Bir dokun bin ah işit kase-i fağfurdan denebilir karşılaştığımız tabloya. İşin özeti şu: Doktorlar değişim yorgunu…Özdemir Âsaf’a ait bir dize vardır; ‘Bütün renkler aynı hızla kirlenmiş, birinciliği beyaza vermişler’ diye. ‘Skandallar’, şiddet dolu karşılaşmalar, hastane kapısında ölüme terk edilen hastalar gazete manşetlerinden düşmüyor. Meselenin merkezinde de canların emanet edildiği doktorlar duruyor. Çerçeveye dâhil edilecek onca taraf varken sağlık sistemindeki tüm problemlerin hekimler üzerinden tartışılması ister istemez bu dizeyi akla getiriyor. Başbakan ‘beni de beklettiler’ diye serzenişte bulunuyor. Bakan, kendi çatısı altındaki doktorları yönetememekten şikâyetçi: “Doğu’ya gönderiyorum, gitmiyorlar” diye yakınıyor. Maaşları yükseliyor, şartları düzeliyor; ama doktorların kamudan özel sektöre ‘kaçışı’ önlenemiyor.
Madem problem bu kadar büyük, muhatap da belli. Neler olup bittiğini, eleştirilerin hedefindeki insanlara soralım dedik. Peşinen belirtelim, söyleyecekleri çok şey var. Doktorlar, kendileri üzerinden inşa edilen sistemin altında ezildiklerini düşünüyor. Prof. Dr. Selami Albayrak’ın tabiriyle, son yıllarda sağlık sistemini vatandaşlar için asfalt yol hâline dönüştüren silindir, hekimleri sağdan soldan ezdi… Reform, hekimler aracılığıyla gerçekleşti; fakat değişikliklerin onları nasıl etkileyeceği sorgulanmadı. Gözden kaçan bu hesabın faturası da ağır oldu…
Sağlık reformunun en önemli başarısı tam bir keşmekeşe dönen Emekli Sandığı, SSK, Bağ-Kur ayrımını ortadan kaldırmasıydı. Çok değil 3- 4 sene önce sosyal güvenlik kurumlarının tek çatı altında buluşabileceği hayal dahi edilemiyordu. Nitekim bu değişikliği mümkün kılanlar da haklı olarak tevazu ihtiyacı duymadan devrim diye niteliyor yaptıklarını. Sistem tamamıyla oturana dek birtakım sorunların yaşanması kaçınılmaz. Ancak hekime ve ilaca ulaşımın kolaylaşması hasta memnuniyeti açısından büyük bir adım. “Şişli Etfal’de çalıştım. SSK’lı bir hasta Okmeydanı yerine yanlışlıkla bize geldiğinde geri gönderiyorduk. Durumunun aciliyetine, kaybettiği zamana bakma lüksümüz yoktu. Belki orada muayene sırası alana kadar çok geç olacaktı; ama işler böyle yürüyordu.” Dr. Lütfi Öztürk, meseleye kendi açısından bakmadan önce hakkı yerine teslim etmekten yana. Hastalarına ilaç yazarken elinin titrediği günler geride kalmış. “Reçeteye ne yazacağımı düşünmeden önce acaba hastanın bunları alacak parası var mıdır diye ölçüp biçmem gerekiyordu. Astım ilaçlarının kutusu 100 liranın üzerindeydi. Şu anda aynı ilaca 30 lira veriliyor. Bugünleri göreceğimiz aklımıza bile gelmezdi.” Nitekim Bakan Recep Akdağ da sağlık reformunu gerçekleştirirken, ‘göstergeler nereye gidiyor?’, ‘vatandaş ne kadar korunuyor?’ ve ‘ne kadar memnun?’ sorularını sorduklarını belirtiyor.
