Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Gündem - demokrasi korkusu!

    demokrasi korkusu!

    Yüzyıllık bir hikâyede şimdi itiraf zamanı. Türkiye’deki değişim Cezayir’e, İran’a, Malezya’ya benzetilirken asıl neden korkulmuştu? Yalanlarla inşa edilen kule çöküyor, gerekçeler kurtarmıyor. Halk artık seçmediği kişilerce yönetilmek istemiyor. Perde açılıyor. Sizce kim korkmalı?
    Şubat 13, 2015
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    Jandarma köy yolunun uzak kıvrımlarında gözüktüyse bir korku alır köylüyü. Jandarma devlet demek; hem de eli silahlı olanı. Taşralının nüfus dairesinde bile eli kolu bağlanır; söyleyeceği sözü unutur, bazen memur ‘çocuğunun ismi şu olsun’ dediğinde bile sesini çıkaramaz. O çocuk büyür, okur, belki bir gün devlet memuru olur ama geçmez bu ürperti; geçmişten kalma hafif bir ‘resmî daire’ korkusu hep saklı durur. Devlette en yüksek makamlara geldiğinde bile, bu korku, kritik anlarda verdiği kararlarla kendini belli eder. Hakkında, ‘demokrat bilirdik ama…’lı cümleler kurulan kişidir artık o. Daha devlet kapısı korkusunu atamadan devlet bürokratı olmuş ve kendisine halkın önemli bir bölümünün ‘resmî makamlardan’ mesafeli tutulması gerektiği, halkın bir kısmının sakıncalı olduğu belletilmiş, halk korkusu ile tanışmıştır.

    Bürokrat olmak istiyorsanız devlet ideolojisine ve elitine intisap etmeli, onun boyasıyla boyanmalı, varlığınızı yüce varlığına armağan etmeliydiniz. Bir ‘çarıklı’nın Ankara’nın mühim bir kurumunda daire başkanı olmasının başka yolu yoktu. Şimdilerde olduğu gibi bir badem bıyıklının devletin tepesinde ne işi olabilirdi, nasıl güvenilebilirdi ki ona! Peki başörtülü kızın Nişantaşı’nda salına salına yürümesine ne demeli? Bir de o ‘açık’ arkadaşları yok mu? Ne kadar da neşeliler, hiçbir şey yokmuş gibi şakalaşıyorlar birbirleriyle! Eskiden laiklik elden giderdi, şimdi laikler gidiyor elden; bizden adamlar bizim karşımızda bizi yalanlıyor. Özgürlüklerin de bir sınırı var elbet. Bütün bunlar o ‘varoşlardan’ aldıkları oylarla başımıza gelen iktidarın açtığı haltlar değil mi?

    Demokrasi korkusu, sadece serbest seçimlerle hükümetlerin el değiştirmesini değil, ‘kamusal alan’a yakıştırılamayan halktan insanların bu alanda boy göstermesini anlatıyor. Aslında yüzyıllık geçmişe dayanan bir meseleden söz ediyoruz. Bekir Berat Özipek, Meşrutiyet dönemini kastederek, “Demokrasinin bir sınıfı kendini sosyal bir grup olarak göstermeye başladığı dönemden itibaren, bürokrasi ile toplumun geri kalanı arasında bir çelişki baş göstermiştir.” diyor. Cumhuriyet’in ilk partisinin isminin Halk Fırkası olması, halkta seçkinlere karşı oluşan rahatsızlığın fark edilmesini gösteriyor. Büyük halk desteğiyle Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelişi ise tek parti rejiminin bu rahatsızlığı daha da artırdığını…

    Türkiye, çok partili hayatla birlikte halkoyuyla seçilen iktidarlara ve onların silah zoruyla indirilişlerine şahit oldu. Darbelerde silahların arkasında gizlenen profesör, sermaye sahibi ve devlet bürokratı hiç eksik olmadı. Ama her seferinde de halk onların ‘aydın rehberliği’  baskısına rağmen, bu devletçi seçkinlerin kötüledikleri siyasileri iktidara taşıdı. Bundan daha büyük bir korku olabilir mi?

    1960 darbesi ve ardından hazırlanan 61 Anayasası’nın amacı demokratik yollarla iktidara gelenlerin muktedir olmalarını önlemekti. Apaçık bir demokrasi korkusunu yansıtan bu anayasanın, liberal ya da özgürlükçü gibi görünmesine rağmen ‘demokrat’ olmadığı yani aslında özgürlükçü de olmadığı, hukuk çevrelerinde yeni yeni kabul görmeye başladı. Demokrasi korkusu, 50 yıllık bu vesayet rejimi efsununun biteceği endişesini yansıtıyor aynı zamanda.

    Anayasa Mahkemesi yargı reformu ile ilgili hükmünü henüz vermemişti. Mahkeme raportörü Osman Can, “Eğer ‘esas’a girerse bu karar siyasi erk tarafından yok hükmünde kabul edilmeli ve uygulanmamalı.” dediğinde kıyamet koptu. Mahkeme, CHP’ce iptali istenen maddelerde kısmi değişiklikler yapıp yargı reformuna referandum yolunu açtığında hiç olmadığı kadar eleştiri odağı oldu. Hükümet sözcülerinin sert itirazlarının bir anlamı var. Artık bir mahkemenin ya da herhangi bir bürokratik sistemin ihsan edeceği özgürlük hüsnükabul görmüyor, göreceğe de benzemiyor, artık yetmiyor. Tabandan gelen demokrasi talebinin artık bir ‘vasi’ aracılığıyla tevzi edilmesi mümkün değil. Ufuk Uras, “Osman Can’a çok kızdılar ama bu işin babası John Locke, ‘hukuk kendi sınırlarını aşarsa ne olur’, diye sorduktan sonra cevabını yine kendi veriyor.: Direnme hakkı doğar.” diyor.

    Çok partili hayatla birlikte ana siyasi akım olarak rol oynayan Demokrat Parti, Adalet Partisi ve ANAP gibi merkez partiler, ‘din ve vicdan hürriyeti’ne vurgu yapan, dindar insanları tehdit ve tehlike kaynağı görmeyen ama pek de dindar ve halktan olmayan insanların siyaset ürettiği partilerdi. Bürokratik sistemin güçlü kolları ile tokalaşmanın zorluğunu ve arızasını taşıdılar hep. Anadolu insanının halk yığını olarak görülmesi Özal’la aşıldı. Bu kolay olmadı; Özal, devlet elitlerince hep şüpheyle karşılandı, bazen de eski DPT günlerine atıfla ‘takunyalı’ olmakla suçlandı. Serbest piyasacı, AB’ye ilk müracaatı yapan, Türk ekonomisini dış dünyaya açan kişi, kamuoyuna yansımasa bile dindar olduğu için hep sakıncalı görüldü. Ancak Türkiye’de sivil toplum ve Anadolu sermayesi de bu yıllarda gelişti. Devletin şemsiyesi olmadan var olmanın dayanılmaz özgürlüğü tadıldı. Korku siyasetinin kol gezdiği 1993’te Özal’ın kayıtlara kalp krizi olarak geçen ölümünün arkasındaki büyük şüphe; Özal’ın kazanımlarının tümünü silme siyasetinin de yürürlüğe girmişolmasına dayanıyor bir anlamda.

    En küçük olanından söz edelim. Turgut Özal, Hacettepe’de, ODTÜ vs.de okuyan köylü çocuğuna yurt dışında doktora yapma imkânı veren (o güne kadar yok gibidir) merkezî sınav sistemini uygulamaya koydu. Çalışkan, her kesimden ve tabii ki taşradan öğrenciler ‘torpil’e takılmadan yurt dışına gidebildi. Bekir Berat Özipek’e göre bu uygulama Türkiye’nin elit yapısının değişmesine yol açtı. 28 Şubat postmodern darbesinin yaptığı ilk şey Özal’ın ihdas ettiği merkezî sınav sistemini iptal edip ‘mülakat’a geçmek ve o sırada yurt dışında okumakta olan öğrencileri ‘irtica’ gerekçesiyle geri çağırmak oldu.

