Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Gündem - hoca seni ‘sol’da gördüm

    hoca seni ‘sol’da gördüm

    Dünyanın gidişatında iki kritik nokta; 11 Eylül ve ABD'nin Irak'ı işgali. Bu kırılmalara Türkiye cephesinden 28 Şubat'ı da eklemek gerek. 'Batı'nın tanımladığı kavramların anlam kaybına uğradığı bu dönemecin entelektüel haritada kaymaya sebep olduğu düşünülüyor. Sağ-sol yakınlaşması neye işaret ediyor?
    Şubat 10, 2015
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

     

    ‘Karanlığın en kesif olduğu an, şafağa en yakın andır.” İslamî kesimin gelecek tasavvurunda, sıklıkla kullandığı bir metafor bu. Dilaver Demirağ, İslamî düşünce dergisi Umran’ın son sayısında “Kızıl Şafak Latin Amerika’dan mı söküyor” başlıklı yazısını bu aydınlık-karanlık metaforuna dayandırıyor. “ABD hegemonyasının militer saldırganlığının dünyayı esir alma sürecinde olduğu bir anda, Latin Amerika ve İslam dünyasındaki başkaldırı bir başka seçeneğin mümkün olduğu yönünde üçüncü dünya denilen batı dışı dünyaya umut saçıyor.” Aydınlık günler yakın anlaşılan, Chavez var, Batı’ya kafa tutan İran var…

    Latin Amerika’da yaşanan sol devrimler üzerinden “kızıl şafak” müjdeleyen bir sağcı fikir şaşırtıcı mı? Pek çok savaş karşıtı aktiviteye katılan İlahiyat Profesörü Hayri Kırbaşoğlu da Güney Amerika’da yaşananları ilgiyle izlediğini ve bir aktivist olarak katkı yapmak istediğini gizlemiyor…Sağın ve İslamcılığın kalesi gibi görünen gazete ve dergilerdeki yazılar buram buram sol kokuyor. Sol argümanlara yaslanan politik duruşun yazara prestij kazandırdığına inanılıyor; bu söylem onu Amerikan karşıtı, cesur bir kalem kılıyor…

    İslamcılıkla solun ortak dil arayışı bazı İslam ülkelerinde ne kadar eskiyse, Irak savaşı sürecinde Türkiye’deki söylem ve eylem birlikteliği o kadar yeni. Irak’ın işgali, fizikî haritayı değiştirmekle kalmadı ülkeyi süregiden bir trajediye sürükledi. Bu süreçte yanı başındaki işgale tanık olan Türkiye’de kafalar karıştı, saflar değişti…

    Okuyacağınız dosyada, entelektüel haritada yaşanan kaymaların izi sürülüyor. Öncelikle ‘İslamî sol’un imkânlarını araştıran ve alkışlayan bir yaklaşım içinde değiliz. Gönlümüz, fotoğraf çekmekten ve bu söylem değişikliğinin yansımalarını ve tahlillerini yapmaktan yana. Tek bir kavramın kimlikleri ifade etmediği bir düzlemde karmaşık ve tanımlanması zor bir konuyu gündelik dille anlatmanın zorluğunu belirtmeliyiz ki, sürç-i lisan edersek affola…

    Hayri Kırbaşoğlu’na “Hoca seni solda görüyorum bugünlerde.” diye takılıyor ünlü bir yazar. Kastı belli. Kırbaşoğlu’nun üniversitedeki odasında liberal kimliğiyle bilinen Anayasa Profesörü Mustafa Erdoğan’ın rengi solmuş köşe yazıları asılı. Peki, Doğu Konferansı, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu gibi sol aktivitelere katılması, Irak’ın işgali sonrası güçlenen anti-emperyalist ve muhalif söylemin içinde bulunması mı onu solcu yapmıştı? Kırbaşoğlu, kendi durumunu Irak’ta yaşananlara bir Müslüman’ın duyarsız kalmaması şeklinde açıklıyor: “Evet, şu anda İslam dünyasındaki hareketlerin biçim olarak sola yaklaştığını söylemek mümkün.”

    Dayanışma içinde olduğu insanların çoğu solcu; ama kendini sola kaymış hissetmiyor. Ona göre; vicdan sahibi insanların bir araya gelmesini sola kaymak gibi görmek haksızlık olur. Bu, olsa olsa sosyolojik ve politik bir ‘sol birliktelik’tir. Eğer bir ayrışma varsa, haktan ve iyiden yana olanlarla zulümden yana olanlar arasındadır. Her iki tarafta da Müslümanlar, Hıristiyanlar ve ateistler bulunabilir.

