Close Menu
Ayşe AdlıAyşe Adlı

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum

    Nisan 21, 2025

    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!

    Nisan 21, 2025

    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!

    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    • Yeşilçam’dan Portreler
    • Geçmiş Zaman Olur Ki…
    • Türkiye Kurulurken…
    • Hoş Sada!
    • Tüm Kategoriler
      • Şehir ve Mekan
      • Dünya’dan
      • GeziYorum
      • Kitabiyat
      • Nadir Söyleşiler
      • O Şehr-i İstanbul Ki…
      • Portreler
      • Sinema Yazıları
      • Sanat Penceresi
      • Tarih Yazıları
      • MetaFizik
    Ayşe AdlıAyşe Adlı
    Gündem - tartışılmayan tek yasak başörtüsü

    tartışılmayan tek yasak başörtüsü

    Alaeddin Yavaşça, bir kolu Itri'ye diğeri Dede Efendi'ye uzanan Türk müziğini ayakta tutan en önemli sanatçılardan biri. 79 yıllık ömrünün 54 senesini müziğe vakfeden hoca, buruk bir tebessümle hatırlıyor maziyi. Konser vermek için gittiği yerlerden izler taşıyan plaketler, yüzlerce CD ve eşi Ayten Hanım'ın renklendirdiği ahşap dekorlar arasında karşılıyor bizi. Arkasındaki duvarda dedelerinin 1675'te kurduğu vakfa ait vakıfnâme asılı. Sohbet sürerken kâh hüzün kâh kırgınlık yansıyor cümlelerine: "Hiç müzik dinlemiyorum. Dinlerken rahatsız oluyorum. Yıllarca yetiştirmeye çalıştığımız öğrencilerin gittiği yol, bizim yolumuz değil." Yahya Kemal'in "Çok insan anlayamaz eski musikimizden/ Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden..." beytini haklı çıkarırcasına emeklerinin karşılığını alamamaktan yakınan Yavaşça, iyi yerlere gelebilecek öğrencilerinin Batı müziğinin etkisinden kurtulamadığından şikayetçi. Divan şâiri Sezai Bey'in torunu Alaeddin Yavaşça'nın müzikle tanışıklığı 71 sene önceye dayanıyor. "Kadîm ve uyanık bir aileydi; fakat softa değillerdi." diye tarif ettiği babası ve amcası, çocuklarının eğitimine hayli hassasiyet göstermiş. Biri doktor diğeri avukat iki ağabeyi olan Alaeddin Bey'in ablaları Saime ve Saliha hanımlar, evlerindeki kabul günlerinde misafirlerine şarkı söylermiş. Çocukluğunda sabahları babasının okuduğu Kur'an-ı Kerim sesiyle uyandığını hatırlayan Yavaşça, ablalarından kalan notalar ve ailesinden devraldığı kültürle gelmiş bu günlere. Türk müziği sevenlerin damağında tarif edilmez tatlar bırakan "Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok, Kimseyi böyle perişan etme Allah'ım yeter, Nerde o günler nerde, Ne bildim kıymetin ne bildin kıymetim..." ve daha yüzlerce parça Yavaşça imzasını taşıyor. Arşivlere geçen bir uzun çaları, 25 taş plağı, 15 tane 45'lik plağı, Cinuçen Tanrıkorur'la yaptığı CD'ler ve Yapı Kredi'den çıkan CD'leri bulunan Alaeddin Yavaşça, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Devlet Konservatuvarı'nın da kurucusu. Geçtiğimiz mart ayında buradaki görevinden ayrılırken duygularını şöyle ifade ediyordu yakınlarına: "Aile reisinin çocuklarından ayrılması çok zor. Kurucusu olduğum okuldan ayrılmak durumundayım ve bu bana vücuttan zorla çıkarılan bir organ hissi veriyor..." Aynı zamanda tıp doktoru olan ve Haseki Hastanesi Başhekimliğinden emekli Prof. Dr. Alaeddin Yavaşça ile hocalarından ve ailesinden kalan hatıralar arasında Klasik Türk Musikisi etrafında bir seyre çıktık. -2005 başlarında İTÜ Konservatuvarı'ndaki görevinizden ayrıldığınız yansıdı basına. Emekli olmak istediğinizi düşünürken Haliç Üniversitesi'nde ders verdiğinizi duyduk. İTÜ'yü neden bıraktınız? Yeni çıkan yasayla yaş haddinden emekli olanların okulda ders verme imkânı kalmadı. Hocaları tutmak isteyen idare, bir dernek kurarak saati 6 liraya ders vermemizi istedi. Bu komik bir teklif. konservatuvar bünyesinde bir dernek açıldığında pek çok genç hevesle gelecek. Arasında kabiliyetlisi var, kabiliyetsizi var. Akıllısı olduğu gibi biraz mecnunu var... Okulun benimsediği yol beni rahatsız etti. Karakterime uymaz, bu sebeple 'devam etmiyorum' dedim. Sonra Haliç Üniversitesi'nden teklif geldi, boş oturmak istemediğim için kabul ettim. -Kaç kişi etkilendi bu kanundan? Bizim okuldan 17 kişi. Hepsinin ayrılması, haftada 300 saatin boşalması demek. Dışarıdan bulunan hocalarla boşluk doldurulabilir ama hoca var, hoca var... Bizlerde yılların tecrübesi