Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Dünya'dan - dünyanın dibinden 40 yıllık bir hikaye…

    dünyanın dibinden 40 yıllık bir hikaye…

    40 yıllık bir hikâye, Türklerin Avustralya macerası. 1968’de bir heyecanla çıkılıyor yola. Heyecan önce hırsa, sonra üzüntüye dönüşüyor. Günümüze derin bir nefes ve keder yüklü cümlelerle geliniyor. Acısı ve tatlısıyla 3 nesillik uzun metrajlı bir film var karşımızda…
    Şubat 12, 2015
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    ‘Sordukları zaman ‘Türk’ diyorum, doğru değil ama öyle demek istiyorum.’

    – Neden doğru değil?

    İçerik Tablosu

    • 1 – Neden doğru değil?
    • 2 – Gitmek istiyor musun peki?
    • 3 – Avustralyalı mısın?

    “Çünkü Türkiye’ye 13 sene hiç gitmedim. 3 yaşındayken gittim.”

    – Gitmek istiyor musun peki?

    “Evet, dedemin ülkesini görmek istiyorum.”

    – Avustralyalı mısın?

    “Öyle denebilir. Çünkü burada doğdum, İngilizce konuşuyorum. Bu ülkenin…” Burada tıkanıyor. Zaten tutuk konuştuğu Türkçe yetmiyor kendini ifade etmeye, ‘vatandaş’ kelimesini hatırlayamayınca bildiği dilden devam ediyor: “… citizen’iyim.”

    Şamil 16 yaşında, 11’inci sınıf öğrencisi. Üniversite sınavında ek puan almak için geliyor, hafta sonu düzenlenen dil okullarının Türkçe sınıfına. Türk vatandaşı olup olmadığını bilmiyor. Avustralyalı Türklerin 3’üncü nesline tipik bir örnek aslında. “Belki de ilk yıllarda pişman. Çünkü zor durumlar için. İngilizce bilmedikleri için.” dediği aile büyükleri hâlinden memnun ona göre. O da mutlu. Diğer Avustralyalılarla aralarında fark görmüyor. Başka yerlerden gelmek dışında. ‘Hayat tarzlarınız aynı mı?’ sorusu cevapsız kalıyor: “O ne demek?”

    Türklerin Avustralya macerası 1968’in sonlarında başlıyor. O tarihe kadar, bilen sadece Çanakkale Savaşı’na katılan Anzak’lardan biliyor bu uzak ülkeyi. 1960’lar, Türkiye’nin siyaseten olduğu kadar ekonomik açıdan da altüst olduğu yıllar. İş gücüyle beraber istihdam açığı artıyor. 1860-1914 arasında 1 milyon 200 bin Osmanlı’nın ABD’ye gittiği ve büyük kısmının dön(e)mediği hâlâ hafızalarda ya, yapacak bir şey yok. Türk hükûmeti, işsizliği azaltacağı ve döviz akışı sağlayacağını düşünerek 1962-1967 arasındaki 5 yıllık kalkınma planında ‘iş gücü ihracatı’nı bir gelişme politikası olarak değerlendiriyor. İlk adım 1961’de Almanya için atılıyor. Sonra Avusturya, Hollanda ve Belçika. 64’te Fransa, 65’te İsveç ve nihayet 67’de Avustralya… Ama bu son ülke ötekiler gibi değil. Daha önce giden, gören yok. O kadar uzak ki, efsaneler üretiliyor adına: Yamyamlar, siyahlar varmış, insan yiyorlarmış…

    Basının tazyiki, Türk hükûmetinin desteği ve Avustralyalıların gayretiyle endişeler gideriliyor. 5 Ekim 1967’de anlaşma imzalandıktan 1 sene sonra 13 Ekim 68’de Sidney’e doğru yola çıkıyor ilk kafile. “Uzak diyarlarda hayatını kazanma yollarını arayacak kadar cesur olan sizlere bu teşebbüsünüzde başarılar temenni ediyorum. Cenab-ı Allah’ın hepinizi korumasını niyaz ediyorum. Türk hükûmeti daima sizin yanınızdadır.” Gazetelerin haberlerine göre aralarında 3 aylık 6 bebeğin de bulunduğu 167 kişilik ilk Avustralya göçmenlerini İş ve İşçi Bulma Kurumu Genel Müdürü Naki Tezel, Başbakan Süleyman Demirel’in bu mesajıyla uğurluyor. 176 kişilik ikinci kafile 15 Kasım’da bu kez Melbourne’e gidiyor. Gerisi basına bile yansımıyor.