    Hem bilim adamı, hem de sol düşünceye sahip bir entelektüel olan Ferhat Kentel, sağla sol arasındaki temasın 1980’lere uzandığını ve halihazırdaki durumun kendisini çok heyecanlandırdığını söylüyor. Kentel’e göre bu diyalog, hem İslamcı hem de sosyalist cenahtan ayrışanların özgür alanlarda buluşmasını anlatıyor aslında. Ayrıca ona göre ne tek bir İslamcı var, ne de solcu. Mesela “Solcu damarım Unakıtan’la konuşmuyor.” derken Abdüllatif Şener’in duruşunu benimsiyor. Abdullah Gül’e ise ‘neredeyse’ hayranlık duyuyor.

    Ayrımsız dayanışmayı sembolize eden Hilf-ul Fudul, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) de mensubu olduğu toplumda adaleti tesis eden ve mağduriyetleri gideren bir mekanizma. Bu anlayış günümüzde insan hakları alanında faaliyet yürüten Mazlumder’in de çıkış noktası. Hayri Kırbaşoğlu’na göre, Efendimizin peygamberliğinden sonra “Hilf-ul Fudul şimdi olsa yine icabet ederdim.” demesi, İslamî hedeflerle çatışmayan her türlü adalet arayışına destek vermek gerektiği gibi bir teorik temel sunuyor. “Müslümanlar hak mücadelesini sol terminolojiye ihtiyaç duymadan hem de daha iyi yürütebilirler.” diyor Prof. Dr. Yasin Aktay. Şu anda solla paralellik arz eden bir İslamcı söylemin var olduğunu ve kendisinin de bu görüşten yana olduğunu ekliyor. Aktay’a göre, İslamcılık sol ya da sağ seçeneklerle ifade edilmeye muhtaç değil. “Eğer muhatabınız sizin dilinizi bilmiyorsa onun dilini konuşmak zorunda kalırsınız. İslam’ın böyle yorumlanması, sol ve sağ dışında bir seçenek bilinmemesinden kaynaklanıyor.” Tıpkı sol’un tüm dünyada hâkim olduğu 1960 ve 1970’lerde İslam dünyasında muhalefetin sol terminoloji ile yapılması gibi. “Çünkü o dönemde hâkim muhalefet söylemi oydu. Sonuçta kendi dilinizi bir alternatif olarak benimsetme endişeniz varsa bile en azından derdinizi anlatana kadar muhataplarınızın diliyle konuşmak zorunda kalırsınız. Bu sebeple karışıklığı anlaşılır buluyorum. İslam farklı dillerle de anlaşılabilir yalın bir mesaja sahip.” Aktay’ın anlatımına göre, farklı toplumsal taleplerin aynı enstrümanlarla ifade edilmesinden ve “anlattığın karşındakinin anladığı kadardır” düsturunun tezahürü olan söylem birlikteliğinden bir İslamcı-solcu yakınlaşması çıkmaz. Ayrıca bir yakınlaşmanın olabilmesi için ülkede sol diye nitelenebilecek bir tavrın olması gerekir.

    Bazı liberallerin hal-i pürmelâli

    11 Eylül ve Irak Savaşı öncesinde Türk sağının neredeyse yegâne fikir kaynağına dönüşen liberal düşüncenin bu süreçten nasıl etkilendiğine bakalım. Liberal Düşünce Topluluğu Başkanı Prof. Dr. Atilla Yayla’ya göre fikirler de insanlar gibi sınanır ve hiçbir fikir yüzde yüz sağlam değildir. 28 Şubat ve Irak Savaşı herkes gibi liberaller içinde test olmuştur. “Ağırlıklı olarak sağlam durdular. Ama her iki olayda da illiberal çizgilere doğru savrulanlar oldu.” Bir liberal, problemleri şiddet yoluyla değil müzakere yoluyla çözmek durumundadır ve liberaller sadece meşru müdafaa savaşına destek verir. “Irak’ta olan şey Amerika’nın meşru müdafaa hareketi değil, doğrudan doğruya işgal hareketidir. Dolayısıyla yanlıştır. Bunu eleştirmek gerekirdi. Bu bazı liberaller tarafından yapılmadı. Bana göre onlar hataya düştüler.”