    ‘Korku siyasetleri’ yüzünden korkulmayan kesim, benzerlik kurulmayan ülke kalmadı. Bazılarımız Cezayir ve İran korkusunu hatırlamasa bile 2 yıl önceki “hızla Malezya’ya benziyoruz” korkusunu hatırlayacaktır. Her dem tazeliğini koruyan yaşam tarzı korkusunun sürekli bir işlevi var. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olur olmaz şehrin çeşitli kesimlerinde içki yasağı vs. gibi nedenlerle ‘yaşam tarzına müdahale’ edildiği yolundaki haberler hatırlanacaktır.

    Tamamen ortadan kalktığı söylenemese bile, bugün, ne halk resmî daireye korkarak giriyor ne de devletin belli yerlerine gelmiş bürokratlar halkı korkulacak bir kitle olarak görüyor. Devlet- halk barışması, ‘korku siyasetiyle’ varlığını sürdüren zümrelerde bir korkuya yol açmış durumda. Halkın içinden birilerinin devlet bürokrasisinde yer almasını hâlâ ‘irtica’ ile açıklamaya çalışsalar bile, bu söylemin bir alıcısı yok artık. Etyen Mahçupyan, AK Parti’nin siyasette yaptıklarının ‘bir istila hareketi’ gibi algılandığını söylüyor. Girmemesi gereken alanlara girmiş, söylenmemesi gerekenleri söylemiştir. Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın da dediği gibi; “Aşağıdakiler’in temsilcileri bu ‘demokrasi oyunu’nu ciddiye almaya, kendilerine biçilmiş olan ‘münazaracı’ rolünden saparak ‘karar-alıcı’ bir konuma geçmeye çalışmıştır.”

    “Yargı siyasallaşacak, artık yargıya güvenemeyiz.” diyor televizyonda bir profesör. Mahkemenin son kararıyla birlikte referandumda ‘evet’ çıkarsa artık bağımsız bir yargıdan söz etmek mümkün değildir ona göre. Yargının üzerinde Meclis’in ve hükümetlerin eli olacaktır. Daha çok şey söylüyor; “Hükümet yargıçların iş yükünü azaltabiliyor mu?” örneğin. Öyle ya hükümet ve siyasiler, sadece altyapıyla, kanalizasyonla, hâkimlerin oda sayısıyla ilgilenmeli; yüksek siyaset ve ‘üstyapı’ kendisinin de bir üyesi olduğu devlet elitlerine bırakılmalı. Ancak sorun şu ki, eskisinden farklı olarak o stüdyoda kendi görüşlerinin hukuki ve fiilî geçerliliğinin olmadığını söyleyecek kimseler de var. Orada olmasalar bile başka kanallarda var. Meydan boş değil nitekim! Demokrasi dedikleri de zaten böyle bir şey, değil mi?

    Doç. Dr. Bekir Berat Özipek: Korkuyorlar, çünkü kaybedecekleri çok şey var! 

    -Demokratikleşme süreçleri antidemokrat bir cephe üretiyor. Buna ne sebep oluyor?

    İçerik Tablosu

    • 1 -Demokratikleşme süreçleri antidemokrat bir cephe üretiyor. Buna ne sebep oluyor?
    • 2 -Bu korku halkın mı, o doktrinleri inşa edenlerin mi?
    • 3 -Demokrasi maddi kazanımları üzerinde bir tehdit teşkil ediyorsa bu kazanımların antidemokratik yollarla elde edildiği sonucuna ulaşamaz mıyız?
    • 4 -Yargı reformu ile oluşan ‘ret’ cephesini, MHP, CHP ve BDP yan yanalığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
    • 5 -Peki bu değişim nasıl işler, nasıl meşru bir zemin kazanır?
    • 6 -Bir demokrasi korkusu var mı ve böyle bir korku haklı mı?
    • 7 -AK Parti 2002’de seçildiğinde hep bu ‘korku’ dile getirildi terk ettiği siyasi çizgiye dayandırılarak…
    • 8 -Türkiye demokratikleşirse bazı zümreler eskisi kadar imtiyazlı olmayacak. Bu sahici korku değil mi hocam?
    • 9 -Adı konsun konmasın tartışma ideolojik tutumlar üzerinden yürüyor. Burada Kemalizmi nereye koymalıyız?
    • 10 -Demokrasi korkusu ve korku siyasetinden sonuç alınmaya çalışılıyor!
    • 11 -Peki bu korkunun rasyonelliği var mı Türkiye’de?
    • 12 -Tartışmaların demokrasi ekseninde yoğunlaşması Cumhuriyet döneminde daraldığını söylediğiniz demokratik ortamın genişlemeye başladığı anlamına mı geliyor?
    • 13 -Siyaset ülkenin geleceğini riske atmak pahasına gerilimden besleniyor. Bu tutumu anlamak mümkün mü?
    • 14 -Antidemokratik tutumların maddi / sınıfsal gerekçeleri de olabilir mi?
    • 15 -Demokratik beklentiler aynı zamanda adalet talebini de içeriyor yani!
    • 16 -Giderek artan gerilim ve çatışmalar Türk siyasetinin geleceği adına ne söylüyor bize?

    Gerçek bir demokrasi korkusu var. Biri daha felsefi, siyasi, zihinsel kaynaklı ve  öbürü maddi, iktisadi, sınıfsal temele dayanan iki temelli bir korku bu. Türkiye’de bir kesim gerçekten demokrasiden felsefi anlamda hoşlanmıyor. Özgürlük korkusu da diyebiliriz. Demokrasi; temel siyasi kararların halk ya da temsilcileri tarafından alınması dendiğinde, kaos, anarşi, kargaşa durumu anlıyorlar. Halka güvenmedikleri için gelişiyor bu refleks.

    -Bu korku halkın mı, o doktrinleri inşa edenlerin mi?

    Esas olarak resmî ideolojiyi üretenler tarafından enjekte ediliyor. Ama bir düşünürün söylediği gibi baskıcı rejim uzun süre kalırsa o toplumun karakterini bozar. Dolayısıyla artık toplumda da tabanı var. Yine de toplum çoğunluğu itibarıyla dejenere olmuş diyemeyiz, her seçimde daha demokratik mesajlar veren siyasi parti iktidara gelebiliyor. Öte yandan insanlar düşünüp taşındıktan sonra demokrasi galiba iyi bir şey değil, daha otoriter, totaliter, Kemalist ya da faşist yönetim şekillerini deneyelim sonucuna varmış değiller. Onlar açısından bu tavır, sahip oldukları ekonomik ve sınıfsal konumu korumanın yolu. Demokratikleşmeyle birlikte sahip oldukları zenginliği kaybedecekler. Demokrasiden hazzetmemeleri gayet makul, anlaşılır, sınıfsal bir tepki.

    -Demokrasi maddi kazanımları üzerinde bir tehdit teşkil ediyorsa bu kazanımların antidemokratik yollarla elde edildiği sonucuna ulaşamaz mıyız?

    Tabii ki öyle, Türkiye’deki egemen zümre, sahip olduklarını serbest piyasa şartlarında çalışarak değil, ayrıcalıklarla, gayrimüslim mallarının yağmalanmasıyla veya tek parti döneminin onlar lehine sağladığı avantajlarla edinmişler. Cumhuriyet’in kazanımları ile ilgili kaygı ifade edenlere baktığınızda o zümrenin üyesi olduklarını görürüz. Benzer tepkiler gecekondu semtlerinden gelmez. O zaman anlıyorsunuz ki birilerinin kaybedeceği çok şey var. Şimdiye kadar pastanın ve tabii ki iktidarın dışında tuttukları kitlelerin daha fazla iktidara doğru yaklaşması telaşlandırıyor. Halk plajında denize giren bikinili bir kadına “AKP yüzünden yaşam biçiminin tehdit altında olduğunu düşünüyor musun?” diye sorun. Muhtemelen hayır diyecektir. Hatta o da oy vermiş olabilir. Aynı soruyu 5 yıldızlı bir otelde havuz başında güneşlenmekte olana yöneltseniz, muhtemelen çok korktuğundan söz edecektir. Gerçekten korkuyordur ama bu yaşam biçimi ile ilgili değildir.