Sorun şu ki; hastaları merkeze alan düzenlemeler, onlara hizmet sunan sağlık personeli söz konusu olduğunda aynı hassasiyeti içermiyor. Sağlık reformuna bir de hekimler açısından bakmayı amaçlayan bu dosya, tablonun pek iç açıcı olmadığını ortaya koyuyor. Bu tezi test etmek için birkaç doktorla sohbet etmek yeterli…
YANLIŞ MESAJLAR ÜZÜYOR
Doktor Yahyahan Güney, Gülhane Askerî Tıp Akademisi mezunu, dâhiliye uzmanı. Özel bir tıp merkezinde çalışıyor. İlk kez onunla sohbet ederken duyduğumuz şikâyet daha sonra sık sık tekrarlanıyor: Hekimler mutsuz. Zira son yıllarda onurlarını, şeref ve haysiyetlerini, toplum önündeki inandırıcılıklarını azaltacak tarzda suçlamalara maruzlar. “Neyle hatırlandığımıza bir bakalım.” diyor Güney: “Doktorlar doğuya gitmiyor! Doktorlar çok para alıyor! Elleri hastaların cebinde… Başbakan hastane açılışında ‘Bunlar var ya bunlar, beni de hastane kapısında beklettiler!’ diye ihbar ediyor. Doktor muydu bekleten? Ya da SSK’lı hastayı devlet hastanesine almayan? Ambulans bulamayan doktora veryansın ediyor. Halbuki valinin, kaymakamın sorumluluğu o. Ambulans alındı da hangi doktor başına gitmedi?… Ardahan’a son 3 yılda giden 100’den fazla hekimin ya istifa ettiği ya da tayin olup ayrıldığı söyleniyor. Hepsi mi vatan haini? Neden kimse bu insanları buna iten sebep ne diye bakmıyor?”
Hemen herkesin geçmişinde doktorlarla ilgili tatsız bir anı var. Hekim-hasta ilişkisi hassas bir dengede duruyor. İlgi ve şefkate en ihtiyaç duyduğu anda hastaneye koşan hasta; kendisine soğuk ve mesafeli davranıldığında bir eksi düşüyor hekimin not hanesine. Son yıllarda yetkililerin üslubuna yansıyan sertlik de bu imajı güçlendiriyor. Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın 2003 yılında Türk Tabipler Birliği Kongresi’nde söylediği “Ellerinizi hastaların cebinden çekin!” ikazı, doktorlar cephesinde büyük bir kırgınlığa sebep olmuş. Bu cümle olumsuz örneklerden hareketle kurulmuş olsa da, en insaflı yaklaşımla bütün doktorlar para canlısı ilan edilmiş durumda.
Prof. Dr. Selami Albayrak, Hekim Hakları Derneği’nin Başkanı. Derneğin kuruluş sebebi, doktorların savunmasız kaldığı düşüncesi. Bunun en büyük göstergesi, yetkililerin beyanları Albayrak’a göre: “Elimizde 103 bin doktor var ve 70 milyonun sağlık hizmetini bunlara gördürmemiz gerekiyor. Padişah sefere çıkarken askerlerine ‘haydi aslanlarım’ diye hitap eder ki canlarını vermeye hazır olsunlar. Sağlık Bakanı, çok küçük bir grupla büyük sorumluluk alıyor ama onları rencide ediyor.”
İlk sırada telaffuz edilen üslup sorunu için bardağı taşıran son damla demek daha doğru. Birkaç yıldır üst üste yeni kanunlar, tüzük ve yönetmelikler çıkması; birinin kurduğu sistemi ötekinin ortadan kaldırması sağlık çalışanlarını yormuş görünüyor. Karara bağlanan her düzenleme, bir verilip bir alınan haklar, politika değişiklikleri hekimlerin hayatını direkt etkiliyor. Bunlara bir de ne kadar maaş alacaklarının bir türlü netleşmemesi, hastalarla aralarındaki gerilimin yükselmesi eklenince yorgun doktor portresi bütün açılarıyla tamamlanmış oluyor.
Sağlık sisteminin krize girdiği yerlerden biri mecburi hizmet konusu. AK Parti iktidarının ilk yıllarında kaldırılsa da özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerine personel gönderilememesi mecburi hizmet uygulamasını tekrar gündeme getirdi. Sağlık Bakanı Akdağ, “Yüksek rakamlara rağmen hekim arkadaşlarımız bu bölgelere gitmek istemedi.” diye savunuyor kendilerini: “Meslek örgütlerinden Doğu ve Güneydoğu’da görev yapacak 3 bin gönüllü hekim istedik, 3 kişi dahi gelmedi.” Bu durum karşısında doktorların aldıkları her eğitim için zorunlu hizmet yapmaları karara bağlandı. 6 yıllık tıp fakültesi, ihtisas ve üst ihtisas sonrası ayrı ayrı mecburi hizmet isteniyor doktorlardan. Gitmeyenlerin başka yerde çalışma imkânı yok çünkü diplomalarını alamıyorlar. Ayrıca stratejik personel kapsamında bulunana doktorlar eş durumu atamalarından da yararlanamıyor.