    İki görüş sosyalist Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner ile Prof. Dr. Atilla Yayla’yı bir noktada birleştiriyor: İlki; milli menfaatler hassasiyeti. Bilindiği gibi bu kavram 1 Mart Tezkeresi öncesi çokça konuşulmuştu. Yayla’ya göre çoğu zaman muğlak ve tehlikeli olan bu kavram Laçiner’e göre ‘hak’kın önüne geçtiği durumlarda hem hakkı hem adaleti yok ediyor. Dikkat çektikleri ikinci konu ise ‘anti-Amerikancılığın’ dayanılmaz hafifliği. Emperyalizm karşıtlığının tepkiyi uzaktaki bir varlığa yöneltirken yanı başımızda olup bitenlere kayıtsız kalma hâli Laçiner’in, maliyetsiz ve insana hemen çevre kazandırıyor olması da Yayla’nın dikkatini çekiyor.

    Nurettin Topçu’dan geriye kim kaldı

    ABD’nin saldırgan dış politikasının sol söylemi kamçıladığı ortada. Ancak Yayla’ya göre, Türkiye’deki müesses sosyalist kültür bu dilin kullanımında daha etkin. “Türkiye’de sol terminolojinin her muhitte egemen olması beni rahatsız etmiyor demeyeyim, rahatsız ediyor elbette ama şaşırtmıyor. Çünkü Türkiye özünde sosyalizmin çok etkin olduğu bir ülke. Bu ülkede Hayek’in kavramsallaştırmasıyla bir solcu sosyalistler bir de sağcı sosyalistler var. Mesela İslamcıların iktisadi görüşleri tamamen sol ağırlıklı. İslamcıların bugünlerde dünya politikasıyla ilgili söylemleri aşağı yukarı tamamen sola denk düşmekte.” diyor.

    Aslında İslam dünyası sosyalist içerikli açılımlara yabancı değil. 19’uncu yüzyılın sonlarından itibaren emperyalizmden kaynaklanan sorunların çözüm önerileri arasında sosyalizm vurgusuna sahip alternatifler hep vardı. Ali Şeraiti, Seyyid Kutup, Mustafa Sıbai, Hasan Hanefi gibi pek çok Müslüman entelektüel, eserlerinde İslam’ın solla olan yakınlığına işaret etti. Ve İslam dünyasında bu düşüncenin alıcıları da hep var oldu. Ancak ‘Soğuk Savaş’ döneminde İslam coğrafyasındaki Baasçı ve sosyalist hareketlerin ve İslam sosyalizmi kavramlaştırmalarının Türkiye’ye yansıması güçlü değildi. Siyasal İslam denebilecek Milli Selamet çizgisinin iktidar yürüyüşünde sıklıkla sol söyleme müracaat ettiği biliniyor. Fakat bu hiçbir zaman sosyalist dünya görüşüne atıfta bulunularak yapılmadı. İdris Küçükömer’in ‘sağ aslında solu, sol ise sağı temsil ediyordu’ tezinin farklı bir örneğiydi sadece. Tıpkı AK Parti’nin halka, CHP’nin seçkinlere dayanması gibi. Hüseyin Hatemi dillendirse de Yaşar Nuri Öztürk İslam sosyalizmi kitapları çevirse de Türkiye’de tek özgün söylem bu isimlerin hocası olan Nurettin Topçu’ya ait. Topçu’nun öğrencilerinden Ali Bulaç, hocanın kullandığı Anadolu sosyalizmi kavramının yanlış anlaşıldığını dile getiriyor. “Anadolu sosyalizmi diye kavramsallaştırılan şey aslında toplumsal bir dayanışma ve cemaat ilişkisinin hayatın geneline yayılması anlamına geliyordu. Yoksa Marksist bir kasıt yoktu.”

    Siyaset Bilimci Yalçın Akdoğan ise, İslamcılığın anti-emperyalist karakterini 19. yüzyılla Osmanlı’nın dağılış döneminde kazandığını ifade ediyor. Dolayısıyla İslamcılık yeni bir kavram değil, solla benzerlikleri de şekilsel. İki kesimin aydınları arasındaki yakınlaşma demokrat düşünce adamlarının arasındaki bir diyalogdan ibaret, uçların yakınlaşması söz konusu değil.

