‘Ne olur çık artık içimden Kudüs, diyerek yazdım. Bir yük gibiydi, hafiflesin istiyordum. Sonra anlamsız bir çaba içinde olduğumu fark ettim Ben oraya tutkuluyum, kurtulmaya ihtiyacım yokmuş. İçimden çıksın diye yazdım ama hayır, teslim olma anlaşmasıymış.” Ne zaman Filistin’de bir olay çıksa, yeni siyasi gelişmeler söz konusu olsa yorumu merak edilen iki üç gazeteciden biri Ayşe Karabat. İlk kez 12 yıl önce gittiği Kudüs’ten sessiz bir davet aldığını hissetmiş ve nihayet ‘iş çıktıkça’ gidip gelmek yerine küçük kızıyla birlikte orada yaşamayı seçmişti. Kudüs, kendine talip olanlara tarih boyunca hep bir bedel ödetmişken onu istisna etmesi beklenemezdi. Payına düşeni yaşaması gerekiyordu. Yazdığı kadar açık konuşmuyor. Payına ne düştüğünü verdiği ipuçlarından yola çıkarak bulmak düşüyor bize de. Kudüs’ü, Filistin’i anlattığı romanı Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri’ni konuşmak için bir araya geldiğimizde söylüyor yukarıdaki cümleyi. “Biraz olsun hafiflemek için yazdım, Kudüs içimden çıksın artık diye.” En çok ‘daha’ diyor konuşurken. Daha cesaret gerektiriyor orada bulunmak. Hayat, daha zor. Daha öğretici, daha acı verici, daha huzurlu, daha, daha, daha. Bir de ama var vazgeçemediği. Filistinliler işgal altında ama… Arafat, direnişin sembolü ama, çaresizlik hissediyorsunuz ama, herkes barış diyor ama… Ölmek ve öldürmek dışında çözümün aranmadığı bir yeri anlatmaya kelimeler kifayet etmiyor elbet.
GERÇEĞİN ROMANI
Karabat, yer yer roman mı yoksa anı kitabı mı okuduğunuzdan şüpheye düşecek kadar gerçek bir dille, 4 yabancı gazeteciyi ve onların Kudüs’ünü, Filistin’ini anlatıyor. Olaylar için pek fazla kurguya ihtiyaç duymamış, her eylemin titizlikle kurgulandığı bir coğrafyayı anlatmanın ‘nimeti’ bu olmalı. Romanını yazarken intifada kronolojisi hep açık durmuş önünde. Ona kahramanlar ve hissiyatlarını anlatmak düşmüş. Önce onların da tamamen kurgu olduğunu söylüyor, sonra düzeltiyor. “Bir yanıyla öyle tabii. Tanıdığım birçok insanın harmanı onlar. Birinden hatıra, ötekinden bir bakış, gülüş aldım. Kudüs’te hiç bulunmamış, benim oraya sürüklediğim insanlar onlar.”
Karabat’ın 4 kahramanı için de sığınak olmuş Kudüs. Aşktan, sorumluluktan, muhasebeden kaçıp onun kollarına atmışlar kendilerini. Gerçeklik payı varsa yazar da oraya sığınmış olmalı. Önce cevap vermek istemiyor sanki. Kocaman bir kahkaha hissettiriyor bunu. Sonra konuşmaya başlıyor. İlk kez 1995’te gitmiş ve adım attığı anda şehrin onu çağırdığını hissetmiş. Herkes hayatının bir döneminde kendini gönüllü sürgüne gönderiyor Karabat’a göre. İlla üzücü ve yaralayıcı bir sebebi olmak zorunda da değil. “Bir kozanın içindeyiz adeta, sonra kanatlanıp uçuyor ve bir gün yine o kozaya dönmek isteyebiliyoruz. Daha gelişmiş ve olgunlaşmış olarak çıkıyoruz sonra. Kudüs de bu anlamda benim kozalarımdan.” Her şeye, bütün acılara ve çaresizliğe rağmen diyor ama, aslında onlar sayesinde herhalde, kendini daha iyi tanımış orada. “Ne kadar cesurum, ne kadar korkağım, sınırlarımı ve sınırsızlıklarımı orada öğrendim ben. Bu anlamda benim için de bir gönüllü sürgündü Kudüs. Kendimi bulduğum, aslında huzur da bulduğum bir gönüllü sürgün…”
Neyi arıyorsanız onun en olmadığı yerde buluyorsunuz sanki kendinizi. Huzura ihtiyacınız varsa kaosun ortasına atlıyorsunuz. İçinizde kaybettiğiniz şeyi o zifiri karanlıkta görünür kılmak için belki bu kaçış. Ya da neden kaçıyorsanız o buluyor sizi gittiğiniz yerde. Kahramanların yaşadıkları bu hissi fazlasıyla veriyor.
