Kafasını hafifçe kaldırıp ‘Hoşgeldiniz!’ diyor ve bilgisayarına dönüyor yine. Müdavimleri alışık Halil Bey’in dükkânın küçüklüğüyle ve bir kısmı asırlık kitaplarla mütenasip eski ahşap masanın ardında kaybolmasına. Sahaf Halil Bingöl, sabahtan akşama o kuytuda. Osmanlıca, Latince, Fransızca, İngilizce eski kitaplar, film afişleri, fotoğraflar… Her santimetrekaresinde bir hikâye var sanki bu dükkânın. Ancak asıl olay o küçük masanın arkasında cereyan ediyor. Vakti müsait ve keyfi yerindeyse son 40 – 50 yılın okuryazar taifesinden yolu sahaflara düşenler hakkında ilk ağızdan anılar serpiştiriveriyor sohbet arasına. Saatlerce kalsanız yeri ya, yine de çok oyalanmamak lazım. Zira senelerini verdiği ‘Müteferrika’dan Günümüze Takma Adlar, Mahlaslar, Lâkaplar ve Rumuzlar’ kitabının başına dönmek için sabırsızlanıyor olmalı.
Halil Bingöl bir türlü bitmek bilmeyen bu kitap üzerinde çalışıyor yıllardır. Öyle 3 – 5 de değil tamı tamına 30 yıl olmuş kitabının besmelesini çekeli. Ha bitti ha bitecek derken karşısına sürekli yeni isimler, hikâyeler, kitaplar çıkınca bir türlü gönlü razı olmamış dosyayı yayıncıya teslim etmeye. 2007’de neredeyse basılıyormuş kitap, müjdeyi veren gazeteciler bile olmuş. Ama eksiklik hissi galebe çalınca Halil Bey yine vazgeçmiş kararından…
1984’te çocuğu olsa; bugün iş güç sahibi, evli barklı bir genç olacak muhtemelen. Lakin sözlük hâlâ tamamlanabilmiş değil. Nasıl bitsin ki, toplumsal hayatın hareketlendiği, basının bütün hızı ve cazibesiyle hayatımıza girdiği bir dönemi çalışıyor. Peş peşe matbaalar kuruluyor; dergi, gazete neşriyatı artıyor. Fikir dünyası hiç olmadığı kadar hareketleniyor. Ama bu dönem, aynı zamanda Osmanlıyı teslim etmemek için her yolu deneyen İkinci Abdülhamid’le, temelleri mazi düşmanlığı üzerine atılan Cumhuriyet’in tek parti yönetimini de kapsıyor. O yıllarda insanlar sussalar kendilerine; konuşsalar devlete ters düşüyor, bedelini de fazlasıyla ödüyorlar. Tek çare var, müstear isimle yazmak. Her gün yeni bir isim / şahsiyet zuhur ediyor matbuat âleminde. Eleştiri, mizah, siyaset hep bu gölge yazarlar eliyle yapılıyor.
Mesleğin ilk yıllarında yazarlara, matbaalara aşinalık kazandıkça adı sanı duyulmadık isimleri merak etmeye başlıyor Halil Bey. Kimdir, necidir derken bitmeyecek bir maceranın içinde buluyor kendisini; “Devamlı kitap elden geçiriyoruz iş icabı. Bildiğimiz yazarlar dışında tuhaf tuhaf isimler çıkıyor karşımıza. Kimdir bunlar diye soruyor insan. 80’li seneler. İnternet yok tabii daha. Hemen bilgiye ulaşamıyorsunuz. Etrafa sormaya başladım. Sonra birgün Mersin’de Kütüphaneciler Derneği’nin müstear isimler üzerine bastığı bir kitap geçti elime. Aradığım kişiyi buldum, meşhur bir yazarmış.” Konu orada kapansa mesele kalmayacak. Ama iyi ki mi demeli, ne yazık ki mi, bir soru daha soruyor: ‘Neden ismini gizleme yoluna gitti bu adam?’ İlk ilmek çözülüyor böylelikle…
“O kitap 40’larda yazılmıştı. Baktım ki insanlar savaştan dolayı büyük sıkıntı içinde. O karanlık günleri aşmak için birtakım yollar bulmuşlar. Kadıköy – Karaköy vapurunda okunup bitecek uzunlukta marjinal ya da polisiye hikâyeler basılmaya başlanmış.”
Ne var bunda diyeceksiniz değil mi? Öyle değil işte. Kitapların içeriği kaleme alan yazarların ‘imajına’ pek uygun düşmüyor tabiri caizse. Bir hâkim, müstehcen unsurlar barındıran roman kaleme alıyor mesela. İş imza atmaya gelince sıkıntı başlıyor. Çare elbette müstear isim kullanmak.