    Ali Bulaç, yeni uluslararası düzeni, Muhammed İkbal’e atfen ördeğin timsahla beraber yüzdüğü serbest sulara benzetiyor. Bulaç’a göre Irak Savaşı ile birlikte tüm sağ ve sol ideolojiler anlamını yitirdi. Ve entelektüellerin kafasında pek çok soru belirdi. “Savaşın gerekçelerine bakıldığında petrol için gelmiş olamazlar. Bugüne kadar dünyada petrolün akışında hiç sıkıntı olmadı ki! Sorun İsrail’in güvenliği de olamaz. Hiçbir Arap ülkesi İsrail’i güvenli sınırları içinde tanımamazlık etmiyor. İsrail’den tek istenen, 1967 öncesi sınırlarına geri çekilmesi.” diyor Bulaç. Sonuçta sol, sağ ya da liberal aydınlar vaziyeti izahtan aciz kalıyor. Ayrıca ‘İslam dünyasındaki aşırılıklar Batı’yla eklemlenmemize mani oluyor’ diyen ve İslamî metinleri yeniden Hermenotik bir okumaya tabi tutmayı teklif eden aydınların sundukları çözüm havada kalıyor. Ve Hasan Hanefi, Abdülkerim Suruş, Prof. Mehmet Aydın gibi isimlerin tezleri işgalle anlamını yitiriyor.

    Bulaç’a göre İslam, modernite dışı bir harekete zemin oluşturuyor. Batı’nın bu durumu tehdit olarak algılamasıyla da kızılca kıyamet kopuyor. İnsanı tekrar Allah’a ve kutsala çağıran İslam’la modern Batı arasında kalan Müslüman aydınların bu durumda yeni bir düşünce sistematiği geliştirmesi kaçınılmaz. Bulaç yeni dünyaya şekil verecek kavramların oluşma serüvenini “Şu anda çok geniş bir coğrafyada yepyeni bir entelektüel damar doğuyor. Bir yandan varlık mücadelesi sürdürürken öte yandan da düşünüyorlar.” diye özetliyor.

    Ferhat Kentel’e göre de dünya genelinde yaşanan savrulma nedeniyle insanları kamplara ayıran sağcı, solcu, İslamcı gibi söylem ihtiyaca cevap vermekten uzaklaştı. “Tüm diğer ideolojik kavramlar gibi sosyalizm de bazı insanların hayallerini temsil ediyordu. Ama çuvalladı.” Hayal kırıklıkları ile dolu olsa da ‘her sonuç bir başlangıçtır’ vecizesi bir kez daha tekrarlanıyor. Sonuçta dünyanın pek çok yerinde muhalefet ihtiyacından kaynaklanan yeni sosyal hareketler tomurcuklanmaya başladı. Sesini yükseltmeye başlayan Latin Amerika da bunlardan biri. Geniş katılımlı sosyal formlarda Filistin sorunu da Afrika’daki açlık ve ozon tabakasındaki yırtılma gibi özel gündemler de konuşuluyor. Bir bakıma hayalsizliğin en dibine yuvarlanan sol, bu yeni sosyal hareketlerle yeni bir yola giriyor.…

    de sol ne âlemde?

    Taraflar arasında bunlar yaşanırken ‘sol’da neler oluyor peki? “İnsanlar sosyeteye girer gibi sol ideolojiyi benimsiyor. Ama şu anda Türkiye’de sol diye bir şey kalmamış durumda.” sözleri Yasin Aktay’a ait. Zira Aktay, sosyalizmin ‘ırkçı’ bir söyleme dönüştürülüp bir zümrenin müktesep malı hâline getirildiğini düşünüyor. Sosyal adalet, eşitlik gibi mesajları yitiren soldan geriye, solculuk diye bir zümreye intisap etmiş insanlar topluluğu kalmış durumda. Tartışılmadık bir şey bırakmayan ama bunun ötesine de geçemeyen Marksist solun, üstüne gelecek bina ettiği proleteryayı kaybettiğini söylüyor Aktay. Ve ekliyor: “Sol, gelecek umudunu yitirmiş bir cemaatten geriye kalan küçük bir grubun sürdürdüğü bir hayali andırıyor…”

    Ferhat Kentel de, “Sol, tarihsel çizgi açısından modern kapitalist dünyaya özgü bir düşünce sistemiyle üretilen en son rüyaydı. Bu hayal de Sovyetler Birliği ile birlikte sona erdi.” sözleriyle Aktay’ı destekliyor. Ancak aralarına karışması neredeyse Musevi cemaatine girmek kadar zor olan Türk solcuları hâlâ bu rüyayı görüyor.