    Bir garip ülke Avustralya. Dünya literatürüne ‘the down under (dünyanın dibi)’ olarak geçmiş. Bu isim coğrafi konumundan ötürü verilse de tutunacak dalı olmayanların buraya düştüğü bir hakikat olarak duruyor orta yerde. Önce mahkûm İngilizler, sonra topraksız Avrupalılar, işsiz Türkler, savaş ve şiddet mağduru Afgan, Boşnak, Iraklı, Somalililer. Rejim kaçkını Çinliler… Herkesin bir hikâyesi olsa da bizim kulağımıza 40 yılını deviren Türk göçmenlerinin yaşadıkları takılıyor. 20 milyon Avustralya nüfusunun 150 bin kadarının Türk asıllı olduğu tahmin ediliyor. Batı Trakyalı ve Kıbrıs asıllılar da dâhil bu sayıya. Rakamlar muğlak, çünkü Türkiye’yle ilişkisi tamamen kopan bir grup da var. An itibariyle ‘Avustralyalı Türkler’ diye nitelemek gerekiyor bu kalabalığı. 40 yıla 3 neslin hayatı sığmış. Mahalleleri, camileri, dernekleri, okul, restoran ve irili ufaklı iş yerleriyle yabana atılmayacak bir Türk topluluğu duruyor karşımızda. İlk nesil emeklilik günlerini yaşıyor. 40 yıllık geri dönüş hayali, yerini teslimiyete bırakmış. Hepsi kabul ediyor ki torunları yakın gelecekte “Atalarımız Türkiye’den gelmiş” diyen Avustralyalılar olacak. Bu kabulün en açık göstergesi; ilk yıllarda binlerce kilometre öteden memlekete taşınan cenazelerin artık Sidney ya da Melbourne’deki Müslüman mezarlıklarına gömülmesi…

    3 nesil, 3 ayrı hayat demek aslında. İlkler, 40 yıl önce birer tahta bavulla yola koyulmuş, fabrikalarda çalışmış, çocuklarını büyütmüş, para biriktirme derdiyle kendilerini bir kapalı kutuya hapsedip vatanlarını görmeden ömür tüketmiş. İkinci nesil, bu kutuya ayaklarından zincirli yaşamış âdeta. Anne babanın tanımadığı, iletişim kuramadığı, ait hissetmediği hayatla, mecburiyet ölçülerinde irtibata geçmiş, şeffaf bir kafeste büyütülmüş. 80’lerin sonlarında dünyaya gelen torunları o kafeste tutmaya gücü yetmemiş dede ve ninelerin. Onlar kanatlanıp uçmuş…

    Kolay olmuyor, yıllardır gündeme gelmeyen hikâyelerini anlatmaya ikna etmek. Kimi baştan itiraz ediyor, kimi konuştukça geri çağırıyor eski günleri. Hiçbirinden ilk günlere, yıllara ait fotoğraf çıkmıyor. Türklerin en yoğun yaşadığı 2 şehir, Sidney ve Melbourne’den 10 aile, 30-40 kişinin hikâyesi genel tabloyu ne kadar yansıtıyorsa bu dosya da o kadar yansıtıyor. ‘Uzak’ ne demek en iyi anlatan bir memleketten selamla…

    “İlk gün vardık. Çocukları yıkadım, yemeklerde domuz varsa diye korkuyoruz. Ekmekleri tost yaptım, tereyağıyla balı aldım. Bi güzel karnımızı doyurduk. Kapının önündeki çayıra oturdum.” Sessizce akıttığı gözyaşları devam etmesine müsaade etmiyor, susuyor Hafize Teyze… Sadece “Ya Rabbi” diyor arada. “Eskileri hatırladım. Çok zor bir hayattı. Ya Rabbi, dedim. Ben senden ahrette istemiştim cenneti ya, sen bana dünyada verdin… İstememize gerek yoktu, veriyorlardı, yiyorduk minnetsizce. Cennet gibi geldiydi.” Hafize Yuyucuoğlu, 1933 doğumlu. 12 Şubat 1970’ten beri Avustralya’da. Büyük kızı 11, oğlu 9 ve küçük kızı 7 yaşındaymış geldiklerinde. Bir mecburiyet sürüklemiş onları: “Beyim esnaftı. Menderes ihtilalinden sonra bir kriz geldi. 10 sene içinde tükendik. Çok zenginler kaldı bi. Birbirimize çok bağlı, iyi geçinen bir aileydik. Dağılmak istemedik, nere olsa gitmeye karar verdik. Düşünecek zaman değildi. Bir ekmek kapısı dedik, çıktık geldik…”

    Kime sorsanız 2 sene sonra dönmek için gelmiş. Konuştukça ortaya çıkıyor bu 2 yılın hikmeti. Anlaşılan, Avustralya hükûmeti ile iş değil göç anlaşması imzalanıyor ama Türkiye’de bu konu pek gündeme gelmiyor. Başvurular İş ve İşçi Bulma Kurumu’na yapılıyor, gazeteler ‘çalışmaya gidecek işçiler’den söz ediyor. Tüm göçmenleri kendi tahsis ettikleri uçaklarla taşıyan Avustralya’nın anlaşmaya koyduğu, ‘2 yılı doldurmadan Türkiye’ye döndükleri takdirde gelirken muaf tutuldukları bilet bedelini ödeyecekler’ mealindeki şartı, 2 yıldan sonra ülkelerine dönecekleri vaadi gibi algılanıyor. Bugün bile bu küçük detayı bilenlerin sayısı az. Hafize Teyze de neler olduğundan bîhaber: “2 senelik geldik biz, kontratımız 2 senelikti.”

