Zamanımızı ve ruhumuzu müsaade ettiğimiz ölçüde kuşatan Ramazan-ı Şerif’e veda ediyoruz. ‘İnsan değişir’ diyor sufiler. Bir an önceki siz, bir an sonraki ile aynı kişi değilsiniz. Şüphesiz bulduğu gibi bırakmıyor bizi oruç ayı. Veda vakti istifadeyi artırabilmek ümidiyle İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Ekrem Demirli’yle kulluğu, ibadetin maksadını ve insanın dünya karşısındaki durumunu konuştuk.
-Mülk Suresi’nin 2. ayet-i kerimesinde “Ölümü ve hayatı kimin amelinin daha iyi olduğu anlaşılsın diye yarattık!” buyuruluyor. Buradan hareketle hayatın ibadetle seviye kazanma maksadı taşıdığını söyleyebilir miyiz?
Bu ayet-i kerimede dikkatimizi çekmesi gereken ilk husus, Allah-ü Teâla’nın hayatı ve ölümü bizi sınamak için yaratmış olması. Biz hayattan ve ölümden önceyiz demek ki. Ve ölümden sonra da var olmaya devam edeceğiz, çünkü imtihanın hesabını soracak. Ölüm ve hayat fâni, insan bâkî. İkinci olarak ‘ahsenu amela’ ifadesini anlamaya çalışmak gerekiyor. Sözlüklerde ‘iyi amel’ diye tercüme ediliyor. Bu mana doğru tabii ancak ‘ahsen’ kelimesinin mastarı ‘ihsan’dır. ‘Kim ihsan üzere amel edecek onu görmek istedik!’ diye tercüme edilse mana açılmış olur. Hazreti Peygamber ihsanı “Allah’ı görür gibi amel etmek” diye tanımlıyor. İhsan kavramının geçtiği ayet-i kerimeler bu mana çerçevesinde bir daha anlaşılmaya çalışılabilir. Ve bu yorumlar tasavvufi anlayışa daha yakın olur. Demek ki maksat sadece amel etmek değil; ameli, Allah’ı görür gibi yapmak.
-Amelden kasıt nedir?
Amel fiillerimizin bir kısmıdır. Ameli amel yapan şey niyete ve iradeye bağlı olmasıdır. Bilinçli ve kasıtlı yapılacak. İslam âlimleri niyet meselesinin çok üzerinde durmuşlardır. Peygamber Efendimiz de “Müminin niyeti amelinden daha iyidir!” buyuruyor.
-Ne anlamamız gerekiyor bu ifadeden?
Davranışlarımızı yukarıdan aşağıya sıralarsak en başta iman vardır. İmanda irade yok, Allah’ın ihsanı o. İstesek iman edemeyiz. Cenab-ı Hakk hidayet ederse olur ancak. En aşağıda ameller, onun üzerinde ahlak var. Amel ve ahlakı imana bağlayan şeyse niyet. İmana en yakın şey, onun en açık tezahürü niyet. Dolayısıyla niyet, kategorik olarak diğer davranışlardan üstün, onların yönünü belirliyor. Efendimiz’in “Mü’minin niyeti amelinden üstündür.” hadis-i şerifinden bir şey çıkarıyor âlimler. Diyorlar ki; insanın alışkanlıkları, âdetleri vardır. Mesela serin yerlerden hoşlandığı için yazın gidip bir camide vakit geçirebilir kişi. Bu alışkanlıktır. Fakat bu tercihinde Allah rızası gözetip öyle bir niyetle gitse âdet ibadete döner.
-Fiillerin amele çevrilmesi bu kadar kolay mı?
Evet, bir açıdan öyle. Ayet-i kerime dedi ya “Sizi sınamak için yapıyoruz bunu.” İmtihanın temel özelliği kolaylıktır. Çünkü Cenab-ı Hakk, insanı yapamayacağı bir şeyle sorumlu tutmaz, ayetle sabit. İbadetlerin, hatta ahlakın tamamı bizim yapabileceğimiz şeylerdir, gaflete düştüğümüz için veya başka zaaflarımız nedeniyle yapamıyoruz. Sevdiğimiz bir insana karşı cömert olabiliyoruz mesela ama bunu bütün insanlara yayamıyoruz. Demek ki istediğimizde cömert olabiliyoruz! İslam âlimlerinin genel bir niyet ifadesi var: Ya Rabbi her işte maksadımız sen, matlubumuz sensin! Arifler zikir yaparken, tesbih çekerken 99 tekrardan sonra her başa döndüklerinde niyet tazeliyor.
