Prof. Dr. Nilüfer Göle’nin, kitabını yazdıktan 20 yıl sonra yeniden tartışmaya açtığı modern mahrem kavramı ve temsil ettiği değerler, modern Batı zihniyetinin en ağır sınavlarından birine karşılık geliyor.Modern toplumda mahremiyetin sınırları kim tarafından neye göre belirlenir? Modernin kalıpları içinde mahreme yer açılabilir mi? Mahremin, ölçüsünü muhafaza ederek modernize olması mümkün mü? Bunlar, cevabı bugünden yarına verilebilecek sorular değil elbette. Ama dünya Müslümanlarının gelip dayandıkları eşikte kaçınılmaz bir muhasebeye işaret ediyorlar. Modern mahrem, Prof. Dr. Nilüfer Göle’nin ortaya attığı bir kavram. Göle, başörtülü üniversite öğrencilerinin kamusal bir figür olarak ortaya çıkması ile başlayan sürece erken sayılabilecek bir dönemde vermişti bu ismi. Aradan geçen 20 yılda, kavram toplumsal kırılmaları da içine alan bir anlam yükü kazandı. Mahrem, tüm itirazlara rağmen kamusal görünürlük kazanmakta ısrar ederken kaçınılmaz olarak modernle ilişkisini de sürdürdü. Göle, geçtiğimiz hafta büyük kısmı öğrencisi olan bir ekiple yeniden masaya yatırdı modern mahremi. Bu kez meselenin sınırları gibi kadro da genişlemişti.
İstanbul’da yapılan ve Batı Dışı Moderniteler üst başlığını taşıyan bir dizi toplantının ilkiydi Karşılaştırmalı Modern Mahrem. Almanya, Fransa, Türkiye ve Filistin örneklerinden hareketle mahremiyetin modern için taşıdığı anlam iki gün boyunca tartışıldı. Konunun uluslararası boyutta ele alınmasının pratik bir sebebi vardı Göle’ye göre. Başörtüsü bugün kadın kadar erkeğin, Doğu kadar batının da problemiydi zira. Doğu, erkeğin kadın üzerinde kurduğu iddia edilen baskıyla, Batı’ysa Doğu’nun gün geçtikçe kalabalıklaşan temsilcileriyle taşındı mahremiyet problemine. Ortada bir sorun olduğuna şüphe yok. Mesele problemi kimin ve nasıl tanımladığında düğümleniyor.
İki gün süren atölye çalışmasının, tektipleştirici ve sınırlayıcı ‘bilimsel’ yaklaşımın maluliyeti bir yana, kışkırtıcı konu başlıkları sebebiyle bile hak ettiği ilgiyi görmediğini söylemek mümkün. Toplantının kıymeti biraz da gündeme taşıdığı sorulardan kaynaklanıyor şüphesiz. Ne oldu da bir değerler bütününü ifade eden tesettür, kısa sayılabilecek zamanda küresel bir figür halini aldı? Ve yine ne oldu ki engin hoşgörüsünü ve demokrasi anlayışını dünyanın geri kalanına ihraç etmekle övünen Batı, bir anda bu şirin maskesini düşürüverdi. Sorular bu cümlelerle sorulmadı tabii. Ama meseleye taraf olanlar nezdinde bu şekilde ifadesini bulduğunu söylemekte beis olmasa gerek.
Nilüfer Göle’nin 20 yıl önce Türkiye’de yaptığı çalışmanın bir benzerini Avrupa’da uygulayan Jeanette Jouli’nin hareket noktası, insanların dindarlaştığı kabulü. Dünya neden dindarlaşıyor? Jouli’ye göre tesettüre yüklenen anlamla dindarlaşmanın gerekçeleri arasında irtibat var. Başörtüsüyle özdeşleştirdiği mahrem bahsinden çıkan genel sonuç, tesettürün Avrupa’da dini sonradan tanıyan kadınlar için geçmiş hayattan kopma manasına geldiği. Kadına sürekli olarak dinini hatırlatan başörtüsü, kendini dış dünyaya karşı tanımlamasını da kolaylaştırıyor. Jouli’nin aynı masa etrafında toplanan katılımcılar aracılığıyla cevap aradığı soru: “Zihinde oluşan dindarlığın bedene yansıması şart mı?” Jeanette Jouli’de ifadesini bulan, moderni temsil eden Batı’nın sorusu aslında. Sadece Müslüman kadının başörtüsünü değil, tesettürün temsil ettiği değerler sistemini bu soruya verilecek cevaba göre yeniden şekillendirmek mümkün. Çünkü yeryüzünde anlam dünyasına hükmetmeyi hedefleyen bir iktidar mücadelesine işaret ediyor bu muhasebe.