Zorunlu hizmet uygulamasından muzdarip olan çok. Zira sadece yeni mezunları değil, kariyerini belli bir noktaya getirdikten sonra uzmanlaşma kararı alanları da etkiliyor bu. 16 yıl kamu hizmeti yapmış bir doktorun eşi anlatıyor: “İkimiz de mecburi hizmet yaptık. Sonra İstanbul’a döndük ve burada çalışmaya başladık. Eşim bir kamu hastanesinde başhekim yardımcısı. 10 yıl sonra ihtisas yapmaya karar verdi. Başladığında mecburi hizmet yoktu, şimdi var ve gitmediği takdirde diplomasını alma imkânı yok. Diyelim ki her şeye rağmen gitti. Tamamladığında İstanbul’a atanması mümkün görünmüyor, çünkü yeni kadro açılmıyor.”
Bir de atandığı yerde kalmayanlar var tabii. “ ‘Doktorlar kaymakamın, savcının, polisin gittiği yere gitmek istemiyor.’ Bu sunum bile çözümden ne kadar uzak olduğumuzu gösteriyor.” Yahyahan Güney, meselenin ‘kötü bunlar, gitmiyorlar’ diyerek izah edilemeyeceğini düşünüyor. Bir mukayese ile başlıyor anlatmaya: 4 yıl hukuk fakültesinde eğitim aldıktan sonra sınavda başarılı olup 2 yıl daha okuyan kişi hâkim ya da savcı olur. Devleti temsil etmek üzere tayin edilir. Gittiği yerde lojmanı, arabası, şoförü, koruması, ödeneği vardır. Beytüşşebap’a mı gitti? 4 yıl sonra daha kabul edilebilir bir yere atanacağını bilir… Peki, doktorlar hangi şartlarda gidiyor? “5 yıl fakülte, 5 yıl ihtisas. 10 yıl sonra o da Beytüşşebap’a gitti diyelim. Lojmanı, çalışacak yeri, odası… hiçbir şeyi yok. Savcının, kaymakamın, polisin sahip olduğu devlet gücü de yok arkasında. Sadece ve sadece halkla, onların her seviyede şikâyetiyle, sıkıntısıyla, şiddetiyle muhatap. Hastanede teknik alt yapısı, ekipmanı, elemanı yok. Diğer mesleklere kıyasla daha özel bir eğitim, daha üstün bir başarı var ama onlarla kıyaslanmayacak imkânlarda çalışıyorlar.”
10 YILDAN ÖNCE TAYİN ALMAK ZOR
Sağlık Bakanlığı bünyesinde görev yapan personelin tayini, atama ve Nakil Yönetmeliği ile yapılıyor. İllere ve ilçelere Devlet İstatistik Enstitüsü’nün belirlediği kalkınmışlık kriterlerine göre standart puanları veriliyor. Her personel; sıfatına, tıbbi hizmet durumuna, yayınlarına, akademik kariyerine ve çalıştığı bölgeye göre puan alıyor. Nakil için kadro açıldığında kazanılmış puana göre tercih yapılabiliyor ama uygulama bu kadar problemsiz yürümüyor. Taşrada süresini doldurmuş daha iyi bir yere nakil bekleyen binlerce hekim var ancak gitmek istedikleri bölgelerdeki kadrolar dolu. Diyarbakır Bismil’de 13 yıl çalışmış biri dururken Tunceli’de 4 yıl görev yapan doktorun Kayseri, Denizli, Adana ya da Bursa’ya geçmek için en az 10 yıl daha beklemesi gerekiyor. Sonuçta mecburi hizmetini tamamlayan hekim, orada kalmak istemiyorsa istifa edip batıda iş bulmanın yolunu arıyor. Yahyahan Güney, “Adil ama reel değil.” diye yorumluyor atama sistemini.
Bir dokun bin ah işit dememiz boşuna değil. Sağlık hizmetinin her aşamasında giderilmeyi bekleyen problemler var. Aşırı iş yükü, hekim sayısının yetersizliği sebebiyle bugünden yarına ortadan kalkacak gibi görünmüyor. Bakanlık, doktorlara döner sermayeden performansları oranında pay vererek bu olumsuzluğu avantaja çevirmeye çalışıyor. Böylelikle hem maaşı yükselen doktorun memnun olması hem de bakılan hasta sayısının artması bekleniyor. Peki öyle oluyor mu?
