‘Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz / Ağlar Safahat’ımdaki hüsran bile sessiz…” Sessiz yaşamış, yaşadığı gibi sessiz sedasız göçüp gitmiş bir adam Mehmet Âkif Ersoy. Şiirlerine şöyle bir göz gezdirince anlaşılıyor ki, bu yalnızlık ve kimsesizlik hissi hüzne boğuyor onu. Peşinen kabullenmiş unutulup gitmeyi. Şükürler olsun, zannında yanılıyor Şair-i Âzam. Unutulmak bir yana her geçen gün yeni bir vesile çıkıyor karşımıza onu rahmetle yâd etmek için.
Bu kez, boyutları ve içeriği itibarıyla bu sıfatı kullanmak kifayetsiz kalsa da, bir kitap tutuyoruz elimizde; ‘Sessiz Yaşadım’. Prof. Dr. İsmail Kara ve öğrencisi Fulya İbanoğlu’nun araştırması, 1936 – 40 yılları arasında matbuatta Âkif’i konu edinen yazıları içeriyor. Fulya İbanoğlu on yıl süren gönüllü sürgünün ardından İstanbul’a dönen üstadın son 6 ayı ve vefatının ardından yazılanlar ve yaşananlar için isabetle ‘nesil kavgası’ tanımını yapıyor. Şarkla garbın ezeli zıtlığı, Avrupailikle Anadoluluğun bitmeyecek mücadelesi, bir turnusol kâğıdı gibi Âkif konulu tartışmalarda açık ediyor kendini.
Mehmet Âkif’i tasvir için hangi sıfatı kullansak malumu ilamdan öte geçmiyor. Bir adam ki imparatorluk yıkılıp cumhuriyet kurulurken birine ayaklarını mıhlamış, diğerine elleriyle yapışmış, gittikçe açılan mesafeye inat köprü olmaktan vazgeçmiyor. Nereden bir ah işitse oraya koşuyor; Anadolu’da, Avrupa’da, bilâd-ı İslam da geçiriyor yıllarını. Sonra gün geliyor “Cânı, canânı bütün vârımı alsın da Hüdâ / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ” derken, vatanında kendine yer olmadığı hissine kapılıp gönüllü bir sürgüne çıkıyor. Ömrünün son günlerine kadar da geri dönmüyor. Kendinin de söylediği gibi sessiz yaşıyor, sessiz sedasız göçüp gidiyor dâr-ı dünyadan. Anlaşılıyor ki günden görmediği vefayı gelecekten de beklemiyor: “Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince / Günler şu heyulâyı da er geç silecektir / Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma / Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir…”
Ama öyle olmuyor. Hiç unutulmayacağını sananların esamisi okunmazken Mehmet Âkif adı bir dolu mânâya karşılık geliyor bugün. “Son iki asrın şair, edip ve fikir adamları arasında Âkif kadar aramızda yaşayan, her daim canlı ve etkili bir başka isme tesadüf etmek herhâlde mümkün değil.” diyor İsmail Kara. Henüz münferit girişimler dışında önemli bir hareketlenmeye şahit olamasak da 2011, Mehmet Âkif Ersoy yılı. Bu vesileyle üstad ile ünsiyetin artması, vefa borcunun bir nebze olsun ödenmesi ümid ediliyor. Muhtemelen yıl içinde ortaya konulacak çalışmaların en mühimlerinden biri ‘Sessiz Yaşadım’…
Zeytinburnu Belediyesi’nin katkıları ile yayımlanan kitapta, Mısır’dan döndüğü 1936 yılından 1940’a kadar çıkan süreli yayınlarda yer alan Âkif konulu haber, yorum, hatıra ve yazılar bulunuyor. Mısır’dan dönüşü, İstanbul’da karşılanışı, hastalığının seyri, tedavisi, kaldığı yerler, ziyaretçileri, röportajları, vefatı, cenazesi, defni, anma toplantıları…
1924 ve 25 yıllarında Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine kışları geçirmek maksadıyla gidiyor Mısır’a. 1926’daki üçüncü seferinde bir daha geri dönmüyor, ömrünün son 10 senesini burada, adeta uzlet içinde geçiriyor. Ağır bir bedele talip olarak veriyor bu kararı. Vatanından, dostlarından hatta ailesinin büyük kısmından uzak kalma pahasına. Gidişi pek çok söylentiye bahane teşkil ediyor. Cumhuriyet karşıtlığı, inkılâpları desteklemediği, resmen görevlendirildiği hâlde Kur’an Meali’ni tamamlamadığı gibi gerekçelerle çok şey yazılıyor aleyhinde. Hastalanıp Mısır’dan dönüşü eski defterlerin açılmasına, küllenen hatıraların canlanmasına sebep oluyor. Düşmanları saldırmak; dostları, sevenleri beraber olmak için bahane kolluyor. Yeni bir İstiklal Marşı yazılması tartışması da o günlerde alevleniyor.
