Ankara’nın Kurtuluş semtinde, Dede Efendi Sokağı’nda mütevazı bir apartman dairesi. Yazarak ve yaşayarak birkaç neslin yetişmesine tanıklık etmiş bir isim var kapıda. Karşısında ise bugünün dünyasının sisli puslu ortamında düşe kalka yol bulmaya çalışan iki genç. Kendi ifadesiyle, yıllarını insanı anlamaya adamış, bunun için okumuş, düşünmüş, yazmış biri Rasim Özdenören. Bu sebeple, yolculuk rotasına dair söyleyecekleri, yıllardır olduğu gibi bugün de çok kıymetli.
Fikirlerin adeta bir tufana karıştığı, yol arayanın çok, kılavuzun nadir olduğu yıllarda eserleriyle kilometre taşları sunmuştu Özdenören. Verdiği mesaj oldukça netti. Öykü ve denemeleri aracılığıyla hep aynı şeylere dikkat çekti: Vakit, istikameti muhafaza ve safları sıklaştırma vaktiydi. Müslümanlar hızlı bir çözülmeyle karşı karşıyaydı ve bir tercih yapılacaksa iyi düşünmek gerekti. Özdenören’in ilk öyküsünün Varlık Dergisi’nde yayımlanmasının üzerinden 50 yıl geçti. Elli senesini insanların yalnızlığını, yabancılaşmasını, kuşak çatışmasını, modernizm ve gelenekler arasındaki sıkışmışlığı anlatarak geçirdi. Mavera’nın ‘yedi güzel adam’ından biriydi o. Alçak gönüllü, suskun ama protest bir tavrı vardı. Duruşu, bakışı ve yazdıklarının zihnimizde bıraktığı ize göre İstanbul olmasa da Konya, Bursa ya da Maraş’a yakışıyordu ama buluşma adresi Ankara’yı işaret ediyordu. Bu düşünce karşısında duygularını itiraf ediyor hoca: “Biraz büyük konuştum galiba. Burada yaşamaya başlayana kadar Ankara’yı hiç görmedim. Adeta sırtımı dönmüştüm. Kadere bakın ki sonra gelip yerleştim.” Geçen yıla kadar devlet memuru olan Özdenören, ’emeklilik’ kelimesini lügatten kaldırdığı için yeni durumunu özgürlüğüne kavuşmak olarak tanımlıyor. İstanbul’la daha sık hemhal olmak için de hızlı trenin sefere çıkmasını bekliyor.
Daha çok öykü ve denemeleri ile bilinse de yazdığı tek romanı, o alanda da kolay kolay rakip tanımayacağını ortaya koydu. Her ne kadar söz oraya geldiğinde kısa cümleler kurduğu gözden kaçmasa da ‘Gül Yetiştiren Adam’ müellifinin roman okurları için de yeri başkaydı. Gül Yetiştiren Adam bu kadar sevilmişken bir daha roman yazmadı. “O konuda bir talihsizlik oldu.” diye cevap veriyor neden sorusuna. “Hikâye yazmayı daha çok seviyorum. Hem hikâye daha zor. Zoru tercih ediyoruz.” Okurlarınız bir roman daha bekliyor ama deyince de hiç düşünmeden “bizi tanımayanlardır onlar” karşılığını veriyor. 16 yaşındayken arkadaşlarının haydi sen de bir şeyler yaz ikazı ile eline kalem alan Özdenören, ne kadar çok yazıyorsa bir o kadar az konuşuyor. Ve bunu, “Ağrı, konuşmayı önler.” diye izah ediyor. Rasim Bey’in elindeki kandil, bir zamanlar yazması için zorlayanların, “Sen artık hikâye yazma! Çünkü senden sonra geleceklerin önünü tıkıyorsun.” ihtarına rağmen yanmaya devam ediyor. Arif Ay’ın “Yazılarına pusula koyarsanız hep kıbleyi gösterdiğini görürsünüz.” diye tarif ettiği Rasim Özdenören’le insanlığın anlam arayışını ve geçmişten bugüne uzanan gözlemlerini konuştuk.
-Son yıllarda mevcut sistemlerin ihtiyaca cevap vermediğini düşünenler meydanlarda başka bir dünya mümkün diye haykırıyor. Maksadınız farklı da olsa sizin kitaplarınızda da benzer bir mesaj var sanki. Başka bir dünya hakikaten mümkün mü?