    Türkiye’deki sosyalist literatür arasında önemli bir yere sahip olan Birikim Dergisi’nin yönetmeni Ömer Laçiner de solun düpedüz sağcılaştığını düşünüyor. Laçiner’e göre anti-emperyalizm içeride ve dışarıda güce karşı olmak anlamına gelirken Türkiye’de anti-emperyalist hareket sadece Amerika karşıtlığı ile sınırlı. İçerdeki özgürlük mücadelesiyle ilgilenmiyor bile. Bu durumda soldan bahsetme imkânı da kalmıyor. Çünkü sağ bir duruş sergileyen sol, kendini ifade ederken aslında gerçek solun ‘tiksindiği’ metodları kullanıyor. Aktay’a göre ise Türk solu Arap dünyasındaki solcuların yaptığını yapamadı yani ateist ve aydınlanmacı kökleriyle arasına mesafe koyamadı. Oysa tarihi daha gerilere giden Arap sosyalistliği yerel kodlar üzerinden yorumlanmış ve sentezlenmiş bir hareket. Hayri Kırbaşoğlu bu ifadeyi şöyle örneklendiriyor: “Kahire’de katıldığım bir toplantıda solcu olduğunu tahmin ettiğim aydınlar bile sözlerine besmele ile başlıyorlardı. Bunlar Trockkist mi? En solcuların bile İslamî değerlerle bir kavgası yok. Orada sol, toplumun değerleri ile şekillenmiş.”

    Türk solunun bir açmazı daha var: Türkiye’de sol, Kemalizm’le fena hâlde özdeşleşmiş durumda. Bulaç, “Militan kalkınmaya ve modernleşmeye dayanan Sovyet Marksizmi, materyalist ve pozitivist bir temele sahipti ve totaliter bir dünyayı öngörüyordu. Bu özelliklerin tamamı Kemalizm’de var. Bu sebeple Türkiye’deki solcular Sovyetler Birliği çökünce kolayca Kemalizm’e geçiş yaptılar. Son tahlilde buradaki solcuların iflah olması zor görünüyor.” diyor.

    Bu uzunca analiz çabasının sonunda söylenebilecek birkaç şey var: Dünya genelinde ayırt edici vasfı muhalif vurgu olan bir sivil hareket gittikçe güç kazanıyor. Hatta kimilerine göre bu tabloyu ‘küreselleşme karşıtlığının küreselleşmesi’ olarak nitelemek de mümkün. Ancak neticede söz konusu olan Türkiye ise fotoğrafın tamamlayıcı unsurlarına da dikkat etmek gerekiyor.

    ALİ BULAÇ:

    KÜRESELLEŞME KARŞITLIĞI SAHTE BİR DİRENİŞ

    Küreselleşme ile birlikte milli devletler miadını doldurdu. Şimdi buna karşı bir direniş söz konusu ama bu sahte bir direniş. Batı kültürü insanları bir arada tutamıyor. Kendisinden farklı olanları ya asimile ediyor, ya kendisinden uzaklaştırıyor ya da soykırım uyguluyor. Daha da önemlisi Batılı insan tanrıyla savaşıyor. Yani bütünüyle derin bir kriz yaşıyor ve bu durumu birilerine savaş ilan ederek örtbas etmeye çalışıyor. Son tahlilde sağcı ya da solcu aydınlar modernitenin kendisini bir tahlile tabi tutmadıkları sürece krizin bir parçası olmaktan kurtulamıyorlar. Çünkü muhalefetleri bir iktidar mücadelesi olmaktan öteye geçemiyor. Şimdi yeni bir entelektüel hareketin doğuşuyla karşı karşıyayız. Son yıllarda peş peşe yaşananlar aydınımızın kafasında hümanist paradigmanın iflasına sebep oldu. Mevcut ideolojik sistemlerin reel durumu izah edecek kavramsal açılımları yok. Bunu açıklayamadıkları için çöküyorlar. Bu esnada Arap dünyasındaki entelektüeller tekrar düşünmeye koyuldular. Şu anda çok geniş bir coğrafyada yepyeni bir entelektüel damar doğuyor.