    -Yargı reformu ile oluşan ‘ret’ cephesini, MHP, CHP ve BDP yan yanalığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

    CHP yapması gerekeni yapıyor. Ayrıcalıklarını kaybetmekten korkan sınıfı temsil ediyor. Fakat MHP ve BDP’nin tavrı çelişkili. Tabanlarının demokrasi karşıtlığından çıkarı yok. Her ikisi de esas olarak piramidin orta ve alt sınıflarına dayanıyor. Milliyetçilik üzerinden insanları irrasyonel siyasi tutum almaya daha kolay ikna edersiniz. MHP onu yapıyor. Son derece mantıklı ve vicdani soruların üstünü marşlarla, bayraklarla örtüyor. BDP’nin tutumu daha şaşırtıcı. Çünkü bu partinin MHP’den farklı olarak ciddi manada demokrasi retoriği var. AKP eliyle gerçekleşecek bir demokrasiyle siyasi mevzi kaybedeceğini düşünüyor BDP. Ama ben biliyorum ki ilke (demokrasi) ile yarar arasında tercihlerini yarardan yana kullananlar o yarardan da olur. Yani BDP muhtemelen halkın bunu fark etmeyeceğini düşünüyor. Çünkü o da aynı Kemalist düşünce stiliyle bakıyor topluma. Birçok BDP’linin zihninin CHP ile aynı kalıplandırıldığını düşünüyorum. Aynı pozitivist, jakoben, tepeden inmeci yaklaşımla bakıyor ve halka güvenmiyorlar. Ama ben Diyarbakır, Mardin, Siirt’te mezralarda olup bitenleri izleyen vatandaşların, özellikle de son 30 yılın demir örsünde dövüle dövüle siyasi olgunluk kazanan Kürtlerin, sanıldığı kadar saf olmadıklarını düşünüyorum. Mevcut HSYK’yı, Anayasa Mahkemesi’ni bu hâliyle savunmalarının hiçbir gerekçesi yok.

    -Peki bu değişim nasıl işler, nasıl meşru bir zemin kazanır?

    Bazı toplumlar değişimin gününün geldiğini anlar ve elindeki misketleri paylaşır. Bazıları kabullenmez. Kabullenemezse gerilim, devrim vesaire olur. Kabullenirse demokrasi pekişir ve hem üst sınıflar, hem alt sınıflar daha çok kazanır. Top, Cumhuriyet’in ayrıcalıklarına sahip olanlarda. Fransa’da olduğu gibi hiçbir şekilde paylaşmaya yanaşmazsa elindeki pastanın hepsini kaybedecek. Ama İngiltere’nin yaptığını yapar, aşağıdan gelen yeni toplumsal güçlere sofrada bir yer açarsa, sahip olduklarının en azından bir bölümünü korumayı başaracak hem de sağlıklı ve kalıcı bir demokrasinin yerleşmesine katkıda bulunmuş olacaklar. Bu süreçte ayrıcalıklı zümre son kozlarını oynuyor. Türkiye’de yargı her zaman taraflıydı, politik bir işlev gördü ama şimdiye kadar en azından biçimsel bir meşruluk kaygısı vardı, görüntüyü kurtarmaya gayret ederdi. Artık o da yok. Ergenekon sürecinde yaşadıklarımız dehşet verici. Eğer mecburen demokratik olmak zorunda kalan iktidar bütün bu kuşatılmışlığına rağmen demokrat kalmakta inat etmeyi, sebat göstermeyi başarırsa toplumun hiçbir şekilde korkutma kampanyasına teslim olacağına inanmıyorum. Türkiye toplumu her zaman siyasetçiden, askerden, akademisyenden daha ileride ve demokratik bir çizgide durmuştur. Eskiden patlayan bir bomba ya da siyasi cinayet çok şeyi değiştirirdi, artık toplum bu tür durumlarda acaba hangi olayla ilgili meydana geldi diye soruyor. Kürt meselesiyle ilgili, “Bu çocuklar niye bu kadar kolay ölüyor?” diyor.

    YA HALK EVET DERSE KORKUSU

    Kürt siyasi hareketi, varoluşu gereği demokrasi vurgusunu ön planda tutuyor. Son tahlilde kimlik esasına dayalı talepleri, ancak demokratik bir zeminde karşılık bulacak. Hâl böyleyken özellikle son bir yılda izledikleri çizgi  BDP’yi  antitezi MHP’nin çizgisine giderek yaklaştırıyor. En insaflı yorumlarda bile Meclis’teki muhalefet partileri CHP, MHP ve BDP’nin iktidarın bir ölçüde zorunlu demokratik adımlarına karşı giderek yakınlaştıklarına dikkat çekiliyor.

    BDP, önce Demokratik Açılım’a mesafe koydu. Anayasa değişikliği oylamalarında salona girdiler ancak oylamalara katılmadılar. Anayasa Mahkemesi, Kürt siyasetinin 7 partisi hakkında kalemini kırmıştı. Bu hakikat bile parti kapatmayı zorlaştıran maddeye destek vermelerine yetmedi. Tehlike uyarıları BDP’nin tavrını etkilemedi. Grup Başkan Vekili Bengi Yıldız’ın beyanıyla öğrendik 12 Eylül’de yapılacak referandumu boykot çağrısında bulunacaklarını. “O gün dışarı çıkmayın dediğimizde Batman, Şırnak gibi yerlerde insanlar evlerinde dinlenecek. Sandığa gitmeyecek. Basın aracılığıyla Kürt kamuoyunu çok etkilediler. ‘Bu paketten yana olmayanlar Ergenekon’la, MHP’yle aynı çizgidedir’ diye. …Onun için boykotun en iyi çözüm olacağını tartıştık.” diyordu Yıldız. BDP Meclis’te uyguladığı formülü referanduma taşıyıp seçmeni sandıktan uzak tutma planı yapıyor. Böylelikle bölge halkının partinin iradesi yönünde hareket etmesi sağlanacak. Abdullah Öcalan’ın da bu yönde talimat verdiği hatırlandığında sandığa gitmeyin çağrısını ‘Aksi takdirde olacaklardan biz sorumlu olmayız!” uyarısı olarak mı anlamak gerekiyor acaba?

    Partinin Muş Milletvekili Nuri Yaman, genel çerçevede değerlendirme yaparken herkes gibi Türkiye’de demokrasi korkusu olduğunu kabul ediyor. İzah aynı: “Demokrasinin işlemesinden çıkarı olmayan çevrelerin korkusu sistem üzerinde vesayet kurulmasına sebep oldu.” Ancak halk, demokrasiye inanç ve demokratik hayatın yürürlüğe girmesi hususlarında siyasi partilerden de, liderlerden de 10 adım ilerde Yaman’a göre.

    Söz BDP’ye ve yakın geçmişte sergilediği politikalara geldiğinde üslubu değilse de sözlerinin içeriği hayli değişiyor. Öncelikle CHP, MHP çizgisine çekildikleri eleştirisini reddediyor. Zira onlar baştan ‘hayır’ derken, BDP anayasa değişikliği gündeme geldiğinde iktidar partisi ile görüşmeyi seçiyor. Ancak hiçbir talep ve beklentileri karşılık bulmuyor. Yaman; “Bu anayasa değişikliğinde, kesin ve net olarak söylüyorum, Kürtlerle, onların beklentileriyle ilgili en ufak bir şey yok. Kürtlerin adı yok. Biz inanıyoruz ki yapılan değişikliklerin 12 Eylül anayasasının restorasyonundan öte bir anlamı yoktur. Aynı ırkçı, tekçi yaklaşım devam ediyor.” diyor. Kendi ifadesine göre iktidar partisinin ‘ben yaptım oldu’ tavrı belirliyor, BDP’nin bundan sonra atacağı adımları.

