Hakkında hiçbir şey bilmediğiniz bir yere yolunuzun düştüğünü hayal edin. Coğrafi konumundan, dilinden, kültüründen habersizsiniz. Birkaç gün, birkaç yüz, birkaç nefes… Muhatabına teslim edilmek üzere bir selam, birkaç cümle yükleniyor, sessizce sıyrılıyorsunuz sonra, ‘başka bir zamana ait olmalı’ dediğiniz fotoğraftan… Zihninizde dönüp duran cümleler hâlâ sıcak olmasa, siz bile ‘rüya’ deyip hayra yoracaksınız gördüklerinizi…
Selamına elçilik ettiğimiz yolculuğun menzili Patani’ydi. Yüzlerce yıl küçük bir İslam krallığı olarak var olduktan sonra İngilizler tarafından Tayland’a dâhil edilen uzak topraklar. Bir yanıyla dünyanın öte ucu kadar uzak, diğer yanıyla hep oraya ait hissedeceğiniz kadar yakın. Oraları tanımak, bu zıtlıklar arasında savrulmak demek belki de…
Patani, Malezya sınırında, 3 milyon kadar Malay asıllı Müslüman’ın yaşadığı bir bölge. Tropikal iklimi, okyanus kıyısında olmanın getirdiği coğrafi güzelliği aklınızı başınızdan alacak nitelikte. Sanayi yok, turizme açılmamış, o yüzden bâkir, sakin ve tabii fakir. İki asırdır silahların neredeyse hiç susmadığı Patani, barış umudunun tüm diriliğiyle karşılıyor bizi. Giderken hakkında çok az şey bildiğimiz yerlerden, her parçası bir başkasından toplanmış bir tarihle dönüyoruz.
İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) yeni çalışmaya başladığı bir bölge Patani. Vakıf görevlilerinin maksadı, yetim faaliyetleri kapsamında ne yapabileceklerini görmek, bizimkiyse gözümüze ilişen, kulağımıza çalınanları not etmek… Bölgenin yardım faaliyetlerine konu olmasının sebebi, ekonomik geri kalmışlığın da ardında yatan siyasi gerilim. 200 yıl önce İngiliz sömürgelerine karşı başlatılan direniş, krallığın 1909’da Tayland’a bağlanmasıyla sonuçlanmış. Varlık mücadelesi yüz yıl önce yerini bağımsızlık savaşına bırakmış. O tarihlerde başlayan çatışmalar etkisini yitirse de izi hâlâ bütün sıcaklığıyla hissediliyor.
Bir şeylerin ters gittiği, bölgeye doğru yaklaştıkça iyiden iyiye kendini gösteriyor. Tayland’ın dünyaya açılan kapısı, Asya’nın en önemli ticaret merkezlerinden Bangkok’un çizdiği imaj, merkezden uzaklaştıkça farklılaşıyor. İç hatlar uçuşumuzu tamamladığımızda taşrada buluyoruz kendimizi. Bangkok’un varlıklı, zamane görüntüsünden eser yok. Ev sahiplerimiz ilk uyarılarına başlıyor: “Patani, Yala ve Narativa’da (Malay asıllı Müslümanların yaşadığı 3 şehir) uluslararası telefon hatları çekmiyor. İnternet bağlantısı, ulaşmak istediğiniz sayfaların açılmasına yetmeyecek kadar zayıf.”
Bölgedeki gerilim konusunda biraz fikir sahibiyiz ancak ‘Patani’ye hoşgeldiniz’ levhası yerine yolun iki tarafına kum torbaları ile kurulmuş askerî mevziler ve barikatlarla karşılanmayı beklemiyoruz. İlk noktada askerler aracın camından içeri bakıp yüzlerimizi süzmekle yetiniyor. Sonra bu kadar bir temas da olmuyor aramızda. Ancak birkaç yüz metrede hızımızı düşürüp barikatlar arasından zikzak çizerek geçmeye, mevzilerinde silahlarını bir kenara koymuş sohbet eden askerler görmeye alışmamız gerekiyor. Bu yığınaklar, Patani sokaklarında dünya siyaseti dersi verdiriyor bize.