Bir kamu personeli, hele de sistemi eleştirmesi gerekecekse ya konuşmamayı tercih eder ya da ismini gizler. Bu sefer de öyle oldu, ismini kullanmamak kaydıyla, devlet hastanesinde çalışan bir hekimden dinledik kamudaki durumu. 16 yıl içinde SSK’da, özel hastanede, sağlık ocağında, verem savaş dispanserinde, özel sektörde ve muayenehanede, yani hastalarla muhatap olabileceği her pozisyonda görev yapmış. Çalıştığı bina, konfor açısından özel hastaneleri aratmıyor. Kapıda eskiden görmeye alışık olduğumuz uzun kuyruklardan eser yok. Hastalar artık geniş bir ağ içinde özel hastanelere bile gidebildiği için yoğunluk azalmış olmalı diye düşünüyoruz. Fakat başka bir tablo çiziyor Doktor Bey. Sağlık Bakanı’nın herkesin hizmete ulaştığını ispat etmek üzere verdiği rakamlar farklı açıdan değerlendiriliyor bu kez. “Yoğunluğumuz azalmadı, çünkü kişi başına düşen yıllık muayene sayısı 2’den 6’ya çıktı.” Bu veri iddia edildiği gibi sağlık sistemine erişimin kolaylaştığını ispatlamıyor ona göre: “Hastanın göğsünde sorun var diyelim. Film çektirmiş. Gelip bana gösteriyor, şöyle yapalım diyorum. Çıkıyor, ertesi gün aynı hasta Bakırköy Devlet Hastanesi’ne gidiyor elinde filmiyle. Bir kere de orada gösteriyor. Nasılsa bedava!”
Yoğunluğun bir diğer sebebi de hasta dağılımındaki dengesizlik. Özel hastanede bir doktor günde en fazla 50 kişiye bakabiliyor. Bu sayı bile yüksek kabul edilirken devlet hastanesinde ortalama 100 hasta kabul ediliyor. Öğle arasında konuştuğumuz genel cerrahi uzmanı, o saate kadar defterine 33 isim kaydetmiş. Bir de nöbetler var tabii. 24 saat içinde 350 hastaya baktıkları oluyor. Acil müdahaleler ve ameliyatları da unutmamak gerek. Hassasiyet gerektiren bir işte bu yoğunluk riske davetiye çıkarıyor. “Doktor o sayıda hasta bakacak, üzerine kurşunlanmış birini ameliyat edecek ve içinde makas unutmayacak… 350 kişiye merhaba deyin, sonra konuşalım.” diyor Doktor Bey gülerek. “İnsan kendini bile unutuyor…”
Kapıdaki numaratör 6 dakikada bir değişiyor. Hastanın biri çıkmadan öteki harekete geçiyor. Her gün yüzlerce hasta girip çıkıyor kapılardan. Yeni sistem sayesinde bu yoğunluk hekimlere maddi tatmin imkânı sağlıyor. Doktorların döner sermayeden aldıkları pay gün içinde baktıkları hasta sayısına ve uyguladıkları tedaviye bağlı. Performans sistemi bir nevi skor ölçüyor. En çok hasta bakan, ameliyat yapan doktor, daha başarılı kabul ediliyor ve kazancı artıyor. Bunun sıkıntılı bir yöntem olduğu açık. Hastaya ayrılan süre kısaldıkça doğru teşhis ve tedavi ihtimali zayıflıyor; ama doktor performansının yükseldiğine hükmediliyor. Doktorlar hastalarına gereken emeği verdiklerindeyse performanslarının düştüğü varsayıldığı için ellerine geçen döner sermaye miktarı azalıyor.
Yürürlüğe gireli çok olmadı ama performansı artırmanın da çaresi bulunmuş. Doktor Bey, hastaneye üst üste yığılmış reçeteler geldiğini anlatıyor: “Hasta yok ortada. Doktor sağlık karnelerine ilaç yazıyor, barkot yapıştırıyor. O hastalara bakmış görünüyor haliyle. Hasta da buraya kadar gelmeden işini görüyor. İki taraf da mutlu…” Anlatıldığı kadarıyla bu sistemle hekimler tamamen vicdanlarına terk edilmiş durumda. Hastanın hangi tedaviye ihtiyaç duyduğu mu yoksa doktorun hangi tedaviden daha çok para kazanacağı mı belirleyici olacak? Ya da doktorlar başka bir branşa görünmesi gereken hastayı doğru yere göndermeyi mi, onu tedavi etmiş gibi görünmeyi mi tercih edecek? Bu sorulara cevap bulmak zor. Sadece poliklinik hizmeti değil, tetkik ve müdahaleler de performans kapsamında. Aynı yaklaşımın ameliyat kararı verilirken de sergilenebileceği ihtimalini ne doktorlar düşünmek istiyor ne de biz.