    “Uygulamadan en çok mağdur olan çizgi sizsiniz ama parti kapatmayı Meclis onayına bağlayan maddeye de destek vermediniz?” eleştirisini “Kürt siyasi hareketinin 7’nci siyasi partisi kapatıldı. Ama ne zaman ki Adalet ve Kalkınma Partisi ile ilgili kapatma gündeme geldi böyle bir değişiklik öngördüler. Samimi değiller.” diye savuşturuyor Yaman. “Biz Kürdün adının olmadığı bir iyileştirmenin, düzenlemenin tarafı olamayız. Kürtlere dair bir şey bulunmadığı için bu anayasa bizim dışımızdadır. Ne AKP’nin kuyruğu oluruz ne de CHP ile MHP’nin istekleri doğrultusunda bir tavır takınırız.” “Netice olarak onlarla aynı çizgide değil misiniz?” sorusuna verdiği cevap da sonucu değiştirmiyor: “Hayır. Onlar anayasaya ret oyu vereceklerini en başından ilan etti. Bizimse başta böyle bir tavrımız olmadı.”

    CHP ve MHP’nin halka güvenmedikleri için yapay korkularla kendilerine varlık zemini oluşturduklarını iddia ediyor Yaman. Bu noktada BDP’nin referandumu boykot kararı gündeme geliyor kaçınılmaz olarak. BDP’yi bu kararı almaya iten ‘ya evet verirlerse’ kaygısı. Bunun için sandığa gidin; ama hayır verin demektense evlerinizden çıkmayın mesajı tekrarlanıyor. Yaman bu tavrın tek sebebinin anayasa paketinde kendileriyle ilgili bir düzenleme görmemeleri olduğunu ısrarla tekrarlıyor. “Halkımızla toplantılar yapıp değişikliğin bizi içermediğini anlatıyoruz. Bir beklentisi yok ki. Yok sayılıyor. Gidip nesine oy versin? Tabii ki sandığa gitmeyin diyeceğiz.”

    Türkiye’nin yaşadığı tarihî dönüşüme destek vermesinin BDP’nin siyasetine hizmet edeceği muhtelif ağızlardan tekrarlanıyor. ‘İktidar partisi jestimize jestle karşılık vermedi’ alınganlığının partiye güç kaybettireceği yorumlarına da katılmıyor Nuri Yaman. Üstelik ülkenin tarihî bir dönemden geçtiğini de düşünmüyor. Sadece vesayet gücü el değiştiriyor BDP’ye göre. “Sadece makyaj yapıyorlar. Daha fazlası mümkündü. Biz de destek verirdik. Genelkurmay başkanının statüsü değişiyor mu? Askerî yargı meselesine müdahale ediyorlar mı? Yüksek yargıyla ilgili düzenlemeler çağdaş ülke olmanın gereği, bunu kabul ediyorum ama AKP’nin amacı bu değil.”

    KORKULAR HASIMLARI BİRLEŞTİRİYOR

    Demokrasinin korku unsuru olduğunu düşünmek sağlıklı bir analizin kapısını açar mı bize? Tarif ettiğimiz manzaranın diğer adı ‘siyasallık korkusu’ Prof. Dr. Yasin Aktay’a göre. Problemlerin siyasallaşmasından, toplum nezdinde açıkça tartışılıp çözüm aranmasından korku duyuluyor. Herkesin kendince gerekçeleri var. Kürt meselesinde şiddetin sona ermesi PKK’nın varlığı üzerinde tehdit oluştururken karşı taraf da antitezinin ortadan kalkmasını istemiyor. “Neticede birbirimizi öldürmek, bizi siyasallıktan daha az korkutuyor. Problemlerin reddedilmesi, bastırılması, tartışma konusu bile olmaması ürkütmüyor, mutsuz etmiyor.” Akademik kariyeri boyunca toplumsal olayları yakından takip eden Aktay, korkutmanın bir iktidar aracı olduğunun altını çiziyor. Toplumsal hassasiyetleri araçsallaştıran odaklar, korkutarak emellerine ulaşmaya çalışıyor. CHP tabanının bir kısmı gerçekten hayat tarzlarının değiştirileceğinden korkuyorken tavan, bu korkudan iktidar devşiriyor söz gelimi. Onların da korkuları var elbette. Korku tesis etmek için kullandıkları araçların ortadan kalkması bunlardan biri.

    Hakikatin görünümü bambaşkayken tabana sun’i gündemler sunmanın manasını anlamak ancak teorik çerçeveyi bilmekle mümkün. Aktay, ideolojilerde tutarlılık aramanın yanılgı olduğu kanaatinde. Oysa mantıksız pek çok unsur bir araya gelebiliyor bir siyasi harmonide. Gecekondu bölgesinde yaşayan, sistemin gadrini çekmiş insanla ona zulmetmiş kişi aynı safta buluşabiliyor. Bir de iddia koyuyor ortaya: “Eminim ki Uğur Mumcu’yu öldürenlerle cenazesine koşanlar aynı ideolojiye sahip. Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba atanlarla o gazeteyi okuyan ve destekleyenler de aynı kişiler. Bu entrika ortaya çıkmasına rağmen ne gazetenin okurları ne de çalışanlarının çizgisinde değişiklik oldu.” Bir yerden sonra demokrasi korkusu da yetmiyor açıklamaya. Bu çelişkinin daha derinlemesine analize tabi tutulması gerekiyor. ‘Hiç kimseyi aydınlatmayan ışık şokları’ diyor Aktay. “Danıştay cinayetinde tetiği çeken elle kendisine tetik çekilen daha sonra bir arada bulunmaktan rahatsız olmadı. Danıştay Başkanı Mustafa Birden, kurşunlara maruz kalmıştı, ölebilirdi. Fakat olayın bütün boyutları ortaya çıkmasına rağmen tetiği çekenler ne istediyse vermeye devam etti. İşte burada korku yok artık. İdeolojik duygulardan söz ediyoruz.”

    Kanımızı donduran yakınlıkları siyasetin kendi mantığı anlaşılır kılıyor. Sanıldığının aksine taraflar güllük gülistanlık bir dünyayı el birliği ile kurma derdinde değil. Demokratik hayat, genellikle birbirlerine karşı fırsat kollayan, diğerleriyle imha etme kastıyla mücadele edebilen güçlerin çatışma alanı gibi algılanıyor. Siyasi hasımlar, davaları uğruna beklenmedik şekillerde yakınlaşabiliyor. Meclis’te karşı karşıya gelmemeyi başaran MHP ve BDP’nin anayasa reformu sürecinde siyaseten müttefik izlenimi vermesi de aynı saikten kaynaklanıyor. “Onları aynı noktada eşitleyen şey ideoloji.” diyor Aktay. “Ve siyasallığın getirdiği dost / düşman dikotomisine fazla kilitlenmiş olmak. Esasen siyaset dost düşman ilişkisidir. Safınızı genellikle düşmanınızın safına göre tayin edersiniz. Demokratikleşme adı altında Türkiye’de yaşadığımız süreç tam da dünyayı herkes için yaşanılır kılma mücadelesi. Ama görünen o ki birileri bundan pek hazzetmiyor.” MHP Kürtler için ya da BDP MHP’liler için dünyanın cennete dönmesini istemiyorsa kendisi için de imkânsız kılıyor cenneti.

    Son tahlilde CHP ve MHP’nin tutumları BDP’den daha anlaşılır görünüyor. Çoğunluk; “Demokratik adımlar Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkının hayatiyeti için vazgeçilmez. Partinin ‘ya hep ya hiç’ siyaseti karşılık bulmaz.” fikrinde. Yasin Aktay’ın bir dikkat çağrısı var kendilerine: “Siyasal temsil odaklarıyla tabanları arasındaki iletişim kanalları her zaman bizim anlayacağımız şekilde çalışmıyor. PKK tabanı iki odağa eşit uzaklıkta değil. Çocuğu dağda olan baba, PKK üzerinden evladıyla diyalog kuruyor. Burada gerçekleşen en mantıksız açıklama bile sizin mantıklı argümanlarınızdan fazla kabul görebilir.”

    BİLGİSİZLİKLERİ FARK EDİLMESİN İSTİYORLAR

    -Bir demokrasi korkusu var mı ve böyle bir korku haklı mı?