-Neden?
İbadet sürekli ibadet olarak kalmaz çünkü. Âdete dönüşebilir. İnsan ünsiyet kesbediyor. Farz ibadetlere, âdet oldu-olmadı diye bakılmaz. Onlar yapılmalıdır, terk edilemez. Fakat nafilede durum başka. Âlimler nafile ibadeti âdete dönüşen insanlara o ibadeti bir süre bıraktırıyor. Âdet kaybolunca tekrar başlamak üzere bir ayrılık yaşatıyorlar. Nafilenin gayesi diri tutmaktır. Nafile ibadet farzı desteklemek üzere yapılır. Niyeti unuttuğumuzda ibadet âdete dönüşüyor. Niyet; insanın hayatında, ahlakında, davranışlarında, sair insanlarla ilişkilerinde Allah’ın rızasını gözetmesi demek. Ancak böyle bir ibadet bizi imana daha çok yaklaştırır.
-Amelde ihsan seviyesine erişmek havasa has değil, hepimizin gayesi olmalı öyleyse…
Kesinlikle. Herkes Cenab-ı Hakk’la ilişkisinde havas haline gelebilir. En yüksek zekâ sahibi kişi de, 72 kelimeyle konuşan bir kabile mensubu da havas mertebesine çıkabilir. Mesele ihlas ve samimiyet. Üstünlük ancak takva ile çünkü. Havas ve avam ayrımı Allah’a yakınlıkla ortaya çıkıyor.
-Kulun hangi fiilleri ibadet kapsamındadır?
İslam bize diyor ki ibadet kavramı ancak peygamberle, yani vahiyle mümkündür. Peygamber ve vahiy yoksa mükellefiyet olmaz. Vahiy, evvel emirde farzlar getiriyor. Bunları iman, amel ve ahlak diye taksim ediyoruz. Yasaklar getiriyor, bunları da haram, mekruh diye kategorilere ayırıyoruz. Bunlara riayet ibadet kapsamında. Vahyin herhangi bir şey söylemediği üçüncü bir alan daha var. Mübah denir bunlara ve ahlak alanı genellikle mübahlarla ilgilidir. Müslümanın yürümesinden ağaç dikmesine, yerden bir çöp kaldırmasına, çevresindeki insanlara rahatsızlık vermemek için hassasiyet göstermesine kadar her davranışı ahlak ve adap kısmına girer ve bunlar Allah’a yakınlık niyeti taşıdıkları ölçüde ibadettir. Allah her yerde ve hep bizi görüyorsa sadece camide O varmış gibi davranıp sair yerlerde başına buyruk olamayız. Niyâzî-i Mısrî’nin dediği gibi “Ararsan Mevla’yı içinde ara / Kudüs’te, Mekke’de Hacc’da değildir.” Sufiler teraziye bakıyor, kefe bir tarafa fazla kaymışsa öteki tarafa baskı yapıyor. Adam, Allah sadece hacda gibi davranıyorsa kafasını biraz sarsmak gerekiyor. ‘İçine bak’ diyor, içinde yoksa hiçbir yerde yoktur. İçinde yoksa Kâbe’de de olmaz. Çünkü Kâbe’de olduğunu söyleyen aynı zamanda senin içinde olduğunu söyleyen kişidir. İkisine birden itibar etmen gerekir.
-Hucurat Suresi’nde ‘iman ettik’ diyen bir kitleye hitaben “İman ettik demeyin, İslam olduk deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi.” buyuruluyor. Bu ayet-i kerime bize imanla İslam arasında hiyerarşik bir ilişki olduğunu mu söylüyor?
Kavramların sözlük manalarına bakmak gerekiyor. İslam’la iman aslında aynı şey! Allah’ın mutlak iradesine tam teslim olmak ve bundan da razı olmak demek İslam. O ayette Hazreti Peygamber’in ve İslam’ın otoritesini kabul eden bedevilerin henüz hakiki mü’min haline gelmedikleri söyleniyor. Sosyolojik olarak bakıyor bazı kabileler İslam’a. Sanki yeni bir Arap krallığı kurulmuş, onlar da bunu kabul etmişler. Öncelikle bu yorumu bilmek gerekiyor ama âlimlerden bazıları da sizin anladığınız gibi yorumluyorlar. Muamelatla; namazla, oruç, hac, zekâtla ilgili kısma İslam, kalbî mevzulara iman denir diyenler var.