var. Üstelik şanslı bir nesiliz ve eski büyük bestekârların bize devrettikleri köprü ayağına sahibiz. Zeki Arif, Selahattin Kaynak, Nuri Halil Poyraz, Mesut Cemil gibi hocalardan istifade ettik. Benim hocam Sadettin Kaynak'tı. Onun hocası, Muallim Kâzım Bey. Muallim Kâzım Bey, Zekâi Dede'nin öğrencisi. Yine ders aldığım Suphi Ezgi de Zekâi Dede'den ders almış. Zekâi Dede İsmail Dede Efendi'ye, o da Uncu Mehmet Efendi'ye bağlı. Uncu Mehmet Efendi'nin hocası ise Üçüncü Selim'in tambur hocası Tamburî İshak. Bu bir meşk silsilesidir. Musiki icrası nasıl yapılır, topluluğu idare ederken nelere dikkat etmek lazım, konsere-radyo programına nasıl bir repertuvar yakışır... Her şeyi onlar öğretti bize. Bu silsile bizden sonra devam etmeyecek maalesef... -Neden? Sistem ve anlayış değişti. Ben okulda daha çok, hocalarımın uyguladığı tarzı tercih ediyordum. Böylelikle öğrenciler eski ustaların musiki anlayışı hakkında fikir sahibi oluyordu. Bugün sistem lâalettâyin bir okul anlayışı içinde gidiyor. -Hocalarından büyük emanet devalmış biri olarak Türk müziğinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Geleceği ne olacak bilemem ama Türk musikisinin klasik eserleri icra edilmedikleri için gözümüzün önünde kayboluyor. Pek çok büyük bestekârın eserini dinlemek mümkün değil artık. Gençliğimde hanımlar ev işi yaparken radyoda Türk musikisi dinler, eşlik ederlerdi. Bugün bırakın eşlik etmeyi o eser sahiplerinin adı bilinmiyor. Ebu Bekir Ağa'yı, Şevki Bey'i bir tarafa bırakalım, Rakım Hoca'yı duymamıştır pek çoğu. Allah'tan Sadettin Kaynak var. O, kaliteyi düşürmeden her kesime uygun eserler ortaya koymuştur, bu sayede bilinir. Ama tek bir isim musikiyi kurtarmaya yetmez. Geçmişe ait devasa bir hazinenin üzerinde oturuyoruz. İnsanlardan esirger, vermez, küçümserseniz geçmişinize ihanet etmiş olursunuz. -Bunun vebali kime ait? Bilmiyorum, ama maksatlı olduğu kanaatindeyim. Eldeki hazinenin büyüklüğü ilgililerin malumu olmalı. Bu hangi zeminin kurgusuyla yapılıyor onu bilemiyoruz. Belki de biliyor, söylemek istemiyoruz... TRT de bu hale geldikten sonra fazla konuşmaya lüzum yok. Tek maksatları eğlendirmek ve izleyicinin göz zevkini tatmin etmek. Kulak ne yaparsa yapsın. -Türk musikisinin elit kesimin müziği olduğu, bu sebeple halk tarafından kabul görmediği iddia ediliyor. Gerçekten saray müziği midir Klasik Türk Müziği? Olsa ne yazar. Batı müziği, o koca senfoniler saray müziği değil midir? Mozart, bestelediği senfoniyi sarayda icra etmek için her yolu denermiş. Çünkü toplumun seçkin kesiminin takdirini kazanan eserler kalıcı olur. Havâsın benimsediği değer ve kültürleri geri plana atıp avâmın kültürünü tercih etmek, kaos yaratmak ve toplumun kültürünü mahvetmek demektir. Batılı hâlâ Mozart'ı, Beethoven'i dinliyor ve onunla gurur duyuyor. Biz ise Türk musikisinin değerlerini ne radyolarda ne konserlerde bulabiliyoruz. Türkiye'nin bugünkü ahvali bu. Alaturka olan her şey kötüdür kanaati var bilinçaltında. -Bu bilinçaltının arkasında ne var? Osmanlı'dan kalan her şey devrinin özelliklerini ve kültürünü yansıtıyordu. Cumhuriyet kurulduğunda kendi özelliklerini tesis etmek isteyince devraldıklarını adı üstünde, alaturka kabul etti. Fes gitti, şapka geldi. Harf devrimi yapıldı... Bunlara itiraz etmiyorum. Ama fikirler daha önemlidir. Bir zamanlar Türk'e ait ne varsa kötü diye dayatıldı. Bugüne kadar da ne bu fikri aşabildiler ne de kendilerini. Aileler çocukları daha iyi bir eğitim alsın diye yurtdışına gönderiyor. Giderken Türkiyeli olan genç, levanten olup geri dönüyor. Bir toplum gelişmeye açık olacak tamam ama kendisine ait hasletlere de sahip çıkacak. Bizde orantı ters işledi. Atatürk ülkeyi kurduğunda kafasında şekillenmiş pek çok şey vardı. Bunları çevresindekilere dikte etti. Vefatından sonra herkes onun söylediklerinden kendi anladığını uygulamaya çalıştı. -Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk musikisinin yasaklandığından bahsediliyor? Türk müziğini çok sevmesine rağmen Atatürk'ü buna iten de aynı düşünce mi? O hikâye şöyle: Mısırlı bir kadın sanatçı, Münir el Mehdiyye konser için Türkiye'ye geliyor. Sarayburnu'ndaki konsere Atatürk de gidiyor. Konserden önce bir caz grubunun, arkasından da Eyüp Musiki Cemiyeti'nin sahne alacağı söyleniyor. Caz