ÇOCUKLAR DAHA HIZLI BÜYÜYOR
Kudüs’ü; dehşetin, heyecanın, coşkunun, mutluluğun sonuna kadar yaşandığı tek yer gibi anlatıyor. Döneli iki yıla yakın olmuş. Bu kadar derine işlemişken zihniniz ne sıklıkta götürüyor sizi Kudüs’e? “Çok sık.” Yüzündeki tebessüm gerisini getirmek istemediğini hissettiriyor. “Kitabı yazmaya Kudüs’te başladım ama Türkiye’de tamamladım. Kudüs içimden çıksın artık diye yazdım. Hani sizi etkileyen bir şeyi ne kadar çok anlatırsanız yükü biraz hafifler gibi hissedersiniz. Yabancılaştırma çabası sanki. ‘Ne olur çık artık içimden Kudüs!’ diye yazdım. Ama gördüm ki boşuna bir çabaymış.” Böyle diyor ama anlatmadığı çok şey var hissine kapılıyorsunuz dinlerken. Beni anlamayacaklar ve yüküm kendimi ifade edemediğim için daha da artacak diye düşünüyor belki. Sonuçta samimi ama mesafeli, gerektiği kadar konuştuğu hissini ve eksikliğini bırakıyor geriye. “Kudüs benim bir parçam değil, ben oranın bir parçasıyım aslında. Ve anlamsız bir çaba içinde olduğumu fark ettim. Oraya tutkuluyum, kurtulmaya ihtiyacım yokmuş. Alışmam gerekiyor. Aşk, sahip olmak değil, teslim olma sorunu bana göre. Kudüs için de geçerli bu. Tarih boyunca kendine sahip olmaya çalışan kimseye yüz vermemiş, kimse sahip olamamış ona. Kudüs’e ancak teslim olabilirsiniz.” Kitap tamamlanınca bunun bir teslim olma anlaşması olduğunu hissetmiş. ‘İyi ki de böyle olmuş.’ demesi rahatladığını ortaya koyuyor.
Sadece çatışmaları ve acıyı hatırlamıyor elbet. Zeytindağı’ndan şehre bakmaktan da söz ediyor. “Bambaşka bir şey o. Huzur veriyor. Tuhaf, Kudüs gibi bir şehir için söylemek zor ve ironik belki ama Kudüs huzur şehri benim için.” Şehrin, binlerce yıllık ihtişamıyla insana sınırlarını ve aczini anlattığını düşünüyor. Kudüs her seferinde aynı şeyi ‘fena halde’ hissettirmiş.
2001’de ikinci intifadadan sonra yerleşme kararı aldığında kızı Hazal 8 yaşındaymış. Küçük bir çocukla bu cesareti göstermenin bedelindense ödülünü anlatmayı tercih ediyor. “Çok şey kazandırdı bana. İnatçı bir insanım. Hep böyleydim, kafama koyduğum için yapacaktım. Hazal orada yaşarken çok memnun görünmüyordu ama Kudüs’te yaşamanın onu da zenginleştirdiğini düşünüyorum. Dünya vatandaşı olma yolunda tam yol ilerliyor.” Kitaptaki her olay, anlatmaktan kaçtığı hikâyesi hakkında ipuçları taşıyor. Kitabın çocuk kahramanı da annesi ve arkadaşları kadar içinde Filistin gerçeğinin. Daha 8 yaşında bir intihar eyleminin ortasında kalıyor. Yerde yanmış bir insan kafası görüyor ve annesi üzülmesin diye onun bir kuş olduğunu söylüyor. Saadet kızına doğru koşarken yanmış bir insanın üzerinden atlıyor. Kan içinde kalıyor her yanı. Gerçek Hazal’ın yaşadıkları ‘kurgu’ adaşınınkine benziyor muydu? “O olayı birebir yaşadı, yaşadık.” Duygu yok sesinde. Çok sıradan bir günü anlatır gibi dümdüz bir ifadeyle sıralıyor olan biteni. Sadece anlatıyor. Her cümlesi önceden düşünülmüş ve ezberlenmiş gibi. Bu kadar acının üstesinden gelmenin yolu bu belki de, yorum katmadan anlatmak ve bu sayede insanları mahrem alanınızdan uzak tutmak.