Faşizmin tüm dünyayı kasıp kavurduğu 1930 ve 40’lardan Tayland Müslümanları da payına düşeni alıyor. Ülke genelinde uygulanan tek kültür, tek dil, tek din siyaseti, 1959’da Malezya’nın kurulmasıyla Patani’ye has özellikler kazanıyor. Katı asimilasyon politikaları, yüzyılın başından beri varlığını sürdüren silahlı direnişin desteğinin artmasıyla sonuçlanıyor. Bugün sivil toplum temsilcisi olarak karşımızda duran ileri yaşlardaki muhataplarımızın gençlik yılları, silahlı mücadeleyle geçiyor. Patani’nin dünyayla bağını koparan, içine kapanmasına sebep olan süreç, dünyanın liberal rüzgârlara teslim olduğu 80’lerde hükümetin attığı olumlu adımlar sayesinde yerini rahatlamaya bırakıyor. Ekonomik yatırımlar başlıyor, bölge halkı o güne kadar sahip olmadığı siyasi katılım hakkına kavuşuyor. Bu erken bahar kısa sürüyor maalesef, 2000’lerin başında gerilim yeniden yükseliyor.
Bölgede zihnimizdeki şehir imajına karşılık gelecek bir yer yok. Onlarca kasaba ve köyden ibaret bir yerleşim bizim için Patani ve civarı. Dünyayı 50 yıl geriden takip eden bu bâkir topraklar, 11 Eylül olaylarıyla birlikte yeniden kan gölüne dönüyor. Baskınlar, bombalamalar, faili meçhuller, olağanüstü hâl, dünya basınında geniş yer bulan toplu katliamlar… Çok değil, 6 yıl öncesinden bahsediyoruz, ama kimse anmıyor o günleri. ‘Dünya bizim varlığımızdan 2004’te haberdar oldu’ cümlesinin izini sürünce ortaya çıkıyor bu ‘detaylar.’ Uluslararası kamuoyunun baskısı, gerilimin çok yüksek olduğu o günlerde, çözüm arayışlarına kapı açıyor. 6 yıl gizli yürütülen görüşmeler, nihayet bu yılın nisan ayı başında Tayland hükümeti tarafından paylaşılıyor kamuoyuyla. Bir hükümet yetkilisi basın yoluyla ‘barışa yakın’ olduklarını ilan ediyor.
Geçmişe kıyasla çok yol alınsa da attığımız her adımda hissediyoruz siyasetin ağırlığını. Şimdilerde şiddetini iyice yitiren çatışmalara çok kurban verilmiş. Nüfusun yüzde 65’i kadın. Çoğu dul, hangi çocuğun başını okşasak ‘o da yetim’ diye uyarılıyoruz. Herhangi bir geliri olmayanlar yetimhane, medrese gibi kamu hizmeti veren kurumlar tarafından himaye ediliyor.
Geri kalmış bölgelerde seyahat etmenin en güzel tarafı, her an insanlarla temas imkânına sahip olmanız. Şoförümüz direksiyonu bir evin önüne doğru kırıyor aniden. Daha ne olduğunu anlamadan kendimizi Hasene Teyze’nin karşısında buluyoruz. Evin kapısı toprak bir sahanlığa açılıyor. Sağda boruyla yerden yükseltilmiş bir musluk, birkaç adım ileride kapısı olmayan salona girmek için tırmanmanız gereken 5-6 basamaklı tahta merdiven. Sonradan muşambayla bölünen yatak odasını saymazsak ev tek bir odadan ibaret. Balıkçı eşini bir buçuk ay önce bir fırtınada yitiren orta yaşlı kadın, 5 çocuğuyla burada yaşıyor. Yerler muşamba kaplı. Pencere açıklığında ne cam var, ne naylon. İkindi loşluğunun teslim aldığı oda, bu açıklıktan giren güneşle aydınlanıyor. Çok eski bir buzdolabı, üzeri büyükçe bir örtüyle kapatılmış 37 ekran televizyon, kıyafet ve mutfak eşyalarını koydukları iki ahşap dolap… Ev eşyası diye sayılabilecekler bunlardan ibaret. Esma bebek henüz yürümeye başlamamış. Bir anda karşısında yabancıları görünce basıyor çığlığı. Ancak annesinin kucağında sakinleşiyor.