    İstisnaları olsa da genel tablo aynı. Anadolu’dan, düşük eğitimli, genç ve ekonomik durumu yetersiz aileler oluşturuyor ilk göçmenleri. Yaş ortalaması 20’lerde. Heyecanlı ve cesurlar. “Hanıma dedim ki, 2 sene yalnız askerlik yaptım. Bir de seninle yapalım. Baktık hoşumuza gitmiyor, döner geliriz.” Mehmet Saçan, 24 yaşındaymış o zaman. Köyde hayvancılık yapıyormuş babasıyla. Kayseri’ye kadar giden Avustralya heyeti takip etmiş tüm işlemlerini. Yine o heyette bulunan doktorlar sağlık kontrolünden geçirmiş. Unutmadıkları detaylardan biri muayenelerde kurbanlık koyunlar gibi ağızlarının içine bile bakıldığı. 3 senelik evlilermiş yola çıktıklarında. “Şubat’ta geldik. Türkiye donuyor. Karaçi’ye (Pakistan) indik yakıt ikmali için. Kapılar açıldı. Nasıl sıcak üfürüyor içeri. Allah Allah dedim, bu insanlar bütün gökyüzünü klimayla mı kaplamış?”

    Çoğu yolda öğrenmiş aslında ne kadar uzak bir yere gittiklerini. “Buradan öte memleket var mı?” dedikçe konup kalkmış uçaklar. Karaçi, Hong Kong, Singapur… İkinci günün sonunda nihayet yolculuk bitmiş ya asıl macera da o zaman başlamış: “Sabah indik Sidney’e. Otobüsler yanaşmış. Bizi aldılar, şehir içinden geçiyoruz. Şubatı kış bilirdik, burası yaz, sebzenin bol zamanı. Diyarbakır karpuzu gibi karpuzlar. Kamyonların üzerinde her türlü sebze meyve. Evlerin önünde bahçeler, çiçekler, güller… Dedim ki; herhâlde biz yalan dünyanın cennetine geldik.” Cennet hayali uzun sürmemiş maalesef. Bütün yollar askerî barakalardan bozma hostellere varmış. O ana kadar baskın olan şaşkınlık yerini gurbet hissine bırakmış. İlk günleri anlatan herkesin boğazına düğümlenen hıçkırıklar, gözlerine hücum eden yaşlar destekliyor bu kanaati. Uçaklara doldurulup binlerce kilometre öteye gönderilmiş yüzlerce insan. Pek çoğu köyünden yeni çıkıyor. Ne tercüman var yanlarında ne rehber. Aradan 40 yıl geçse de zorlukları hatırlayınca geriliyor yüzler. “Çobansın, dilin yok, dişin yok. Başımıza insan istiyor, bir iş yapamıyoruz. Azcık a, b bilsen yine iyi. Biz a bilmiyoz, b bilmiyoz.” Hafize Teyze’nin boşuna zoruna gitmiyor lal-ü ebkem kesilmek. Tanışmasalar da yan yanaymış gibi birbirini tamamlıyor hikâyeleri. Mehmet Amca devam ediyor onun bıraktığı yerden: “Önce yemek yiyeceğiz, sonra odalarımıza götürecekler. Anadolu’da insanın yediği ne? Bulgur pilavı, mantı, makarna… Oturduk, et yemekleri geliyor; ama değişik, bizim oranınkilere benzemiyor, yiyemiyoruz. Rafadan yumurta var, onun da kokusundan tiksiniyoruz. Yemek getiren kıza diyorum ki ‘bu yumurtanın kaynamışını istiyorum’. Tabaktaki yumurtayı gösteriyorum ‘bunun yuvarlağını getir’ diyorum, işaret ediyorum; ama anlamıyor. Talat Aydemir vardı bizim kafilede, İngilizce biliyor, yanına gittim, anlattım. Bugünkü gibi hatırımda. Kıza döndü, dedi ki ‘He wants boiling egg (Kaynamış yumurta istiyor)’… Kız güldü, tabağı doldurdu getirdi.”

    Avustralya, bir yanı Hint öte yanı Pasifik Okyanusu’na açılan bir kıta ülkesi. Doğal hayatı itibarıyla bir dünya cenneti. Geniş topraklar üzerine kurulu şehirlerde apartmana rastlamak zor. Evlerin bahçelerinde birkaç otomobil, motosiklet. Kiminde yat, tekne… Dışarıdan bakıp kime ait olduğunu tahmin etmek zor, kapıdan bir Arap, Çinli, Türk ya da Aussie (Ozi, İngiliz kökenli Avustralyalı) çıkabilir. Bu kadar iyi değilmiş ama o yıllarda da Türkiye’nin çok üstündeymiş hayat şartları. Bu manzara karşımızda dururken, Avustralya’nın birinci nesil Türklerini dinleyince şaşkınlık geçirmemek elde değil. Gözleri kapalı yaşamışlar âdeta. Çiçeğin, kuşun farkı ne zaman dikkatlerini çekti? İlk ne zaman kanguru gördüler? Kaç yıl sonra deniz kenarına indiler?.. Hatırlayan yok.