Atlatabildi mi? Susuyor bir süre. “Atlatabileceğini sanmıyorum. Ama bunun Hazal’a katkıları da olduğunu düşünüyorum. Bir çocuğun çocukluğunu yaşaması çok gerekli elbette. Ama Hazal hep farklıydı. Bebekliğinde 6 saatte bir acıkır ve o zaman ağlardı. Ona mutluluk getirir mi bilmiyorum ama sıradan bir insan olmayacak. Aslına bakılırsa mutluluk insanın içinde. Belki bunu bulmasına yardım eder.” Olgun bir çocuk diye tarif ediyor şimdi 13 yaşında olan kızını. “Erken olgunlaştı, o bir gazetecinin çocuğu. Nerede olursak olalım farklı bir hayatı olmayacaktı. Baştan kaybediyor ya da baştan kazanıyor, kim bilir?” Önceleri zor olsa da ilerde yaşadıklarının onun için kazanca dönüşeceğini düşünmeyi tercih ediyor. Kızının da bunu itiraf etmiş olmasının büyük payı var tabii bu kanaatte.
HABERİN EKSİK BIRAKTIĞINI ROMAN TAMAMLIYOR
Karabat, kahramanların yaşadığı geri dönüşlerle 1947’de BM Genel Kurulu’nun Filistin’i üçe bölen planı onaylamasından itibaren sorunun nasıl bir mecrada ilerlediğini de anlatıyor romanda. İçinde taşıdığı gizli edebiyatçıyı ortaya çıkarmanın yanında Filistin gerçeğini derli toplu anlatmaya da gayret ediyor. “Her zaman edebiyatla ilgilendim. Yazmayı ve gezmeyi sevdiğim için yapıyorum bu işi, çok da seviyorum ayrıca. Ama bir gerçek daha var. Habercilikte bir konuyu iki ya da üç dakika içinde anlatmak zorundasınız. Olay ne olursa olsun, duygu eksik kalıyor. Sahip olduğunuz zaman, bunu ifade etmeye yetmiyor. Oysa en önemlisi insan ve hissettikleri.” Yıllarca içinde biriken duyguları taşıyamaz olunca kâğıda ve kaleme sığınmış. Orada neler olup bittiğini anlatabilmek için kısa bir Filistin tarihi vermenin gerekli olduğuna karar vermiş. “Gerçek, duyduklarınız ve okuduklarınızla sınırlı değil demek için yazıldı bu kitap. Kahramanlarım gibi Ayşe Karabat da zaman zaman, çok aciz hissetti kendini, isyan etti, acı çekti. Haberi yazdı ya da kamera karşısında sundu, sonra kaldırıma oturup hıçkırarak ağladı. Çünkü o bir insan… Bu kadar şeye şahitlik etmek ister istemez bu noktaya getiriyor.”
Bir Yahudi, iki Hıristiyan ve bir Müslüman var kitapta. Hepsi ‘Filistinli’ aslında. Ama Filistin’den yana olmak tüm sorulara cevap vermiyor. “Kurt kuzuyu yerken tarafsız olmak kurttan taraf olmak” Karabat’a göre. Bu yüzden gazetecilerin tarafsız olmasını beklememek gerek. “Elbette genel bir değerlendirme var. İsrail’in 1967 yılı sınırlarına dönmesi, bağımsız ve yaşayabilir bir Filistin kurulması gerekiyor. Mülteci sorunu çözülmek zorunda, eski şehir uluslararası denetime açılmalı ve tarafsız olmalı. Bunlar vazgeçilmez şartlar.” İsrail, işgalci olduğu için haksız ve Filistin işgal altında olduğu için haklı. Bunu tartışmıyor. Başka itirazları var. “Ama kimse bana bir intihar saldırısının haklılığını savunamaz ya da el-Fetih’le Hamas arasındaki çatışmalarda çocukların öldürülmesini açıklayamaz. Bir değerlendirme yaparken kabul etmek gerekiyor ki evet, Filistinlilerin yaptığı hatalar da var. İsrail’inkileri konuşuyorsak Filistinlilerin hatalarını da konuşmak zorundayız.”
Romanda, Saadet’in anlamakta zorlandığı şeyi Karabat da anlamıyor: İsrail askerleri üniversitenin yolunu kapatıyor ve öğrenciler bunu görüp geri dönüyor. Eylemlerde en ön sıralarda boy gösteriyor, intihar saldırısı bile yapıyorlar ama okul yolu kapalıysa geri dönüyorlar. Burada sorgulanması gereken bir şey var; Filistin direnişinin sembolü Arafat da sorularla dolu bir isim onlar için. “Farklı grupları bir arada tutabilmek ve Filistin davasını Arap ülkelerinin vesayetinden kurtarmak gibi önemli katkıları olmuştur ama Arafat aynı zamanda pragmatist bir insan. Filistin mücadelesinin simgesi ve lideri ama bir devlet adamının alması gereken kararları alabilmiş birisi değil ve bu anlamda eleştirilebilmeli.”