    SAFLAR DEĞİŞİYOR MU SIKLAŞIYOR MU?

    11 Eylül’ün ardından yaşananlar ve Irak’ın işgaliyle doruğa ulaştırdığı hassasiyetle, Cumhuriyet tarihi boyunca karşı saflarda görmeye alıştığımız ‘İslamcı’ ve ‘solcu’ aydınlar, aynı cümlelerin altına imza atmaya, aynı masa etrafında oturmaya başladı. Barış Girişimi, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (Küresel BAK) gibi isimler altında toplanan diyalog platformlarından biri ve belki de en heyecan vericisi Doğu Konferansı’ydı…’Emperyalist güçlerin Doğu coğrafyasına yönelik operasyonlarına karşı’ yan yana gelen aydınlar arasında birbirinin çok uzağında sosyal kesimlere mensup olanlar en dikkat çekenlerdi şüphesiz. Sosyalist Kültür Dergisi Birikim’in genel yayın yönetmeni Ömer Laçiner’le Saadet Partisi eski milletvekili Mehmet Bekaroğlu’nu yan yana görmek bu açıdan manidardı.

    Altında Nuray Mert, Etyen Mahcupyan, Can Dündar, Salim Uslu, Hırant Dink, Fikret Başkaya, Yasin Aktay, Oral Çalışlar gibi entelektüel kimlikleri ile tanınan pek çok ismin imzasının bulunduğu manifestoda ‘Doğu’nun ortak meselelerinin altı çiziliyordu: “Bölgede egemenlik kurmak için halkların insanca ve özgür bir hayat yaşama özlemi bastırılıyor. Bölme-yönetme esasına dayanan bir siyasi coğrafya ortaya çıkaran sömürgeci güçlere karşı yaratıcı çoğulculuğu korumak ve kadim değerler üzerinde yaşayan Doğu halklarının birliğini yeniden canlandırmak gerekiyor.” Ortadoğu coğrafyasında uzun yıllardır kapalı olan iletişim kanallarını ihya etmek için yollara düşen Türkiyeli aydınların diyalog seyahatleri 2003 yılında Suriye ile başladı.

    Konferansı heyecan verici kılan unsur Türkiyeli entelektüellerin birlikte yola çıkmasıydı belki. Nitekim Ömer Laçiner de ilk seyahatte, “Bu birlikteliğin acizlikten kaynaklanan bir kader birliği içinde bir saçak altı bulup onun altında yağmurun bitmesini bekleme noktasına evrilmesine izin vermemeliyiz.” diyerek bir arada olmanın önemine vurgu yapıyordu. Ali Bulaç’ın Doğu Konferansı tecrübesini değerlendirirken işaret ettiği keşifler, ekibin doğru yolda ilerlediğinin göstergesiydi adeta. “Aradan çok zaman geçtiği için farklılaşmışız. Çünkü biraz konuşunca görüyorsunuz ki sorunlar ortak. İlk tecrübemiz bu oldu. Sonra gördük ki Batılı entelektüellerle iletişime geçmekten çok daha kolay anlaştık.”

    Ancak Bulaç’a göre Doğu’yla İslamcılara kıyasla daha az teması olan solcu aydınlar için yaşananlar daha da anlamlıydı. Zira karşılaştıkları büyük medeniyet, zihinlerindeki ‘Doğu’ imgesinin oldukça uzağındaydı. Tabii duygusal açılımlar dışında sonuçları da oldu bu seyahatlerin. Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu’na dayanan bilgiye göre Doğu Konferansı’nın ‘lokomotif’lerinden Nuray Mert Arapça öğrenmek için kolları sıvamış ve Gazze’de, Halep’te Türkçe kursları açılmaya başlamıştı.

    Ekip, aradan geçen 3 yılı aşkın sürede çeşitli keşif yolculukları için bir araya geldi. Hedefteki adresler kadar seyahat biçimi de önemliydi şüphesiz. Çünkü genellikle otobüsün samimiyet ve tevazusu uçağın konforuna tercih ediliyor, yol boyunca keyifli ve bereketli beyin fırtınaları yaşanıyordu. Kırbaşoğlu’nun “İnanılmaz bir uyum yakaladık. Aydınların vicdanının çok iyi bir imtihan verdiğini bu kadar farklılıklara rağmen insani bir konuda buluşabildiklerini gördük.” diye anlattığı çok sesli koroyu andıran konferansın son etkinliği İstanbul’da düzenlenen uluslararası toplantıydı. Ancak bu organizasyona ‘içeriden’ gösterilen teveccüh, başlangıçtaki renkliliğin gerilerde kaldığını düşündürüyordu. Uluslararası katılımın zenginliğine karşın koridorlarda aşina sima görmek kadar kolay değildi.