Elbette. İnsan yaşadığı sürece başka bir dünya her zaman mümkündür. Çünkü zaten insan demek, imkânlar dünyasına işaret etmektir. İnsandan başka hiçbir mahlûkun imkân sahibi olma ve onu kullanma özelliği yok. Sınanma da yine insana mahsus, bizim dışımızda hiçbir mahlûk imtihan edilmiyor. Diğerlerinin hepsi yaratıldığı gibi kalır. İnsan belki ancak kendi düşüncesi ile sınırlıdır denebilir. Bu sebeple insan için her zaman başka bir dünya mümkün olmalı. Bunu yeteri kadar istiyor ve hakkını veriyorsa.
-Gül Yetiştiren Adam dışarıda var edemeyince küçük bir dünya kurmuştu kendine. Bu hayatın sokakta bir karşılığı olabilir miydi?
Gül yetiştiren adamlar bizim çocukluğumuzda yaşıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarında cephede çarpışmış bu adamlar mücadele sonrasında olanlardan dolayı üzülmüş ve kırılmışlardı. Gül yetiştirmek kendilerince geliştirdikleri bir protesto yöntemi idi. Peygamber aşkına gül yetiştirmek, ayakta kalmak için bir bahaneydi belki. Bir efsane gibi duyuyorduk onları ama ne hikmetse gidip ziyaret edelim diye bir düşünce hiç gelmedi aklımıza. Nerede oturduklarını, yaşadıklarını bilen var mıydı bilmiyorum. Sonradan öğrendim ki başka yerlerde de böyle insanlar yaşamış. Maraş’ta yaşayanların bir kısmı toplanıp sürgüne gönderilmiş, bir kısmı idam edilmiş. Geriye kalanlarsa gül yetiştirmeye devam etmiş. Abidevi bir meydan okuma belki ama herkesin üstesinden gelebileceği bir yaşam tarzı da değil. Hatta yapılması gerekli mi o da tartışılır. O günlerde onları izleyenler çoğalsaydı, olmaz ya, şehir halkının tamamı evine kapanıp dışarı çıkmasaydı o zaman müthiş bir protesto olurdu bu. Ve belki bir şeylerin değişmesi söz konusu olurdu.
-Kitapta tasvir edilen cemaat bize çok benziyor. Kafasında var olanla gerçekler birbirinin epey uzağında. Hep Batılılar için söylenen şizofren toplum benzetmesi bizi de anlatıyor sanki. Madde ve mana bütünlüğünü nasıl yitirdik?
O adam 50 yıl sonra evinden çıktığında bambaşka bir dünya ile karşılaşıyor. Her şey onun bildiğinden ve bıraktığından çok farklı. Sokak lambasına da vitrinlere şaşırdığı kadar şaşırıyor. Oysa bütün bunlar diğer insanlar için çok normal ve zaten hep var. Hâlbuki bizim normal gördüğümüz hiçbir şey aslında normal ve doğal değil. Sadece bir alışma, normalleştirme ve yabancılaşma söz konusu. Asıldan uzaklaştıkça bölünme de hızlanıyor. Ve biz artık daha az şaşırmaya, daha az soru sormaya başlıyoruz.
-Bu halden kurtulmak için ne yapmak lazım peki?
Dinimize ve değerlerimize sahip çıkmaktan başka yol yok. Ama tıpkı masallarda söylendiği gibi yükte hafif pahada ağır bir kelam bu. Söylemek kolay ama uygulamak çok zor. Mutlaka bir bedel ister. Bedel ödenmemişse gelse de geldiği gibi gider.
