Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Sanat Penceresi - eser-i istanbul’un gölgesinde!

    eser-i istanbul’un gölgesinde!

    Küçük bir dükkânda, mekânla mütenasip mütevazı duruyor. Mümkün olsa sergilediği eserlerin ardına gizlenecek. Yeter ki söz ona, yaşına gelmesin. Heyhat ki 22’sinde bir ustanın eserleri çekiyor bizi ‘Sedefkâr’ın kapısına...
    Şubat 13, 2015
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

     

    Ana caddelerin kalabalığı, gürültüsü; hayatı bir heyûladan ibaret kılıyor zamanla. Keyifsiz, telaşlı, hırçın… Caddelerin size neler kaybettirdiğini ancak yolunu çok zaman evvel unuttuğunuz bir sokağa saptığınızda fark ediyorsunuz. İnsan, zaman, estetik, ayrıntı yeniden görünür oluyor sokaklarda… Bize böyle bir sokağın hediyesi Sedefkâr Fatma Usta.

    Küçük Ayasofya’da, görmek için bakmayanlara saklı duran küçücük bir dükkân. Dört duvar sedef, gümüş, bağa işlerle dolu. Fatma Usta’nın kıl testereyle desen kestiği masayla kapı arasında yarım metre var yok. İçeride 20’li yaşlarının başlarında bir genç kız. Radyoda eski zaman şarkıları… ‘Usta yokken dükkâna bakıyor herhâlde!’ deyip raflara yöneliyoruz ilkin. Neye elimizi atsak geri koymak gelmiyor içimizden. Estetikten yana söyleyecek sözümüz yok lakin başka bir hâl de var her birinde. Elif’ten, vav’dan, asırlık bir tasavvufi manayı özetleyen hiç’ten yapılmış takılar çalıyor önce gönlümüzü. Sonra diğer raflara geçiyoruz. Aynalar, taraklar, sigara tabakaları, kartvizitlikler, tablolar… Ve elbette, neredeyse 3 sene başında sabahladığı ustalık işi sedef kakmalı ayna…

    Gözümüz raflardan masaya kaydığında yaşıyoruz asıl şaşkınlığı. Bütün bu sanat eserlerinin ustası genç bir hanımefendi zira. Yaşıyla ilgili yorumlardan pek hazzetmediği anlaşılıyor. Sohbet ilerledikçe biz de muhatabımızın yaşını unutup ‘usta’nın nefesini duymaya başlıyoruz.  Tanpınar, 1913 Erzurum’unu anlatırken esnafı; “Küçük ve yarı aydınlık dükkânlarda ince, dikkatli, işin terbiyesini almış, âdeta iş terbiyesiyle durulmuş birtakım adamlar…” cümlesiyle tasvir ediyor. Fatma Ayran’ın sükûneti, üslubuna yansıyan dinginliği, asrın dağınık karakterinin aksine derli toplu, huzurlu hâli, o tasvirin içinden çıkıp gelmiş hissi veriyor… Sultanahmet’te, Küçük Ayasofya Medresesi’ne inen küçük sokakta, sokakla mütenasip; küçük, sevimli atölyede tezgâh başında kıl testereyle kestiği her sedefle, bağayla, gümüşle birlikte kişiliğindeki fazlalıkları da törpülemiş sanki. Yine Tanpınar’ın sesi yankılanıyor kulağımızda; “Kendi eliyle çalışmak ruhu tasfiye eder, insanı Allah’a yaklaştırır. Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın!”

    Bir sanatkârın udu için fildişinden süs kesiyor tezgâhta. Bir yandan da sohbet koyulaşıyor. Ayasofya ve Süleymaniye’nin sedef aksamını restore eden, Sultan Abdülhamid ve Şehzade Mehmet türbeleri için ihalenin sonuçlanmasını bekleyen Fatma Ayran, 9 yaşında ailesiyle birlikte Kayseri’den gelmiş İstanbul’a. Kendini bildi bileli şarkı söyleyen ses sanatçıları gibi küçüklüğünden beri el işlerine meraklı. Memlekette okul harici zamanlarda annesiyle halı dokumuş, dantel örmüş. Şansı İstanbul’a, Küçük Ayasofya’ya taşınmalarıyla dönmüş desek yeri. Ailenin ısrarına rağmen okula gitmek istememiş Fatma. 3. sınıfta, yıllar sonra devam etmek üzere ara vermiş okul hayatına.

    Önce ablasının başladığı işyerindeki bir tezhip sanatçısı keşfediyor çizgilerini: “Gelsin burada çalışsın. Çizimini geliştirir.” Memnuniyetle kabul ediyor teklifi. İşler sebebiyle tezhip biraz geride kalıyor ama yola girilmiş bir kere. Birkaç sene sonra katıldıkları bir fuarda sedefkâr Hüsamettin Yivlik’le yan yana stant açıyorlar. Ustanın objeleri keserken önündeki işle kurduğu temas çok etkiliyor küçük kızı. Ertesi sene bu kez kendi ustası Ahmet Sezen’e düşüyor yan stant. Fatma’nın hevesini fark eden Sezen, bir iki parça kestirip yatkınlığını görünce ‘Gel, benimle başla!’ diyor. Orada kalıyor o cümle. Ta ki Fatma bir sene kadar sonra sedef yapmaya karar verene kadar.