    Peki neden? Başından beri bu diyalog hareketine dâhil olan Prof. Dr. Yasin Aktay’a göre entelektüellerin bir arada kalması başlı başına zor bir durum. Çünkü her birinin asla taviz vermeyecekleri kabulleri vardır ve söz buraya geldiğinde alttan alan taraf olmaya yanaşmazlar. Bu sebeple benzer organizasyonlara katılımın zamanla azalması kaçınılmaz olabilir. Doğu Konferansı’nın birbirine tutunarak ayakta kalma çabasının bir ürünü olduğunu söyleyen Ömer Laçiner ise başka bir probleme dikkat çekiyordu: “Birbirimizin düşüncesini daha konuşmadan ve dinlemeden reddetmeye alışmışız. Biri, karşımdaki ne diyor diye merak edip dinlemeye başladığı anda onunla aynı ideolojiyi benimseyenler, ‘ne oluyor, saf mı değiştiriyor acaba’ diye şüphe etmeye başladılar.”

    Farklı ideoloji ve dünya görüşüne sahip insanların diyalog çabasına verilebilecek en iyi örneklerinden biri olan Doğu Konferansı’nda durum bundan ibaret. Sonuç itibariyle hiçbir resmî sıfatı olmayan girişimin nasıl bir seyir izleyeceği belki hâlâ Irak ve Ortadoğu’daki çalkantıların seyrine bağlı…

    PROF. DR. ATİLLA YAYLA:

    SESİMİ YÜKSELTMEM DAHA MI İYİ OLURDU?

    Liberallerin en büyük problemlerinden biri Amerika taraftarı gibi görünmeleri. Ama böyle bir şey yok. Çünkü tek bir Amerika yok. Sol söylem Türkiye’de yükseliyor ve belki başka söylem de yok. Bir de problemlerin sorumluluğunu başkalarına yüklemek insanların hoşuna gidiyor. Kendimizi ya da yakın çevremizi sorgulamak yerine baş edemeyeceğimiz yerleri şeytanlaştırmak kolayımıza geliyor. Liberal aydınlar olarak Irak işgaline karşı muhalif sesimizi daha fazla duyurmaya çalışsak daha iyi olur muydu diye kendi kendimize sorduğumuz oluyor. En azından ben soruyorum. Ama Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) bildiri yayınlayan, sokağa çıkan, ortak miting düzenleyen bir kuruluş değil. Biz yazma ve konuşma çizgisinde olan insanlarız, bundan dolayı böyle bir şey mümkün olamazdı. Ve bu kuruluş böyle devam edecek.

    1. YALÇIN AKDOĞAN:

    DİYALOĞU İSLAM SOSYALİZMİ İLE KARIŞTIRMAMAK GEREK

    Solun bir dönem “devlet” aygıtını aşırı önemsemesi gibi, İslamcılık da uzun zaman devlet endeksli bir hareketti. Ancak 90’lı yıllardan sonra İslamcılık devletten topluma doğru bir anlayış değişikliğine uğramaya başladı. Yukarıdan değil aşağıdan dönüşümü esas alan bu hareket toplumsal dinamikleri daha fazla önemsiyor. Sol ideoloji gibi İslamcılık anlayışı da da toplumsallığa önem veriyor. Her iki hareketin de büyük şehirlerin varoşlarında güç kazanması ancak bu “halkçı” ve “protest” karakterle izah edilebilir. Irak Savaşı sonrasında Amerika karşıtlığıyla gelişen solun yanına bir de İslamcılar eklendi. Bu benzeşmeyi bir zamanlar kimi Ortadoğu ülkelerinde gelişen “İslam sosyalizmi” gibi anlayışlarla karıştırmamak gerekir. Genel anlamda bakıldığında İslamcılık şekilsel olarak sol ile benzeşen kimi özelliklere de sahip. Ama sosyalist hareketlere göre kendisini daha hızlı dönüştürebilecek bir dinamizm üretmiş, varolan şartlara ve toplumsal gerçeklere adapte edebilmiştir.