    Şevket Tokdoğan gideriyor şaşkınlığımızı. “Biz buraya 2 sene sonra dönmek için geldik. O yüzden çok yanlışlarımız oldu. Çalışıp para biriktirmek dışında bir şey yapmadık. Göç ettiğimiz söylenseydi hayatımız daha farklı olabilirdi.” Kısa zamanda mümkün olduğunca çok para kazanıp dönme hırsı haftada 40 olan çalışma saatini neredeyse 80’e çıkarmış. Onlar pek farkında olmasa da evde anne babalarının işten dönmesini bekleyen çocuklar çok net hatırlıyor bu tempoyu: “Annem haftada 6 gün çalışıyordu. Sabaha karşı 4’te kalkıp 4 buçuk treniyle işe gidiyordu. Öğleden sonra 4’te bitirmesi gerekirken 6’da çıkıyordu işten. Her gün 2 saat mesai yapıyordu. Neredeyse 10 sene öyle çalıştı. Annemi akşamüstü, babamı sabah görürdüm. Bir tek pazar günleri ikisi aynı anda evde olurdu.” Ahmet Keskin’in annesi Meryem Hanım istisna değil. O yıllarda kadın erkek herkes nerede olursa çalışmak telaşında. En fazla işçi alan kurumlar otomobil fabrikası Ford ve bisküvi fabrikası Arnott’s. Birincide erkekler, ikincide kadınlar çalışıyor.

    Hosteller daha ilk aylarda yaşanacak yerler olmaktan çıkmış genç göçmenler için. Önce birkaç aile bir araya gelip bir ev tutmuş. Aynı evin odaları Türk, Yunan, Arnavut aileler arasında paylaşılmış. Mutfak, banyo, tuvalet ortak. Gündüzleri çocuklar okulda, büyükler işte. Peki akşamları? Cevap Mehmet Amca’dan: “Oturuyoruz kadınlar sessiz, erkekler sessiz, çocuklar sessiz. Gariplik içindeydik. Bir gün oturduk hanımla ağlıyoruz. Ya hiç dönemezsek Türkiye’ye diye. Akrabalara haber salarız, üçer beşer para toplar bizi götürürler dedik de teselli olduk. Başka çaremiz yoktu. O ilk günlerde kafayı bozanlar bile oldu.”

    Neticede hemen herkes deniyor memlekette bir hayat kurmayı. Kimi 2, kimi 5, kimi 10 sene sonra olsa da… Sakaryalı Nuri Kıvrak 40 yılda gözünü Türkiye’den alamayanlardan. “Bir bisikletin, öküz araban, traktörün olsa o günün şartlarında daha kaliteli bir hayatın oluyor. Öyle düşünüyorduk. Traktör parasını, 3-5 tarla parasını yapıp dönebilseydik… 10 sene sonra bunları yapacak kadar paramız vardı artık. Ama 8-10 sene kalmışsın, işin var, evin, araban var. Çiftçilik yapabilir miyim diye şüphe ediyorsun.”

    Yuyucuoğlu ailesi, 3 kez denemiş geri dönmeyi. İlki 85’te. Yıllarca bu hayalle yaşayan İsmail Amca 1,5 ay sonra vefat edince yeni bir kâbus başlamış ailesi için. ‘O Türkiye bana gurbet oldu.’ diyor Hafize Teyze, “Sokaklarda ağladım. Gelirin yoksa Türkiye dağın doruğunda. Sen yokuş çıkamıyorsun, aşağıda çukurda kalıyorsun…” Mehmet Saçan, 3 yıl sonra gitmiş ilk. Tek isteği, bir ev alıp iş kurmak. Ama 3 senede çok şey değişmiş. “Biriktirdiğimiz para yetmedi, mecbur geri döndük. Her seferinde para biriktirmek daha zor oldu. 5 çocuk oldu, hanım çalışmıyor.”

    Sadece para da değil, insanları geri çeken. Şevket Tokdoğan, Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal’le yan yana savaşmış, sonrasında Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nda görev yapmış ve vefatına kadar gizli servis için hizmet vermiş bir babanın oğlu. Ankara Keçiören’de bağları, Cebeci’de evleri var. Şimdiki Demokrat Parti Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un Cebeci Lisesi’nden sınıf arkadaşı. Mecburiyetten değil, sırf macera olsun diye yola düşenlerden. 1969’da uçakla geldiği Sidney’den 1971’de gemiyle ayrılmış. Onlar ‘bitti’ gözüyle bakarken maceranın devam etmesi gerektiği Ankara’da ortaya çıkmış. Ülkede yaşanan siyasi istikrarsızlık sebebiyle tedirgin olan yakınlarının yorumları sebep olmuş geri dönmelerine.

    Hareket planı erkeklerden çıkıyor ama kimin nasıl bir bedel ödediğini görmek için ailenin diğer fertlerine de kulak vermek gerekiyor. Şevket Amca laf arasında bahsediyor ilk yıllarda herkes karı koca çalıştığı için çocuk baktırmanın ne kadar sıkıntılı hâle geldiğinden. Çeşitli yollar denendikten sonra bir fikir atılıyor ortaya: Nasılsa birkaç senede döneceğiz, çocukları Türkiye’ye gönderelim… Âdeta seferberlik hâli gibi bir postada onlarca çocuk götürülüyor memlekete. “Anneler çocukları için gelmişti buraya.” diyor Tokdoğan; “Ama umduklarını bulamadılar. Bu da anneleri çok olumsuz etkiledi. O yıllarda çok iş kazası vardır. Kadın kendini işe veremiyor ve makineye kaptırıyor elini, parmağını…”