Yalnız bir gerçek var ki performansa dayalı sistem hastaya ayrılan zamanı gittikçe azaltıyor. Birkaç dakikayla sınırlanan muayene süresi hastaları tatmin etmeye yetmiyor. Dr. Ahmet Özdemir, kimsenin teşhis, tedavi, tatmin gibi beklenti içinde olmadığını düşünüyor. Mümkün olduğu kadar çok insan için işlem yapılsın, işler yürüyormuş gibi görünsün yeter… Muayenehane hekimi Dr. Hafize Erkal’ın hastalarından dinledikleri bu kanaati destekliyor. Özel hastaneler de günde 50 hasta bakarak devlet hastanesi kalitesinde hizmet vermeye başladıktan sonra şikâyetlerin iyice arttığını söylüyor Hafize Hanım. “Hastalar bir sürü tahlil yaptırıp, haftalarca ilaç kullandıktan sonra sonuç alamayınca bize geliyor. Çok hasta bakmaya alıştığınızda en sık hangi rahatsızlığı görüyorsanız her belirtiyi ona yorarsınız. Gereksiz tahlil ister, iki teşhis arasında kararsız kaldığınızda çok ilaç yazarsınız. Uyguladığınız tedavi ya doz aşımına yol açar ya da yeteriz kalır.”
‘TORPİLLİ’ BRANŞLAR, ‘TORPİLSİZ’ HASTANELER…
Bütün beklentilere rağmen performans uygulaması, hekim memnuniyeti açısından da beklenen sonucu vermiş görünmüyor. Yine bir kamu doktorundan dinliyoruz işlerin nasıl yürüdüğünü. “Ay sonuna kadar bin-2 bin hasta baktım, 50 ameliyat yaptım diyelim. Bu işleri yaparken ne kadar para alacağımı bilmiyorum. Hastane ortalamasını bilmem neyle çarpıyorsun. Merkezî sistem klima varsa 0.90’la, otopark varsa 0.92’yle çarpıyorsun… Sonuçta döner sermayeden alacağın payı öğreniyorsun. Fakat bu miktar her ay değişiyor. Ayrıca burada bin hasta, 500 ameliyat için bana 2 bin lira verilirken aynı iş için Okmeydanı’ndaki bir doktor 800 lira alabiliyor. Aynı şehirde yaşıyor, aynı sistemde, aynı hizmeti veriyoruz ama aldığımız karşılık farklı.” Sadece iki hastane arasında değil aynı kurumda da farklı standartlar söz konusu. Hekimler arası dağılım, puana göre yapılıyor. Her işlem için belirlenmiş bir standart puan var. Göz doktoru, 15 dakikada yaptığı katarakt ameliyatı karşılığında bin puan, cerrah 5 saat süren kalın bağırsak ameliyatı sonunda 800 puan alabiliyor…
Prof. Dr. Selami Albayrak, Kartal Eğitim Araştırma Hastanesi’nde görevli. Türkiye’nin dört bir tarafında görev yapacak uzman doktorları onlar yetiştiriyor. Adından da anlaşıldığı gibi sağlık hizmetinin yanında eğitim ve araştırma da bekleniyor burada görev yapan hekimlerden. Fakat burada görev yapan bir doktor sistem karşısında taşradaki öğrencisiyle eşit pozisyonda. Eğitim kurumu kadrosundaki bir doktorun performansı, araştırmaları ve yetiştirdiği öğrencilerle değil muayene ve ameliyat sayısıyla değerlendiriliyor. Aynı sıkıntı üniversite hastaneleri için de geçerli. Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta bir tıp fakültesi hocasının sorumluluklarını sıralıyor önce: “Hasta bakıyorsunuz, yatırıyorsunuz, branşı olanlar ameliyat yapıyor. Asistan yetiştiriyorsunuz. Fakültede öğrencilere ders veriyorsunuz. Araştırma yapıyor, kongre takip ediyorsunuz… Ancak bütün bu faaliyetler içinde bir tek doğrudan hastaya yönelik olanlar ödüllendirilmeyi hak ediyor.”
TAM GÜN, SORUNU ÇÖZECEK Mİ?