Gerekçelerden biri bu tabii. Kimi, pek de insaflı olmayan okuryazar muhitinin eleştirilerinden kurtulmak; kimi, devletin ödetebileceği, ötekilerle kıyas kabul etmeyecek bedelden emin olmak için gizliyor ismini. Neticede herkesin istediği, özgürce yazmak. Tepkilere göre ya sonrasında göğüslerini kabartarak izhar ediyorlar kimliklerini ya da tarih öyle bir örtüyor ki hakikatin üstünü, kalem sahibine ulaşabilene aşk olsun…
Asıl gerekçe güvensizlik Halil Bey’e göre. ‘Ya beğenilmezse’, ‘aşağılanırsam!’ korkusu yaşıyor insanlar. Ve genellikle ilk eserlerde müstear isim kullanmayı tercih ediyorlar. Tepkileri ölçmek, ortamı tanımak için iyi bir yöntem bu. İntiba olumlu ise kendini açık ediyor, değilse gizlenmeye devam… “Çoğunlukla geçim kaygısı çekenler kullanıyor müstearı. Para kazanmak zorunda adam. Sadece camianın beğeneceği eserler vererek para kazanamayacağı için takma isim kullanıyor.” Peyami Safa mesela. Kitaplarının bugün tekrar tekrar basılması, romanlarının filme alınması yanıltmasın! Hayatı boyunca çok sıkıntı çekiyor. İlk kitaplarını kendi ismiyle neşrediyor Safa. Kaleminin kıvraklığına ve velûdluğuna rağmen aşağılanmak bir yana resmen yok sayılıyor. Geçinmek için yazmak zorunda olunca kapıdan kovulduğu Bâbıâli’ye bacadan giriyor tabiri caizse. Fransızcadan çevirdiği polisiye ve aşk romanlarına annesinin imzasını atıyor; Bedia Servet… Zamanla yeni isimler ekleniyor ve uzun bir liste çıkıyor ortaya; Bedii Nuri, Mi-fa, Bedia Servet, Server Bedii, Çömez, Safiye Peyman…
Bir de siyasi baskılar var tabii. Devletle ters düşme korkusu her dönemde muhalifleri kendini gizlemeye mecbur ediyor belli ki. “Padişah öğrenirse kellemi alır diye düşünüyor adam. İkinci Abdülhamid zamanında Kastamonu Valisi Galip Paşa öyle bir hezeliyat yazıyor ki aman Allah’ım! Yenir yutulur cinsten değil… Kastamonu ağzı kullandığı için anlaşılması zor. Bir de harekeli yazıyor. Osmanlıcayı harekeli okumak çok zordur. Sonradan anlaşılıyor kitabın ona ait olduğu.” Abdülhamid’in müstearı olup olmadığı bilinmiyor lakin paşaları arasında takma isim kullanan epey kimse var. Enver Paşa Bakü’de, komünist kurultayında Ali ismiyle bildiri sunuyor. Talat Paşa Resne Mason Locası’nın kurucusu. Orada Talat Sai adıyla kayıtlı.
İsimler bilhassa gizlenmiş! Üzerinden yıllar geçmiş. İmzanın sahibi gibi eşi dostu da vefat etmiş. Ufak tefek delillerden sonuca ulaşma gayreti her şeyden önce cesaret ve fedakârlık gerektiriyor. Bir akademisyenin belki meslek hayatı boyunca sürdüreceği bir projeyi gönüllü yapıyor Halil Bingöl. Taksim Aslıhan Pasajı’ndaki dükkâna uğrayan kitapseverlerden geriye kalan zamanda hafiye gibi çalışıyor âdeta. İsmi tespit ediyor önce. Sonra kime ait olduğunu, hangi eserlerde kullanıldığını, yazarın başka hangi rumuz ya da takma adlar kullandığını tek tek araştırıyor.
Kendini gizlemenin bin bir türlü yolu var. Soyadını kullanmayan, ilk ismini kullanmayan, adını ve soyadını kullanmayan, sadece ilk ismini kullanan, sadece soyadını kullanan, ikinci adını kullanmayan, lâkabını kullanmayan, adı değişen, soyadı değişen, lakap ya da rumuz kullanan… Liste uzadıkça çetrefilleşiyor. Adamın burnu çok akıyormuş. Burnu akan diye lakap takmışlar. O da o lakapla şiir yazmış. Gelin de çıkın işin içinden… Soyadı kanunundan önce eser verip sonradan soyadı alanlar var mesela. 15 tane Yusuf Ziya var diyelim. Biri kimyacı, biri matematikçi, biri meşhur Yusuf Ziya Ortaç… Eserlerinin ayrılması lazım ama nasıl? Yusuf Ziya imzalı bir matematik kitabı gördüğümüzde akla hemen Ortaç geliyor, oysa meşhur matematikçi Yusuf Ziya İnal’a ait.