Ortalama bir aile onlar, zengin değiller ancak fakir de sayılmazlar, en azından babalarını kaybedene kadar. Aylık ihtiyaçları, 5 bin Baht (yaklaşık 160 dolar). 21 yaşındaki Zülkifl iş bulabilse sıkıntıları kalmayacak aslında. Ama yegâne mülklerini, balık tutmak için kullandıkları tekneyi ailenin reisi ile birlikte kaybetmişler. Ne Patani’de ne de bölgenin diğer iki büyük şehri Yala ve Narativa’da çalışabileceği bir işletme yok. Hasene Teyze bir oğlunu garsonluk yapmak için Malezya’ya yollamış. Öteki yanlarında, ne iş olsa yapıyor ama kazandıkları kendi cep harçlıklarına bile yetmiyor. Tüm gayretimize rağmen yabancılığımız, uzaklığımız her hâlimizle ele veriyor kendini. Şimdilik komşularının işlerine yardımcı olan Zülkifl’e nasıl bir çıkış yolu düşündüğünü soruyoruz. Hep böyle devam edemez öyle ya. Bir yerlerden başlaması, sürekli bir iş bulması gerekecek. Sessizce başını önüne eğiyor. “Bugün böyle yaşıyorum, gelecekte ne olur bilmem. Kimse açlıktan ölmez burada, ama rahat yüzü de görmez.”
Ailenin 2 kızı Meryem ve Vesile öğrenci. Meryem üniversitede, kamu yönetimi okuyor. Pek çok İslam ülkesine göre farklı bir tarafı var Patani’nin. Kadınlar iş ve eğitim hayatında erkeklerle aynı haklara sahip. Eğitim seviyeleri yüksek. Meryem babasını kaybettiğinde okulu bırakıp ailesine destek olmaya karar verdiğini anlatıyor bildiği İngilizce kelimeleri yan yana dizerek. Büyüklerinin karşı çıktıklarını söylerken yüzü aydınlanıyor. Mezun olunca memur olmak istiyor. İşe yeni başlayan bir memurun aylık maaşı 170 dolar kadar. Onun okuması, ailesinin yeniden rahat yüzü görmesi demek. Yeni bir soru: Meryem başörtülü, bu şartlarda eğitim alması ve çalışması mümkün mü? Cevap kat edilen mesafenin açık ispatı: 80’lere kadar yok sayılan Müslümanların elde ettiği haklar eğitim ve iş hayatını da kapsıyor. Tesettürlü kadınlar için ilkokuldan itibaren eğitim kurumlarında ve iş hayatında herhangi bir kısıtlama yok…
Sağanak yağmur altında ilerliyoruz. Vakit akşama dönmüş. Araba duruyor, kapılar açılıyor. Bu kez 32 yaşında 5 çocuk annesi Halime’nin evine, doğrusu onun da misafir olduğu eve misafiriz. Halime de dul, artık şaşırmıyoruz. Çocuklarının en büyüğü 8 yaşında. Onların şen cıvıltılarına yakışmıyor konuşulanlar. Eşi Abdülkerim, ailesinin geçimini ormandan kauçuk ağacı keserek sağlıyor. Bir buçuk yıl önce işe gitmek için evden çıkıyor ve bir daha geri dönmüyor. Arkadaşları ile beraber kaçırılıp dağa götürülüyor. İşkence edildikten sonra öldürülen genç adamın cesedi, günler sonra bulunuyor. Faili meçhul gibi görünse de aile askerlerden şüpheleniyor. ‘Peki, dava açtınız mı?’ Şaşkın bakıyor yüzümüze amca: “Ölenlerin ardından yaptığımız tek şey Kuran okumak. Başka ne yapabiliriz ki…” Halime’ye çevresinde eşini kaybeden çok kadın olup olmadığını soruyoruz, ‘Banyak’ diyor. ‘Çok…’ “Özellikle dağda, ormanda çalışmak hiç güvenli değil. Bu yüzden işini bırakıp şehre taşınıyor insanlar.”
Erkekler siyaseti anlamamızı sağlıyor, kadınlarsa hayatı. En varlıklı eğitimli insanlar bile iptidai şartlarda, herkesle aynı seviyede bir hayat sürüyor. Zira kazanabileceğiniz para da onunla satın alabilecekleriniz de sınırlı. Bölge yoğun göç veriyor. Gidebilecekken kalanların sayısı imkânı olmayanlara kıyasla çok az. Onlar da kendi hikâyelerini anlatmaya değer bulmuyor. Söyleyecek daha çok sözü olanları işaret ederek aradan çekiliyorlar. Fazine’yi İngilizce öğretmenliğinden yeni mezun olmuş Gülsüm çıkarıyor karşımıza. Bir nevi dullar kampına dönüştürülmüş Duku köyünde yaşıyor. Oradaki kadınların fahri sözcüsü ilan edilmiş. Küçük kızı Nur İhsan da yetimlerin maskotu… 3 cümleyle özetliyor yaşadıklarını. Bangkok’ta siyaset bilimi eğitimi alan eşini 8 ay önce kaybetmiş. Tatil için ailesinin yanına gelen genç adam faili meçhul kurbanı. Cesedi ağaç kesmek için gittiği ormanda bulunmuş. Sözlerini bitirdikten sonra bakışlarını yüzümüze dikiyor. Sakin. Tebessüm etmeye çalışıyor sanki ama yüzü acı, hüzün, yalnızlık karışımı bir ifadenin kuşatması altında.
