınların yalımına kapılıp 1780’lerin İstanbul’una gidiyor, kâh Tanburî Cemil Bey’in şedaraban saz semaisinin davetine uyup 1910’ların diken üstünde günlerini yaşıyorsunuz. Sonra yine Galip Tahiroğlu’nun İhsaniye’deki ahşap konağında buluyorsunuz kendinizi. Onunla birlikte kalp ağrısı çekiyorsunuz.
Öyle detaylar veriyor ki yazar, 18’inci asırda Müneccimbaşı Musazâde Abdullah’ın iftar sofrasına Şeyh Galip’le diz dize oturduğunu, 1920’de tertip edilen Tanburî Cemil Bey’i anma konserinde Galata Mevlevîhanesi şeyhi Ahmet Celâleddin Dede ile beraber gözyaşı döktüğünü, 1934’te Mes’ud Cemil ve Peyami Safa’nın çilingir sofrasında Galip Tahiroğlu’nu teskin ettiğini düşünüyorsunuz.
Cumhuriyet devrimlerinin devrin insanları üzerinde nasıl etkiler bıraktığını yakinen izleyebiliyoruz Ateş Denizi’nde. Millî Mücadele bitene dek bütün halk tek yürek olmuş. Önce saltanat, ardından hilafet gitmiş. Kimse itiraz etmemiş buna. Ne zaman ki Ankara’nın eli bin senelik elifba’ya, kadınların çarşafına, erkeklerin serpuşuna, şeyh efendilerin sarığına cübbesine uzanmış, halkın mukaddes ve kıymetli belledikleri birer ikişer çekilip alınmış elinden, o zaman derin bir ayrılık çıkmış Osmanlı ile Türkiye, Ankara ile İstanbul arasında. Ezan gitmiş, Ayasofya müzeye çevrilmiş, sembollere; sese, saza gelmiş sıra. Sene 1934. Üniversite Reformu’ndan sonra musiki inkılâbını yazıp çiziyor gazeteler. İmparatorluk artığı bir avuç münevvere sığınacak liman kalmamış.
Gazi, meşhur öztürkçe nutkunu 1 Teşrinisani’de Meclis’te okuyor. Matbuat camiası serapa öztürkçeci kesiliyor o günün ardından. Bu yeni lisanla bırakın yazı yazmayı, okuduğunu anlamak bile maharet istiyor. Darülelhan’ın Türk Musikisi kısmı 1927’de kapatılmış. Konser bilinmiyor o vakitler. Sanatkârlar sahneye aşina değil. Söz ve saz üstatlarının zengin konaklarında yaptığı fasıllarla, radyodan yayılan nağmelerle ve plaklarla teselli buluyor insanlar. 2 Kasım 1934’te bu kez radyolarda alaturka musiki çalınması yasaklanıyor. İç sıkıntısı gittikçe büyüyor. Galip Bey’in komşusu Selanikli Şaziye Hanım her akşam saat 6’da radyoda program yapan İncesaz Heyeti’nin tiryakisi. İnanmıyor bu yasağa. Günlerce aynı saatte oturup saz heyetinin icraya başlamasını bekliyor. Yanılıyor oysa… O beklerken yan konakta Didar Kalfa aile yadigârı plakları muhtemel bir imhadan kurtarmak için sandığa kaldırıyor…
Galip Tahiroğlu, İhsaniye’deki konağın çalışma odasında pencereden izliyor şehrini: “Bir zamanlar şu karşıda, şimdi içinde cinlerin cirit attığı sarayda (Topkapı) oturanların hükmettiği, üç kıtaya dal budak salmış devâsâ bir imparatorluk vardı. Şimdi bu muhteşem ankanın küllerinden doğan cılız ve tıknefes yavru, Anadolu’nun çorak bir kasabasında ayağa kalkmaya çalışıyor. Ben düne kadar en zor zamanında bile dört beş cephede birden savaşarak haysiyetini koruyan mağrur bir imparatorluğun vatandaşıydım. Şimdi muhteşem bir mirası geleceğe taşımanın yollarını aramak yerine, onu bir safra gidip atıp kurtulmayı tercih eden kendi içine kapanmış ve dünya siyasetinde söyleyecek sözü kalmamış küçücük bir devletin itibarsız yurttaşı…”
Kitabın başından sonuna; Tanburî Cemil Bey, Galip Tahiroğlu’nun gölgesi gibi sıra dolaşıyor. Peşrevler, şarkılar, saz semaileri, ud, tanbur, kemençe nağmeleri eksik olmuyor kulağınızdan. Yazarın hayranlık uyandıracak Türk musikisi bilgi ve alakası sayesinde hiç müziksiz kalmıyor, klasik eserlerin en güzel örnekleri eşliğinde bir drama izliyorsunuz Ateş Denizi’nde…
29 nisan 2013