-Siz, yazarak ve yaşayarak birkaç nesle nezaret ettiniz. 60’lar, 70’ler, 80’ler… Her kuşağın kendince problemi vardı. Bugün de her konuda tam bir kafa karışıklığı yaşanıyor. Siz bu karmaşayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kafa karışıklığı bu nesle has bir durum değil. Neredeyse 200 yıldır sürüyor. Bana öyle geliyor ki zaman geçtikçe bu kafa karışıklığını giderme imkânımız artıyor. Ancak engeller de aynı oranda artıyor. 30-35 yıl önce Türkiye’de televizyon yoktu. 70 yıl önce radyo da yoktu. Artık yalnız bunlar değil bir de bilişim teknolojisi var. Tüm bu bilgi ve haber kaynakları bir yandan insanın kafa karışıklığını artırıyor öte yandan kafa karışıklığını aşmak için imkân sunuyor. Bu imkâna sahip olmak ve kullanabilmek bir avantaj. Bütün bu yenilik ve farklılıklar vakti zamanında çok tartışıldı. Televizyonun uygunluğundan ‘koltuk kanepe kullanılabilir mi’ye kadar gitti konu. O tarihlerde İngiltere’de yeni Müslüman olan Abdülkadir es-Sufi, Firavun icadı olduğu için koltukların atılmasını öneriyordu. Bizim koltuğa oturmamız da Firavun’u taklit etmek olacaktı. Türkiye’de epeyce insan katıldı bu değerlendirmeye. Ben atmadım, çünkü bana göre koltuğun üzerinde oturduğum sürece bir sakınca yoktu. Ama üzerinde oturduğumu zannederken ona değer atfederek başımın üzerine yükseltiyorsam o zaman bir tehlike var demektir. Böyle yapan insanların koltuklarını bir dakika bile beklemeden atmaları gerekir. Mevdudi de Hindu Müslümanlar için benzer bir şey söyler: İmanınızın kemale ermesi için bir sefer bile olsa sığır eti yemeniz gerek. Oysa İslam’ın böyle bir hükmü yok. O, ineği tabu haline getirmiş olan birinin sığır eti yemek suretiyle bu tabuyu yıktığını, putunu devirdiğini görmek istiyor. Söylenmek istenen insanın İslâm dairesini girdikten sonra dünya ile kurduğu ilişkinin yeniden gözden geçirilmesi gereği.
-Bu kaos nasıl aşılacak sizce?
Kafa karışıklığını aşmak hiç kolay değil. Bizim en büyük problemimiz kendi kavramlarımızı Batılı ölçülere uydurmaya çalışmak. Uzun yıllardır bütün bilimsel kavramları Batılı ölçütlerde anlamaya çalışmışız. Batı’da pozitivizm, rasyonalizm, laiklik… varsa bizde var zannıyla hareket etmişiz. Üstelik bunu ‘İslam eksiksiz bir dindir. Bu sebeple küfre ait kavramları da içerir.’ diye iyi niyetli ama ahmakça bir düşünce ile yapmışız. Dolayısıyla neredeyse 200 yıldır bütün kavramlarımızla birlikte düşünce dünyamız tepe taklak olmuş. Zihnimiz arınmamış, tam tersine iyice bulanmış. Ancak yarın için ümitvarım. Ümidimizi besleyen ciddi unsurlar var. Öncelikle görüyoruz ki insanlar hâlihazırda kafalarında İslam’la ilgili sorunlar yaşıyor. Bir şeyi düşünebilmek, ona sahip çıkabilmek için o konunun sizin için problem haline gelmesi gerekir. İnsan ancak dert ettiği konularda düşünce üretir. Bugün öyle şeyler yaşıyoruz ki Müslümanlar ile kendini İslam’la izah etmeyen insanlar aynı konuda kafa yormak durumunda kalıyor. Tıpkı başörtüsü meselesinde olduğu gibi. Müslüman kadın neden başını örttüğünü biliyor. O, kısıldığı yerden kurtulmaya çalışırken ötekiler bunun manasız bir şey olamayacağını idrak edip sorgulamaya başlıyor ve kendince yorumlar yapıyor. Dolayısıyla bir anlama çabası çıkıyor ortaya. Aynı sorun Müslümanlar için de bir tazelenme vesilesi. 10 yıl önce öğrencilerden ‘başımızı açıp okula gidebilir miyiz’ sorusunu çok duyuyordum. Bugün kimse sormuyor bunu. Doğru ya da yanlış ama herkes bir cevap buldu sorusuna. Karşılığında bedelini de ödedi. Bir problem artık tıkanma noktasına doğru gidiyorsa çözüme doğru seyir de hızlanmış demektir. -Sizin yazı serüveniniz bir şeyleri dert etmekle başlamış ve öyle devam etmiş. Niçin yazıyorsunuz diye sorsak?