Henüz silahlar bırakılmamış, nadir de olsa çatışma haberleri gelmeye devam ediyor. Ancak yüz yıldır savaşan Patani Birleşik Özgürlük Örgütü (PULO) de dahil herkes şiddetle bir yere varılamayacağının farkında. Bu yüzden dünyanın kendilerinden haberdar olmasını ve Tayland hükümeti ile karşılıklı görüşmeleri çok ciddiye alıyorlar. Gazeteci olduğumuzu öğrenince daha da önemsiyorlar varlığımızı.
35 yaşındaki Fahrettin al-Fatani, babasının Patani’ye girmesi yasak olduğu için Suudi Arabistan’da, Taif’te doğup büyümüş. Üniversite’de kimya mühendisliği okumuş, evlenmiş. Tam yeni bir düzen kuracakken babasının telkiniyle eşini ve çocuklarını alıp Narativa’ya dönmüş. Patani dışındaki çeşitli kurumlardan hem de iyi şartlarda iş teklifi almasına rağmen tercihini memleketinde kalmaktan yana kullanmış. Bir köy okulunda İngilizce öğretmenliği yapıyor. İngilizceyi ve Arapçayı çok iyi konuştuğu için bir yandan da bölgeye gelip giden yabancılara tercümanlık ediyor. Toprak köy yolunda etrafımızı saran çocuklar eşliğinde yürürken 5 çocuğu olduğunu söylüyor. Küçük oğlu Royyan birkaç adım önümüzde. 11 yıldır görmediği ailesi hâlâ Taif’te. Babasının vefat haberini almış fakat cenazesine katılamamış. “Çocuklarınızın geleceğinden endişeli misiniz? Onlar için güvenli mi burası?” Tereddütsüz ‘hayır’ diyor. “Peki, kalmanıza sebep ne? Onları daha iyi şartlarda büyütme imkânınız varken hem de…” Soruya soruyla karşılık veriyor: “Hepimiz gidersek kim kalacak? Siz korkarsanız ben de korkarım, siz kaçarsanız ben de kaçarım. Gidecek yerim olması hiçbir yere gidemeyenler karşısında suçlu duruma düşmeme engel olmaz.” Yanımıza gelen oğlunun elini tutarken burada olmasının bir anlamı olduğu sürece kalacağını söylüyor. Diğer çocuklar hangi şartlarda yaşıyorsa onun çocukları da aynı şartlarda yaşayacak. Ta ki herkesin güvenli bir evi olana dek…
Büyük kurgular bir yana, halk ne düşünüyor bölgenin bu günü ve geleceği için? Bu soruya cevap bulmak kolay değil maalesef. ‘Bilmiyorum’ diyor insanlar. Eşi işlettikleri bakkalda gözleri önünde vurulan bir kadına, ‘Kim yapmış olabilir? Dava açmayı düşünmedin mi?’ diyoruz. “Yüzlerinde maske vardı, göremedim. Demek ki kocamın kaderi buymuş. Neden dava açayım ki!” diye cevap veriyor. Nesiller boyu süren çatışmalar, şiddeti normalleştirmiş adeta. ‘Kader’ deyip rıza gösteriyorlar.
Patani, bir İslam krallığının bakiyesi. Ancak güzergâhımızdaki şehirlerde Budist tapınakları dikkatimizi çekiyor. Tayland’ın diğer bölgelerinde yaşayan yoksul Budistlerin buraya gelmek için teşvik edildiklerini öğreniyoruz. Devlet ev, okul, tapınak gibi tüm ihtiyaçlarını karşılıyor yeni yerleşimcilerin.