-Aralarında hiyerarşik bir bağ olduğunu varsayanlar ibadetlerin imanı olgunlaştıran bir zaviyesi olduğunu mu düşünüyor?
Evet, genellikle böyle söylüyorlar. İmanda güçlenme ve zayıflama olabilir. Amel ve ahlak güçlenmesine katkı sağlar. İman, ahlak ve amel biçiminde tezahür ediyor. Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Lambadaki ışığın gücüdür dışarı yansıyan.
–İhsan seviyesine erişmek gayretle mümkün müdür?
Yeryüzünün aydınlanması güneşe bağlı. Yeryüzündeki nesnelerin aydınlanması da ne kadar güneşgördükleriyle alakalı. Biz perdeyi açmakla mükellefiz. Bir tasavvuf ehliyle sohbet ediyordum. Bir şarkı sözünü hiç aklıma gelmeyecek biçimde yorumladı, bana döndü ve “Ekrem Hoca, kara bulutları kaldır aradan!” dedi. Galiba kulluk, bu bulutların azaltılmasıyla alakalı. En çok anlamamız gereken kavramlar iman, İslam ve ibadet. İbadeti günlük hayatta ‘yapmak, etmek’ fiilleriyle kullanıyoruz. Tuğlaları üst üste koyarak bir duvar inşa etmek gibi pozitif bir mana yüklüyoruz. Hâlbuki kelime anlamı itibarıyla ‘abede’; çöl, arazi demek. Abd, abid de köle. Değersiz kişi, kıymeti yok. Biz ibadetle değersizleşiyoruz yani. Kendimize atfettiğimiz kıymetten arınıyoruz. Değer kaybedip çöle dönüyoruz.
-Tam tersi kıymet kazanmamız gerekmez mi?
Hayır. Cenab-ı Hakk’a diyoruz ki “Rahman Sensin, Rahim Sensin! Her şeyin sahibi Sensin.” Peki, ben kimim? Çöl, hiç… Hiçleşmeye çalışıyor insan ibadet ederek. Duvar inşa etmiyor, var olan duvarları yıkıyoruz.
-Kıymet gibi telakki ettiğimiz şeyler negatif mana içermeye başlıyor!
Evet, sahip olduğumuzu vehmettiğimiz şeyler Allah’la ilişkimizde negatif işlev görüyor, perde oluyor. Onlardan arınma çabası ibadet. ‘Benim’ demekten kurtulma eğitimi. Ayet-i kerimede deniyor ki “Benim namazım, orucum her şeyim Allah için.” Bu yüzden arifler “En büyük günah vücudundur, varlık iddiandır!” diyorlar. Cüneyd-i Bağdadi’ye demişler ki “Uçan adamlar gördük!” “Kuşlardan çok uçacak değiller ya!” demiş. Mevzu o değil. Nefs ve ego duvarını yıkmak demek ibadet. Fail olmuyoruz ibadet ederken, münfail, edilgen olduğumuzu idrak ediyoruz. Ve diyoruz ki “Ya Rabbi, biz bu edilgenliği bir tek senin karşında idrak ediyoruz.” Allah’ın karşısında edilgenleştikçe insanların, dünyanın ve eşyanın karşısında özgürleşiyoruz. İbadet bunu anlamak demek. Mesela secde için Allah’a en yakın olduğumuz an denir değil mi? Pozisyon olarak bakıyoruz, toprakla eşitleniyoruz secdede. İsmini bilip ne dediği hakkında en ufak bir fikre sahip olmadığımız Hacı Bektaş-ı Veli, 4 Kapı 40 Makam’da, “Hakikat kapısından girdiğinde ulaştığın ilk makam toprak olmalı!” diyor.
-Ne demek bu?
Toprak olduğunu idrak etmek demek. Ama biz zaten bunu söylüyoruz diyebiliriz. Evet, ama herkes kendi toprağına hususiyet, hatta bir manada kutsiyet atfetmekten de geri durmuyor. Hâlbuki toprak eşittir. Secdeden iki önemli sonuç çıkıyor. Bir; hepimiz topraktanız ve eşitiz, kimse kimseden üstün değil. İki; Allah’ın karşısında hiçiz! Her secdeye gittiğimizde ahitte bulunuyoruz: “Ya Rabbi! Ben kimseye karşı buyurgan değilim. Kimseden üstünlüğüm yok. Apoletlerim yok, onları bırakıp geldim.” Bundan dolayı ayet-i kerimede “Secde et ve yaklaş!” deniyor. Fizik olarak küçüldükçe mana itibarıyla büyüyoruz. Mü’minin miracı secde. Ama dikkat edelim, göğe doğru yükselmiyor, yere yaklaşıyoruz. Bu yüzden Cüneyd-i Bağdadi, “Tevhid, kulun olmazdan önceki hale dönmesidir!” diyor.
