Cumhuriyet dönemi şiirinden bahis açıldığında akla gelen isimler bellidir. Orhan Veli ve arkadaşlarından başlayarak Nazım Hikmet, Cahit Sıktı, Fazıl Hüsnü, Necip Fazıl, Attila İlhan ve daha pek çok isim eklenebilir bu listeye. İlkokuldan itibaren şiirleriyle birlikte tanımaya başlarız modern Türk şairlerini. Asaf Halet Çelebi ismini duymak içinse mektepleri bitirmeniz, edebiyata alakanızı yitirmemeniz gerekir. Zira adı geçenler listesinde hiç yer almaz Asaf Halet, Türk şiirinin en önemli kalemlerinden biri olmasına rağmen hem de…
Beşir Ayvazoğlu’nun Şair’in biyografisini içeren He’nin İki Gözü İki Çeşme kitabından anlıyoruz ki bu muamele vefatından sonraya has değil, hayatı müddetince de hak ettiği yeri bulamamış Asaf Halet. İfadesinin gücünü yok sayamamışlar elbet ama hakkında sarf edilen iki çift güzel söz de istihzalar, aşağılamalar arasında kaybolup gitmiş… Neyse ki kendiyle dalga geçmeyi bilmiş Şair. Hayattan ne beklemesi gerektiğini de… “Kainat bizimle alay eder. Ben kendimle alay ederim. Vakit kalırsa başkalarıyla alay ediyorum. Başkası beni ciddiye almıyormuş. Ben onları ciddiye alıyor muyum ki… Dünyada ciddiye alınmayı istemek aptallıktır.”
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Arif ve Abidin Dino kardeşler, Fahrünnisa Zeyd, Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal, Ahmed Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Nurullah Ataç, Behçet Kemal, Sait Faik… Ve o devrin sair edipleri, sanatkârları ile aynı muhitin insanı Asaf Halet. Hatta daha İstanbullu, kalemi bazılarına kıyasla daha parlak ve güçlü… Şiirlerinde rüyalar, masallar, menkıbeler arasında geziniyor; Budizm’den İslam tasavvufuna kanat açıyorsunuz. Gelin görün ki ‘1940’larda Garip akımının çıkardığı toz duman arasında asıl garip kalan’ o oluyor yine de…
Kitap boyunca ‘Şair’ diye andığı Asaf Halet’i tanıtmaya 16 Ekim 1958’deki ölümüyle başlıyor Ayvazoğlu. “17 Ekim Cuma günü gazetelerini açıp sayfalara göz gezdirenler, edebiyat dünyasına ilgi duyuyorlarsa Asaf Halet Çelebi’nin öldüğüne dair kısa haberleri okuyarak üzüldüler.” Hayatında şahit olmadığı kadar mültefit bir lisan yansıyor hakkındaki yazılara.
Aziz Nesin’in Pazar Postası’ndaki makalesinden Şair’in Fransızcaya, bu lisanı Kürt, Laz, Tatar, Çerkez hatta Acem ağızlarıyla konuşacak kadar vâkıf olduğunu öğreniyoruz. Yakasında daima bir çiçek, koltuğunda kitaplar taşıyan, ahbaplarını yerden temennâlarla selamlayan yuvarlak yüzlü, yuvarlak vücutlu bu adamın Melâmî meşrep olduğunu da yine Nesin anlatıyor bize.
Refik Halid Karay’a göre; Arapça, Farsça ve Fransızca bilen bu zeki İstanbul çocuğu maziye bağlılığı, kendinden evvelki nesle gösterdiği saygı ve eski mûsikî sevgisiyle mensup olduğu nesilden ayrılıyor. Fakat bu tarafları onu yeniliği benimsemekten alıkoymuyor. Kılığına, kıyafetine biraz daha dikkat etse ‘çelebi’ tabiriyle eskiden kastedilen seçme tipin mükemmel bir temsilcisi olabilecek. “Bu sevimli adamın dudaklarından tebessüm eksik olmazdı; sanki hatır almak, gönül yapmak, neşe vermek, hayatı kaygusuz göstermek için yaratılmıştı. Halbuki ciddi geçim sıkıntısı çekiyordu.” Refik Halid’in gözünde nesli tükenmiş bir derviş olan Şair, eski dervişler gibi kendisine azap çektirmenin, yıkık bir dam altında burulmanın, bir lokma bir hırka yaşamanın zevkine varmıştı.