Sağlık reformu, Türkiye’de bugüne kadar telaffuz dahi edilemeyen sorunları ortadan kaldırmak gibi büyük bir iddia taşıyor. İlk bakışta bu çerçeveye dâhil gibi görünmese de tam gün uygulamasının altında muayenehanelerin kapatılması arzusu yatıyor hekimlere göre. Bakanlığın, hastalar tarafından çok sık dile getirilen bir şikâyetten yola çıktığı düşünülüyor: Muayenehaneden geçmeyen kişi hastanede iş yaptıramıyor… Kimse bu iddianın yersiz olduğunu düşünmüyor. Hatta açık açık anlatılıyor işlerin nasıl yürüdüğü: “Her cerrahi kliniğinin bir şefi vardır ve şef demek imparator demektir. 65 yaşına kadar kimse onu yerinden alamaz. Para alırken yakalanırsa, dışarıda bir adamı masada öldürürse en fazla yerini değiştirirler. Tüm ameliyat randevuları ona gider. Boş yatak vardır, hastayı yatırması için şefe gönderirsiniz, ama o yer yok der. Mesajı alıp muayenehaneye giden hasta ertesi gün yatmıştır. 200 lira verdiyse sadece yatar ama 2 bin lira verdiyse şefin yana yakıla ameliyata girmek istediğini görürsünüz…”
Tam gün uygulamasıyla kamuda görev yapan hekimlerin mesleklerini hastane dışında icra etmeleri önleniyor. ‘Gerekli ama erken’ diye değerlendiriliyor bu düzenleme. Birincisi, mesleğinde önemli noktalara gelmiş, ayda 80-100 bin lira kazanan bir hocanın 10 bin lira maaşla fakültede kalmayı kabul etmesi gerçekçi bulunmuyor. Bu kişiler özel hizmet vermeyi tercih ettikleri takdirde ise öğrencilerinin onlardan istifade etme imkânı ortadan kalkıyor. Ortak kanaat şu: Çapa Cerrahi’de 48 profesör varsa bunların 10 tanesi iyi hocadır, iyi ameliyat yapar. Tam gün uygulaması hayata geçtiğinde gidecekse o hocalar gider…
MUAYENEHANELER KAPATILMAMALI
Dr. Ahmet Özdemir, bu kapatma kararını ‘riskli’ buluyor. Muayenehaneler doktorların ek kazanç elde etme kapısı olduğu kadar sistem içinde tatmin olmayan hastanın arayışının da bir ürünü ona göre. Bir uzmanın ya da pratisyenin muayenehanesinin kapatılması sistem üzerinde önemli bir etki oluşturmayabilir. 4 dakikada bir hasta bakarak maddi tatmin sağlayabilir. Ancak hocalar için aynı şeyi söyleyemiyor Özdemir. “Pek çok doktor biliyorum; tıp fakültesinde, hastanede, poliklinikte çalışıp da hocalarının muayenehanelerine hasta gönderiyor bu insanlar. Kesin teşhis koymadan önce bir de hocası görsün, değerlendirsin istiyor. Aynı hocanın üniversite şartlarında o hastayla ilgilenme ihtimali yok.” Sadece bu gerekçe bile tam gün yasasını tekrar düşünmeyi gerektiriyor Dr. Özdemir’e göre.
Özel hastane ve muayenehanelerin bir alıcısı kitlesi de var. Tedavi edicisiyle birebir ilişkiye geçmek isteyen, özel ilgi bekleyen kişiler için tatmin aracı bu kanallar. Ama iyi düşünülürse benzer bir hizmetin devlet hastanelerinde verilmesi de mümkün olabilir belki. Teklifi yapan kamu doktorları. Tam güne geçildiğinde mesai süresi 8 saat olacak. Saat 4’ten sonra dinlenmeye gönderilecek doktorlar. “Madem hekim sayısı yetersiz. O hâlde mesai sonrası kamu çatısı altında çalışma imkânı sağlansın bize.” diyorlar. “Mesela densin ki, 4’ten sonra muayene için 10 lira fark alacağız, 5’i doktorun, 5’i kurumun.” Benzer şartlar altında fark ödeyerek ameliyat olmayı bile kabul edecek çok hasta var onlara göre. Yeter ki devlet, özel hastane mantığıyla çalışmayı kabul etsin…
HASTALAR DOKTORU ANLAMAK İSTEMİYOR
Doktorlara güvenini kaybeden hastalar için bu tarz bir özel hizmet bile yeterli olmayabilir. Zira güven bunalımı yerini çatışmaya bırakmış durumda. Herhangi bir iş için İstanbul Tabip Odası’nı aradığınızda otomatik santral şöyle bir yönlendirmeyle karşılıyor sizi: Hekimseniz ve şiddete uğradıysanız lütfen şu numarayı tuşlayınız… Doktorları konu edinen haberlerin altına düşülen yorumlar, hasmane bir tutumu gözler önüne seriyor. Sorularına cevap alamayan, azarlanan, hastanede rehin kalan hastalar doktor düşmanı cepheyi güçlendiriyor. Hastalıktaki tüm olumsuz gelişmeler, tedavi edilemeyen problemler doktorun kabiliyetsizliğine bağlanıyor. Dr. Ahmet Özdemir bu tablonun içinde yaşadıklarını itiraf ediyor. “Bir insan kendi yaptığı kaza neticesinde sakat kalır ya da ölürse müsebbibi doktor. Gıda üreticilerinin kullandığı kimyevi ilaçlarla insanların bütün metabolizması altüst ediliyor. Bunun sonucunda bir hastalık ortaya çıkıyor. Oluşum süreçlerine katkı sağlayan insanlara hiç laf edilmezken doktorun kanseri yenmesi bekleniyor. Yapamaz, yapamayız. 30 yılda bünyende yer eden kimyevi ilaçların sebep olduğu kanseri biz yenemeyiz.”