    Bazı kimseler bunu ifade ediyorlar ama onların toplum içinde büyük bir kitleyi temsil ettiğini söylemek zor. Ben sokaktaki adamın korktuğunu zannetmiyorum. Biraz okumuş yazmış, biraz da kendilerini seçkin aydın olarak düşünen bazı kimselerin korkusu var. Türkiye’de seçmenler 1950’den beri bir siyasi partiye ne dinî gerekçelerle ne de marjinal olduğu için oy veriyor. Tabii ‘korku’ dendiğinde AK Parti üzerinde duruluyor. Burada bence iki yanlış yapılıyor. Bir tanesi AK Parti dinî bir parti değil. Başındakiler dindar, ama laik bir politika izliyorlar. Türkiye’nin karşılaştığı önemli sorunlarla ilgili; ekonomi, uluslararası ilişkiler vs. verdikleri kararlar herhangi bir laik partinin vereceği kararlardır. Biz şöyle bir varsayımda bulunuyoruz; bir insan dindarsa din devleti ister.  Dindar olabilir, namazında niyazında olabilir, dinin birtakım erdemlerin kaynağı olduğunu düşünüyordur. Ama bu demek değil ki şeriat gelsin istiyor.

    -AK Parti 2002’de seçildiğinde hep bu ‘korku’ dile getirildi terk ettiği siyasi çizgiye dayandırılarak…

    Bir takiyye meselesinden bahsediliyor. Hükümetin genel politikalarına bakıldığında takiyye görmüyoruz. Parti içinden birileri bir şeyler söylemiş olabilir, bütün partiye atfetmemek lazım. Üstelik görüyoruz ki hemen üzerine gidiliyor. İkincisi Türkiye’de insanlar ülkeye hizmet etmeye çalışanlara oy veriyor. 2002 ve 2007 seçimlerinde dinî kimlikli iki parti yarıştı. Biri yüzde 2,4 oy aldı (Saadet Partisi), diğeri 34 ve 46. AK Parti kendini muhafazakâr demokrat olarak lanse etti ve 8 senedir bunun aksine bir harekette bulunmuyor. Bir parti iktidardayken ‘otoriter eğilimlere ve tertiplere’ girerse bir daha oy alamaz. Onun için benim korkum yok. Türkiye’de artık partiler ve insanlar iktidara ancak demokratik yolla gelebilir.

    -Türkiye demokratikleşirse bazı zümreler eskisi kadar imtiyazlı olmayacak. Bu sahici korku değil mi hocam?

    Var tabii korku. Bu insanların Türkiye’ye yakışmadığını düşünüyorlar. Çünkü onlara belli bir zihin kalıbı atfediyorlar. Muhafazakârlık tamamen yanlış yorumlanıyor; geçmişin bazı doğru uygulamaları devam edebilir. AK Parti için aile böyledir.

    -Adı konsun konmasın tartışma ideolojik tutumlar üzerinden yürüyor. Burada Kemalizmi nereye koymalıyız?

    Kemalizm üzerinden yanlış bir tartışma yürütülüyor, düşmanlığa varan tavırlar var ki bunun tamamen yanlış olduğunu düşünüyorum. Atatürk ‘izm’ peşinde değildi. Nasıl düşünmemiz gerektiğini öğretmeye çalıştı, ne yapmamız gerektiğini değil. Dine değil, hurafelere karşıydı.  Nitekim Atatürk’ün hayatta olduğu dönemde Kemalizm kelimesi yoktu. Çok partili hayata geçildikten sonra Atatürkçülük bir tür ideolojiye dönüştürüldü, birtakım insanlar kendilerini muhafız gördüler; çünkü onlar demokratik açılımdan daha o zaman korkmaya başlamışlardı.

    -Demokrasi korkusu ve korku siyasetinden sonuç alınmaya çalışılıyor!

    Korkutuyorlar. Korkutmaya çalışıyorlar ama kimsenin korktuğu yok. Türkiye’de halk bir defa korktu. O da 1980 seçimlerinden önceydi. Çünkü günde ortalama 30-40 kişi ölüyordu. Onun dışında Ankara’da millet birbirini korkutmaya çalışıyor. Ama halkın böyle bir derdi yok.

    -Peki bu korkunun rasyonelliği var mı Türkiye’de?

    Hilmi Yavuz’un, rasyonalite ile ilgili, Fransız düşünür Edgar Moren’a dayandırdığı iki tür tutum var. Bir tanesi sebep sonuç ilişkisidir ki siz bir şey söylediğiniz zaman onu ampirik bilgi ile ispat etmeye çalışırsınız. Aydınlanmanın daha sonraki dönemlere miras bıraktığı rasyonalite budur. Bir de çarpıtılmış türevi vardır; o da “Ben profesörüm, ben her şeyi bilirim.” demektir. Oturuyor profesör söylüyor, ‘bu böyle, böyle olacak’ diyor, orada bırakıyor. Niye öyle olacak, sonuçları ne, daha önce ne olmuş, daha önce olmamasına rağmen niye öyle olabilecek? Böyle bir akıl yürütme yok. “Bunlar takiyye yapıyor.” diyorlar.  “8 senedir yapmıyor.” “Bekle yapacak.” “Bizim jakobenliğimiz, o ikinci tür şeydir.” diyor, Hilmi Yavuz. Ben de katılıyorum. Hiçbir zaman iç muhasebe yapmıyor, kendini eleştirmiyor, söylediği her şeyin doğru olacağını düşünüyor. Gelecek sene yüzde 13 büyüyeceğimiz söyleniyor. Avrupa yüzde 0,3 dolaylarında. Bunlar başarısız da denemiyor. Ne ekonomi, ne de siyaset hiçbir ev ödevlerini yapmıyorlar; ‘Bunlar yanlış, bunlar cahil, biz geldiğimiz zaman bakın göreceksiniz.” O zaman gelecekler, bütün parayı harcayacaklar… Asıl korkuları, hiçbir şey bilmediklerini, bir şey yapamadıklarını, niye yapamadıklarını da insanların öğrenmeye başlayacak olması.

    BU KORKU HER ŞEYİ PERDELİYOR

    Türkiye’de demokrasi ile ilgili tartışmalar AK Parti üzerinden ilerliyor. Demokrasi korkusu bir yerde AK Parti karşıtlığı demek neredeyse. Tersi de geçerli; demokrasiyi, demokratik süreçleri destekliyorsanız iktidar partisi yanlısı olmakla suçlanmanız kaçınılmaz.

    AK Parti Milletvekili Zeynep Dağı, orduyu ‘tartışılmaz’ kılmak niyetiyle dile getirilen ‘askerlikten soğutmak’ söyleminin asıl demokrasi için geçerli olması gerektiği düşüncesinde. Yani aslında insanlar sistemli bir şekilde demokrasiden soğutulmakta Türkiye’de. Ve bu ‘demokrasi korkusu’ tarihi kadar eski. Seçim zamanında Meclis’ten yayın yapan televizyoncunun, “Bakın sayın seyirciler, herkes oy toplamaya, oy avcılığına çıkmış, Meclis’te kimse kalmamış.” şeklinde yayınına tanık olduğunda hayretler içinde kalmış. Milletvekillerinin Meclis’te olması hâlinde, ‘bakın burada oturuyorlar, halk onları beklerken’ gibi bir yayın da olabilirdi pekâlâ. Dağı’nın kamuoyu iletişim araçlarında Meclis, milletvekilleri, başbakan, yürütme ve yasama üzerinden yapılan konuşmalardaki içselleştirilmiş demokrasi karşıtı ‘dil’e dikkat çekmesi boşuna değil.

    1960’larda demokrasi nefretiyle vesayet sistemi inşa edildi. Milletin temsilcilerine yönelik ‘kara propaganda’ alışkanlığı bu dönemlerden kalma. Seçilmişlere yönelik sürekli güvensizlik aşılanıyor. “Halkın bizzat seçtiği temsilciler potansiyel suçlu olarak gösteriliyor. Demokrasinin işlerliği, işlevi daha baştan batıl hâle geliyor. Eğer bir rejimin korunması ve kollanma refleksi olacaksa bu demokratik rejimle ilgili olmalıdır.”