orkestrasının smokinli fertleri hep birlikte gelip oturuyor. Enstrümanlar metalik ve üflemeli, perdeler sabit, akorda gerek yok. Eserlerini peş peşe çalıp kalkıyorlar. Sonra başlarında bestekâr, kemanî, rebabî Mustafa Sunar'ın olduğu gariban Eyüplü gençler çıkıyor. Hepsi âriyet giyinmiş. Bütün enstrümanlar telli. Başlamışlar akort yapmaya. Sazlı çalgılar farklı bir ortama girdiklerinde kolay akort tutmaz, tutsa da hemen bozulur. Programa girmişler ama başıbozuk bir icra... Atatürk her şeyden önce disiplin ve intizama çok düşkün bir askerdi. Sinirlenerek "Ne bu rezalet, kaldırın şunları." diyor. Kaldırın dediği program. Orada bulunan peşin hükümlü monşerlerden iki kişi, isimleri bende mahfuz, dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan Bey'e "Atatürk Türk müziğinin kaldırılmasını istedi." diye yetiştiriyor. Böylece radyolarda Türk musikisi icrası yasaklanıyor. Atatürk iki yıl sonra tesadüfen öğreniyor durumu ve hemen Münir Nurettin'in radyoda canlı bir konser vermesini istiyor. Yasak da böylece kalkıyor. -Atatürk'ün müzikle ilgisi sadece dinleyici olmakla mı sınırlı? Sanatçılara eşlik edermiş, bir ara ders de almış. Bunu sonradan meşhur İpekçi ailesinin gelinleri Neyyire Hanım'dan öğrendim. Lebibe Hanım'la birlikte Lale Nerkis kardeşler adıyla plak da çıkarmışlardı. Münir Hoca'yla evlerindeki bir meşke katılmıştık. Sonra ben devam ettim. Bir seferinde Neyyire Hanım, "Atatürk bizim dayımız Tevfik Kılınççıoğlu'ndan musiki dersi alıyordu." dedi. -Peki teşvik etmiş mi sanat müziğini? ... Bu konuda Atatürk'ü suçlamıyorum. Her gece meclisinde sanatçılar var ve dışarıda ne olup bittiğinden haberdar değil. Nerede olsa sanatçıları oraya davet ediyor. Melek Tokgöz'ü, çok keyifli olduğunda Safiye Hanım'ı, Hamiyet'i çağırıyor. Müzeyyen sonradan katıldı aralarına. Ancak mesele şu: Batı musikisi konservatuvarını, operayı, baleyi kurdurmuş. Gelişmeye kararlı isek Batı'nın kültür ve sanatına yabancı kalmamalıyız elbette. Ama bunu yaparken toplumun ruh halini ifade eden sanatı geliştirmek ve muhafaza etmek de şart. Atatürk'ün hayatı zamanında nasip olmamıştır belki konservatuvar açmak, sadece Batı için açmıştır. Yahut belki de o nasıl olsa olur diye bir zehaba düşmüştür. Sonuç itibarıyla biz 1944'ten 75'e kadar bunun mücadelesini verdik. Tek parti döneminde uğraştık, Demokrat Parti kurulduktan sonra uğraştık, Milli Birlik Komitesi zamanında uğraştık. Ancak Süleyman Demirel başbakan olduktan sonra gerçekleşti arzumuz. Neticede Teknik Üniversite'deki konservatuvar kuruldu. -Neden bu kadar uğraşmanız gerekti? Bunlar derin mevzular. Girmek istemiyorum. Devlet isteseydi daha erken olurdu. -Devlet neden kendi değerlerini dışlıyor? Yetki sahibi kimselerin çok yönlü olması lazım. Sadece kendi mevzusuyla uğraşan insanlar için müzik geleceğe dönük bir anlam taşımaz. Bunun başka izahını bilmiyorum. Rahmetli İsmet Paşa da Türk musikisini sevmez, Batı müziği ile ilgilenirdi. Ama hiç olmazsa onu seviyordu. Yalnız Batı müziğini fazla sevmiş olması Türk musikisine o zamandan itibaren çok zarar verdi. Devlet Türk müziğine sırtını döndü. Ama devletin sahip çıkmadığına halkı sahip çıktı. Musiki derneklerinin doğmasının nedeni, devletin imkân vermemesiydi. Bugün hâlâ devletin sırtı bu musikiye dönüktür. -Bugün konservatuvarda verilen eğitimden memnun musunuz? Hayır. Müfredatta çok değişiklik yapmak, müziğin eğlenceden ibaret olmadığını anlatmak lazım. Televizyonun yetiştirdiği çocuklar geliyor konservatuvara. Bütün emelleri pop sanatçısı olmak. Siz istediğiniz kadar bir şeyler öğretmeye çalışın... Bazen iyiler çıkıyor aralarından. Ama bizim istediğimiz oranda değil. Ne yapmak istediklerini bilmiyorlar. Herkesin kafası çok karışık. Siyasetçilerin, felsefecilerin, sanatçıların... Biz yaşadığımızı yaşadık, sonrası iyi olur inşallah... -Geniş bir arşiviniz olduğunu duydum... 15 binden fazla nota var elimde. Plak arşivim eskisi kadar zengin değil, bir kısmı çalındı maalesef. Yine de eskilerden bugüne pek çok kişinin kaydı var. Bazen meraklıları gelip kendileri için çoğaltıyorlar. Ancak ticari maksatlı bir çaba içine hiç girmedim. Elimdeki kayıtların meraklılarına ulaşmasını ben de çok isterim ama bunu kim yapacak? İnsanlara güvenim kalmadığı için girmiyorum bu işe. Arşivimi bırakabileceğim birkaç yer var ama hangisine bırakacağıma karar vermedim. -Dersler dışında müzik çalışmalarınız sürüyor mu? Beste yapmaya devam. Elimde okunmamış çok fazla beste var. Kim, nerede, ne zaman okuyacak hiç bilmiyorum. İnsanların arkasında koşup, benim bestelerimi okuyun diyemem. Yetiştirdiğim çocuklar gelmiyor buraya. Ben onların ayağına gitmem... 