Doktorlar hastaların kendilerini anlamadıklarını düşünüyor. Onlarca insana tek başına müdahale etmek durumundalar. Rahatsızlığın ne olduğunu dinleyecek vakit bulamazken şefkat göstermemekle suçlanıyorlar. Yüzlerce insanın acil müdahale beklediği gece nöbetinde doktor yorgunluktan düşüp bayılıyor, hastaların tek tepkisi yeni doktor istemek oluyor… Dünyanın en zor işlerinden biri insanlara sevdikleri birinin ölümünü haber vermek. Hayatları bunu yaşamamak için dua etmekle geçiyor, üstüne üstlük bir de katillikle suçlanıyorlar. Dr. Özdemir’e göre insanlar tevekkülü yitireli hayli oldu. Ölüm bir norm olmaktan çıktı çoğunluğun gözünde. Bir örnek de Dr. Hafize Erkal’dan: “Koroner yoğun bakıma gelen hastaların durumu ağırdır ve malesef bunların bir kısmı kurtarılamaz. Kalp krizi geçirmiş, damar giderek daralıyor, insanlara can veremeyiz ki… Hasta kaybediliyor. Görevli çıkıp yakınlarına haber veriyor ve dayak yiyor.”
Bir hastane, çareyi hasta yakınlarıyla pencere gerisinden irtibat kurmakta bulmuş. Hasta yakınları bu açıklığı da yumruk atmak için kullanınca pencereye açılır kapanır bir kapak eklenmiş. Artık iki taraf ara sıra açılan bir cam kapağın korumasında irtibat sağlıyor. Pencere açılıyor, hastanın durumundaki gelişmeler ya da vefatı haber veriliyor ve tekrar kapanıyor…
REHİN HASTA OLAYININ PERDE ARKASI
Bir de hastanede rehin kalma durumu var ki en mutedil insanları bile isyana sevk ediyor bu tür vak’alar. Doğum için hastaneye giden bir kadın, masraflarını ödeyene kadar çocuğunu göremiyor. Ameliyat faturası ödenemeyen hasta taburcu edilmediği için fatura giderek kabarıyor, basın ya da siyasiler devreye girmeden çözülemiyor mesele. Dr. Yahyahan Güney hem doktor sıfatıyla hem de özel bir tıp merkezinin başhekimi olarak açıklık getiriyor duruma. “Öncelikle muhatap kesinlikle idarecilerdir ama doktorlar hedef gösteriliyor. İkincisi; rehin olaylarına isyan eden siyasiler çıkardıkları kanunlarda tam tersini söylüyor. Rehin vak’ası istenmiyorsa neden sağlık çalışanlarının dışında bir düzenlemeye gidilmiyor?”
Sağlık idaresinin tek sorumluluğu kendi kurumlarını doğru idare etmek değil. Son yıllarda hızla çoğalan özel girişimlerin de disipline edilmesi gerekiyor. Sayı arttıkça hem standart tutturmak hem de kontrol sağlamak zorlaşıyor. 2008 yılı başından beri birtakım sınırlamalara muhatap oluyor özel sektör. Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) resmî görüşü de bu yönde: “Özel hastanelerin ve ayakta tanı ve tedavi hizmeti veren özel sağlık kuruluşlarının açılışları uzun yıllar teşvik edilmiş, hastane ve özel dal hastanesi açılması kolaylaştırılmış, hatta ayrı bir binanın bulunması zorunluluğu bile kaldırılmıştır. Özel hastanelerin açılacağı şehir ya da bölgelere ilişkin planlama yapılmamış, hastanelerin çok sayıda olduğu, yatak ve sağlık kuruluş ihtiyacı olmayan şehirlerde özel hastane açılışına izin verilmiştir…” Netice malum. Sağlık sisteminin finansmanı, astronomik ücretlerle özel sektöre transfer edilen doktorlar, apartman katlarında açılan sağlık kurumları… Yetkililer sorunu özel teşebbüsün kâbusuna tekabül eden 15 Şubat Yönetmeliği ile çözme yoluna gitti. Bu kez de geçen yıllarda atılan adımlar yok sayılıyor ne yazık ki! Recep Akdağ, ‘geçen yıllarda ihmal edilen uygulamalar’ diye izah ediyor; ancak yönetmeliğin etkileri bu açıklamayla giderilecek boyutta değil.