    Peki çocukları nasıl etkilemiş bu karar? Melek Dost daha anne babasını tanıyamayacak kadar küçükken gönderilenlerden. 1970’te Avustralya’ya giden aile henüz dönmekten ümit kesmemiş ki 74’te doğan kızlarını Çorum’a, babaannenin yanına göndermiş. 5 buçuk yaşına kadar sadece bir kez izne gelen babasını görüyor Melek Hanım. Sonra da babaanneden koparılıp hiç tanımadığı yeni bir hayatın ortasına bırakılıyor: “Babamı biraz tanıyorum ama ağabeyimi, annemi hiç tanımıyorum. Hâlâ hatırlıyorum, ne kadar zorlandığımı. Köyde bütün gün sokakta oynuyordum. Buraya geldim, küçücük bir daireye kapattılar. Hayatımda ilk kez yalnızlık hissettim. Geceleri bile babaannemle dedemin arasında yatardım. Neredeyim, bu insanlar kim?..” Bir başka konuya daha dikkat çekiyor Melek Hanım, “Sırf bakma imkânları olmadığı için çok çocuk yapmamıştır ilk nesil, dikkat edin çok çocukları yoktur onların.” Örnekler arttıkça ortaya çıkıyor ki hakikaten öyle, çocuk sayısı 2’yi, 3’ü geçmiyor.

    Türkiye Cumhuriyeti hangi maksatla, neye binaen imza attı bu göç belgesine? Türkiye’nin Sidney Başkonsolosu Hikmet Renan Şekeroğlu, o yıllarda artan nüfusun istihdam sorununa dikkat çekiyor. “Başta Almanya, çeşitli Avrupa ülkelerine çok sayıda işçi gönderilmekteydi. Avustralya’nın aynı yıllarda iş gücü ihtiyacı içine girmesi Türk işçileri için yeni bir imkândı. Ülke işçi statüsünden çok göçmen kabul ettiği için buraya gelen Türk vatandaşları aynı zamanda kendilerine bu ülkede yeni bir hayat kurmak üzere geldi.” Meseleye böyle bakınca, kendi tercihiyle kimlik değiştiren insanların tüm şartları düşünmüş olmasını beklemek gerek belki. Ancak tablonun diğer tarafından da haberdarken sorgulamadan edemiyor insan. Neden tercüman, öğretmen, din görevlisi ihtiyacı akıllara gelmedi on binlerce insan yolcu edilirken? Bu sorunun muhatabı Renan Bey değil elbette. Ayrıldıkları yıllarda hâlâ devlet dairelerine besmeleyle, düğme ilikleyerek giren insanlar da yapmıyor bu muhasebeyi. Onların yaptığı malumu ilam etmek… “İlk din görevlisi 1975’te geldi. O zamana kadar kimsenin haberi olmadı kaç bayram, kaç ramazan geçti. İlk Kayseri Müftüsü’yle eski Bonn Müftüsü geldi. Hâlâ hatırlarım nasıl bir bayramdı bizim için. Belediye bir salon gösterdi ya, oralarda içiyorlar, dans ediyorlar. Yıkadık, fırçaladık, Kurban Bayramı’nda bayram namazı kılacağız orada. Ondan önce ne cuma ne bayram… Radyo bile yok. Bayramı nerden bilecen de namazını kılacan.” Bugün Sidney Başkonsolosluğu’nun görev bölgesinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından görevlendirilen 6 din görevlisi bulunuyor. Kayıplar ne kadar telafi edilebilirse artık…

    Meryem Keskin, 60 senelik ömrünün 3’te 2’sini dünyanın öteki ucunda geçirse de 29 yıllık iş hayatında 29 kelime İngilizce öğrenemediğini itiraf ediyor. Sadece yaşadıkları ülkeyle değil, bizzat kendi aileleriyle de uçurumlar koyuyor bu eksiklik. Melahat Teyze 3’üncü kafile yolcularından. Kendisi birkaç kez gitmiş Türkiye’ye. Çocukları daha seyrek. Torunları ise hiç görmemiş ata topraklarını. “Pek merak da etmiyorlar.” diyor yaşlı babaanne. Çocuklarının ikisi Avustralyalılarla evli. Gelinleriyle, torunlarıyla konuşmak için oğullarının tercümanlığına muhtaç. Melahat Teyze’yle Anzaklar için kurulup sonradan herkesin hizmetine sunulan bir nevi Muharip Gaziler Derneği’nde tanışıyoruz. Restoranı, spor salonu, alışveriş merkezi, kafesi, barı ve kumarhanesiyle geniş bir hizmet ağı var. Auburn RSL Clup, Gelibolu Camii’nin biraz ilerisinde. Şevket Tokdoğan’ın davetiyle gidiyoruz. O güne kadar muhatap olmadığımız bir kitleyle tanışıyoruz bu sayede. Avustralya’da Türkler arasında bölünmeden söz edilecekse bu siyasi bir ayrışmadan çok kulüple cami arasındaki bir ayrılık olabilir. Kulüp, çocuklarını büyütüp emekli olmuş, çevresindeki insanlar seyrekleşmiş yaşlıların iki tercihinden biri. Haftanın 7 günü açık. Bölgede daha çok Türkler yaşadığı için müdavimleri de onlardan.