İsimlerle birlikte hikâyeler de birikiyor. Ne filmler, ne teşkilatlar, ne dümenler… “Oraya da girersek hiç bitmez!” diyor ama onun da gönlü el vermiyor belli ki. Ansiklopedik bilgi yukarıda akarken dipnotlar roman tadında ilerliyor. “Kitaplara kapak çizen bir adam var! Mim Uykusuz, komünist sınıfından. Takip ediliyor adam. Hapse girip çıkınca iş bulamıyor. İyi bir ressam, karikatürist. Takma isimle Çağlayan Yayınevi’nin kitap kapaklarını çizmeye başlıyor. Hafiyeler tespit ediyor tabii. Yayınevi sahibini tehdit ediyor polis, ‘Ya bu adamla çalışmayı bırak ya da kapatacağız yayınevini!’ Bizim adam isimsiz çizmeye başlıyor, adı sanı yok ama polis bırakmıyor işin peşini. Biraz daha sıkıştırınca yayınevi sahibi ‘ben çiziyorum’ deyip kurtarıyor zavallıyı…”
Bir de Kemal Ahmet var ki, romanı yazılmalı Halil Bey’e göre. Meşhur gazetecilerden. Bâbıâli’nin bütün pis işlerini bu adama yaptırıyorlar. Çok az para kazandığı için ne bulursa ‘Tamam’ diyor mecburen. Sakıncalı bütün işlere onun imzası atılıyor. Müstehcen dergi çıkarıyorlar, müdür hanesine ismi yazılıyor. Daha neler neler… Yine de kurtulamıyor. 30 yaşında açlıktan ölüyor. Gazetede yatıp kalktığı bir oda var, orada buluyorlar cenazesini. Doktor ‘açlıktan ölmüştür’ diye rapor veriyor…
Kitabın başlığı ‘Müteferrika’dan Günümüze’ olsa da ‘günümüz’ kısmına pek girmek istemiyor Bingöl. “İş karışıyor çünkü. Öyle şeyler öğreniyorum ki açıklasam ismini gizleyen kişi zarar görecek.”
Yıllardır mesaisinin neredeyse tamamını bu sözlüğü hazırlamaya ayırıyor. “Hayatım kaydı” dediği kadar var. Kitabın ismi, yayıncısı, okuru tatmin edecek kadar malzemesi hazır. Ancak sürekli yeni bilgiler, isimler çıkınca tamamlanmamışlık hissi mâni oluyor son noktayı koymasına. Görünen o ki neşir tarihi kendisi için de sürpriz şimdilik… Ama olur da üç vakte kadar yayınlatmaya karar verirse Halil Bingöl ismiyle aramayın ihtarını yapalım şimdiden. Zira işin ruhuna münasip düşsün diye müstear isimle basılacak çalışma. Kim bu Kaan Mete Aradadur diye merak edenlerin sayfaları karıştırıp asıl ismin izini sürmesi gerek…
Sahibi tespit edilemeyen müstearlardan
Akıl hocası, Aksaray Tramvay deposuna mensup bir tramvaycı, Avrupa’da mukim bir Azerbaycanlı, Baş Belası, Bağrıyanık, Bekri Mustafa, Bir hukuk talebesi, Bir ihtiyar muallim, Cafer Tayyar’ın bir arkadaşı, Çocuk Babası, Devleti Aliyye’nin muhibbi bir Müslüman, Düztaban, Ekmekçinin Beygiri, Kulağı delik bir diplomat, Kuşe-i Nisyanda kalmış bir zabit, Palavracı Albay, Horoz İsmail, Sosyalist eşek, Topal eşek…
Müstear kullanmak memnudur!
7 Ağustos 1881’de bir tebligat yayımlanıyor: “…İstanbul’daki gazetelerin imzasız veya müstear adlarla mektuplar, varakalar neşretmeleri katiyen memnu olup bu resmî ilân hilâfına o suretle mektup, varaka neşrine cesaret edecek gazetelerin imtiyaz sahiplerine ilk defa tenbihat yapılacak, tekerrüründe gazetesi muvakkat olarak tatil edilecek, üçüncü defada ise gazette tamamen lağvedilecektir..” Bu tehdit işe yaramıyor tabii. Nasıl tesbit edecekler ki kim gerçek kim değil?
16 haziran 2014