-Yani?
İlk anda ben de anlayamamıştım, sonra düşündüm: En son ne oldum? Onu sil! Ondan önce, ondan önce… En geride ne var? Hiç… Ancak orada anlaşılır hakikat. Bütün o apoletler güneşin eve girmesini engelleyen perdeler.
-Bu tecrübeyi yaşamış olanlar ihsan seviyesinin yakalanabilmesi için tavsiyede bulunuyor mu?
Tabii. Galiba burada en önemli konu muhasebe. Sürekli kendimizi değerlendirmek durumundayız. Hiçbir amelden beğeni çıkarmayacaksın!
-‘Oldu’ demek yok!
Ve dikkati kendi davranışlarına verip başkalarının kusurlarıyla daha az ilgilenmek. Denemişler ve olmuş demek ki. Cenab-ı Hakk’ın esması ve fiilleri sonsuz. Tek bir standart koymamış İslam. İbadet bazen vaktinde kılınan namazken, bir başka zaman bir yetimin başını okşamak, kediye su vermek, anne babayı memnun etmek, herkesin yalan söylediği yerde doğruyu söylemek, fırıncının ekmeği düzgün pişirmesi, ayakkabıcının işini iyi yapması, tüccarın ticaretine hile karıştırmamasıdır…
-Hazret-i Mevlana’nın ibnü-l vakt’lik vurgusu geliyor akla. O anda ne yapılması gerekiyorsa önceliği ona vermek!
Âdeti bozan tam bu! Vakte bakıyoruz, o vakitte, anda ne yapılması gerektiğini dinden öğreniyoruz. Trafikte ambulans geçiyor. Seyrediyor, yol vermeyenlere kızıyor, arkasına takılanları eleştiriyoruz. Fakat önemli bir şeyi unutuyoruz, orada dua bekleyen bir hasta var. Yolda çöp görüyorsun, atana kızmaktansa kaldırıp atacaksın. Kuruyan bir ağaç gördüğünde sulama imkânı arayacaksın. Bunları doğrudan Efendimiz tarif ediyor ve uyguluyor. Din bize Allah’ın esmasını takip etmeyi emrediyor. Hayata karşı sorumluluk veriyor. Her şey Allah’ı zikrediyorsa bütün mahlûkatla insanın ilişkisi cemaat-imam ilişkisine dönüyor. Hepsine karşı sorumluluğumuz var. İbnü-l vaktliğe İbn-i Arabi gözüyle bakarsak daha derin hikmetler çıkarabiliriz. Bir önceki vakitteki bizle bir sonraki biz aynı kişi değiliz! Zamanın üzerimizde bir hükmü var. Değişeceksin, bir an sonra bu kişi sen olmayacaksın! Değişmeden, son kez Rabbine ibadet et! Değişince yine et…
-Oluş, bozuluş ve her an yeniden yaratılmayla ilişkilendiriyor yani ibadeti?
Öyle. Vakit geçmeden, yenisi yaratılmadan zamanın hükmünü idrak etmesi lazım. İbadetlerin temel meselesi, her an yeniden yaratılıyor olmaktır. Bir anın zikri ötekine ulaşmıyor, bir anın ibadeti ötekini karşılamıyor. Zamanla eskiyoruz ve yenilenmek icap ediyor. Aralıkları bir değil ibadetlerin. Namaz günde beş vakit. Ramazan senede bir, hac ömürde bir… Katmanları farklı.
-Yapıp ettiklerimizin metafizik bağlantılarını kuramamak ciddi bir eksiklik olarak çıkıyor karşımıza…
Bir ibadet metafiziği kurabilmiş değiliz ne yazık ki. Metafizik fayda, ibadetin Allah’la ilişkisinde durduğu yer demek. Bu sosyolojik yapı olmasa bile ibadet varlığını sürdürür. Namaz fiziksel olarak bize katkı sağlıyor deniyor. Peki, ima ile namazı nasıl açıklayacağız? Bedeniyle yapamadığında sadece göz kapaklarıyla namaz kılabiliyor insan. Çünkü aslolan fiziksel hareketler değil! Aslolan Cenab-ı Hakk’ın karşısında durduğunu bilmek, huzurda durmak. Bundan dolayı salat-ı daim diye bir kavram üretilmiş. Her an Cenab-ı Hakk’ın huzurunda imiş gibi yaşamak. Öfkeliyken, sevinçliyken, üzgünken, hüküm verirken, o hükmü uygularken… İnsana ölçü veren bir pozisyon bu.