    AK Parti yöneticilerinin dindar kimlikleri üzerinden yürütülen bir korkutma siyasetinin kılıftan başka bir anlamı yok. “Statükoya yaslanan muhalefet partileri siyasetlerini hep korku üzerine inşa ediyorlar. Fakat bu bir AK Parti korkusu da değildir aslında. Çünkü 1960 darbesinden bu yana iktidardaki bütün sağ partilere ve liderlerine aynı suçlamalar yönetildi. Menderes’e, Demirel’e, Özal’a hatta Mesut Yılmaz’a ve Tansu Çiller’e da benzer suçlamalar yapıldı. Bunlar, askerî ve sivil bürokrasinin kendi statükosunu sürdürmek için ürettiği şeyler. Doğrudan ya da dolaylı askerî müdahaleye muhatap olmuş liderlerin eşleri örtülü değildi, dolayısıyla bunu dinî ya da başka bir gerekçeyle izah etmek mümkün değildi.”

    Korku siyasetinin işlevi olduysa bile, bugün inandırıcılığı söz konusu değil. “Bu dayatmalarda çok trajikomik şeyler yaşandı. Bir ara iki ay boyunca Malezya olduk, sonra unutuldu gitti. Hatırlıyorum Malezya elçisi de çok rahatsız olmuştu. Türkiye, Doğu ile Batı arasında ama yönelimi Batı’ya dönük, AB ile müzakere masasında olan bir ülke. Bu anlamda Özal’ı siyaset üzerindeki korkuları tedavülden kaldırma çabaları için anmak istiyorum. İlk kez halka güvenen bir profil çizdi. Şimdi Erdoğan yapıyor. O kadar başarılı işler yapılıyor, bunun tadını çıkaramıyoruz. Büyümede ikinci ülke olmuşuz ama kamuoyuna böyle yansımıyor. Korkular o kadar öne çıkıyor ki dışpolitikada, turizmde, ekonomideki başarılar, kokuların perdelemesi ile iç kamuoyuna yansımıyor. Demokratik rejim zihniyet olarak kurumsallaştığında, Türkiye başarısının farkında bir toplum hâline gelecek.”

    CHP-MHP Birliğinden Ergenekon Cumhuriyeti Doğar!

    İstanbul bağımsız milletvekili olarak parlamentoya giren Ufuk Uras, bir süredir BDP saflarında siyaset yapıyor. Partiye katılımı gündeme geldiğinde ‘PKK destekçisi olmakla’ suçlanan Uras’ın cevabı; “TBMM’nin çözüm yeri olarak gösterilmesi ve siyaseten somut adım atılması, hem toplumdaki gerginlikleri azaltacak hem de barış ve demokrasi konusundaki özlemlerin karşılığı bulunacaktır.’’ olmuştu. Kapatılan DTP’nin devamı niteliğindeki BDP’nin Meclis’te grup kurması açısından önemliydi Uras’ın desteği. O günden beri iktidarla partisi arasında bir nevi ‘kolaylaştırıcı’ rolü yürütüyor. Demokrat duruşu soru işaretine mahal bırakmayacak netlikte. Kitabın orta yerinden konuşuyor ancak sözleri itham etmekten çok anlama çabasına işaret ediyor. CHP söz konusu olduğunda çekildiği çizgi bunun tek istisnası belki de…

    Saflar iyiden iyiye ayrışmışken yine üçüncü bir yol tutmuş görünüyor Uras. Partisinin anlaşılması gerektiğini söylüyor ama iktidarın sunduğu seçeneğin ehemmiyetini de yok saymıyor. Meclis’in reflekslerini anlamak için onun yakınlığından istifade etmek istiyoruz: “Kime sorsanız şiddet, 12 Eylül rejimi karşıtı.” cevabını veriyor. Kamuoyuna yansıyan fotoğraf neden bu netlikte değil peki? Bizim demokrasi korkusu dediğimiz vakıayı bir başka tanımla anlatmaya koyuluyor; “Çok açık bir gerçek var, Türkiye’de demokrasi korkusu dediğimiz şey aslında halk korkusu. Halkın iradesine ve reşit olduğuna tam güvenmemek. Anayasa Mahkemesi’ne giden konularda da gördüğümüz gibi bizim, milletvekillerinin egemenliğine ortak olma ya da reşit olup olmadıklarına karar verme hakkını, cüretini kendinde gören bürokratik egemenlik hâkim ortama. Başından beri buna vesayet rejimi diyoruz.”

    Sokaktaki vatandaşın bile farkında olduğu imtiyaz meselesine getiriyor sözü. Yalnız masum bir ‘orduevime, imtiyazlarıma dokundurtmam’ meselesi değil yaşanan. Aynı yapıların Ergenekon’la organik ilişki içinde olduklarını hatırlatıyor. İttihatçılıktan Ergenekon’a uzanan çizginin vârislerinden söz ediyoruz. “60’lı yıllarda yürütücüsü Doğan Avcıoğlu’ydu. 83’te öldü ama 12 Mart’ta duvara toslayınca siyaseti bıraktı. Onların en zekisi olarak zinde güçlere dayanarak halkın iradesini iğfal etmenin, Baas solculuğunun solculuk olmadığını gördü ve vazgeçti.” Tam biz CHP’nin hangi saiklerle Meclis’i vesayet altında tutmak isteyen yapıyla ittifak kurduğunu soracakken kendisi anlatmaya başlıyor: “Bu Baas solculuğunun ipuçlarını Kılıçdaroğlu’nda görüyorsunuz.”

    İpuçlarından kastınız ne? “Ekonomik sorunlara yaklaşımı, Ergenekon avukatlığını sürdürmesi, Denktaş çizgisini savunması. Yoksulluğa karşı tabii ki mücadele edilmeli ama aile sigortası getirerek bu işi çözeceğiz demek, yeterli değil. Millî gelir sosyal harcamalardan daha az artıyorsa aradaki açığı nasıl kapatacağınızı izah etmezseniz bu bir retorikten öteye geçmez.

    Dedik ya en sert cümleler CHP’nin payına düşüyor. Vakıflar Yasası’nın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gitmesi kendilerine sol deseler de faşist olduklarını açıkça ortaya koyuyor Uras’a göre. Sormadan edemiyoruz, neden yasanın iptali istendi? Gayrimüslim mallarını kim kullanıyor çoğunlukla? Cevabı ortalığı karıştıracak nitelikte: “Oraya baktığınızda Türkiye’nin haritasını çıkarmış oluyorsunuz!”

    Uras’ı bulmuşken sözün BDP’ye gelmesi kaçınılmaz. Her ne kadar o şeytan taşlamaya dönüşen tutumun yanlışlığından yakınıp anlaşılmaları gerektiğini söylese de, anayasa değişiklik oylamalarındaki duruşu, PKK’nın silah bırakması çağrısına mesafeli kalmalarını anlamakta zorlanıyoruz. “Anayasa meselesinde sorun iktidardan kaynaklandı.” diyor Ufuk Bey. “Asgari taleplerimiz bile işleme alınmadı. Değişiklik tekliflerimiz yok sayıldı. Barajı neden düşürmüyorsunuz diye sorduğumda açıkça söylüyorlar oylarımız düşer diye. Tabii düşecek. Şu anda gasp ediyorsun. Birinin parasını çalmakla hak etmediğin oyu almak arasında ne fark var?” Yine de CHP-MHP hattının ret cephesi ile BDP’nin ‘şartlı evet’ tavrını ayrıştırmak gerek, uyarısını ihmal etmiyor. AK Parti bir iki konuda adım atarsa tavırları değişebilir. Boykot kararı tekrar gözden geçirilebilir ona göre. Burada da üçüncü yolcu çizgisi kendini belli ediyor: “Şu da var ki aynı gerekçelerle bugüne kadar yapılan tüm anayasa değişiklikleri reddedilebilirdi. Hâlbuki her biri parça parça önemli. Yeter mi? Yetmez. En ideali öne koyarak bu değişikliğe karşı çıkmanın sonucu öncekinin devamı oluyor.”