Döndüğü duyulduktan sonra ziyaretine gidenler karşılarında eskisinden de suskun bir Âkif buluyor. Hakkında; lehte ve aleyhte az sayıda haber yapılıyor. Ve 6 ay sonra, 27 Aralık’ta vefat ediyor. 1937 yılının ilk günlerinde Âkif’in toplum hissiyatını ne kadar yansıttığını tartışan metinler yayımlanmaya başlıyor. Dostları teessürünü aktarırken hasımları, inkılâpları benimseyememek, mahalle kahvesi hatibi olmaktan öteye geçememekle suçluyor onu. Kimse ahlakına, kişiliğine, doğruluğuna söz etmiyor. Muhalefet ettikleri, sözcülük ettiği dava. Lakin savunduklarına karşı koymak yerine şahsını yok saymayı tercih ediyorlar. Nurullah Ataç’ın 30 Kânunisâni 1930’da Akşam Gazetesi’nde yer alan yazısında yaptığı gibi; “Âkif’in, bir insan olarak kıymeti ne olursa olsun, bir şair sayılması hayli zor işlerdendir. Hele onda fikir aramak, fikre hürmetsizlik olur.” Bu kanaati hem hastalığında hem de vefatının ardından çekinmeden dile getirenler; Peyami Safa, Münir Müeyyet Bekman, Refik Ahmet Sevengil, Nurettin Artam, Sadri Ertem, Hasan Âli Yücel… Karşılarında Eşref Edip, Ercüment Talu, Mithat Cemal Kuntay, Hasan Basri Çantay gibi Âkif dostlarını buluyor.
Cenazesi yine yaşadığı gibi sessiz ve mütevazı kaldırılıyor. Beyazıt Camii’ne çıplak gelen tabutu nereden geldiği belli olmayan bir bayrağa ve ardından Kâbe örtüsüne sarılıyor. Kulaktan kulağa yayılan cenaze haberi büyük bir kalabalığı topluyor cami avlusuna. Şair-i Âzam’ın tabutu eller üstünde taşınıyor Edirnekapı’ya.
Âkif’in önüne örülen duvar o kadar yüksek ki ilk yıl imkânsızlıktan mezar taşı bile yaptırılamıyor. Üniversite öğrencileri; geliriyle kabrini inşa etmek üzere bir broşür bastırmakta buluyor çareyi. Ortalık bir kez daha karışıyor. Peyami Safa veryansın ediyor. Nurullah Ataç daha insaflı davranıyor bu mevzuda. “(Yazdıkları) Okunmaya değmez lakin Âkif’i de mezar taşsız bırakmak yakışık almaz.”
Âkif’in dindarlığı her vesileyle tartışmaları şekillendiriyor. Fikrinin ve şiirinin büyüklüğü acımasızca yok sayılıyor. Cenap Şehabettin’in oğlu İsmet Rasin Tümtürk’ün yazdıkları bu hissiyatı açıkça ortaya koyuyor: “Âkif’i sevenler diyorlar ki, o Türk milletini sevmiştir, o Türk milleti ile hemdert olmuştur. Belki çok doğru, fakat o şahıs olarak sevdiği ve derdine ortak olduğu Türkleri, Türk oldukları için değil, aynı zamanda Müslüman oldukları için, sevmiştir (…) Türk’ün İstiklal Marşı’nı da yazan bir Türk değil, Mehmet Âkif adında bir Müslüman’dır.” Âkif dostları bütün bu aleyhte yazılıp söylenenlerden inciniyor elbette. Nihayet Eşref Edip Fergan, Mithat Cemal Kuntay ve Hasan Basri Çantay aralarında sözleşip söylentilere cevap verecek kitaplar yazmaya karar veriyor. Aynı tarihlerde, 1939 başlarından itibaren Âkif’le Tevfik Fikret’i mukayese başlıyor, ‘inkılâp karşıtı İslamcı şair’in karşısına laik ve modern zıddını koyan yazılar peş peşe yayımlanıyor. İki şairin taraftarları ve aleyhtarları kalemlerinin ucunu sivriltiyor. Sadece bu tartışmalara göz gezdirmek bile o dönemin genel havasını anlamak konusunda epeyce fikir veriyor. Fikret – Âkif mukayesesi ve diğer söylenenler o günden bugüne Âkif hakkındaki kanaatlerin de dayanağını oluşturuyor…
Bu yazıda yer alan malumat, kitapta yer alanların küçük bir kısmı. Âkif biyografisinin eksik bir parçasını daha yerine koyan çalışma, umulur ki bundan sonra yapılacaklar için örnek teşkil eder…
Âkif’in son arzusu
Hastanede arkadaşı Eşref Edip’e eve çıktıktan sonra yapmak istediklerini şöyle sıralıyor Mehmet Âkif: “Niyetim artık çekilmek, yazılarımı yazmaktır. Umumi harbe ait hatıralarımı yazdım. Bundan sonra millî mücadele hatıralarını yazmak istiyorum. Sonra daha başka birkaç mevzuum var. Çocuk şiirleri yazacağım. Manzum bir piyes de yazmayı tasarladım. Tarihî bir vak’adan istifade edeceğim. Sonra Haccetü’l-Veda var. Maksadım şöyle bir kenara çekilmek, bu işlerle meşgul olmaktır.”
28 mart 2011