    16 yaşında Ahmet Hoca’yla çalışmaya başlıyor. Ustanın işi çok olduğu için ilk günden testereyi eline almak, çabuk öğrenmek zorunda kalıyor. Sabah 8’den gece 12’ye süren mesaiyi; “İşolarak bakmıyordum, benim için hobiydi. Çok seviyordum.” diye açıklıyor. 16 yaşında bir genci hiç para kazanmadığı hâlde günde 16 saat tezgâh başına oturtmanın sevgiden başka yöntemi de olmasa gerek. Ailesi Fatma kadar rahat değil ilk zamanlar. “Ama ben biraz inatçıydım.” diyor tebessümle…

    Kutuyla çırak, kemençeyle kalfa

    İşin adabını da anlatıyor yeri geldikçe. “İlk yıllarda para kazanamazsınız bu işlerde. Sonra cep harçlığı almaya başlarsınız.” Bilmediğimiz daha çok şey var zanaatkârlık adabına dair. Mesela hemen öyle başladığınız gün çırak denmiyor size. Küçük görülen o çıraklık mertebesi için belli bir beceriye sahip olmanız, yatkınlığınızı ispat etmeniz gerekiyor. Fatma Ayran, bir yılın sonunda ‘çırak’ payesi kazanıyor. Bir sonraki yıl ‘artık kalfa oldun!’ cümlesini duyana kadar ustanın verdiği işleri düzgün yapmak tek sorumluluğu. Kalfa seviyesinde ustanın gözü üzerinde ama müdahale etmiyor. Kalfalık işi olarak bir kemençe süslüyor Fatma. Ustası; “Ustalık işini düşünmeye başla’ dediğinde daha 18 yaşında.

    Gündüz ustasıyla çalışıp geceleri oturuyor ustalık işi aynanın başına. Dükkânının en kıymetli parçası olarak duvara astığı aynanın tamamlanması 3 sene sürüyor böylelikle. Çıraklık ve kalfalık eserleri elinden çıkmış ama değer biçemediği aynası duruyor. Satmak yok aklında.

    Raflarda birbirinden güzel takılar var. Onun ellerinden çıkan kolyeler, yüzükler, küpeler kim bilir kimi süslüyor. Ancak Fatma Usta bir tek çıraklık döneminde yaptığı bir kolye taşıyor boynunda. “Fırsat olmuyor” diyor, sorunca. “Çalışırken kullanamıyorum.”

    Daha ayna tamamlanmadan ayrılıyor ustasından. Hemen bir iki gün sonra da Ayasofya ve Süleymaniye’nin restorasyonunu üstlenen firmadan teklif alıyor. Kapılarda ve kilit kısımlarındaki sedef, fildişi işlemeleri yeniliyor. O tarihlerde dükkân açmak yok aklında. Her ne kadar 13 yaşındayken arkadaşlarına bugün içinde sohbet ettiğimiz yeri işaret edip “İlerde burayı tutacağım!” dese de işin o derece ilerleyeceğini tahmin etmiyor son ana kadar. Restrasyonlar bittikten sonra bir nevi mecbur kalıyor atölye açmaya. Evde kurduğu masa yetmez oluyor. Marangoz, kuyumcu, cilacı peşinde koşup işi gezdirmekten yorulunca tek seçeneği kalıyor, bir yer tutmak. İşte o günlerde çocukluk hayallerini süsleyen dükkân boşalıyor. İlk günlerde yalnız tezgâhı var dükkânın orta yerinde. Çalıştıkça birikiyor işler ve raflar hızla doluyor…

    Bugün Eser-i İstanbul tarzı çalışan birkaç ustadan biri ve tek kadın Fatma Ayran. Söylediğine göre öyle her sedef kesen sedefkâr kabul edilmiyor camiada. Ustanın bütünlemeyi yapabilmesi, kullanacağı malzemenin hemen tamamını kendisinin hazırlaması bekleniyor. Marangozluk, sedefkârlık, kuyumculuk, cila bilmeniz gerekiyor ki iş bütünlük içinde elinizden çıkabilsin. Desen tasarımlarını da kendisi yaptığı için kelimenin tam anlamıyla bir usta duruyor karşımızda. Sedef kesmeyi, zımparayı, cilayı, tezhibi ustalarından; kuyumculuğu internetten, telkariyi bir öğrencisinden öğrenmiş. Konuştukça şaşkınlığımız artıyor. Kendini savunma ihtiyacı duyuyor olacak ki mazeret sıralamaya koyuluyor; “Biri gelip yüzük istediğinde içini hazırlayıp ustaya götüremiyorsunuz. Malzemenin doğallığını bilmiyor. Cilalarken, kaynak yaparken yakabiliyor. Gümüş gibi davranıyor dokuyu bilmediği için. İşin benden çıkması gerekiyordu. Öğrenmek zorunda kaldım.”