600 küsur bestem var. Saz eserleri, etüdler, medhaller, marşlar, çocuk şarkıları... Ayrıca klasik anlayışı içinde takımlar da yaptım. Türk musikisinde takım yapmak mühim ve zordur. Rahat-ül Ervah, Hisar ve Şehnaz makamında 3 takımım var. Bu makamlar kullanılmıyor artık. Her takım; peşrev, saz semaisi, ağır semai ve yürük semaiden oluşuyor. Bir de evc mâye makamında çalışmam var. Hocam Zeki Arif Bey o makamı hayata geçirmeye çalışmıştı. Peşrev ve saz semaisini yaptıktan sonra sıhhati bozuldu. Sen tamamla diye vasiyet etti. İki tane de kâr-ı nâtık çalışmam var. Beyit beyit ilerleyen bu eserlerde, her beyit içinde bir makamın ismi söylenir. O beytin de o makamda bestelenmesi gerekir. Benim yaptığım kâr-ı nâtıklar 28 beyit yani 28 makamdan oluşuyor. Güfteleri Prof. Dr. Mustafa Tahralı'ya ait. O olmasa bu tarzda çalışma yapmanın imkanı yoktu. Sadece bestekâr değil, güfte yazarı da kalmadı. -Bestelerinizden kaçı icra ediliyor bugün? Ortada dolaşan yüzü bulmaz. -Diğerleri ne zaman ulaşacak dinleyiciye? Hiç bilmiyorum. Ama ben hayattayken bunun olacağını sanmıyorum. O arzu ve hevesim yok. Evimde 3 sene öğrencilerimle meşk yaptım. Nadide parçaları çalıştık. Takip ettim, o çocuklar kendilerine geçtiğim eserlerin tek birini bile almadılar repertuvarlarına. Demek ki boşa çalışmışım. Piyasadaki parçaları okumak için kuyruğa giriyorlar. Doğru icra edilmiş klasik parçaları dinlemek isteyen bir kesim var; onlar da sessiz kalıp taleplerini iletmiyor. Halk müziği için Türkiye'nin her yerinden telefonlar yağıyor kurumlara. Falan parçayı dinletmiyorsunuz diye şikayet ediyorlar. Türk musiki si seven bir kişi kalkıp TRT'yi aramıyor. Halk ısrar ederse ıslah olma ihtimali var. -Ses Dergisi'nin bir yarışmasında Zeki Müren'le yarıştırılmışsınız... Bir değil iki defa yarıştık. 1953 veya 54 yılıydı. İlkinde halk katıldı oylamaya, ikincisinde sanatkârlar. İkisinde de ben birinci oldum. -Sonra ne değişti ki Zeki Müren sanat güneşi oldu? Gazinolarda, halkın düşünemediği, göremediği, topluma ters gelen şeyleri yapanlar tercih ediliyor. Bu özelliklerin hepsi vardı Zeki Müren'de. Kıyafeti, davranışları... Gazinolarda sarhoş eğlendirmeye başladı. Sanat güneşi dendi sonra. Yazık güneşe... -Peki icracılığı nasıldı? Radyoda ilk zamanlar iyi okuyordu. Sahneye çıkmayıp radyodaki gibi devam etseydi iyi bir sanatçı olabilirdi. O tercihini yaptı. -İstanbul'da müzik camiasıyla tanışıklığınız nasıl gelişti? Lise için geldim. O sıralar kanuna merak salmıştım. Artaki Candan'dan kanun dersi almaya başladım. İstanbul Erkek Lisesi'ndeki hocam neyzen Hakkı Süha Gezgin musiki ile ilişkimi öğrenmiş. Bir gün dersten sonra çağırdı. Her salı ve cuma akşamı evinde yapılan fasıllara davet etti. Kanun öğreneyim derken eski fasılların içine düştüm böylece. Alanında en iyi hanende ve sazendeler katılırdı o fasıllara. Orada Süleyman Erguner'i tanıdım. O Sadettin Kaynak'la tanıştırdı. Daha 18 yaşındaydım. Zeki Arif Hoca 1951'de radyoda dinlemiş ve arkadaşlarından beni bulmalarını istemiş. Yıllarca meşk ettik hocayla. Sonra Münir Nurettin Selçuk'la, doktor Subhi Ezgi ve Nuri Halil Poyraz'la tanıştık. Subhi Ezgi Beykoz'da otururdu. Her pazar Sultanahmet'ten oraya giderdim. Huysuz bir ihtiyardı ama beni severdi. Bazen kapıda karşılar, "Mizacım bozuk bugün, ders yapmayalım. Gel bir kahve iç git." derdi. -Bu insanların sohbetinden istifade etmiş, onlarla meşk etmiş biri, bugün kimleri dinler? Dinlediğinizde sizi etkileyen kimse var mı? Hiç müzik dinlemiyorum. Dinlerken rahatsız oluyorum. İyi okuyanları da yolundan çıkarıyorlar. Çok şeyler beklediğim insanlar vardı. Televizyonda bir bakıyorum oynayarak şarkı söylüyor. Böyle bir tablo ile karşılaşmaktansa karşılaşmamayı tercih ederim. Çok şeyler beklediğim insanlar bulundukları ortamın içinde kaybolup gidiyor. Gittikleri yol bizim yolumuz değil.
    Şubat 10, 2015
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