Başörtüsünü siyasal bir kriz malzemesi yapan tek yer Türkiye değil elbette. Fransa ve Almanya’daki birkaç yıllık maziye sahip tartışmalar da benzer nitelik taşıyor. Aralarında, Türkiye’nin yekpare gördüğü kitleye yaklaşım farkı var sadece. Tartışmalar, Fransa’da hizmet alan, Almanya’da ise hizmet veren grubu çerçevesinde cereyan ediyor. Fransız sosyolog Eric Mase’ye göre kilise çanından bile rahatsız olan Fransa, laiklik yorumundan hareketle dine ait tüm görüntülerin kamusal varlığından rahatsız. Yani Fransa’nın sorunu İslam’la değil, dünyevi sınırların ötesine işaret eden her şeyle. İslam da bundan payına düşeni fazlasıyla alıyor. Hıristiyanlığı temsil eden sembollerle sorunu olmayan Almanya’da ise sadece konu İslam olduğunda tehlike çanları çalmaya başlıyor. Schirin Amir Moazami, Almanya’daki bu karşıtlığı ‘kültürün vücudunun içine bakma arzusu’ diye açıklıyor. İslam, tüm perdeleri şeffaflaştıran modern karşısındaki tek direnç unsuru durumunda. Giyimde, mimaride, sanatta mahremiyet; hep aynı şeye, modernin tahammül gösteremediği sınıra işaret ediyor.
Alexandru Balasescu’nun mimariden hareketle yaptığı açılım Moazami’yi tamamlar nitelikte. Antropolog Balasescu, modernitenin insanla toplum, özelle kamusal arasındaki tüm barikatları kaldırdığını düşünüyor. Başörtüsü de bir barikat ona göre. Kadın bu sayede devletin kişiyi yönetmesini ve içine bakmasını engelliyor. Tek örnek olmayı erdemleştiren modernite işte tam bu noktada krize giriyor. İronik bir yaklaşım getiriyor Balasescu: “Başörtüsünü Fransa’ya kabul ettirmek için modern olanın diliyle konuşmak, yani yepyeni bir moda oluşturmak gerekiyor.”
İçeriye bakan daraltıcı çerçeve bu açılımlarla aşılmaya çalışılsa da Türkiye’ye dair analizlerin atölyenin en dikkat çekici oturumları olduğunu söylemek mümkün. Programın ikinci gününde gündeme gelen Türkiye örneği, konu çeşitliliği açısından bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor tabii. Türkiye’deki dindar kitlenin yakın geçmişini edebi eserler üzerinden takip eden Sosyolog Kenan Çayır’ın sürdüğü iz, 1980’lerde başlayan bir dönüşümün analizi aslına bakılırsa. Çayır’ın ‘hidayet romanları’ diye isimlendirdiği eserler, aradan geçen 30 yılda Türkiye’deki ‘Müslüman aktörlerin’ yüz yüze kaldığı kimlik muhasebesini ifşa ediyor bir bakıma. Yeni nesil; kendini tanımlaması, içe dönmesi ve yaşadığı kimlik karmaşasıyla kendini buluyor son dönem hidayet romanlarında. Kızım Ayşe, Oğlum Osman, Yanık Buğdaylar kuşağı, kendini anlattığı romanlarda modern toplumla inanç arasında sıkıştırılmış görünüyor Çayır’a göre. Bu kıstırılmışlık hissi ve dünyaya yöneltilen itirazlar, modern içinde yeni bir hayat alanı açmaya yönelik gayretin de işareti aynı zamanda.