    İşlerde gümüş, boynuz, bağa, sedef, kemik, abanoz ağacı, gül ağacı, padok ağacı gibi yüzde yüz doğal malzeme kullanıyor. Ham hâlde gelen malzeme bu küçük atölyede şekilleniyor.

    El emeği helal kazancın temeli olması hasebiyle mukaddes. Bu kıymete bir de kabiliyet ve sanatın olmazsa olmazı orijinallik/biriciklik ilave edilince maddi, manevi değer katmerleniyor. Bu sebeptendir ki elimize aldığımız her objeyi titizlikle yerine koyuyor, sohbet koyulaşana dek fiyat meselesine girmiyoruz. Lakin kendi el emeğine nasıl değer biçtiğini sormasak eksik kalır. Meğer Fatma Ayran için de en zor kısım orası imiş. Ustalarının yanında edindiği tecrübe sayesinde biliyor ki her günün bir ederi olmalı. Ve bu bedeli takdir edecek kişi sizsiniz. Ustadan ustaya değişiyor fiyatlandırma. Fatma Usta’nın verdiği rakamla ustalarınınki aynı değil! Makul bir gerekçesi var bu farkın. “Aynı işçilik, aynı sonuç ama yılların verdiği bir tecrübe farkı var. Ayrıca benim bir haftada çıkardığım işi usta bir ayda çıkarabiliyor. Belli bir yaştan sonra verim düşüyor.”  Hâliyle onların işleri maddi açıdan daha kıymetli…

    Tarzınız imzanızdır

    Çok eser var dükkânda. Hiçbirinde imza olmadığı çekiyor dikkatimizi. Bu genel bir uygulama mı, onun tercihi mi acaba? Dedik ya baştan, konuşma başladığında karşımızdaki suretin içindeki genç kız gitti, yerini tecrübenin durulttuğu bir ‘usta’ aldı diye. Yine o ustadan geliyor cevap. “İmza atma taraftarı değilim.” diye giriyor söze. “İmza olayı biraz insanın nefsiyle alakalı.” Restorasyon işlerinden öğrenmiş zamanın tortusunun işini iyi yapanı unutturmaya güç yetiremediğini. İşin titizliği, desenlerin tarzı imzanız olmaya yetiyor da artıyor. “Çok büyük işler yapmış eski ustalar imza atmamışlar. Şimdi ben daha onların seviyesini yakalayamamışken atsam olur mu?..” Tarz zamanla oluşuyor. Fatma Ayran’ı diğer ustalardan ayıran hususlar da şekillenmeye başlamış. Yazıyla birlikte rumi motifi kullanmayı seviyor mesela. Bir başkası lale motifini tercih edebiliyor. Kesimdeki nüanslar, işin kalitesi ve tercihler bir araya geldiğinde eser ustanın karakterini yansıtıyor. Ve zamanla ilgilisi hangi işin kime ait olduğunu anlayabiliyor.

    Üniversitelerde sedef bölümü yok. Bu işi layıkıyla öğrenmek isteyenin tek imkânı usta çırak ilişkisi. Çok çırak da yetişmiyor anlaşılan. En azından Fatma Usta’ya düzenli devam eden olmamışşimdiye dek. Ustamız gençliğini dezavantaj gibi görüyor. Zira öğrencileri ondan büyük olmuşgenellikle. Ve kurulan ‘sizli / bizli’ mesafeli ilişki öğrenme sürecini yavaşlatmış. Yaş önemli demek ki? “Muhatabınız küçük olduğunda yönlendirmeniz, işi sevdirmeniz daha kolay.” Sadece bu da değil. Zenaat yanında adap da öğretiyor usta çırağına. Çıraktan mesleki anlamda ustasıyla aynı değerlere sahip olması bekleniyor. Hocanın ismi, çırağın işinin düzgünlüğüne, ahlakına, titizliğine kefil kabul ediliyor. “Yetiştirdiğiniz kişi sizi temsil eder.” diyor Fatma Usta. “Ben öldükten sonra insanlar işlerimi tamir ettirmek için çırağımı arar.” Yine de kapısını tamamen kapatmıyor heveskârlara. Biz sohbet ederken onu çok erken terbiye eden ‘işkencede’ belki de yeni bir sedefkârın işi kıvama gelmeyi bekliyor…

    4 haziran 2012
    Related Posts

    sanatçılar arasındaki ihtilaf mezhep ayrılığı gibi…

    Şubat 13, 2015

    ressam kullarından padişaha!

    Şubat 13, 2015

    bu gözler kimin?

    Şubat 13, 2015
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.