    Kalabalık bir Türk grubu var içeride. Bir arada olmak isteyen, bunun için bulabildikleri tek mekânın şartlarına uyum sağlamış görünen bir grup. Yaşları genellikle 60 ve üzeri. Türkiye’deki yaşıtları, hemşehrileri daha mazbut hayatlar sürerken onların çok uzağına savrulmuşlar. Pek çoğu Edirneli Nadire Göktaş gibi Türkiye’den ‘kopalı’ uzun zaman olmuş: “Geleli 37 sene oldu, 3 kere gittim. İstemedim gitmek. Hiç pişman olmadım geldiğime. Bilet almaya param mı yok, pişman olsam dönerim.” Çocukları yabancılarla evli, bir kısmı eşinden ayrılmış. Giyim kuşamı modernleşmiş, İngilizcesi dışında bulunduğu ortamın şartlarını kabullenmiş.  İlk zamanlar mücadele etmişler çocuklarının dönüşümüyle. Yabancılarla evlilik toplum tarafından şiddetle reddedilmiş. ‘Evimde olanı kimse görmesin, kınamasın’ diye içine kapanmış insanlar. Komşuluk ilişkileri bitme noktasına gelmiş. Sonra hemen her evin bir yabancı gelini, damadı olmuş. Kendileri de yavaş yavaş girmiş o hayatın içine. Şimdi hiç girilmiyor o konulara. Çocuklarımızı kaybetmemek için razı olduk diyorlar sorulduğunda.

    Hafize Teyze 76 yaşında. Hatırladıkça hâlâ hüzünden, özlemden, acıdan gözyaşı döktüğü bir ömür bırakmış geride. Konuşurken torunu giriyor odaya, “Hi! Nene”, “Hi Darling!” diye karşılık veriyor Teyze. Sonra bıraktığı yerden devam ediyor: “Hiç ‘keşke gelmeseydim’ demedim, Allah var. Her toprak Allah’ın diyorum ben. Öldükten sonra ha orada toprağa girmişim ha burada. Ölüleri Türkiye’ye götürüyorlar. Ben de diyorum ki senelerdir buranın ekmeğini yiyoruz da niye Allah’ın toprağına gömülmeyelim? Buranın yok mu cenneti cehennemi?”

    Aslına bakılırsa ilk neslin hikâyesinin 1970’lerin ortasında tamamlandığını söylemek mümkün. Onların önündeki sis perdesi aralanmaya başlamışken ikinci nesil kıpırdanmaya başlıyor.      Cinsiyet, dünya görüşü, memleket farklı; fakat yaşananlar neredeyse aynı. Ahmet Keskin, Süreyya Yuyucuoğlu, Melek Dost, Feride Tezel… Söylediklerini peş peşe sıraladığımızda bir masa etrafına oturmuş dertleşiyorlar âdeta; “Anne babalarımız çalışıyor, paraları Türkiye’ye gönderiyordu. Yoksul diyemesek de pek bir şeye sahip olamadan büyüdük. Sınıfımda bisikleti olmayan birkaç çocuktan biriydim. Neden almadıklarını söylemiyorlardı, sadece almıyorlardı.” “Babam hava karardıktan sonra dışarı göndermezdi. “Biz Türk’üz, derdi. 22 yaşındaydım, Türkiye’ye gittiğimizde. Birkaç arkadaşla gece dışarı çıkacağız. Babama söyledim. ‘Hayır’ dedi. Bizi hep kültürümüzle tehdit etmişti. ‘Ama burası Türkiye ve onlar Türk. Sen yıllarca bize Türkler gitmez derdin, bak gidiyor’ diyecek oldum. Yüzüme baktı, bir şey söyleyemedi. 60’ın kültüründe yaşamışlar kendi gençliklerini, bizi de aynı yerde tuttular.” “Okulda, mahallede arkadaşlarım vardı; ama eve gelmeleri yasaktı. Telefon etmelerine bile izin vermezlerdi. Korkuyorlardı. Sadece evden uzaklaşabilmek için 18 yaşında ailemin itirazına rağmen evlendim.” “Onlar gibi biz de bütün planlarımızı geri dönmek üzerine yapıyorduk. Yarım kalacak diye üniversiteye gitmedim ben. Türkiye’nin anarşi yıllarıydı, geri dönüş hayali kurduğumuz yıllar. 12 Eylül öncesi. Erteledik ve 1985’e kaldı gidişimiz. Sonuçta ben okula gidemedim.”

    Sadece büyükler değil, çocuklar da yalnız yıllar geçirmiş. Akıl danışacakları, dertleşecekleri, model alacakları kimse olmamış yanlarında. Yan yana geldiklerinde yine konuşulmuyor bunlar. Ahmet Keskin sessizce dinliyor anne babasının ilk yıllara dair anlattıklarını. Vakit ilerleyip onlar evlerine çekildikten sonra konuşmaya başlıyor. Bize de yorumsuz dinlemek düşüyor: “Türk, Müslüman olduğumuz için kötü hissediyorduk. 3. sınıfta bir gün Birinci Dünya Savaşı hakkında şiirler okundu. Kimse bir şey öğretmemiş, bilmiyorum. O gün sanki içlerindeki gizli düşmanmışım gibi baktılar bana. Sırp, Yunan, Hırvat çocukları falan da vardı ve onların gözünde sömürgeydim. Daha Osmanlı’nın adını duymamışım. 17 yaşında bir öğrenci gelip yüzüme tükürdü. Çok küçüğüm, soramadım bile ‘Niye tükürüyorsun?’ diye.”