    Uras son olarak PKK’nın silah bırakması çağrısına destek vererek ayrı düştü partisinden. Aynı yaklaşımını sürdürüyor ancak yine empati kabiliyeti giriyor devreye: “Temenni ötesinde yol haritası çıkarmak lazım. Silah bırakacaksın! Nereye, kime, hangi organa bırakacaksın? Kuzey Irak’a geçiş mi olacak? Mayınların haritası mı verilecek? Eş taraflı olarak AKP ne tür güven verici adımlar atacak?”

    İktidar somut adımlar atamıyor. CHP umutsuz vak’a. Yine de iyimser. Zira sokaktaki insanın ‘kayıkçı dövüşü bitsin, somut adım atılsın’ isteğinden emin. Şiddetle gölgelenmeye çalışılan sivil inisiyatifin sesine dikkat kesilmek gerekiyor. Hayatta yan yana gelemeyecek kesimler -ki Uras’a göre bunlardan biri TÜSİAD- barışın kurumsallaşması konusunda aynı talebi dile getiriyor.

    Peki bu toz duman içinde seçmenin yolunu bulması kolay mı? Bilgi kirliliği, siyasi restleşme, hayat memat meselesi hâline dönüştürülen kutuplaşmalar… Gözlemimize katılıyor Uras. Seçmenin kafası çok karışık ve tek bir çıkış yolu var. AK Parti, karar vermeyi kolaylaştıracak adımlar atmalı. Lehte ya da aleyhte… BDP’nin seçim bölgesi hakkında bu mutlaklıkta değil cümleleri. Ancak ona sorarsanız akıl aynı yola işaret ediyor: “Bölgeyi çok iyi bilmiyorum ama insanlar en kötü değişikliğin bile var olanın devam etmesinden daha iyi olduğu yönünde bir kanaate sahip sanki. Ahmet Türk de kendi seçmenimize ters düşmememiz gerekir, dedi. Aldığı sinyaller vardır herhâlde. Filmi başa alalım, tekrar OHAL ilan edelim. İdam cezası gelsin siyaset tarzı kamuoyunda kabul görmüyor. CHP, MHP koalisyonu gibi bir Ergenekon Cumhuriyeti’ne yönelelim Türkiye’nin gelecek tasavvurunda yok.”

    İslami Kesimde Zihniyet Devrimi Yaşandı!

    “Cumhuriyet idaresini, toplumun nasıl yönetileceği değil, ‘kim’ tarafından yönetileceği sorusu etrafında kurmuş olan rejim sahipleri, şimdi söz konusu öznenin kendileri dışından gelmesine razı değiller… Ne var ki bu süreci durdurmaya yönelik bütün teşebbüsler, kendini deşifre eden bir hezeyana tekabül ediyor.” Etyen Mahçupyan’ın yorumu izaha gerek bırakmayacak netlikte. Yaşanan; bir iktidar mücadelesi. Meşrutiyetle başlayan, Cumhuriyet’in 30 yılı tek parti, 50 yılı darbe ve askerî vesayetle geçen tarihinde kesintiye uğrasa da yeniden hayat emaresi gösteren halk iktidarı karşısında direnen entelijansiyanın mücadelesi. Hâlâ tam olarak demokrasiye evet diyemediğimiz kanaatinde Mahçupyan. Ancak şahit olduğumuz sürtüşmeleri demokrasi talebine tahvil ederek okumak gerektiği yorumunu destekliyor.

    -Tartışmaların demokrasi ekseninde yoğunlaşması Cumhuriyet döneminde daraldığını söylediğiniz demokratik ortamın genişlemeye başladığı anlamına mı geliyor?

    80 sonrasının dünyası bir modernlik eleştirisi getirdi. Başkalarının da çok doğru yapmadığını, kendimizi kötü hissetmemiz için bir sebep olmadığını düşünmeye başladık. Üzerine bir de küreselleşme geldi. Demokrasi bir standart oldu artık. Doğal bir var olma hâline dönüştü. Özellikle İslami kesim bu noktaya gelince Türkiye’de önemli zihinsel devrim yaşandı. İslami kesimin kafasında demokrasiyi normalleştirmesi çoğunluğun iktidara yürümesinin yolunu açan ve azınlık iktidarına razı olmadığını söyleyen bir şey. Dolayısıyla artık Türkiye’yi askerî vesayetle yönetmek mümkün değil, insanlar buna razı olmuyor. Türkiye’nin Müslümanları buna evet demiyorsa, başka bir rejime doğru gidiyorsunuz demektir ki bunun da daha demokratik bir rejim olduğu apaçık.

    -Siyaset ülkenin geleceğini riske atmak pahasına gerilimden besleniyor. Bu tutumu anlamak mümkün mü?

    Siyasi partilerin kendilerine ait bir hayatları, başarı kıstasları var. Ve belki de bir siyasi parti için en önemlisi ayakta kalmak, kendi alanında rakipsiz olmak. MHP kendine ait bir alan açmaya veya o alanı korumaya çalışıyor. Elinde milliyetçilikten başka şey kalmamış. Bir MHP’liyle teke tek konuştuğunuzda çok aklı başında şeyler söylediğini görebilirsiniz. Fakat aynı kişiyi kamuoyuna hitap ederken dinleyin apayrı bir tablo çizer. Bu durum BDP için de geçerli. Bir değişim ve ilerleme olduğunu görüyor ve söylüyorlar. Fakat bunu parti siyasetine dönüştürdüklerinde parti olmaktan çıkacaklarını veya birdenbire kendi alanlarının ayaklarının altından çekilip gideceğini düşünüyorlar. AK Parti siyasette bir anlamda istila hareketi gibi. Reformculuğuyla diğerlerinin alanlarını sürekli daraltıyor. İktidara yetişmekte zorlanan muhalefet, onun tökezlemesini istiyor. Bunlar da muhalefeti doğru yapmaktan ya da doğruyu söylemekten alıkoyuyor.

    -Antidemokratik tutumların maddi / sınıfsal gerekçeleri de olabilir mi?

    İmtiyazlar daima bir noktadan sonra somutlaşır. Maddi hayatta bazı şeylere tekabül eder ve kendini yeniden üretir. Genç Cumhuriyet kendi çevresinde laik bir cemaat oluşturdu ve bunlara sosyo-ekonomik tarafı da olan imtiyazlar tanıdı. Bu ideolojik arka planın somut, maddi, sınıfsal, hatta ailesel temeli var. Cumhuriyet belli ailelere destek verdi. O aileler diplomaside, iş dünyasında, gazetecilikte ön plana çıktı. Bugün hâlâ onların temsilcileri duruyor en üst makamlarda. Taşra sermayesiyle merkezdeki sermaye arasındaki çelişki geçmiş yıllarda önemli konulardan biriydi. Yeni yeni orada barışa, karşılıklı kabule doğru gidildiğini görüyorum. Ancak önceden gelir ve servet imkânı yakalayan laik kesim bu yeni gelişmelere direndi.

    -Demokratik beklentiler aynı zamanda adalet talebini de içeriyor yani!

    Elbette. Adaletsizlik sadece adam başı gelirle olmuyor. Şehirler, bölgelerarası adaletsizlik şeklinde de tezahür edebiliyor. Kimlikler arası adaletsizlik olarak siyasette karşılık buluyor. Herkesin vatandaşolduğu bir zemine doğru gidildiğinde bütün bu adaletsizliklerle hesaplaşılması gerekiyor.

    -Giderek artan gerilim ve çatışmalar Türk siyasetinin geleceği adına ne söylüyor bize?