Dertlerim var ve kafamda beni tatmin edecek çözümlere ulaşmış değilim. Bu sebeple aramaya devam ediyor ve yazıyorum. Öyküler söz konusu olduğunda ise yazdığımın daha iyisi olduğunu düşünüyor ve onu yakalamaya çalışıyorum. Daha iyisi varsa onu yapmalıyım. Hukukta, ‘münhasıran şahsa bağlı haklar’ diye bir tabir vardır. Burada da şahsa bağlı bir eylem var. Söz konusu eseri ortaya koyan bensem daha iyisini de ancak ben yapabilirim. Bu bir böbürlenme hali değil, Bir şey yapıyorsam hakkını vermeliyim düşüncesi…
-Edebiyat ve sanat yazar için olduğu gibi okur için de bir sığınak adeta. Siz de gerçeklerden kaçmak için mi yazıyorsunuz?
Kaçış diye düşünürsek bu tehlikeli bir bakış açısı olur. Ben paylaşma olduğunu düşünüyorum. Sana, yalnız sana ait olan bir düşünceyi paylaşıma açmaktır yazmak. Eğer bir Müslüman’dan söz ediyorsak ortada bir hikmet arayışı var demektir. Hikmeti paylaşmanın da kuralları vardır. Ehline söylememek hikmete, ehli olmayana söylemekse ehline zulümdür. Bu esasa riayet ederek hikmeti aramaya devam ediyoruz.
-Kahramanmaraş’ta sizin yetiştiğiniz dönem düşünüldüğünde bir çırpıda akla gelen isimler var: Bahattin Karakoç siz ve kardeşiniz, Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu… Bu zaman ve zemini bu kadar bereketli kılan neydi?
Maraş’ın bir özelliğidir bu. Bölgenin topografyasıyla alakalı. Maraş coğrafî, askerî ve iktisadî anlamda kendi kendine yetmek zorunda kalmış yüzyıllarca. Ahır dağının eteklerine kurulmuş sadece güneyine geçit veren bir yer. Ulaşabildiği birkaç şehir var. Adana, Urfa, Antep hatta Halep, Şam. Buraların askerî anlamda kontrol altında tutulabilmesi için önce Maraş’a hâkim olmak lazım. Nitekim fetihlerde stratejik öneme sahip olmuş Maraş. Her açıdan kendine yetmesi gerekmiş. Halk erzakını bile yıllık hazırlar, kimseye muhtaç olmazmış. Kültürü de kendi kaynaklarından beslenmiş. Sanat da edebiyat da kendine hastır orada. Ne Kerem ile Aslı başka yerlerde anlatılanlara benzer ne Leyla ile Mecnun ne de diğerleri. Biz öyle bir gelenekten geliyoruz. Giderek zayıflasa da bu gelenek hâlâ devam ediyor.
-Bu isimlerin her biri diğerinden izler taşıyor muhakkak. Ama kardeş olmanız hasebiyle Alaaddin Bey’in payı daha büyüktür herhalde. Ondan size ne kaldı?
Biz ikiziz ama ne fizik yapılarımız ne de karakterlerimiz birbirine benzerdi. Alaaddin ve benim sesimi ayırt etmek kolay değildi. O dışa dönük ve kavgacıydı. Çocukluğumuzda çok kavga eder ama hiç küsmezdik. Çok erken yaşlarda şiir yazmaya başladı. İlkokuldayken yazıyordu, ben merak etmezdim ne yazdığını, okumazdım da. Hâlâ da bilmiyorum o şiirler nerede, duruyor mu? Nerde duracak gerçi… Hemen hemen aynı kitapları okurduk ama evimizde bir kütüphane yoktu. Nasıl temin ediyorduk kitapları, okuduktan sonra ne yapıyorduk hatırlamıyorum. Ben ona kıyasla çok geç başladım yazmaya. Daha ortaokul yıllarında bir arkadaşı ile birlikte roman yazmaya başlamışlardı. Bana da teklif ettiler ama ‘Sanat şahsî ve muhteremdir!’ diyerek reddettiğimi hatırlıyorum. Bahtımızda vardı demek onun da teşviki ile birkaç ay sonra ben de yazmaya başladım ve başlayış o başlayış.
15 mayıs 2006