     

    Kendini “Alevi, laik, solcu ve demokrat” olarak tanımlayan Murat Aksoy, yüksek lisans tezi olarak başörtüsü yasağını çalıştı. 35 yıllık geçmişi olan yasağı tarihsel süreç içinde değerlendiren Aksoy’a göre bireysel özgürlükler alanında yaşanan sıkıntıların sebebi Osmanlı’dan beri devam eden modernleşme krizi. ‘Başörtüsü yasağı, tıpkı Alevilik, Ermeni soykırımı ve Kürt meselesi gibi tâlî bir tartışma. Sorunların nedeni ‘vatandaş’ tanımının ülke topraklarında yaşayan herkesi içine almaması. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ‘Türk ve laik’ olur dediğinizde kapsam dışında kalanlar sorun olmaya başlar.” Bu sözler, ‘Başörtüsü-Türban; Batılılaşma-Modernleşme, Laiklik ve Örtünme’ kitabının yazarı Murat Aksoy’a ait. Kendini laik, Alevi, solcu ve demokrat olarak tanımlayan Aksoy, Türkiye’de yıllardır gündemi meşgul eden başörtüsü yasağı ile 1999 yılında tanışmış. Vesilesi de tüm Türkiye’nin canlı yayında izlediği Büyük Millet Meclisi’ndeki Merve Kavakçı krizi.

    Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Bölümü tarafından tez olarak kabul edilen ve Kitap Yayınları’nın yayına hazırladığı çalışmanın konusunu, 30 yılı aşkın süredir uygulanan başörtüsü yasağı oluşturuyor. Aksoy, kitabının giriş bölümünde bir anlama çabası içinde olduğunu dile getiriyor. Merve Kavakçı’nın 1999 yılında başörtülü olarak milletvekili yemini etmek istemesi ve bunun sonucunda yaşanan olaylardan sonra çevresiyle söz konusu yasağı tartışmaya başlayan Aksoy, hep aynı tepki ile karşılaştığını ifade ediyor: “Hem yasağı uygulayanlarda hem de muhatap olan kesimde taraf olmaya zorlayan bir bakış açısı vardı. Ben karşısında ya da yanında olmaktansa neler olduğunu anlamak istedim.”

    2 buçuk yıl süren çalışma sonucunda ortaya çıkan tezde, Osmanlı’da muasırlaşma çabalarından yola çıkılarak 16’ncı yüzyıldan bugüne kadın giyimi üzerine yaşanan tartışmalar değerlendiriliyor. En kapsamlı şekilde ele alınan dönem ise başörtüsünün yasak olarak ülke gündeminde yer aldığı 1980 sonrası. Kaynak taramaları, iddianameler, dava sonuçları gibi yasal süreçlerin siyasi yansımaları da tezde yer alırken, başörtüsü yasağı ne zaman, nerede, neden başladı ve nereye geldi sorularına cevap aranıyor. Bu araştırmayı yaparken ‘kadın olmak’ üzerine bina edilen politikalar hakkında epeyce bilgi sahibi olan Aksoy’un konu hakkında en net ifade ettiği hususlar, başörtüsü yasağında sorunun kıyafet değil, ifade ettiği anlam ve kamusal alandaki tezahürü olduğu, yasaklamaların hiç bir hukuki zemininin bulunmadığı ve İslami kesimin meseleye siyaseten sahip çıkmadığı…