2003 yılından beri teşvik edilen ayakta tedavi merkezlerinden 4 yıl içinde hastane standartlarına gelmeleri bekleniyor. Bu kurumların çoğu bir araya gelen birkaç doktor tarafından açılmış. Bakanlığın geçtiğimiz aylarda belirlediği standartlarda bir hastaneye dönüştürülmeleri mümkün değil. Düzenlemelerde değişiklik olmazsa tıp merkezlerinin 4 yıl sonunda kapanmaları gerekecek. Özel hastane ve sağlık merkezlerinin aksi söylenene kadar doktor alması, teknoloji yatırımı yapması yasak. Hekimler bir süredir istifa dilekçelerinin bakanlıkta bekletildiğinden şikâyet ediyor; ancak kabul edilse bile bu kural gereği özel sektöre geçmeleri söz konusu değil.
Yönetmeliğin en sıkıntılı maddelerinden biri, özel tıp merkezlerinin başka bir sağlık kuruluşuna sevk ettikleri hastaların bütün masraflarını karşılamasını ön görüyor. Maddeye iki itiraz var. Biri TTB’den: “Madde, özel sağlık kuruluşlarının maliyetten kaçınma etkisi ile hareket etmesine yol açabilecek. Hastanın nakli yerine tedaviye kendi merkezinde devam etme ısrarı tedavide gecikmeye sebep olabilecek.” Diğer tereddüt zaman zaman örneklerinin görüldüğü gibi hastaların kurumlara kabul edilmeyecek olması. TTB’nin iptali için dava açtığı bu madde daha çok tartışılacak gibi görünüyor.
Dr. Metin Vural 15 Şubat mağdurlarından biri. Tüm yatırımlarını yaptıktan sonra açmaya hazırlandığı sağlık merkezi yasal düzenlemeye takılınca ciddi bir maddi zararla karşı karşıya kalmış. “Aralık ayında bir yer tuttum. Tadilatı yapıldı. Personel aldım, gerekli eğitimi verildi. 155 milyarlık bir cihaz sipariş ettim. Ruhsat müracaatı için makinenin gelmesi gerekiyordu. Cihazı gümrükten çektik ama o sırada 15 Şubat Yönetmeliği çıktı. Açmadan kapatmak zorunda kaldık…”
Sağlık ocağı standardında hizmet veren poliklinikler, reçeteleri eczanelerde işlem görmediği için atıl durumda. Dr. Lütfi Öztürk, ekonomik tedbir gibi görünen bu sınırlamanın aslında devleti kayba uğrattığını söylüyor. “Hastalar bize gelip istediği nitelikte hizmet alıyor. Sonra sağlık ocağına, tıp merkezine gidiyor. Poliklinik hizmeti alıyormuş gibi görünerek reçetesini yeniden yazdırıyor. Devlet bu parayı bir şekilde ödüyor. Bizim reçetelerimizi yeniden yazan doktorlar performans ücreti alıyor.” Devletin poliklinikte muhatap kabul etmediği Öztürk ve aynı durumdaki çok sayıda hekim, işyeri doktoru sıfatıyla reçete yazabilirken poliklinikte yazdıkları reçeteler kabul edilmiyor. Bunun makul bir izahını bulamamışlar henüz.
Hekim Hakları Derneği Başkanı Prof. Dr. Selami Albayrak hastaların yüzde 94’ünün ayakta tedaviye ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Hastanecilik teşvik edilirken poliklinik hizmeti veren kurumlara hastane ücreti ödeniyor. Muayenehane hekimleri de poliklinikte çalışan meslektaşları gibi sistem dışı çalışıyor. Çocuk doktoru Hafize Erkal, yurtdışında olduğu gibi kendilerinin de sisteme dâhil edilmesi gerektiğini düşünüyor. Hastalar muayene ücreti ödemeye razı. Ancak burada yazılan reçeteler eczanede işlem görmediği için muayenehaneler krize giriyor ki özellikle emekli hekimler için belki tek alternatif muayenehane. Özel hastanelerin performans kaygısıyla çalışmak istemediği bir uzman hekim, muayenehane seçeneği de ortadan kalkarsa bin 150 lira gibi bir maaşla geçinmek zorunda kalacak. Hem yıllarca verilen emeğe yazık olacak hem de görev başındaki meslektaşlarının iş yükü katlanarak artacak…
‘Sağlık ordusu’ mensuplarının anlatacak daha çok şeyi var. Seslerine kulak verilirse sorunlara daha kısa sürede makul çözümler bulunması kuvvetle muhtemel. Biz sadece hâllerini sorduk ve cevaplarını aktarmaya çalıştık. Malum, elçiye zeval olmazmış…
21 temmuz 2008