    Kimi çoktan vazgeçmiş geçmişini kovalamaktan. Bunu dinden de uzaklaşarak yapmış. Mahalle, hayat tarzı değişmiş, dil geride bırakılmış. Türkiye, tatile gidilebilecek ülkelerden biri artık onların çocukları için. Ama başka bir grup var ki, anne babalarının imkânsızlıktan yap(a)madığı muhasebeyi bir türlü bitirememiş. İlk nesilden aldıklarını bir çerçeveye oturtup devretmeleri gerekiyor çocuklarına. Soruların cevabı olarak değil de sesli düşünceler diye bakmak gerekiyor söylediklerine. Süreyya Yuyucuoğlu’na göre, yanlış olan kendini hiçbir zaman tam Avustralyalı gibi hissetmemesi. Birinci neslin kaygılarıyla boğuşuyorlar hâlâ. Feride Tezel, Anne Hafize Yuyucuoğlu’nun ‘Hiç pişman olmadım geldiğime’ sözlerini hatırlıyor: “Onun yaşamadığı pişmanlığı ben yaşıyorum. Türkiye’de daha mutlu yaşardım diye düşünüyorum. Burada da mutluyum ama bir şeyler eksik.”

    Süreyya Yuyucuoğlu ve ablası Feride Tezel iki ülke, iki bakış açısı, iki aile büyüğü arasında sıkışıp kalmış gibiler. Türkiye ve Avustralya, Türklük ve Avustralyalılık, anne ve baba… “Annem her ortamda mutlu olmayı bildi; ama babam ‘bunların bizimle işi yok. Dertleri çocuklarımızla!’ derdi. En büyük korkusu torunlarının ona ‘grandfather Turkish’ demeleriydi. O zaman ne demek istediğini anlamazdım…” Şimdi anlıyor Yuyucuoğlu, babasının endişesini ve hak veriyor. “Ağabeyimin eşi Türk; ama evde İngilizce konuştukları için küçük kızları Türkçe bilmiyor. Torunları anlamayacak bile.” Feride Hanım gerçekleşmeyecek bir hayali kovaladığının farkında: “Rüzgâra karşı ne kadar durabilirsin ki… Eninde sonunda entegre olacaksın. 3’üncü nesil okyanusa karıştı. Arap’la, İspanyol’la ya da Türk’le evlenmek arasında bir fark yok onlar için. Soyum Türk kalsın isterdim. Ama ne yapalım ki böyle olması gerekiyormuş…”

    Anne babalarınınkine benzer kaygılar taşısalar da farklı değerlendirmede bulanabilecek bir donanıma sahip ikinci nesil. Çocuklarına devredebilecekleri en önemli miras bu sentez belki de. Nuri Kıvrak bunalımın ilk kısmını tasvir ediyor: “Neslimiz burada kaldı. Hem nasıl korkuyoruz. Romanya, Polonya, Kosova, Makedonya… Hepsi Türk’tü. Her şeyimiz birdi, sonra ne oldu? Türkiye bizi para makinesi olarak görüyor. Bu kadar insan hiçbir şey yapmasa bile mutlaka bir ev almıştır. Peki, Türkiye bize ne yaptı? Bu çocukların çocukları Türkiye’yi ne kadar hatırlar? Ya Türkiye bunları ne kadar hatırlar?” Damadı Ahmet Keskin ise Avustralya’daki Türk toplumunun Amerika’nın göçmenleri gibi olacaklarını düşünüyor. Belki yüz yıl kendilerini Avustralyalı kabul edecek fakat sonra geçmişlerini hatırlayacaklar. Eşi Züleyha Hanım’ın izahı, kaçınılmaz bir açılımı gözler önüne seriyor: “Oğlum Eyüp’ün en yakın arkadaşı Yusuf. Annesi yarı İtalyan yarı Mısırlı, babası Afgan. Çocuklarımız Sidney’de birlikte oyun oynuyor. Bizim çocukluğumuzda ailelerimiz için öncelikli şart Türklüktü. Babam dindardı ama arkadaşları arasında farklı dinî görüşlerden insanlar vardı. Onlarla görüşüyorduk, çünkü Adapazarılılardı. Şimdi Türlük bizi ve çocuklarımızı o kadar yakınlaştırmıyor.  Bizim için fikirlerimizin aynı olması daha önemli.”