    Çatışmanın taraflarına Kürtler ve Türkler diye bakarsak her ikisinden de kavga artık bitsin diyenlerin sayısı artıyor. Eninde sonunda aktörler de değişmek zorunda kalacak. Korkularımız olabilir ama olaylar geliştikçe ve korkunun nesnesi karşınıza çıktıkça ona alışırsınız. Bunun psikolojik yönü de var ki bana kalırsa Türkiye orayı geçti. TÜSİAD örneğinden anlarsınız. Birkaç sene içinde nereden nereye geldiler. Bundan sonrası pratik, somut adımlar dönemi. Demokrasi korkusunu giderek daha daralan bir kesimin yaşadığını düşünüyorum.

    Ulus Devlet Tehlikede Değil, Güçleniyor!

    Algan Hocaloğlu yakın zamanda CHP genel merkezinde görüşmemize rağmen bu sefer randevuyu Meclis’te veriyor. Yeni genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘sosyal demokrat’ havasına rağmen hız kesmeyen Önder Sav operasyonu devam ederken, “CHP’nin ortalamasını yansıtan bir sosyal demokratım” diyen birisiyle ‘demokrasi merkezli’ bir şey konuşabilirdik. Raflardaki dosyalar hafiflemiş, siyasi etik dosyaları dikkat çekiyor. Dosyaları işaret ederek, “En çok üzerinde çalıştığım konular ama şunu da söyleyeyim ki benim bir villam var ve çok da seviyorum.” diyor. Bu dolambaçlı, mizahi dil sohbet boyunca sürüyor.

    ‘Demokrasi konusuna’ kaynaklık eden meseleleri tek tek sayıyor, sonrasında çoğunluğunun yersizliğine  ve temelsizliğine değiniyor. Elbette, Cumhuriyet’in kurucu normlarının meşruluğuna da vurgu yapıyor sık sık. Daha ümitli olmak lazım, yani demokrasiye yönelik korkular giderek azalmakta aslında. Ortada korku algısı varsa da bunların aşılmasında CHP’ye önemli görev düşmekte. “Demokrasi ve bireyi özgürleştirmek temel amaç olmalı.” diyor, belirli aydın grubu dışında Türkiye’de sivil toplumun demokratikleşmeye yönelik yeterli bir baskısının olmadığını düşünüyor. Burada CHP seçmenini mi kast ediyor, tam kestiremiyoruz!

    Hacaloğlu, ‘demokrasi korkusu’ yok demiyor, kaynaklarını sayıyor. Hükümetin kaygan bir zeminde ve muğlak şekilde ortaya koyduğunu düşündüğü ‘demokratik açılım’, AB uyum paketleri ile yasama çalışmaları, hatta demokratikleşme süreçlerini olumsuz etkileyen 1984’ten beri varlığını sürdüren terör olgusunu sayıyor. Nitekim, 1993’te bir suikasta kurban gittiği konusunda kanaat oluşan Eşref Bitlis’le konuşmasında ‘profesyonel ordu gerekliliğini’ işitir. Ama bu yönde bir adım atılabilmiş değildir henüz. “Bunun olmaması net bir başarısızlık. Kürt meselesiyle ilgili terörist yetiştiren bataklık kurutulamadı. Asker, ‘benim alanım’ diyor ama 26 yıldır 6 bin kişilik bir terörist gruba karşı 800 bin kişilik ordunun hangi zor koşullarda olursa olsun yürüttüğü mücadele başarıya ulaşmamıştır.” diyor.

    Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un TV programında söylediklerine değiniyor. Sorun var ama gene de olumlu diyor, ‘bir sivil karşısında sorulara cevap veriyor olmasını’ kastederek. “Siviller askerî konularda nihai erk olmalı. Evet, öyledir denilerek geçiştirilemez. Hayır, fiiliyatta öyle değildir çünkü.” Sivillerin önemli bir sorununa işaret ediyor. “Aslında demokrasimiz sivillere yeterince yetki veriyor. Ancak siviller bu yetkiyi kullanmıyorlar. Ya farkında değiller ya da denge oyunları içinde erteliyorlar.” Ona göre her demokrasi elitler demokrasisi olarak başlar, giderek çoğulcu yapıya dönüşür. “Ama bu Türkiye’de başarılabilmiş değil. Şu anda kim ne derse desin tam anlamıyla halk iradesini öne çıkartan standart yok.”

    Algan Hacaloğlu’na göre, Atatürk’ün modernleşme anlayışının hedefinde ‘demokratikleşme’ vardı. Modernleşmenin değerlerinin korunmasının bir anlamı da demokratikleşme olmalı. Statüko bağlamında sıklıkla vurgulanan ulus devlet ve üniter yapı meselesini Kemalist dünyadan bambaşka bir şekilde yorumluyor: “Cumhuriyet’in kuruluş felsefelerinden biri ulus devlet. Amerika en büyük ulus devlete dönüştü. Toplumsal entegrasyon gelişti, dünyanın en büyük, çok etnisiteli ulus devleti oldu. Her bir etnisiteye son derece saygılı entegrasyon artıyor, devlet güçleniyor. Bence Türkiye’de ulus devlet 30 öncesine göre daha zayıf değil, hatta güçleniyor. Daha çok sayıda Kürt yurttaşımız topluma entegre olmuş. İstanbul’da 3,5 milyon Kürt yurttaşımız yaşıyor. Başlangıçta bir ulus olabilmek saikiyle asimilasyon politikaları etkin olarak kullanılmıştır. İnsanlar bir yerden bir yere göç ettirilmiş, kaynaştırılmak istenmiştir. Ama şimdi biraz da demokrasinin açtığı alanlardan yararlanarak, gönüllü entegrasyon güçleniyor. Elbet bu entegrasyon sancısız ilerleyen bir şey değildir; ama ulus devletin aşındığı görüşleri de doğru değil. Türkiye’de bireyler kendilerini eşit gördükçe, ulus devlet güçlenir. Doğudaki çatışmalar batıya yansır mı korkusu var; ama biliyor musunuz, bugün Yalova’da  doğu kökenli 60 bin insanımız yaşıyor. Sosyoekonomik sorunlara rağmen bu entegrasyonun dolayısıyla ulus devletin güçlendiğini gösteriyor.”

    Korkular rasyonel bir devlet yapılanmasına engel olmakta. Hacaloğlu yerel yönetimlerin güçlü olması gerektiğini, yerinden yönetimin çağdaş bir devlet anlayışı olduğunu söylüyor. “Burada bir demokrasi korkusu var. Acaba bölünür müyüz korkusu var. O nedenle devlet yapısıyla, AB süreci dâhilinde bazı teklifler getirildiğinde bir dirençle karşılaşılıyor. Belki bu 10-15 yıl içinde değişecek. Yine bu korku nedeniyle yüzde 10’luk seçim barajının varlığını unutmamalı.” Diğer taraftan dışsiyaset bürokratlarının Türkiye’ye yönelik dış tehditler yorumlarında bir hayli muhafazakâr olduğuna da dikkat çekiyor ki aslında devletçi seçkinlerin genel bir ‘tutuculuk’ içinde olduğu fikrini pekiştiriyor.

    Peki CHP’nin korkusu nedir, niye mesela anayasa değişikliği ile ilgili Meclis’e gitmemiştir, milletvekillerine güvenmemek de bir korku belirtisi değil midir? “Bizim korkumuz demokrasi korkusundan ziyade AKP korkusu.” diyor. “Biraz da demokrasi korkusu olabilir.” dediğimizde de “Olabilir tabii…” diyerek, gülüyor. AKP korkusunu, iktidar partisinin yasama faaliyetlerinde ‘sonucu kontrol edebilecek bir güce sahip olmak’ ve bu yetkisini çok kontrollü bir şekilde kullanabiliyor olması şeklinde yorumluyor. Ona göre iktidar yargı reformu sürecinde muhalefetle güven verici bir ilişki kuramadı ve diyalogsuzluk yaşandığı için böyle bir tablo çıktı. Yani ‘esastan değil şekilden’ demek istiyor, ya da biz öyle anlıyoruz.

    12 temmuz 2010


     

     
    Related Posts

    payitaht istanbul’dan başkent ankara’ya

    Ocak 12, 2017

    korkusuz muhalif; abdülkadir kemâlî bey

    Şubat 13, 2015

    âkif mısır’a neden gitti?

    Şubat 13, 2015
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.