-Bir de ibadetin yokluğu durumu var. Günah! Ayet-i kerimelerde “Günahlarla yeryüzünü fesada vermeyin!” diye uyarılıyoruz. Kişinin tek mükellefiyet alanı kendisi değil mi?
Hayır, değil! İslam bunu kabul etmiyor, bizi sorumlu bir varlık olarak belirliyor ve çok önemli bir imkân açıyor önümüzde. Şahit olduğumuz her meseleye elle, dille ve kalple iştirak.
-Sadece insanla mı sınırlı peki bu mükellefiyet?
Efendimiz, Müslüman’ı elinden ve dilinden başkalarının salim olduğu kişi diye tarif ediyor. Hacı Bektaş-ı Veli bu hadisi yorumlarken “İnsan hakikat makamlarına ulaşınca yeryüzündeki tüm varlıklar ondan emin olur.” diye yorumluyor. İnsanlar bizden emin olamıyorsa bu Müslümanlığımızdaki kusurumuzdandır. Bir adım daha ileri gidiyor ve “Bütün varlıklar Müslümandan zarar görmeyeceğinden emin olmalıdır.” diyor. Bitkiye zarar vermeyecektir gerekmedikçe, köpek Müslüman mahallesinde rahatça dolaşacak, acıktığında yemek bulacaktır. Leylek rahatça uçacak, yuva kuracaktır. Birisi yuvasını bozmuşsa bu olsa olsa haylaz bir çocuktur. Müslüman mahallesi selamet ilkesine göre kurulur. Başkasına zarar vermeme, tam tersine fayda sağlamadır ana ilke. Tüm kâinatın müşterek bir ruhu ve bizim üzerimizde hakkı var!
-Alvarlı Efe Hazretleri’nin Divanı’nda “Günahkâr olma, Fahr-i Âlemi Zişan’ı incitme.” deniyor. Tasavvuf ehlinin sevap-günah zincirini Efendimiz’e kadar uzatması nasıl bir mana ifade ediyor?
Efendimiz aslında hakikat-i Muhammediye, yani bütün insanlık demek. Sufilere göre gerçek insan Hazreti Peygamber’dir. O, bütün insanlığı karşılar. Dolayısıyla maksada mugayir her fiil O’nu incitir. İnsanlık hakkında bilinci olan herkes şu veya bu şekilde Peygamber’e yaklaşmaya başlar. Ona yakın olduğumuz ölçüde gerçeğe yaklaşıyoruz. Tüm mahlûkat hakikat-i Muhammediye’nin tezahürüdür ve bu hakikatin incinmesi Efendimiz’le birlikte tüm mahlukatın incinmesi demektir. Ahlakla kozmolojik hadiseler; yeryüzündeki bela, sıkıntı arasında irtibat kuruyor arifler. Safahat’ta Mehmet Akif diyor ki “Dicle’nin kenarında bir kurt yese kuzuyu / Gelir adl-i ilahi Ömer’den sorar onu!”
-Niçin sorsun? Yaratılış icabı kurdun kuzuyu yemesi gerekmiyor mu?
Şöyle düşünüyor, şehirde bir yanlışlık var ki sadası ormandan geliyor. Mahallede hırsızlık arttıysa zekatta problem var diye bakıyorlar. Dikkatimiz hırsızda değil, zekatta. Kur’an-ı Kerim’de “Rabbinize istiğfar edin, size yağmur göndersin.” buyuruluyor. Ahlakî nedensellik var arada. İnsanların davranışları kainatın işleyişini etkiliyor. “Günahlarınızla yeryüzünü fesada vermeyin!” mealindeki ayetler de aynı kapsamda. Etrafa bir de bu gözle bakıp olan bitenin ahlaki sebepleri üzerinde düşünmemiz lazım. Belki o zaman olumlu bir davranışımız çevreye nasıl katkı sağlıyor, bunu da biraz daha iyi anlayabiliriz. Bu bahisleri daha iyi anlamak için özellikle İmam-ı Gazali’nin İhya-i Ulumiddin ve İbn-i Arabi’nin Futuhat-ı Mekkiye eserlerini okumayı tavsiye ediyorum. İbadet metafiziği açısından önemli eserlerdir bunlar.