    PROF. DR. YASİN AKTAY:

    İSLAMCILIK GERÇEĞE DAHA UYGUN

    İslam emekte adalet ilkesini, hep savunmuştur. Ama adaletin karşılığı solcuların savunduğu gibi sermayeyi ortadan kaldırmak değildir. İslam, sermayenin de bir hak olduğunu kabul eder ve sermayeyle çatışmaya girmez. Ama işçinin hakkını da sonuna kadar savunur. Bu anlamda İslamcılığın söylemi dünyanın gerçeklerine sosyalizmden çok daha uygun. Müslümanlar vahiy geldiğine inanırlar, bu sebeple hiçbir şekilde vazgeçemeyecekleri hakikatler vardır. Kendilerine ait fikirlerle vahye ait olanları da ayırt eder ve tarihe ait fikirlerden kolay vazgeçebilirler. Ama bir zümrenin tüm hak ve adalet söylemini tekeline alıp haktan yana olan bizim saflarımıza gelmiştir demesi anlaşılamaz. Dolayısıyla bazen solcuların birtakım görüşlerini alırken bazen de onlara bir şeyler anlatmanın telaşına düşülebilir. Solun kendine ait bir dili ve kendine ait bir paradigması var. Biz bu paradigmayı benimsemek durumunda değiliz. Tam aksine bugün Müslümanlar sola yeni bir duruş teklif ediyor.

    ALİ BAYRAMOĞLU:

    LOKAL BİR YAKINLAŞMA

    İki kesim arasında gözle görülür bir yakınlaşma var. Ama bunun hangi İslamcılarla hangi sol arasında olduğuna, hangi söylem çerçevesinde olduğuna bakmak lazım. Her dönemde farklı kesimlerin çakışan ve örtüşen söylemleri olmuştur. Bunlar dönemsel hassasiyetlere göre değişir. Irak’ın işgali sonrasında ulusalcılık ve savaş karşıtlığı tarafları yakınlaştırdı. Bunun tamamen konjonktürel olduğunu düşünüyorum. Çeşitli siyasal hareketler dönemsel hassasiyetlere göre bazen ittifak kurar, bazen çatışır. 28 Şubat döneminde demokrat sol ile askerler arasında bir yakınlık olmuştu. Aynı dönemde İslamcılarla liberaller arasında bir diyalog kurulmuştu. Milli hassasiyetlerin tetiklediği bu lokalliklerden uzun vadede bir sonuç beklememek gerekiyor. Ancak Türkiye siyaseti üzerinde elbette birtakım etkileri olacaktır.

    ÖMER LÜTFİ METE:

    SOL İLE SAĞIN FLÖRTÜNÜ 28 ŞUBAT BAŞLATTI

    Ben Türkiye genelinde ciddi bir değişiklik gördüğümü söyleyemem. Ayrıca yakınlaştığı varsayılan insanların ‘medya adam’ları olduğunu düşünüyorum. Zira hakiki aydının güncel gelişmelerden ciddi boyutta etkilenmesi söz konusu olamaz. İslamcı okur-yazarların solcular ile daha muhabbetli olması da yeni bir durum değil. 28 Şubat sürecinde bu muhabbet bayağı tırmanmıştı zaten. Fakat söz konusu olan bütün sol değil elbette. Solun özellikle liberalleşmiş kesimi ile İslamcı okur-yazarların ilişkisi yoğunlaşmıştı.

    Aslında bana göre Amerika konusunda duyarlı olmak için Irak işgalini beklemiş bulunmak, aydın denebilecek herhangi biri adına yeteri kadar küçük düşürücüdür. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra olan bitenleri algılamayan ve etkilerini görmeyen kişi nasıl aydın olabilir ki? Sol ile milliyetçiliğin ilişkisine gelince… Elbette millici solcularla millliyetçiler arasında bir ortak bakış açısı doğabilir, bunda Irak’taki barbarlığın bir payı bulunabilir, o kadar.

    27 şubat 2006

    Related Posts

    etyen mahcupyan; batı devletten, doğu örgütten özgürleşmeli!

    Şubat 13, 2015

    türkiye çözümü konuşuyor!

    Şubat 13, 2015

    kat karşılığı şehirler…

    Şubat 13, 2015
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.