3 ilahi din için de kutsal olmasına rağmen hatta sadece bu yüzden tarih boyunca kanla sulanmış Kudüs. Yıllarca üzerinde yaşamak ‘bu topraklar kimin?’ sorusuna cevap bulmayı kolaylaştırıyor mu acaba? Derin bir nefes alıyor cevap vermeden önce. ‘Önce Allah’ın’ diye başlıyor. “Sonra da bütün insanlığın. Yalnızca İsrail ya da Filistinlilerin, Yahudilerin, Müslümanların ya da Hıristiyanların değil. Bunu özellikle eski şehir için söylüyorum. Harem-i Şerif’in, Ağlama Duvarının, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği kilisenin bulunduğu alan bütün insanlığa ait.”
Daha kitabın en başında bir gün barışın da romanını yazma hayaliyle diyor. Barış uzak bir hayal mi yalnızca? “Evet. Muhtemelen. Benim hayatımda göremeyeceğim bir hayal. Günün birinde inşallah…” Neler olup bittiğini ve barışın bir hayal olduğunu bilerek yaşamak nasıl ifade edilebilir? Düşünüyor, yutkunuyor.” Çok zor, insanı olgunlaştıran ve kaderci yapan bir şey. Acı çekiyorsunuz, çaresizlik hissediyorsunuz ama bir anda çok mutlu da hissedebiliyorsunuz kendinizi. Her şey değiyor. Kudüs bütün bunlara fırsat veren bir şehir. Dalgalanıyorsunuz. Benim üzerimdeki en büyük etkisi, kaderci yaptı beni.” Hâlâ ettiği bir filozof duasına sığınmış kendini çaresiz hissettiğinde. “Allah’ım bana değiştirebileceğimi değiştirme, değiştiremeyeceğimi kabullenme gücü ve ikisi arasındaki farkı anlamak için de akıl ver!” Her yerde ihtiyaç var bu duaya şüphesiz ama akla, sabra ve cesarete bazen daha fazla gerek duyuluyor.
Kudüs’te olmak ve oradan uzak olmak ne ifade ediyor? “Oradaki dostluklarımı çok özlüyorum. Zor şartlar altında daha samimi, sıcak, kenetlenmiş dostluklar yaşıyorsunuz. Orada duyduğum huzuru, sokakları özlüyorum sonra. Çıkıp öylesine yürürdüm nereye gittiğimi bilmeden. Her taşın, ağacın bir hikâyesi var. Bir evin çatısında kuşlar vardı mesela. Afrika’dan kalkıp sadece Kudüs’te bir mahalleye gelirmiş bu kuşlar. Biri arkadaşımın evinin çatısına yuva yapmıştı. Bir ev, bir çatı ve bir kuş ama bambaşka bir hikâyesi var.”
ŞİDDETİN NORMALLEŞMESİ KABULLENİLEMEZ
‘Kader’ deyip kabullenmiş olsa da tahammülü zorlayan şartlardan söz ediyoruz. Sürekli çatışmanın içinde olmak, gerginlik hissetmek ağır gelebiliyor. “Bir gün yan komşumla evde çay içerken çok yakından silah sesi duydum. Yerimden kalkma ihtiyacı hissetmedim. Sonra siren sesleri gelmeye başladı. Bir mafya hesaplaşması. 2 kişi öldürülmüş. Benim için haber değeri yok. Ama kapınızın önünde birileri öldürülüyorsa ve silah sesine tepki vermiyorsanız bunun izahı yoktur. Sadece gazeteci için değil, bir insan için korkunç. Şiddeti böylesine benimsemiş olmaktan çok rahatsız oldum.” Üzerine basa basa söylediği her kelime bu son olayın cesaretini kırdığını gösteriyor. Sabaha kadar düşünmüş ve şiddeti benimseyecek duruma gelmeyi reddederek geri dönmüş.
Karabat, mütebessim bir çehreyle anlattıklarıyla olmasa da romanıyla yaşananların yükünü paylaşmayı teklif ediyor okurlara. Bu kadar olaydan sonra dünyanın derdini anlatmaktan yorulmuş. Yakın zamanda başladığı yeni işinde çeltik tarlasında çalışan işçilerin, istismara uğramış çocukların hikâyesini dinlemek ve anlatmak istiyor. Günün birinde gitme vakti geldiğini hissederse muhtemelen adresi Beyrut olacak. Dünya üzerinde yaşamak istediği tek yer orası zira.
22 ocak 2007