Cihangir’de; odalarında, sofalarında dadıların, halayıkların gezdiği bir konakta dünyaya gelmiş, vefatına kadar da ilerleyen yıllarda taşındığı Beylerbeyi’nde yaşamıştı Asaf Halet. Sultan Abdülmecid devrinde servetiyle meşhur büyük dedesi Nakibüleşref Tahir Bey, Silistre muhafızı iken şehit düşmüştü. Babası Mehmed Said Halet Bey, Arapça, Farsça ve Fransızca bilen kültürlü bir Osmanlı’ydı. Şeyh Osman Şems Efendi’nin halifesi ve Salkımsöğüt Dergâhı şeyhi Bedreddin İzzi Efendi’ye bağlı bir Kadiri dervişi olmakla beraber Üsküdar Mevlevîhânesi postnişîni Ahmed Remzi Dede’yle yakın dostluğu bulunuyordu Mehmet Said Bey’in. Asaf Halet Mevlevî neşvesine sahip babası vesilesiyle 7 yaşında sema etmeye başlamış, tasavvuf, tarikat adabı, mûsikî ve eski şiirle çok erken tanışmıştı. 8 yaşına kadar Mehmed Said Bey’in rahle-i tedrisinde okuma yazma öğrenip eski şiir ve tasavvuf zevki edinmiş, Farsça ve Fransızcaya başlamıştı. İçine doğduğu bu zengin iklim, ömrünün sonuna kadar onu diğerlerinden farklı kılacaktı.
Asaf Halet’in şiirlerini anlamak için konuştuğu lisanlara, tarih şuuruna, tasavvuf ve Budizm kavramlarına hiç olmazsa aşina olmak gerekiyordu. Oysa anlamayanlar eksikliği kendilerinde aramak yerine şairi hezeyana düşmekle itham ediyorlardı. Muhafazakâr kanadın ediplerinden Peyami Safa, beslendikleri kaynakların müşterekliği sebebiyle nisbî bir yakınlıkta duruyor şaire. “Cübbesinin altında kaybolan Cüneyd’leri, içindeki putları devirmeye çağırdığı İbrahim’leriyle, Asaf Halet Çelebi, İkinci Cihan Harbi sonrası şiir akımları içinde şiire bağlı mistisizmi temsil ediyordu.”
“Sadece şiirleriyle değil, her şeyiyle alay ettikleri şair’in Cüneyd gibi birden cübbesinin içinde yok oluverdiğini görenler, onun aslında yaşadıkları hayatı ne kadar zenginleştirdiğini ve bıraktığı boşluğun ne kadar büyük olduğunu fark ederek hayretler içinde kalmışlardı.” diyor Beşir Ayvazoğlu. Ama Şair gitmişti artık, “He’nin iki gözü iki çeşmeydi…”
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınları, aralarındaki meşrep farkına rağmen yabancı değil birbirine. Mesela Haldun Taner. Kendi kayda geçmese Asaf Halet hakkında malumat alacağımız isimler arasında olmayacaktı muhtemelen: ‘Dağarcığındaki miski amber kokulu, tütsü buğulu masalları, efsaneleri, şark tasavvufu ve felsefesinden süzerek derlediği hikmetleri bir anda önünüze seren bir sevimli sihirbaz”a benzetiyor Taner Şairi. Üniversite koridorunda karşılaştıklarında karşısındakine hüzün veren bir tevazu ile ‘Bir dakikanızı rica edebilir miyim?’ dediğinde bugünkü dille cevap verse büyünün bozulacağından endişe ediyor. ‘Lütfedersiniz Beyefendi, ihya edersiniz!’ diye aynı üslupta karşılık vermeye mecbur hissediyor kendini…
Vefatı sonrası dile geliyor elbet bütün bunlar. Reşat Ekrem Koçu; “İşlerimiz, yollarımız, muhitlerimiz ayrı, yılda 3-4 defa ancak görüşürdüm ve rastladığım zaman sohbetinin, zarafetinin ve nezaketinin, İstanbul efendiliğinin, kesimi kendine has bıyıkları, süslü, asil ve temiz yüzünün, zengin lügatçesi ile yarım asır evvelki Türkçesinin farkında olmadan hasretini çekmiş olduğumu duyardım.” dedikten sonra Asaf Halet’in devrinin insanlarından farkına getiriyor sözü; “Geçmişasırların peşinde pınara susamışlar gibiydi.”
Dar-ı dünyadan el etek çekeli 50 küsur sene olmuş Şairi yazdıkları, söyledikleri ve yaşadıklarıyla tanımayı kitaba bırakıp bahsi Münevver Ayaşlı ile kapatalım. Asaf Halet için baba dostu da denilecek biri Ayaşlı. Beylerbeyi’nde komşuluk ediyor, birbirlerinin sohbetinden ve sofrasından nasipleniyorlar. Bu hukuk vesilesiyle başka bir Asaf Halet anlatıyor bize Münevver Hanım; “Mûsikî ile çok ilgilenmiş, Rauf Yekta Bey’den ders almıştı. Çok iyi ud çalar ve dikişdikerdi. Yakın dostlarından ressam Fahrünnisa Zeyd, gittiği ülkelerden ona şal ve benzeri hediyeler getirirdi. Asaf Bey kendisine bu şallardan kravatlar dikmiştir. Türkiye’de şal desenli krvatları herhalde ilk defa o takmıştır. Naylonun ilk çıktığı günlerde de kavuniçi naylon temin edip kendisine yağmurluk dikmişti.”