Nilüfer Göle ise bu köşeye sıkışmışlık hissinin dünyanın tek bir logos olarak görülmesinden kaynaklandığı kanaatinde. Bu logos, eşyaya ismiyle hitap edecek olursak tektipleştirici modernite, kendinden başka gerçek tanımıyor. İradesine râm olmayan bir figürle karşılaştığında ise sonuçlarını tahmin etmenin zor olduğu bir mücadele başlıyor. Bireyi dört tarafından sıkıştıran bu mengeneyi genişletmek için yeni ve Batı dışı modernlikler üretmek gerekiyor. Modern mahrem çalışmasına başladıktan sonra kendi Müslüman kimliği ile yüzleştiğini anlatan Göle’ye göre bir sembol olarak başörtüsünden başlayan tartışma kaçınılmaz olarak kimlik muhasebesine ve zamanla ‘biz kimiz’ sorusuna evriliyor. İfşa etmekle kendine saklamak arasındaki fark ortaya koyulurken başörtüsünün arkasında neleri örttüğü ortaya çıkıyor. Ve bir şeyi açmak için verilen mücadelenin aslında başka şeyleri örttüğü de…
“Batı’ya göre Batılı olmayan eksiktir.” Bu tespiti çok net biçimde ortaya koyan Nilüfer Göle’ye göre Müslümanlar, özellikle Avrupa’da bir tercihle yüz yüze. Ya Batı’ya asimile olup varlıklarını onaylatacak ya da marjinal bulunup reddedilmeyi göze alma pahasına kimliklerini koruyacaklar. 5 yıldır Fransa’da yaşayan Göle, bu keskin ayrım karşısında gerilimin Türkiye’de olduğundan çok daha yoğun hissedildiğini de itiraf ediyor. Zira Batı ile İslam karşılaşmasında seküler olanla geleneksel arasında bir çekişme yaşanıyor. Müslümanlar söz konusu olduğunda Avrupa’nın tercihi, İslami hassasiyetleri dile getiren Tarık Ramazan’dansa kendini seküler laik Müslüman olarak tanımlasa da İslam’ın ifade ettiği tablonun dışında bir pozisyon almakta sakınca görmeyen Ayan Hırşi Ali’den yana oluyor. Kendilerini laik, seküler Müslümanlar olarak niteleyen referans isimler, İslamiyet’i ‘iyileştirerek’ Batılı normlara yaklaştırmak misyonuna hizmet ediyorlar.
Dışarıdan ve genellemeci yaklaşım bilimselliğin önemli açmazlarından biri Göle’ye göre. Programın sonunda yer alan panel de bu yönde eleştirileri bertaraf etmek maksadını taşıyor. Ali Bulaç, Sibel Eraslan, Hidayet Şefkatli Tuksal ve Nihal Bengisu Karaca’dan beklenen, modern ve mahrem ilişkisinin yani dine dair olanla dünyevi olan arasındaki ilişkiyi analiz etmeleri. Modern ile mahrem arasındaki ilişkiyi ortaya koymak, geleneksel yaklaşımdan yola çıkıldığında çok cesur ve cür’etkarca bulunabilecek bir yaklaşım gerektiriyor. Ancak bu muhasebe, kimlik dönüşümlerinin Müslümanları getirip bıraktığı noktada kaçınılmaz görünüyor. Nitekim Sibel Eraslan, kutsalla olan bağın kamusal-özel çekişmesinin gölgesinde kaldığı tespitini yapıyor. Nihal Bengisu Karaca ise 11 Eylül’ün Türkiye’nin sorunu gibi görülen başörtüsü meselesini millileştirdiği kanaatinde. O tarihten sonra Türk ulus devletinin laik seküler tezi küreselleşti ona göre. Bir krizin eşiğine gelen geleneksel İslamî yaklaşım, modernitenin tehdidi karşısında son kalesi olan kadın ve aileyi kaybetmekten korkuyor. Ancak bu telaş zaman zaman aşırı taassubu ve aslında var olan problemlerin yok sayılmasını da beraberinde getiriyor. Ali Bulaç ise Türkiye’nin Doğu üzerinden kendinden nefret ettiği düşüncesinde. Geleneğin moderne yaklaşımını açıkça ortaya koyan düşüncelerini şöyle özetlemek mümkün: Ergenlik bunalımı mesabesindeki problemlerle zihinleri bulandırmanın manası yok. Bugün idrak edilmiş olan İslami çerçeve ilelebet ihtiyaca cevap vermeye yetecektir…
29 ekim 2007