    Gerekçelerine gelince: Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayıp Cumhuriyet’le devam eden süre boyunca kadının görünümü modernlik ölçüsü kabul ediliyor. Kadın tanımlanması ve dönüştürülmesi gereken bir nesne olarak ele alınıyor. Bu sebeple nasıl göründüğü hep önemli bir mesele olarak kalıyor. Başörtüsü etrafında yaşanan yasaklamalar ve tartışmalar tarihi süreç içinde ele alındığında Aksoy’un ifadeleri daha anlaşılır hâle geliyor. “Modernleşme çabaları içerisinde 1940’larda karşı olunan çarşaf, benimsetilmeye çalışılan ise manto ve başörtüsüydü. 80’lerde başörtülülerin sayısından rahatsızlık duyulmaya başlanınca da aralarındaki fark tarif edilmeden başörtüsünün karşısına ‘türban’ çıkarıldı. Kısa bir süre sonra bu kez türban siyasal İslam’ın sembolü sayılarak kamusal hayattan dışlandı.” Bu gelişmelerin en bariz tezahürü de üniversitelerde ortaya çıktı. İlk olarak 1967 yılında Ankara Üniversitesi’nde uygulanmaya başlanan başörtüsü yasağı. o günden sonra bir daha gündemden düşmedi. Yine ilk örnekleri o yıllarda görülen bir diğer husus yasak konusunda ortaya çıkan yorum farkları. Aksoy’un ilk örneği başörtüsü yasağı mağduru olarak tarihe geçen Hatice Babacan’ın bir yıl arayla yaşadıkları. 1968’de yasak nedeniyle Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bırakmak durumunda kalan Babacan, ertesi yıl kazandığı Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden hiç sorun yaşamadan mezun oluyor. Arada herhangi bir yasal değişiklik olmadığına dikkat çeken Aksoy’a göre o günden beri bu fiili durumun tek bir izahı var: Keyfilik.

    Başörtüsü kanunen yasak değil

    Fiili sürecin siyasal değişikliklerle birlikte ele alındığı ‘Başörtüsü – Türban’ kitabında öne çıkan bir diğer tespit ise İslami kesimin siyasi söyleminin yükseldiği dönemlerde yasağın dozunun arttığı. Bu saptamanın örneği de 1980 sonrası döneme ait. 1983 yılında iktidara gelen ve başörtüsü yasağının karşısında yer alan Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı döneminde başörtüsü hakkında o güne kadar olduğundan çok daha fazla yasal düzenleme yapılıyor. Yine bu dönemde başörtüsü, önce türbana, sonra da irticai faaliyetlerin ve siyasal İslam’ın simgesine dönüşüyor. Hukuki süreç de bu varsayım üzerinden ilerliyor. Danıştay’ın 13 Aralık 1984’te aldığı kararda, başörtüsünün siyasi emellere alet edildiği, bu nedenle üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağının doğru olduğu ifade ediliyor. Böylece o güne kadar sadece siyasilerin irtica suçlamaları ile gündeme taşınan başörtüsü yasağı, mahkeme kararı ile de tescil edilmiş oluyor. Ancak Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) uygulamasını okul yönetimlerine bıraktığı yasak konusunda hem üniversitelerde hem de mahkeme kararlarında yorum farkları kendini gösteriyor. Danıştay kararına karşı Ankara 6. Sulh Ceza Mahkemesi, 1986 yılında ‘müessese içinde türban ile bulunmanın Anayasa, Kıyafet Kanunu ve YÖK kararına göre normal ve tabii oluğu’ hükmünü açıklıyor.