Muhataplarımızın bazıları adını vermek, fotoğraf çektirmek konularında ürkek davranıyor. Bizim de sorularımızı ölçülü tutmamız gerekiyor bu durumda. Açığı Fahrettin al-Fatani ile kapatma yoluna gidiyoruz. İlk günden cevap aradığımız sorulardan biri mücadelenin niteliği. Sosyal ve siyasal konularda küçümsenmeyecek haklar kazanmalarına rağmen silah bırakmaya yanaşmayan bir inisiyatif var. Bir din savaşı mı veriyorlar? Kesin bir dille reddediyor al-Fatani: “Bu bir din savaşı değil, insan hakları mücadelesi. Dünya varlığımızdan haberdar olana dek çok zor şeyler yaşadık. O günlerin geri gelmeyeceğinden emin olmak istiyoruz. Bunun için hükümetin bağlayıcı adımlar atması gerekiyor. Elbette hemen bugün silahların bırakılmasını istiyorum. Ama taleplerimiz yerine gelmedikçe bu sözler benim şahsi temennilerim dışında bir anlam ifade etmeyecek ne yazık ki…”
Kendi dili, dini, kültürü olan bağımsız bir krallıkken Budist bir devletin idaresine terk edilmeyi yüz yıldır sindiremeyen Patani’de belli başlı 3 siyasi akımdan söz etmek mümkün. Küçük bir grup tam bağımsızlık elde edilene kadar silahlı mücadelenin bitmemesi gerektiğini savunuyor. Kahir ekseriyet Tayland sınırları altında özerk bir yönetim istiyor. Üçüncü fraksiyonun talebi ise sosyal, siyasal, ekonomik konularda iyileştirme ve insan hakları ihlallerinin son bulması.
Seyahatimizin son gününe kadar hükümet yetkililerinin açıklamalarından habersiziz. İlk umut kıvılcımını hafta sonu için Patani’deki evine gelen iktidardaki Demokrat Parti’nin milletvekili İsmail bin İbrahim yakıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde evinde ziyaret ettiğimiz vekil, hükümetin cesur adımlar atmaya hazırlandığını söylüyor. Meclis, bölgedeki tüm siyasi ve sosyal kesimlerin temsilcilerini bir araya getirip çözüm arayacak bir komisyon kurmaya hazırlanıyor. Bin İbrahim’e göre Tayland hükümeti yarı özerkliği şimdiden kabul etmiş görünüyor.
Medreseler dinin garantisi kabul ediliyor Patani’de eğitim seviyesi bölgenin ekonomisiyle kıyaslanmayacak ölçüde yüksek. Ülke genelindeki üniversiteler yanında yurtdışında eğitim alanlarla da sıkça karşılaşıyoruz. Malezya, Pakistan, Suudi Arabistan, Suriye, Irak, Mısır, Katar, Ürdün, ilk tercih edilen ülkeler. Bu sıralamadan da anlaşılacağı üzere yurtdışında eğitim almak demek, din ilimleri tahsil etmekle aynı anlama geliyor. İslami ilimleri tercih edenlerin maddi destek bulmasıdiğer alanlara kıyasla çok daha kolay. Halk, çocuklarının Budist yönetim altında dinlerinden uzaklaşacağından endişe ediyor. Bu sebeple çocuklar ilkokulla birlikte dinî eğitim almaya da başlıyor. Devlet, özel girişimciler tarafından kurulan ve hafta içi yetişkinlere, hafta sonu çocuklara dinî eğitim veren kurumları desteklemiyor fakat yasaklamıyor da.
Aile hukuku, İslam hukukuna tâbî… Tayland genelinde Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde evlenme, boşanma ve miras işlemleri İslam hukukuna göre yapılıyor. Müftülük muadili İslam Meclisleri bakıyor bu işlere. Ülke genelinde 37 İslam Meclisi var. 70 yıl önce kurulmuş köklü kurumlar bunlar. Binalarını devlet veriyor. Bunun yanında sembolik bir maddi destek de alıyorlar. Yala’da ziyaret ettiğimiz İslam Meclisi yetkililerinin anlattığı anekdot, katedilecek yolun ne kadar uzun olduğunu da ortaya koyuyor. Din görevlileri olağanüstü hâl yönetimi nezdinde öncelikli şüpheliler konumunda. Bir sorun yaşandığında ilk sorgulanan, cezalandırılan imamlar oluyor. Siyasi bir gücü olmayan meclis, atadığı imamları savunma yetkisine sahip değil. O tür durumlarda binanın üçüncü katında yer alan yerel radyodan kınama mesajı yayınlamakla yetiniyorlar…