    Süreyya Yuyucuoğlu, öğretim üyesi. Yabancı öğrencilere üniversitenin hazırlık sınıfında İngilizce eğitimi veriyor. Oğlu Ahmet 18 yaşında. İnşaat mühendisliği birinci sınıf öğrencisi. Sessizce dinliyor konuşmaları. Annesi tarafından ‘Türklük nedir yaşayarak öğrensin’ diye 7 yaşında Türkiye’ye götürülmüş. 12 yaşına geldiğinde ‘geçici bir süre için’ Avustralya’ya dönmüşler. Bir daha ikna edememiş Süreyya Hanım oğlunu geri dönmeye. Gözler kendine dönünce itiraz yükseliyor Ahmet’ten: “Annem buradan korkuyor. Kendi dilini konuşmak istiyor ama zaten Auburn’da (Sidney’de Türklerin en yoğun yaşadığı semt) hemen herkes Türkçe konuşuyor. Küçük Türkiye’de bile Türkiye’yi özlüyor. Üstelik ‘kendi dilimi konuşmak istiyorum’ diyor,  İngilizceyi kendi dili kabul etmiyor fakat her gün üniversitede bu dili öğretiyor.”  Süreyya Hanım karmakarışık, buruk bir tebessümle dinliyor oğlunu. Ahmet, Türkiye’de bir geçmişi olduğunu bilmekten hoşnut ancak annesi kadar trajik bulmuyor Avustralyalı hissetmesini. Türkçesi gayet düzgün. Peki çocuklarına öğretir mi? “Eş tercihimde Müslüman olması ve Türkçe bilmesi önemli olur. Sofraya oturduğumuzda anneannem çatal ister ya da yemekten sonra ‘bir çay koyuver’ der. Bunları anlayacak biri olsun hayatımda.”

    Sibel Tezel bir yandan haklı buluyor büyüklerin Türklüğü muhafaza kaygısını. Öte yandan bunun ne kadar gerçekçi bir beklenti olduğunu sormaktan da geri durmuyor. “Annem Türkiye’de doğmuş, burada kurmaya çalıştıkları hayatın ne olduğunu biliyor. Benimse en ufak bir fikrim yok. Bir hayali kovalıyoruz, gerçek başka…” Bünyesinde derin bir bunalım zemini taşısa da sahip olduğu çeşitlilik sebebiyle annesini daha şanslı buluyor Sibel. Vatandaşlık gündeme geliyor bir ara. İçeri sesleniyor: “Teyze! Ben Türk vatandaşı mıyım?” Cevap “Evet.” “Peki, çocukların için ne düşünüyorsun?” “Askere gitmek zorundalar mı?” sorusu geliyor karşılık olarak. “Erkeklerse evet…” “Hımm… Sanırım bu konuyu düşünmek zorundayım…”

    Rabia, Mehmet Saçan’ın torunu. O da üniversite öğrencisi. Geleceğinin Türkiye’de olmadığını biliyor: “Ama eğer Türk’üm diyorsam Türkiye nasıl bir yerdir, Türk olmak ne demektir bilmem gerekir diye düşünüyorum. Bir süre Türkiye’de yaşayıp görmek istiyorum.” Annesi, Gönül Hanım babasına olduğu gibi kızının arayışına da uzak. Rabia’nın bir diğer sorunu Türk toplumu içinde gençlerin eğitimi ve kültürü itibarıyla örnek alabileceği bir model olmaması. Onların en büyük şansı ikinci neslin mahrum olduğu özel ilköğretim imkânına sahip olmaları. Sidney’de Şule, Melbourne’de Işık kolejlerinin can simidi gibi yetiştiği anlatılıyor. Türk çocuklarının büyük kısmı bu kolejlerde eğitim alıyor. Bu sayede hem Türkçeye hem de toplumun temsil ettiği değerlere aşinalık kazanıyorlar. Rabia da farkında sahip oldukları nimetin. Ama üniversiteyle birlikte başka bir ihtiyaç belirmiş önlerinde. Kendini ait hissedebileceği bir sosyal çevresi yok. Dış görünüş itibarıyla ne kadar benzese de önemli bir fark var Avustralyalılarla arasında. Dini ve kültürü, farklı bir hayat tarzı geliştirmesini zorunlu kılıyor. Hıristiyan arkadaşlarıyla bara gidip içki içmiyor. Erkeklerle arasına mesafe koymasının sebebini bir türlü anlatamıyor kimseye. Velhasıl ikinci neslin bunalım ve kafa karışıklıklarının gölgesinde sürüp giden hikâyesinin olgunlaştığı yerde üçüncü nesil yepyeni bir zaviyeden bakıyor hayata.

    Örnekleri çoğaltıp detayları artırsak da genel tablo değişmiyor. ‘Uzak’ çok şey öğretmiş öğretmesine lâkin özlem ve memleket toprağının bıraktığı boşluk kendini hissettirmeye devam ediyor… Türk dedelerin Avustralyalı torunları yeni bir kimlik inşa etmenin keyfini ve sıkıntısını beraber yaşıyor. Netice itibarıyla Türk kimliğinin temsil ettiği değerleri dünyanın öbür ucuna taşıyacak önemli bir potansiyel var Avustralya’da. Mesafe uzun olsada ata toprağı Türkiye ile aralarındaki gönül bağı sapasağlam. Asıl sorun bundan sonra bu bağın nasıl değerlendirileceğinde yatıyor. Maddi açıdan sivrilmeye başlamış, eğitim seviyesi yükselmiş bu topluluk kendilerine doğru atılacak adımları bekliyor. Ne yapılması gerektiğini ne onlar biliyor ne biz biliyoruz. Lakin en önemlisi sahipsiz olmadıklarının hissettirilmesi.

    21 eylül 2009

     

     
    Related Posts

    açe’de bir devrin sonu

    Şubat 5, 2021

    patani barışı özlüyor!

    Şubat 13, 2015

    yüzlerce kimlik tek potada!

    Şubat 13, 2015
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.