    Kitabında yaşananları kronolojik olarak aktaran Aksoy, ANAP iktidarından sonra en fazla Refah-Yol iktidarı döneminde sıkıntı yaşandığına işaret ediyor. Aksoy, “Yaklaşık 35 yıldır üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı, Anayasa ve yasalarda yer almıyor. Şu anda yüksek öğretim kurumlarındaki kılık kıyafete yönelik tek düzenleme, Yüksek Öğrenim Kanunu’nun ek 17’nci maddesi.” diyor. Tezini Anayasa Hukuku Profesörü Serap Yazıcı gözetiminde hazırlayan Aksoy’un işaret ettiği maddenin açılımı: Kanunlara aykırı olmadığı sürece üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir. “Başörtüsünü yasaklayan herhangi bir kanun olmadığı için de uygulama yasalara aykırı. Açıkça görülen gerçeğe rağmen yaşananlar, ikiyüzlü bir tavrı ortaya koyuyor.” diyen Aksoy’a göre bu çalışmanın ulaştığı en önemli sonuç problemin bir siyaset tartışması olduğu. “Bu siyasi bir tartışma ve yasağı savunanlar siyasi gerekçeler öne sürüyor. Ama maalesef İslami kesim bu tartışmadan kaçıyor. Siyaset yapmak yerine sorunu anayasal din ve vicdan özgürlüğü üzerinden çözmeye çalışıyor. Anayasa’nın başlangıç hükümleri ve 5’inci maddesinin arkasına sığınan uygulayıcılara karşı 24 ve 42’inci maddelerden yani eğitim ve fırsat eşitliğinden söz etmenin bir manası yok. Laik kesimden biri olarak baktığımda, İslami duyarlılığa sahip insanların bu konuya siyaseten sahip çıkmadığını görüyorum.”

    Aksoy’un ‘büyük siyasetin’ alanına girdiğini söylediği Kürt meselesi, mezhep farklılıkları ve Ermeni soykırımı konuları, Avrupa Birliği’ne (AB) uyum sürecinde konuşulmaya başlansa da başörtüsü yasağı hâlâ karmaşık bir mesele olarak duruyor. Aksoy’a göre bu durum Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarından kaynaklanıyor. Zira AK Parti, temsil ettiği kültürel kimlikten dolayı devlet katında netâmeli bir pozisyonda ve başörtüsü yasağı konusuna girdikleri anda rejim korkuları tekrar gündeme gelecek. Bu nedenle Aksoy, bir mağduriyet nedeni olan bu yasağın ancak solda yer alan bir parti tarafından çözülebileceğini savunuyor.

    Mevcut durumu iki taraf açısından değerlendiren Murat Aksoy, yasağı uygulayanlarla yasağa karşı çıkanların aynı dili konuşmadığı kanaatinde. Neden mi? Aksoy’a göre, bir tarafın türban diye tanımladığı şeye öteki başörtüsü diyor. Biri, laik sistemi yıkma niyetini ortaya koyan bir sembol olarak algılarken diğeri ‘hayır inandığım için örtüyorum başımı’ diyor. Karşı taraf ‘yasak’, muhatapları ‘hayır anayasal hakkımızdır’ diyor. Ve bir türlü meselenin esası üzerine konuşmaları mümkün olmuyor. AB ile müzakerelerin başlaması nedeniyle bu konunun önümüzdeki günlerde sık sık gündeme geleceğini düşünen Aksoy, “Başörtüsü meselesi Türkiye’nin demokratikleşme ve sivilleşmesinde önemli bir ara durak. Ve çözümün dışarıdan beklenmemesi gerekiyor.” fikrini savunuyor.

    Başörtüsü-Türban kitabında süreç, üniversite öğrencilerinin durumu üzerinden değerlendirilirken kamu çalışanlarının konumuna pek değinilmemiş. Bunu, kamu personelinin tarafsızlığı gereğine, var olan yasal hükümlere bağlayan Aksoy, ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu ilgilendiren bu konunun toplumsal mutabakatla karara bağlanması gerektiğini ifade ediyor.

    10 ekim 2005

     
    Related Posts

    etyen mahcupyan; batı devletten, doğu örgütten özgürleşmeli!

    Şubat 13, 2015

    türkiye çözümü konuşuyor!

    Şubat 13, 2015

    kat karşılığı şehirler…

    Şubat 13, 2015
    Add A Comment
    Leave A Reply Cancel Reply

    Çok Okunanlar
    bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum
    Nisan 21, 2025
    taşı toprağı tarih bir ülkede yaşıyoruz!
    Nisan 21, 2025
    türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!
    Nisan 21, 2025
    biz çalıkuşu nesliyiz!
    Nisan 21, 2025
    anadolu kitabı koruyamamıştır
    Nisan 21, 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest
    • Gizlilik Politikası
    • iletişim
    • hakkımda
    © 2025 Ayşe Adli

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.